“TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEKBAYRAK OLMAZ”
1 Nisan 2017 (Hıristiyan takvimine göre) Ankara’da İstiklâl Marşı Derneği tarafından “Tek dil olmadan tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak olmaz” serlevhalı bir seminer tertip edildi. İki celse halindeki seminerin açılış konuşmasını yapan İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak seminerin meselesi ve konusunun bugün slogan haline getirilen tek millet, tek devlet, tek vatan ve tek bayrak sözlerinin ne kadar yersiz ve havada bir şey olduğunu göstermek, yalnız böyle olmakla kalmayıp Türk milletini Türk milleti yapan bu kavramların nasıl içinin boşaltıldığını izah etmek olduğunu ifade etti. Konuşmaların özetleri şöyledir:
Durmuş Küçükşakalak:
...
Mesela hemen 15 Temmuz’dan bir ay sonra, Ağustos ayında çıkarılmış Varlık Fonu Kanunu; fakat biz iki ay önce, Ocak ayında öğrendik. Her şey Varlık Fonuna devredildikten sonra öğrendik. Yani 15 Temmuz’dan bir ay sonra çıkarılmış, Ağustos ayında; fakat biz Ocak ayında öğrendik, bütün Kamu İktisadi Teşekkülleri bu fona devredildiğinde biz bunu öğrendik. Onun için bilmiyoruz, hangi Kanun Hükmünde Kararnameler çıktı. Türkiye’ye kanunen, hukuken ne yapıldı bilmiyoruz. Meclis de bilmiyor. Çünkü meclise uğramadan, meclis bypass edilerek bu işler yapılıyor... Şu anda böyle bir ülkede yaşıyoruz. Yani onun için “Tek Devlet” dediğimizde kocaman bir soru işareti: “Ne devleti, kimin devleti?” Varlık Fonu Anonim Şirketi, kurulan şirketin ismi. Anonim şirket kuruluyor. Yani resmi ismi bu: “Varlık Fonu Anonim Şirketi.” Ve hiçbir denetim mekanizması olmadığını avukat arkadaşlar söyledi. Ne meclis denetleyebiliyor bu kuruluşu ne başka bir teftiş kurulu var. Bu kurul Türkiye’nin şu anda bütün varlıklarını idare edebilir pozisyonda. Onun için bunların hepsi bizleri ayakta uyutmak için sıralanmış sloganlardır. Doğruları buradadır: Adı konulmamış bir millettir. Musibeti kollayan bir devlettir. Sınırları inkar edilen bir vatandır ve manası saptırılmış bir bayraktır.
Şimdi, meselemiz: Millet nedir? Bu manasını saptırıp adını koyamadıkları millet nedir, bunu izah etmeye çalışacağız. Ha adı yok da koyamıyorlarsa tamam, amenna. Yani “Bu millete biz ne diyeceğiz? Bilemedik ne diyeceğimizi. Bu millete Türk milleti denir mi?” diyorlarsa tamam, yerinde bir şey söylüyorlar. “Bunların bildiği derin bir şeyler var herhalde” deyip kulak verebiliriz. Ama bir şeyleri gölgelemek, başka etnik gruplar incinmesin falan filan için yapılan bir şey bu. Adını bile-isteye söylemedikleri bir şey. “Bu millet” diye dillerine bir şey takıldı. Söyleyemiyorlar, çıkmıyor bir türlü. Dîvân-ı Lügati’t-Türk “Türklere” Türkçe Öğretmek Kastıyla Yazılmış Bir Kitaptır.
