Modernlik dünyada bulunup bulunmadığımız hususunda şüpheye düşmemizle başlar. Modern düşüncenin fitilini ateşleyen Descartes şüpheyi ortadan kaldıran kişinin adı olarak bilinir. Onun verdiği cogito ergo sum hükmü hayatımızı müşahhas hale getirdi. Müşahhas demek şahıs haline girmiş demek. Descartes’la birlikte şahıs ortaya çıkmakla kalmadı; onun en dikkate değer kimse olduğu fikri herkese hâkim oldu. Nitekim Descartes’in fikirlerinin optik alanındaki çalışmalara getirdiği verimlilik dikkat çekiciydi. Modern olmaktan kaçamaz olduk. Çünkü bu yeni felsefenin gölgesinde bakan hep biri vardı. Fert olarak biz mi idik, yoksa başka biri mi? Kim olursa olsun bu bakan kimsenin görüp görmediği, gördüğü şeyin dikkati hak edip etmediği heyecan verici bir meşguliyet haline geldi. Modernliğin hakikatin üstüne kara bir gölge saldığı yaklaşımı çok havalı felsefeleri doğurdu. Bakan şahsın eline-karşısına birden fazla tablo geçmişti. Bu tabloların en ilgincinin ne bitkilerden biri olduğunu söyleyebiliriz, ne de yıldızlardan biri. Botaniğin ve astronominin bilimin geçerli sayılması hususunu ayakta tuttuğu barizdir. Bu zaman içinde en ilginç tabloyu insanda bulmanın modernliğine vardı. Kendimiz hepimize ilginç geldi.
İnsan hakkında konuşanın yine bir insan olduğunu gözden kaçırarak atın et, itin ot yiyeceğini tabiî karşılarız. Oysa insanın insanı tanımlama girişimi onun insan-üstü bir yere özenmesinin uzantısıdır. Kendi kapasitesinin tanımını yaptığı şeyi aştığını düşünmeyen o tanımı göze alamaz. Albert Einstein’ın ve Sigmund Freud’un savaş üzerinde ne sebeple bir tartışma yürüttüğüne akıl yorarsak her ikisinin de Yahudiliklerine güvenerek birbirlerine söz geçirmeğe çalıştığını görürüz. Eğer tam Yahudi olmak ve öyle kalmak istiyorsanız kalbinizde yaratılmışların Yaratıcıdan bir parça olduğuna dair inancın yerleştiği günü bekleyiniz. Hıristiyanlık her konuda olduğu gibi yaratıcı ve yaratılmış münasebetinde de Yahudiliği yaya bırakmıştır. Bir lokma ekmek, bir yudum şarapla Tanrı olursunuz. Dolayısıyla modernlik gereği insanın teşekkülü konusunda Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bilgi almaktan daha tabiî bir şey yoktur. Onlar meslekleri itibariyle ne kadar eksikleri, gedikleri olsa da yaratmanın tekelini ellerinde tutar.
Biz Müslümanlar ise kulluğu öne çıkardığımız için onlar gibi değiliz. Biz kendimizi hasmımıza beğendirmekten uzak tuttuğumuz nispette böyleyiz. Böyleyiz de nasılız? Müslüman olarak yıllar, yüzyıllar içinde aldığımız şekil içimizi burkuyor. Bir şahıs olarak bildiğimiz yerküre sathında yaratıcılık oyunu oynamaktan geri duruşumuz bizi her çağda dünya nimetleri karşısında çaresiz bıraktı. Cazibelerini dünya sevgisine borçlu olanları görmezden mi geleceğiz, yoksa onların sihrine kapılmaktan zevk mi alacağız? Bu sualin cevabı yerküre üzerinde Türk düzeninin ne birine, ne de diğerine yüz vermesiyle hayat buluşunda saklıdır. Ketum bir yolla hayatımızı sardığı için Allah’ın kulu olmakla kazandığımız rütbe her iki dünyada da huzur verdi bize. İyi mi oldu? Bu huzurun kıymetini bilenler topluluğu haline gelmedik. Kur’an toplumu olarak, şu veya bu sebeple kadim dünyanın en gıpta edilen ülkesi iken kısır tohumların sıkı muhafızı olduk. Modernleşmemiz modernlik boyunduruğuna razı oluşumuzun türevidir. Gitmemiz gereken yere gitmedik. Dünyada üstünlüğün mümessili iken gitmemiz gereken bir yer olup olmadığından emin değildik. Bize en dindar görünenimiz Allah’a hesap vermeği en öne alanımızdı. Roma’yı ele geçirme fikri II. Mehmet ile toprağa gömüldü. Her şey olacağına varır görüşü bizi hâlâ vurdumduymaz konumda tutuyor. Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını elden çıkarma hususunda gevşeklik arz etmedik; ama dolap öyle bir dolap ki, kâfirler nereye gitmemizde mahzur görmedilerse oraya gittik. İslâm düşmanlarının başımıza geçmeleri dünya hayatının cilvelerinden biri imiş gibi algılandı. Müslümanlığa tasallut edenlere mevki, makam, koltuk tahsis ettik.