Türkçe olmadan bunlar oluyor. Türkçemizi kaybettik biz ve Türkçe diye bildiğimiz dil şu anda papağanların konuştuğu bir dil derekesine düşmüş vaziyette. Türkçe itikadî bir dildir. Türkçe tamamen Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden neşet etmiş bir dildir. Bu öyle hiç yorum, tevil falan filan hadisesi değildir. Tarihte ne kadar geriye gidebilirseniz gidin Türkçe bir şeyler bulmak için bulabileceğiniz Kur’an ve hadis dışında bir yere dayanmaz. Mesela Türklere ait yazılı en eski kaynak Orhun Kitabeleri’dir. Miladi VIII. asrın ilk çeyreği, işte 725’ler 735’ler arası, ondan sonra başka nasıl bir kaynak bulursunuz Türklere ait? Uygarlığın da kaynağı olarak gösterdikleri Uygurlar vardır. Hem kelimenin kökü bakımından, uygar “uy-gur”dan gelmiş falan derler, hem de bir tarım, bir sanat, bir kültür merkezi olarak Uygurlar ön plana çıkarılır ama Uygurlara ait bir tek yazılı eser yoktur, gösteremezler. Uygurların kendilerinin Uygurca yazdıkları bir tek eser yoktur. Dört beş tane eser sayarlar ama bunlar Çinceden, Sanskritçeden çevirilerdir; Uygurcaya çevirilerdir. Dîvân-ı Lügati’t-Türk hadi tarihçilerin hatırına Türkler diyelim “Türklere” Türkçe öğretmek kastıyla yazılmış bir kitaptır. Karahanlı medreselerinde Türkçe tedris etmek üzere yazılmıştır. Yani o Orta Asya’da Müslüman olan ahaliye “Bakın, siz Müslüman oldunuz, sizin ana diliniz budur.” demek suretiyle Kaşgarlı Mahmud’un Bağdat’ta yazdığı bir eserdir. Zannetmeyin ki Orta Asya’da yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Kaşgar’dan çıkmış Bağdat’ta yirmi küsur sene hadis, tefsir, fıkıh tedris etmiş, o tedrisatın neticesinde memleketine bir lügatle dönmüştür. O, bizim bildiğimiz Dîvân-ı Lügati’t-Türk’tür. Yani “Türklere” Türkçe öğretmek kastıyla yazılmış bir eserdir.
Kutadgu Bilig? İsmine bakınca Orhun Kitabeleri’nden daha “Türkçe” gibi! Bu da aynı Kur’an harfleri ile yazılmış, Hakânî lehçesi dedikleri Karahanlıların lehçesinde yazılmış bir eser. Ama Kur’an harfleri ile yazılmıştır Yusuf Has Hacib tarafından. Her bir satırının hangi ayete, hangi hadise dayandığına dair yine sekiz on tane makale bulursunuz. Kutadgu Bilig’in de üç nüshası var, bilinen en eski üç nüshası... Bunlardan ikisi Arapça biri Uygurca. Reşit Rahmeti Arat diye birisi var, o da der ki: Uygurca olan nüsha Arapçadan tercümedir. Yani orijinali Uygurca değildir. Arapça bir nüshadan tercümedir vesaire. Yani Edip Ahmet’in
Atabetü’l Hakâyık’ı da deseniz, Ahmet Yesevi’nin Dîvân-ı Hikmet’i de deseniz bunların hepsi Kur’an harfleri ile yazılmış, Kur’an ve hadis bilgisi ile neşet eden eserlerdir.
Bahadır Karadağ:
Bizim lisanımızda “devlet” kelimesinin böyle doğrudan siyasi organizasyonu kasteden bir anlamı yok. Bu sonradan oluşmuş bir şey. Bunu edebiyatımıza müracaat ederek kolaylıkla görebiliriz. Mesela Muhibbi mahlasıyla yazmış Sultan Süleyman: “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demiş. Yine mesela Süleyman Çelebi’nin şiiri Mevlîd-i Şerîf (Vesiletü’n Necat)’ta Âmine Hatun için de bir beyit var: “Ulu devlet buldun ey dildâr sen / Doğiserdir senden ol hulk-i hasen” diye. Bu iki örnekte de meselâ “devlet” kelimesi bizim anladığımız “devlet” kelimesi değil. Aslında “devlet” kelimesi, ikbal, saadet, baht gibi manalara geliyor. Bir yakıştırma olarak tarih yazarları tarafından bilhassa kullanılmış ve zamanla bugünkü kullandığımız anlama oturmuş. Meselâ Âşıkpaşazâde’nin “Hakdan erdi sana baht u devlet / Cihân içre olan devrân senündür” gibi bir beyti var manzum tarihinde. “Baht u devlet” diyor yani devlet kuşu, huma kuşu hikayesinde olduğu gibi. Aslı itibariyle “mülk” kelimesi siyasi organizasyonu ifade eden kelime. “Malik” de hükümdar demek, “memleket” de aynı kökten. Sonuçta bu etimolojik tahlillerin bize söyleyeceği şöyle bir şey olabilir: Biz devleti hiçbir zaman hayatımızın merkezine koyarak yaşamamışız. Yani kendimiz merkezdeyiz, devlet değil. Bu, “Din esastır devlet onun fer‘i olarak vardır” anlayışını aksettiren bir şey olarak yorumlanabilir.