Bunda bir hata bulmadığımız için tekrar etmekten zevk alıyoruz. İki yüz yıldır fırsat kollayan Vahhabi kuvvetleri 1916ncı Hıristiyan yılında Mekke’yi (dolayısıyla Kâbe’yi) ele geçirdi. Nasıl yaptılar bunu? Modernlik hem ideal, hem pratik olarak rakipsizdi ve bu rakipsizlik Vahhabi savaşçıların mühimmatıydı. Hıristiyan takviminin 1916ncı yılından sonra Hac farz olmaktan çıktı mı? Bu sualin Müslümanlar arasında geçerli olmasını önleyen kim? Kur’an düşmanı Vahhabilik İslâm topraklarında Kur’an düşmanlığının el üstünde tutulduğu güne kadar ciddiye alınacak varlık gösteremedi. Daha da ötede: Ölçüleri kaybolmuş âlemde kime ne yaptığı için Müslüman diyecektik? Bunlar çetrefil ve içinden çıkılmaz suallerdir deyip yan çizmeyin. Sıraladıklarım akıl vadisindeki en parlak suallerdir. İçinden en kolay çıkma ihtimali olan sualler karşısında tuhaflaştık ve artık biz XXI. Hıristiyan asrına mensup insanların ahireti seçme temayülüne ters bakıyoruz. Oysa küfrün ağababaları “XXI. asrın Haçlı Seferi” tabirine müracaattan geri durmuyor. Her ne sebeptense bütün canlılar gibi insanın da tabiatı olduğuna derinden inanmışız. Yoksa bir sihrin tesiriyle inandırılmış mıyız? Eğer insan tabiatı vardır deme temayülünde isek insanlık tarihini ve bilhassa İslâm tarihini yok saymağa meylederiz. Meylimizin bizi bir yere götürmesini bekledik, bekliyoruz, bekleyeceğiz.
Bir eğilim, bir meyil var ki onu insan bütün canlılarla paylaşmaktan geri durmaz. Canını kurtarma meyli diyoruz ona. Canının kıymetini mi öne çıkarmalı insan, yoksa kıymetin kıymetini mi? Ortada bir çekişme var gibi görünse de insan hürriyetin tadından ziyade emniyetin rahatına meyillidir. İnsana mahsus temayül insana mahsus tabiata delil olmaz. İnsan tabiatının gerektirdiği, zorladığı, rıza ürettiği bir dünya içinde mi yuvarlanıyoruz? Bu suale gönül rahatlığıyla evet diyecek birinin olduğunu sanmıyorum. Kapitalizmi ne pahasına olursa olsun bencilliği vazgeçilmez sayan insan tabiatı değil güçlü olanın haklılığına kanaat getiren insanlık tarihi türetti. Türk’e atfedeceğimiz hassasiyete düşman kapitalizm kendini bunalımdan arıtamıyor. Neden serazat Türk’ün düşmanlığından servet devşiren kapitalizm kendini bunalımdan arıtamaz? Çünkü dünden bugüne şahsın şahsa, teşkilâtın teşkilâta borcudur kapitalizmin çarkını çeviren. Tarihte birçok misalini gördüğümüz gibi başat iktisadi faaliyet borçlanma olmaktan çıkınca kapitalizm tesir sahasını sınırlandırmak zorunluluğuna boyun eğdi. Bunun delilini milyonlarca yıllık tarihte bulabilirsiniz. Modernizm başından beri radikallikten yardım umar. Kapitalizme son verme fikri radikal vasfıyla hâlâ dikkat çekiyor. Başlangıç noktasını tarihin aldığı yeni şekillenmeğe bıraktığımız kapitalizm I. Cihan Harbi akabinde sanatın tabiatına nüfuz edecek kadar ileri gitmiştir. Kapitalizmin şahlandırdığı yazma türü hangisiydi? Roman. Bunu okur okumaz çağını çoktan kapattı roman deme züppeliğine kapılmayın. 1918 sonrasında roman yazılmadı mı? Hayret uyandıran kapsayıcı romanlarla içli dışlı olduk. Yani roman zaman içinde bütün imkânlarını istimal ederek devrini kapatmış değil. Kapitalizm doğrultusunda olan biten neler ise hepsi romanı ayağa düşürdü. Şunu akıldan çıkarmayın ki insanlık tarihi süresince söylenmiş, söylenmeğe değer bir şey varsa o da şiirdir. Bir tekâmül değildir işaret ettiğim. Şiirin bir çeşit incelik gibi tezahür ettiği doğru. İçimize işleyen şeyin paldır küldür söylenmiş söze taktığımız lâkaptan başka bir şeyi temsil etmediğini anlamamız şiire mahsus sıkıntımızın uzantısıdır. Bu sebepten kalkarak söylenecek bir şey hâlâ kaldığı düşüncesinde iseniz onun da karşımıza bir gün şiir olarak çıkacağından şüphe etmeyelim. Hiç kimse ömründe şiirin ne olduğu sualinden tatmin oluşu yüzünden şiire bulaşmadı; bilakis Arthur Rimbaud gibileri şiire büyük bir teneffüs sahası sağladıkları halde sanatın ahmak işi olduğuna inanarak 15 yaşında yazmağa başladığı şiiri 20 yaşında terk etti. Aynı dönemde Karl Marx’ın şiir yazdığı haberi (elbet SSCB devrimi sonrasında) bir merak uyandırmıştır; ama kimse Marx’ın şiirlerinde boncuk arayan kimseyi şair olarak yaşayan bir Marx belgeseli hususunda cesaretlendirmemiştir. Eğer Napolyon Bonapart’ın şiir yazdığını öğrense idik bu görüntü uyuşmazlığına sebep olanın ne olduğunu merak edecektik. Çünkü şiir seviyesi tutturmuş her hangi bir metin Bonapart’ın hiçbir saldırısına destek olmayacaktı. Fikriyat mesele edildiğinde Osmanlı sultanlarının şiire emek vermiş olmaları aklı kurcalamalıdır.
Şiir nedir sorusunun cevabının bütün kültürlerde merak konusu edildiğini biliyoruz. Önce şunu akıldan çıkarmayalım ki, hiçbir şey sadece bizim bildiğimiz gibi değildir. Şiire bakmanın heykele bakmakla kıyas edilebileceğini Şiir Okuma Kılavuzu’nda belirtmiştim. Özne olarak bir belirginliğe sahip olmadıkça hiçbir bakışa bakış demenin anlamı yok. Bir sanat eseriyle bağ kurmak kendi varlığımıza yüklediğimiz değerden türer. Belli bir açıyı seçme şartını yerine getirmemiz lâzım. Baktığımız şey bizim bildiğimiz gibi olmadığı bir yana, bizim bildiğimiz kadar ise hiç değildir. Ne gibi, ne kadar. Atom altı fizik Niels Bohr’un zannettiği gibi dünyanın içini dışa çevirmedi. Sadece gelinen yer ve varılacak yer konusu olduğundan daha da bulanık kılındı. İnsan olma bahsini kendimize yakın buluyorsak geldiğimiz bir yer olsun, gideceğimiz bir yer olsun mutlaka isteriz. Beşerden birini temsil etmemiz hasebiyle menşe ve hedef hakkında hiçbir şey bilmediğimiz halde bir asla dayanmak hissi içinde yaşarız. Bunun bir utanca vesile olmayan asıl olmasını gözetiriz. Özenilecek bir yere varmak hissini de içimizden atamayız.
Modernliğin canlılık uğruna ömür tüketen hepimizi hayat ve ölüm hakkında nasıl çarpık bir görüşe sapladığını “bitkisel yaşam” tabirini sıkça işittiğimiz zamanlarda, yani kendimizin ayni tabiri fütursuzca kullandığı zamanlarda anlamamız gerekirdi. Son epidemi sebebiyle dünyanın her yerinden o kadar yadırgatıcı ölüm haberi aldık ki savaş günlerini özler hale düştük. İster yandaşı olalım, ister modernliğe diş bileyelim bir mesele vardır ve bu mesele bizim bilme gücümüzün neye yettiğinden doğmaz. Önce akıldan çıkarmamızın bizi felâkete sürükleyeceği husus şudur: Bildiğimiz her ne ise onunla ters veya düz başka bir şeyi kendimizden uzak tutmak veya en azından ihmal etmek zorundayız. Sonra bildiğimiz şeyin hakkını vermek uğruna o başka şeyin hakkına bigâne kalma mecburiyetimiz var. Bilme bahsi yağmurdan veya karların erimesinden sonra gelen sel gibidir. Kendimizi sele kaptırırsak tek düşüncemiz salimen bir kıyıya varmak olur. Canımızı (diyelim ki şairliğimizi) tehlikeye atmadığımız bir yerde karar kıldığımızda ise kendi yaptığımızla başkalarının yaptığı arasına belirgin bir çizgi çekeriz. O çizgiyi yalnız şairler değil, canına kıymet atfeden herkes çeker. Bu demektir ki dünya kalabalıklaştıkça karanlık artar. Birbirimizle ne konuşursak konuşalım bizi saran karanlığı seyreltmek için konuşuruz.