Bu manada bizim hayatımızda merkezde olan bir şey değil devlet. Biz lisanımıza sahip çıkmalıyız. Yazımızı öğrenerek, yazarak Türkçemizi tanımalıyız, Türklüğümüzü tanımalıyız. Türkiye Cumhuriyeti’nin esprisi de budur. Öyle başka şeylerle alakalı değildir Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı. İnkılaplar falan gibi şeylerle alakalı değildir. İki harp arasında doğmuş dört tane devlet var: Nasyonal sosyalist Almanya, Faşist İtalya ve Bolşevik Devrimiyle tabi hemen hemen cumhuriyetin ilanı yıllarına rastlar iç savaşın sona ermesi Sovyet Sosyalist Rusya. Bunların hiçbirisi bugün yok ama Türkiye Cumhuriyeti var. Bu bizim varlığımızı, canımızı dişimize takmak suretiyle elde etmemizle alakalıdır. Bunu görmemiz lazım.
Şimdi bahsetmiş olduğu şey “dil” kelimesiyle “devlet” kelimesinin aynı kökenden gelmiş olduğudur. İşte buradan başlayayım dedim. Daha sonra diğerlerini de izah edeceğiz. Aramızda “tedavül”ü sağlayan şey, bizi bir araya getirip, anlaşıp aynı itikat üzere bizi birleştiren şey, aramızda tedavül eden şey olduğu için, dolanan şey olduğu için... Ki “dolanmak” da oradan gelir; “dolaşmak” da bu kelime dâhilindedir. Hepsi “tedavül”dendir. Hatta “dalmak” da buradan gelir. Hatta “dil” eskiden casus manasında kullanılır, düşman arasında dolaştığı için, develan ettiği için ve düşmandan olan şeyleri bize söylediği için onun adı da “dil”dir. Dolayısıyla tek dil olmadan tek devletten bahsetmenin imkânı yoktur.
İşte devlete milletimizin bakışı böyle. İster devletli olsun isterse devlete kavuşamamış olsun devlet öyle çok imrenilecek bir şey değildir. Şimdi aramızda dolaşan sözlerden de bunu anlayabiliriz. Mesela bazen olur ki “başına devlet kuşu konar” birisinin. Bazen olur ki “ayağına gelen devleti teper” kimisi. Ve dualarımızda da başka türlüdür. “Allah devlete millete zeval vermesin” diye bildiğimiz dua esasında, “Allah devlet-i millete zeval vermesin”dir. Yani şu manada: Eğer devam edecekse bir devlet, daim olacaksa bir devlet, devam etmesi gereken, zail olmaması gereken devlet milletimizin devletidir. Millî devletimizdir ki dua onun için yapılıyor. Ve yine yemek dualarımızda “daim-i devlet” tabiri var, yine burada da kastedilen devlet odur yani İslâm’ın devleti. Burada milletimizin devletinin devamı için dua edilir.
Peki, Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnetten neşet eden bu dil nasıl neşet etti? Bunu bazıları anlamak istemiyor veya anlamıyor. İçlerinde Kur’an-ı Kerim okunan bir millet, Kur’an-ı Kerim okuyan bir millet ve Kur’an-ı Kerim’i dinleyen bir millet ve tahsil hayatının merkezinde de Kur’an-ı Kerim olan ve sarf ve nahiv olan bir millet elbette lisanını da buradan öğrenecek. Çünkü tahsil hayatı, ilim, Kur’an-ı Kerim üzere, Kur’an-ı Kerim’i anlamak üzere, Hadis-i Şerif’i anlamak üzere teşekkül etmiş. Bundan dolayı lisanımızın Kur’an-ı Kerim’e doğru eğilmesi, Kur’an-ı Kerim’den neşet etmesi hiç yadırgatıcı gelmesin. Çünkü lisanımızda hiç tahmin etmediğimiz, fıskiye kelimesinin de hem lafız itibariyle hem vezin itibariyle hem de manası itibariyle fasıkla, fısıkla alakalı olduğunu bilmemiz lazım. Dolayısıyla biraz ses değişikliğiyle fıskiye diyoruz, son zamanlarda fışkiye demeye çalışıyorlar. Fışkı da oradan gelme. O da hayvanın çıkardığı bir şeydir. O da oradan gelmedir. Yani lisanımız üzerine düşündüğümüz zaman da bunu anlamış oluruz. İşte Türk’ün devleti, Türklüğün nöbetidir. Burada Allahu Teala bize bir lisan bahşetti, bu lisanla biz nöbetimizi ve devletimizi devam ettiriyoruz. Veya ettiriyor muyuz? Bunu da dü-şünmemiz lazım. Bu ne üzere olacaktır? İslâm üzere, Kur’an üzere olacaktır. Yazımız elimizde olmadan, konuştuğumuz lisanı yazımızla yazmadan, Kur’an-ı Kerim yazısıyla yazmadan, harflerimizle yazmadan Türkçeye asla ulaşamayacağız ve ne dediğimizi de asla bilemeyeceğiz. Çünkü Türkçe Kur’an-ı Kerim harfleriyle doğmuş bir lisandır, yazı hayatı bununla gelmiştir, bununla tedavül etmiştir, bununla devlet haline gelmiştir ve biz de Türk milleti olarak yazımızla beraber millet olduk. Yazımız olmadan ne lisanımızdan bahsedebiliriz, ne devletimizden bahsedebiliriz, ne de milletimizden bahsedebiliriz. Eğer milletimizin zail olmasını istemiyorsak, Allahü Teâlâ’nın devlet-i milletimize zeval vermesini istemiyorsak bir yerden başlamamız gerekir. Yani yazımızı öğrenmeliyiz veya öğretmek üzere öğrenmeliyiz.