Konuşmak karanlığı def etmekten başka ne işe yarar diye sorduğumuzda dilimizin ucuna iletişim, bilişim, ulaşım gibi kelimeler takılır. Dilimizin bize her birimizin bir diğerine haber aktarmasına yarasın gayesiyle verildiği fikrine itiraz etmiyoruz. Haber aktarıyoruz; ama aktarma gayesiyle kullandığımız aracın muhatabımıza anlamın ne kadarını devrettiğinden hiç birimiz emin değiliz. Bu belirsizlik benim konuşmalarımız yüzünden ortaya çıkan sonucu ömrüm kemale erince üçe ayırmama yol açtı. Beyan olarak tanıdığımız şey üç katlıdır. Beyan hiçbir çağda ve asırda ayan beyan olmamıştır. Buna rağmen neden Türkçede ayan beyan diye bir tabir var? Bir şeyin ayan beyan olduğunu söyleyen herkes kafiyenin büyüsünden yararlanmak ister de ondan. Kendimizi üç seviyede beyan ederiz; ama hiçbir katta beyanımız ayan değildir. En altta altı yaşımıza kadar şivesiyle, ağzıyla öğrendiğimiz dilimiz var. Lisan onun üstüne çıkma başarısına erenlerin mülkü. En üstte ise lügat yer alıyor. Kelimelerin lügavî değerine tahsil görmüş kişilerin vâkıf olduğu hepimizin malumudur. Dilin söylediğini kalbin tasdik ettiği sahaya lisan diyoruz. Dil düzgün olsun veya olmasın söylenen “dile dökülen, dilden dökülen” her şeyin adıdır. İnsan dil der demez her üçünü anlama fikrine kapılmışsa muhatabına bir yarar sağlamaz. Nitekim sağlamadı. Dilin üstü lisan, lisanın üstü lügattir.
Dil ustası bilinen şairler dili araç saymalarıyla birlikte batağa saplanır. Ataol Behramoğlu’nun bana Sezai Karakoç’a dair rahatsız edici şeyler söylemesi daha genç yaşında dilin üstüne çıkmayı reddedişinden doğmuş olsa gerek. Sağcı olduğu halde böyle şeyler yazmasına hayret edişimiz onun iyi şair sayılmasına sebep oldu yolunda ifadeler türeten gencin sözlerini Turgut Uyar’a nakletmek ihtiyacını duydum. Ben diyeceğimi bütün safiyetimle demem itibariyle yüz hatları asabileşen Uyar “Benim yazdıklarımla Karakoç’un yazdıkları arasında ne fark var?” sualiyle bahsi kapattı. (1963) Bahis kapandı; gelgelelim olaylar bilhassa o günler sonrasında kimsenin beklemediği gelişmelere açıldı. Şahsen benim omuz attığım kapılardan yeni bir alana ulaşan herkes dünya sistemi lortlarının emrinde olmanın zevkini sürdüklerini bilir. 60’lı yıllarda Türk vatanı bakımından mesele, bir ülkenin dünya karşısında, dünyanın kurulu düzeni karşısında ne anlama talip olduğu meselesiydi.
Tarihte hangi vakıa hangisini takip ediyor? Tarih gerçekleri olarak karşımıza çıkan her ne ise determinizme hak verdirecek bir seyir mi takip etti ve ediyor? Tarihin bir iç dinamiği var mı? Kısacası dünya tarihi denilince ne anlaşılmalı? Eğer bir iddiayı üstüne almamış kişinin böyle yapmakla dünya tarihi karşısında bir duruşa talip olmadığını bilmiyorsak bu bahsi tetkik edemeyiz. Biliyorsak tarihçiyi bir tür filozof mu saymamız gerekecek? Antik Yunan’da hekimlere “vücut filozofları” dendiğinde bir isabet buluyorsak cevabımız evet olacaktır. Doktorlara filozofluk atfetmeği bir sıkıntı verici bir dert sayarsak modernliğin bilgi meselesini o kadar karmaşık kılışıyla birlikte bu dertten sıyrıldık. Bu dertten sıyrılmamız ferahlık getirmedi. Bilimsel çözümler kabul görmek uğruna çözülmeği bekleyen bir yığın yeni mesele üretmeği takbih etmiyor.
Türklerin vatan bildiği ülkede 27 Mayıs 1960 ihtilâli tarihin bir zorlaması değildi. Bir kısım genç subayın sermaye hesabına iğfal edilmesiyle alınmış bir sonuçtu. Genç subaylar Cumhuriyet idaresini dünya sisteminin kendini bazı tehlikelerden salim kılmak için çevirdiği bir dolap değil, bir vakıa sayıyorlardı. Bu vakıa yerini bir yenisiyle değiştirebilirdi. Eğer Türkiye Cumhuriyeti kendini sosyalist bir kıyafete uydurabilirse yerkürede meşru bir yeri teminat altına alabilirdi. 27 Mayıs 1960 hareketini iki göç takip etti. İlki “beyin göçü” olarak adlandırılan ve aslında içten içe hazırlığını tamamlamış beyaz Türklerin dünyadaki refah seviyesi yüksek bölgelere göçüydü. İkincisi İsmet İnönü’nün siyasi hayatının idamesi mukabili Avrupa sermayesinin hizmetine sunulmak gayesiyle Türk köleler devşirmesine rıza göstermesiydi. Türklerin gâvur içinde kalmamak için seçtikleri mekânda millî tutum başının çaresine sol hareket dolayımı üzerinden bakacaktı. Türklerin “bizim” dediği topraklarda hiçbir şeyin Türklere bırakılmadığı iş işten geçtikten sonra anlaşılacaktı.
Benim münasebettar olduğum sol hareket kabaca ikiye ayrılmıştı: Bizim kesim sosyalist devrim istemekle kalmıyor ve gün gelip Türk halkının buna evet diyeceği hissiyle hareket ediyordu. Türk milletine sosyalizmin zaruretini kabul ettirmenin koyunu kaval çalarak suya götürmenin ve suyun başına kadar gelen koyunu su içmeden geri götürme hikâyesine benzetenler sosyalist Türkiye özentisi içinde olanları (oportünist) fırsatçı, (revizyonist) değişimci, giderek kariyerist olmakla suçluyordu. Türkiye İşçi Partisi uğruna propaganda yapanların sergiledikleri örneklere rağmen neden bu böyleydi? Çünkü SSCB’nin Türkiye’yi iç işlerinde millî, dış işlerinde ise Rusya’ya kayıtlı bir ülke kılma planlarından haberdar kimseler Türk siyasetinde üstünlük güdüyordu. Aklı başında yaşıyor olmanın belgesi millî demokratik devrim kandırmacası üzerinden bir askeri yönetime bel bağlayanlardı. Bunlar “Ara tabakaların”, "Zinde kuvvetlerin” ehliyetine güvenen zümre olarak bütün Türkiye’ye yayılmış sayılırdı. Yani askerlerin Türkiye’yi çıkar yola ulaştıracağına inananların sayısı sol kampta her gün artıyordu. Bayram olarak kutlanan 27 Mayıs ihtilâlinin bânileri, 12 Mart muhtırasını verenler, 12 Eylül 1980 darbecileri İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği kahraman ordumuzu temsil ediyorlar mıydı?
Etmiyorlardı ve benim yazılarımı okuyanlar (doğrusunu isterseniz bilhassa 1977’den beri bunların kimler olduğunu pek merak ediyorum) benim yıllar yılı Türk milleti adına bir direnişten ve onu takip edecek atılımdan söz ettiğimi iyi bilir. Halen vuku bulan şey benim üstüme vazife olup olmadığını bilmeden konuştuğumdur. Bana haddimi bildirecek bir şahsın belirmesini bekleyerek geçirdim günlerimi. Gençken olduğu gibi Türk varlığının tarihte iz bırakma kastıyla önce direniş göstermeğe ve onun arkasından bir hamle yapmağa mecbur olduğunu düşünüyorum. Küreselleşme dünyanın her parçasını içine aldı. Modern yapı içinde kalarak neye ve kime direneceğiz? Batı medeniyetinin “dünya nimeti” denilebilecek kısmına talip olanları ister Alman, ister Rus bilin görgüsüzlüklerinin cezasını hâlâ çekiyor. Onlar gibi yapmayan sadece Türklerdi. Türkler görgülü olmanın cilvesini katlanılabilir sayıyor, “nurlu ufuklar” edebiyatı yapıyorlardı. Tarihe bakma merakınız varsa Türk bilinişimizin direnç gösterdiğimiz nispette maşeri vicdanı harekete geçirdiğini görürsünüz. Muzaffer kumandanının sadrazam tayin edildiği bir Kanije müdafaamız vardır. Viyana’yı iki kez muhasara altına alan Türklerdi; ne Çerkezlerin, ne de Pomakların bu muhasaraya yetirebilecek güçleri vardı. Dikkat edin: Adlarını anarak buraya naklettiğim muhasaralar Türklerin tarihteki yerlerini bir daha doldurmak üzere gerçekleştirdikleri muhasaralar değildir. Türklüğümüzü övünçle anmamız nerede doğar? Bir sarhoşun aklını başına almak üzere gerekli zamanda ve gerektiği yerde direnç göstermesi gibi Allah yolunda kılıç sallamamız, din düşmanlarına ok salmamız bütün kavimlerden ayırarak bizi Türk kılmıştır. Baklavayla, börekle Türk olmadık.