“He Lan” şiiri İsmet Özel’in “Of Not Being A Jew” kitabında okunması, ezberlenmesi diğerlerine nisbetle en kolay şiir. Ama bu şiir Türkiye’de bugün “dolaşım da” değil. Yani insanlar bu şiiri ezberleyip birbirlerine okumuyorlar. Öyle bir millet canlılığı yok. Fakat 1967 yılında İsmet Özel “Yaşamak Umrumdadır” şiirini yazdığı zaman böyle değildi. O şiirde “Sana bir karşılık vereceğim” diye başlayıp giden bir son bölüm var. “Sana bir karşılık vereceğim” denilen, bir söz verilen bir Türk milleti var. Bugün bir referandumdan bahsediliyor. İlk referandum 1961’de olmuştu. O referandumda, yani 27 Mayıs 1960 müdahalesini yapanların hazırladığı bir anayasa halk oylamasına sunuldu. O referandumda kimsenin “hayır” demesi beklenmiyordu. Yani ordu duruma hakimdi. Devlet bütün gücüyle, imkanıyla büyükşehirlerde Türkiye’nin ücra yerlerinde “evet” propagandası yapıyordu. Radyoda anayasa programları, “anayasamıza “evet” diyelim” diye şarkılar çıkmıştı. Diyanet İşleri Başkanı “Anayasamız dinimize uygundur” diye fetva vermişti, bütün camilerde hutbe olarak okutulmuştu... Bir de şu şartlar var, onu da söylemem lazım. 1961 anayasasının halk oylamasında “evet” ve “hayır” oyu vardı. “Evet” oyu beyaz renkteydi, “hayır” oyu kırmızı renkteydi. Zarflar şeffaftı. “Hayır” oyu veren göstere göstere “hayır” oyu verdiğini beyan etmiş oluyordu. Ve bu seçimler 1946 seçimleri gibi açık oy, gizli tasnif usulü yapıldı. Ona rağmen devletin daha aşağı açıklayamadığı rakam, 12 milyon seçmenden 2 milyonu seçime katılmadı, 6 milyon “evet”, 4 milyon “hayır”dı. Bir tane “hayır” propagandası yapan insan yoktu. Demokrat Parti’nin devamı olduğu söylenen Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi bilhassa anayasa referandumunda “evet” oylarını savunuyordu. İnsanlar ona rağmen, yani bu bütün ortama rağmen 4 milyon “hayır” oyu verdiler. Devletin açıkladığı bu. Aslında o referandumda “hayır” oyu çıkmıştı. Niye? Mesela, İstanbul Tepebaşı’nda açıktan oy verildiği -yani kabin yok- artık gizleyemedikleri bir şey olduğu için gazete haberi olmuştu. Kırsal yerleri siz düşünün. Kırsal yerlerde “evet” oyu zaten yüksektir; mesela İzmir’de “hayır” oyu çıkmıştı. Ve kabinin olduğu durumlarda da kırmızı oy pusulası yoktu. Hatta Trabzon’da bir kadının kırmızı elbisesinden yahut peştamalından bir parça kesip “hayır” oyu diye zarfa koyduğu herkesin gözü önünde vakidir, olmuş bir şeydir. Bu milletti İsmet Özel’in “sana bir karşılık vereceğim” diye söz verdiği millet.