Avrupa’nın sırtını yere getirmeyen (daha doğrusu böyle bir davaya sırt çeviren) Osmanlı Devleti mağlubiyet felâketiyle Hıristiyan takvimi uyarınca M.S. 1571’de Lepanto’da, İnebahtı’da tanıştı. Sokullu’nun ibrişimden halat edebiyatını alaya alan Türk evladıyla tanışamadık. Roma’daki Kilise’nin üzerine aldığı dert yağmaya uğrama korkusuyla yaşayan Avrupalılara Türklerin mağlup edilebileceğini göstermekti. Avrupa’nın sefilleri yağmalanma korkusuna kapılmışlar mıydı? Hayır, onlar zaten hâkim sınıfları eliyle sefalete sürüklenmişti. Türkler gelip bizi yağmalar vehmi bize siyasetin zirvesinde ne işler döndüğünden sadece galiplerin haberi olduğu sonucunu çıkarma fırsatı veriyor. Çünkü sadece galipler aradan Türkler çıkmadıkça dünya hâkimiyetine giden yolun açılmayacağını biliyordu. Çünkü sadece muvahhit Türkler bir zindan bildikleri dünyada zebani rolü oynamağı reddediyordu. Müslümanlıktan başka her şeyin bize vasıf kazandırdığı fikrine yabancı kalan sadece biz Türklerdik. Küfürle uzlaşmağı reddetmemiz bizi millet kılmıştı. Millet kelimesini de tıpkı, hürriyet, müsavat gibi lügatimize batılılaşma soktu.
Batılılaşmağı bir belâ addettiğimiz zamanlarda gayri-Müslimler çeşitli milletlerden oluşurdu. Bizim “zımmî” bildiğimiz gayri-Müslimlere olan yabancılığımız Osmanlıları uğradıkları her askerî başarısızlıkta küfrün ağababalarıyla aynı masaya oturttu. Türk der demez karşımıza çetrefil bir hadise çıkıyor. Avrupalıların heveslendirdiği “yerli” unsurlar karşımıza kurtlar gibi uluyan bir vahşi Türk çıkarmışlardır. Bu hem resim olarak çirkin, hem kavram olarak yanlıştı. O vahşete iştirak etmek benim işime hiç gelmedi. Eğer “Altay’dan attığım ok” hikâyesi ilgimi çekmiş olsaydı ne direnişten, ne atılımdan söz edebilecektim. Tarih şuuruna yabancı kaldığımız miktarda ve nispette millî varlığın kanatları altına girdik. Türkler tarih içinde millet şuuruna yabancı yaşamasaydı millî vasıflar edinebilecek miydi? Sanmıyorum ve ömrümde sanmama yol açan bir kıpırdanışa şahit olmadım. I. Cihan harbine girmemiz bir seferberlik ilânına saha açmamız demekti. Cumhuriyet rejiminin değerlendirilmesinde seferberliğin dikkate alınma zarureti var. Sonuç döndürülen dolaplar üzerinden hiçbir yönüyle Türk varlığına dik başlı olma fırsatı tanımayan bir yere vardı. Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kapitalizm tabirine sığdırılarak belasından arındığımız dünya sisteminin korku kaynağıydı. İstiklâl Harbimiz seferberlik akabinde dünya şartlarının icbar ettiği çatışmaları ifade eder.
Türk vatanı demek misak-ı millînin işaret ettiği topraklar demekti. İstiklâl Marşı Türk vatanı derken Batum’u, Selanik’i, Halep’i, Musul’u, Kerkük’ü içine alan toprakları kast ediyordu. Selânik’ti geri adım atamayacağımız şehir, Edirne değil, Çünkü üzerinde bulunduğumuz topraklar fiilen bizimdi. Başımıza neler gelmiş olursa olsun dâr-ül İslâm’ı fiilen (yani askeri güçle) bu topraklar üzerinde sâlim kılma gücünü elimizde tutuyorduk. Üzerinden yüz yıl geçmiş bu vakıa şimdi gerçek bir muhasebeyi bekliyor. Şu kadarı akıldan çıkarılırsa Türk milletinin sıhhatinden ümit kesebiliriz: En dirençli olduğumuz zaman aralığında milletçe bizi hamleden mahrum bırakanların fiiliyatları zirveye çıktı. Buraya bir mim koyun. Neden böyle olduğunu fark edenler devlet yapısı içinde işin başa düştüğünü de fark etmişlerdir. İş başa düşeni yerine getirmeğe gelince “Viran olası hanede evlâd-ü iyal var” denildiği zamanlar yumuşak zamanlardı. Bu sözler vasıtasıyla çoluk çocuğa karışmış olmam yapılanlara tahammül edişimin sebebidir demek istenirdi. Şimdi zaman tahminlerin fevkinde sert. İkinci mimi koyma yeri de burası. Ülkemizde yumuşak zamanlardan süzülüp gelen birkaç temiz insan sıkı kuşatma altına alınmıştır. Yani zaman aralığı temiz insanlar düşünülünce çok dar. Neyin neyi sağladığına akıl erdirebilmek için temizliğe ve dolayısıyla dirence yüz vermeden yaşamağı âdet edinmemiz yani Türklükten uzaklaşmağı reddetmemiz gerekiyor. İlk adımda yeterince mâsum addedilen “küreselleşmenin” her bulaştığı yeri kirlettiğini inkâra güç yetirebilene aşk olsun.
Belli bir dünya görüşü sayesinde akıl erdirebildiğimiz Türk olmak ve Amerikalı olmak salih yolun nereden geçtiğine birer işarettir. Bunun için Türk veya Amerikalı olmağı birinin diğerini itibardan düşürecek iki vakıa sayıyorum. Böyle bir tasnifin gerçekle örtüşmediğini farz etmek elbette elinizde. ABD’yi ve Kanada’yı göç edilebilir birer saha saydığınızda anılan ülkelerin dünyanın başına sardığı işleri üzerinize almışsınızdır. Modern dünyanın her seviyedeki tahsil hayatı tasniflerin bu iki ülkenin başarılarını gölgelememek esasına oturtulmuştur. Eğer tarihte gerek Türklerin ve gerekse Amerikalıların her ikisinin de hayatın tayin edici unsurları olarak karşımıza çıktığını bilmesek sizin en makulmüş gibi görünen tasnifinizde bir haklılık payı arar ve bulurduk. Kasten aramıyor ve kasten bulmuyoruz. Modern çağı içinden çıkılamaz bir örgü saymamız bizi hassaten ilgilendiren şeyi aramaktan ve tabiatıyla onu bulmaktan alıkoyuyor. Öyleyse her şeyin kararıp kaybolduğuna mı hükmedeceğiz? Önce çocukça takıntıdan başımızı kurtarmamız gerek. Çocukça takıntı dar görüşümüzü mutlaklaştırmaktan doğuyor. Modernlik bütün başka çağlar gibi bizi kendisiyle uğraştırıyor. Barok çağla ilk görünen adımını atan modernlik bize nefes alabilmemize yarar bir saha, sanat sahası bıraktı. Yenileşmenin ve haklılaşmanın hemen hemen aynı şey kabul edildiği modernlikte karanlıklar içinde bir ümit kapısı aralık bırakıldı. Buna sanat sahası diyor ve hak edip etmediğinden emin olmadığımız bir itibar yüklüyoruz. Modern zamanlar demek bilim adamlarının ve filozofların bizi hayrete düşürdüğü kadar minnete, borç yüküne sürükleyen keşiflerde bulunduğu zamanlar demektir. Sanatçılar modernlik adı verilen çırpınışın kârına taliptir. Sanatçılar onların, bilimin ve felsefenin ellerinden alamayacağı bir sahanın kârına taliptir. Sanat sahası gücünü düzgün, hatasız, kusursuz bir dairede buluyor. Sanatçı bütün gücünü o daireden alıyor. Daireden güç alan sanatçılar arasında bir şairi de görebiliriz, bir besteciyi de, bale yapan birini de.