Bugün referandum var, işte onun hakkında bir şeyler konuşuluyor. İki taraf var. “Hayır” diyenler var, “evet” diyenler var. “Hayır” diyenlerin destekçileri var, “evet” diyenlerin destekçileri var. Ve Türkiye lehine bir sonuç çıkmayacağı bariz bir şeydir. Ama Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun söyledi, parlamenter sistemin yok olması, vazgeçilmesi meselesi vardır. Türk milleti 1961 halk oylamasını, 27 Mayıs’ın onaylanması veya onaylanmaması olarak gördü. Ve onaylamadığını beyan etti. 27 Mayıs ne sebeple olmuştu? 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde tekrar oylarını artırıp kazandı. 1955 yılında Başvekil, ilk ve son Baş-vekil Adnan Menderes, Meclis’te, Demokrat Partili mebuslara hitaben “Muhterem heyetiniz dilerseniz hilafeti geri getirebilirsiniz.” dedi. 27 Mayıs’ın olmasının sebebi budur. Aynı sene, Fuat Köprülü’nün Hariciye Vekili olduğu hükümet, Balkan ve Bağdat paktlarına dahil oldu. Menderes Demokrat Partili mebuslara hitaben hilafeti geri getirebilirsiniz derken öyle numaradan bir şey söylemiyordu. Çünkü hilafet kaldırılmamıştır, Meclis’in uhdesindedir. Bugün de eğer bu referandum ve bundan sonraki gelişmeler dolayısıyla parlamenter sistemden vazgeçilecek olursa, insanlar saltanattan ve hilafetten vazgeçmiş olduklarını da beyan etmiş olacaktır.
Yahya Çiftçi:
İstiklâl Harbi’ni Veren İnsanların Başına Ne Geldi?
Şimdi bizim başımızdaki bütün bela İstiklal Harbi verdikten hemen sonra başlayan bir hareket. Yani Türkiye’nin Türkler tarafından idare edilmemesi tedbiridir. Yani İstiklal Harbi’ni veren insanlar İstiklal Harbi’nden sonra bir yerlerden, bir şeylerden kasıtlı olarak uzak tutuldular. Daha bu İstiklal Harbi cereyan ederken başladı. İstiklal Harbi’ne birileri müdahale etti. Mesela Maraş’ta bilinen, Ali Çetinkaya diye bir adam var. Kılıç Ali diye birisi var. Bunun Maraş Çete Harbi’ndeki dahli, müdahalesi çok sonradan olmuş bir şeydir. Harp başlamış, harbin orta yerinde gelmiş ve harbe iştirak etmemiştir. O günleri yaşayan insanların hatıratlarında bu var. Ama ne oluyor? Kılıç Ali, Ali Çetinkaya daha sonra İstiklal Mahkemeleri Başkanı filan oluyor. Bir şeyler, bir şeyler oluyor. Oradaki bu Kılıç Ali’nin gösterdiği tavrı gösterenler Türkiye’de bütün devlet makamlarını dolduruyorlar. İstiklal Harbi’ni veren insanların başına ne geliyor? Bunun çetelesi, muhasebesi tutulmuş değil. Ama İstiklal Harbi’ne İstiklal Harbi esnasında müdahale edildiği, birilerinin olaya el koyduğu açık. Şimdi bizim bu Güney cephemizin bu hale gelmesinin sebebi Yıldırım Ordularının hezimeti. Üç tane ordumuz var, birisi tamamen neredeyse esir oluyor, birisi tamamen dağılıyor; kalanın yarısı kaçıyor, yarısı burada, Torosların kuzeyine kadar çekiyorlar. Yani dolayısıyla Hatay, Maraş, Antep, Urfa bütün oralar Adana, Mersin ordusuz bir haldeyken, Türk köylüsü tarafından direniş başlatılıyor.
Oruç Özel:
“Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Yok Olup Gideceğine İman Etmediğimiz İçin Bayrağımızı Doğan Ay, Yani Hilal Şeklinde Tasvir Ediyoruz”
Bayrak doğrudan doğruya batırmaktan, sancak da sancımaktan veya saplamaktan geliyor. Saplanan şey batırılan şey bayrak, saplanan şey sancak bunların her ikisi de birer silah. Bu silahı kâfire karşı kim tutuyor? Kimin tuttuğunu gösteren ise bu silahın ucundaki alamet. Dalgalanan, şafaklarda yüzde yüzen al sancak işte bu silahın ucunda. Bayrağımıza bakın burada sağ tarafta bayrak nizamnamesine uygun bir bayrak var Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği kanuna uygun, bir de bakın bu afişte bir bayrak var. Bu kısma daha sonra geleceğiz. Bu şekildeki bayrağı, bunu biri elinde tutuyor, silah olarak bir yere saplıyor. Bu önce sapladığı yer kâfir sonra, kâfir tepeledikten sonra sapladığı yer toprak. Hangi toprak? Fethettiği toprak. Hangi toprak? Vatan olarak bilinmesi gereken, dar'ül-İslâm haline getirilen toprak. Dolayısıyla sancak ve bayrağın doğrudan doğruya vatanla, vatan sahibi olmakla, bir yeri vatan yapmakla alakası var.
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” denildiğinde "al sancak" deniyor, "kızıl sancak" denmiyor. Niye biz kızıl diyoruz, al değil de kızılı tercih ediyoruz meselesi var. Türkçede "kızıl", kızılca kıyamette olduğu üzere çok kişinin toplandığı yer, çok fazla kişinin müşterek beraber oldukları yer için kullanılır. Bu kızıl bayrak dediğimiz şey dar'ül-İslâm’da altında ümmet-i Muhammed'in toplanacağı sancak olması sebebi ile kızıl sancaktır, kızıl bayraktır. İstiklâl Marşı'nda “al sancak” denmek zorunda kalınıyor. Çünkü o dönem Sovyetler Birliği henüz doğmadı ama bir Sovyet Devrimi var ve kızıl onların bayraktarlarının yaptığı bir şey. Bu yüzden Mehmet Akif "kızıl sancak" yerine "al sancak" kullanıyor hükmündeyiz.
Doğan ay hilaldir, batan aya hilal denmez. Batan hilal, varsa bir bilen beri gelsin, ben hiç bilmiyorum. Bayrakların şeklen tanımını şöyle yapıyorlar. Bir direğe yakın olan kısım, "uçkurluk" dedikleri bir de direkten dışarı doğru bakan kısım olarak "uçum" diye iki tane tabir var, nizamnamede geçiyor. Diyor ki nizamname: hilalin ucu uçuma bakar. Dolayısıyla bu, rüzgârın ne tarafa doğru estiğine göre doğan veya batan ay olabilecek şekilde yorumlanabilir. Çünkü bayrak bir bu tarafa doğru, bir de rüzgâr diğer tarafa döndüğü zaman diğer tarafa doğru bakabilir. Ama biz Türkiye Cumhuriyeti devletinin batmakta ve yok olup gitmekte, gideceğine iman etmediğimiz için bayrağımızı basılı olan yerlerde, kâğıt üzerinde bu şekilde doğan ay, yani hilal şeklinde tasvir ediyoruz.
Abdülhamit Sağır:
“Tek Bayrak Demek Türkiye’de Türk Milletinden Başkasının Sözü Geçmez Demektir”
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” Türk bayrağı, al sancak terkibi ile ifade edilmiştir. Sancaktan kasıt Sancak-ı Şerif’tir. Al ile nitelenmesi ise, Sancak-ı Şerifin artık Türk bayrağı ile temsil edildiğini izhar etmek içindir.
Çünkü 1914’te başlayan Seferberlik harbinde kâfirle uzlaşmayıp çatışan bir tek Türk milleti kalmıştı. Medine’nin İngilizlerin eline geçmesini sağlayan şeyin Arapların isyanı olduğu unutulmamalı. Seferberlik harbinden sonra da kâfirle uzlaşmayıp istiklâl mücadelesi veren tek Türk milleti idi. Diğerleri ise kâfirlerin verdiklerine razı oldular. Hiçbir sebep kâfirin yanında Müslümana karşı savaşmayı ve kâfirin bağışını kabul etmeyi meşru gösteremez.
Türk bayrağı, Sancak-ı Şerifi temsil etmesi, Türk milletinin, Resûl-ü Ekrem (a.s.)’mın ordusu, İslâm’ın kılıcı olduğunu izhar eder. Unutmayalım ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.
Tek dil olmadan tek bayrak olmaz. Bu ifade ile neyi kastediyoruz? Söylediğimiz sözle davranışlarımızın aynı istikamette olması, bir birini doğrulamasıdır. Bugün tek bayrak diyenler tek dil konuşmamaktadırlar. Çünkü meydanlarda Türk milletine söyledikleri tek bayrak sözü ile hükümet olarak icraatları birbirine zıttır. Tek bayrak demek Türkiye’de Türk milletinden başkasının sözü geçmez demektir.
1 Nisan 2017, Ankara