Düzgün bir daire istiyorsanız iki uçlu bir pergel edinmeniz şartı var. Hiç yoktan bir daire istemenin sebebine vakıf olmayan sanat eseriyle sıhhatli bir bağ kuramaz. Demek ki neymiş? Sanat eseriyle sıhhatli bir bağ peşinde olan kişi hiç yoktan bir daire istemenin sebebine vakıf olacakmış. Bir sebebe bağlayacağız hayatın manası sözünü. Sebep bu sebeptir. Dairenin bir yanı kusurlu olanını değil de, düzgününü istemek sanatın doldurulamaz (ikame edilemez) yerine sahip çıkanların imtiyazıdır. Okumakta olduğunuz yazıyı kusursuz daire arayışından doğan suallere bir cevap yetiştirme denemesi olarak göz önüne alınız.
Öncelikle pergelin merkeze saplanılan ucunun kendini yazış merakından uzakta tuttuğunu akıldan çıkarmayalım. Sabit uç pergelin dönen ucundan görebildiğimiz işareti bırakmaz. Hangi merkezde eğleştiğimiz biz insanlar adına önemlidir. Eğleştiğimiz merkez hangisidir? Gündelik hayat bize merkezden mahrum şekle daire deme imkânı vermediği için muhatabımıza nasılsın yerine “işler ne merkezde” sualini tevcih ederiz. Merkez yok; daire de yok. Her merkez irili ufaklı daireler üretme imkânını elinde tutar. Fikriyatın, karşımıza fizik formülü olarak çıkan şeylerin, renklerin, biçimlerin, kokuların insan nefsine can ve hız verdiği sahayı tanır mısınız? O sahayı bize sanat temin eder. Merkezin ürettiği daire bir sırrın ifşa edilişinin son şeklidir. Dostoyevski’nin yazdığı üç yüz, beş yüz sayfayı roman böyle olmaz diyerek yırtıp atmasının başka bir açıklaması olamaz. Tadı, zevki, temposu olan şeye daire deniyor. Daireden alınan tat onun kendine mahsus zevkinden, kendini var eden tempodan doğar. Tatlı daire veya dairenin tatlı tarafı şahsın hayattan aldığı zevke doyamadığı tarafıdır. Canımız gerçekten tatlı mı? Öyle olduğundan hiç kimsenin şüphesi yok gibidir. Şüphe etmeyiz zira canımızı tatlı buldukça canımıza can katarız. Pergelin yazmaz sivri ucu canımıza saplanır. Tersi de olur: Canımız pergelin yazmaz sivri ucunun altına yatar. Mekânın ve zamanın mutlaklığını hissettiğimiz acıdan anlarız. Çekilen acıları alınan zevklerden daha gerçek sayma eğilimi inançla bire bir bağlantılıdır. Zevk adı verilen şey Müslümanlar adına ucu bucağı bulunmaz bir manzarayı temsil eder. Öyle olduğu için atını terbiye etmek, ok atmada ustalaşmak, helâliyle oynaşmak zevk olarak Müslüman’a yeter. Acıdan zevk alma bahsini açarak bundan istifadeyi Müslümanlar icat etti. Gel gelelim asr-ı saadetten sonra köprülerin altından öyle sular aktı ki, acı çekmeğe modernlik adı vermekten medet umduk. Modernliğe açılan kredi hayatın tanıttığı zevk musluğunu iptal etti. Dikkat edin: Hayat insanlara zevk ikram etmez; zevkin ne olduğunu insanlara tanıtan hayattır, hayatın tadıyla var olmaktır. Var olmak bedende noksansız olmak değildir. İslâm’ı düşman bilerek ve bildirerek gürbüzleşen modernlik “aşk” adını verdiğimiz meşguliyetin de seviyesini düşürdü. Toplumdaki haksızlıklara mazeret bulmadaki ustalığı elden bırakmayan modernlik insan elinden çıkma disiplinler sayesinde tutundu ve nefes alabildi.
Modernlik nefes aldı ve fakat bu hiçbir yönden insanlığın kurtuluşuna vesile olmadı. Bırakın vesile olmağı modernlik sanatı ikbal bilenlerin gırtlağına hayatta kalma adına zehir akıttı. “Şiir aklın açtığı yaraları tedavi eder”. Ne kadar parlak görünürse görünsün Novalis’in bu sözü akıl ile duygu arasındaki zıtlaşmaya bir çare getirmedi. Aklın açtığı yara büyüdü ve yerküreyi kapladı. Tarifine güç yetiremediğimiz akıl ile duygu farkının duygu lehine kazığa bağlanması şiir diye biliniyor. Oysa bizi “Ben de insan mıyım?” sualiyle meşgul eden şiirden başkası değildir. Bu demektir ki, insanlık kendi yüzüne ayna tutma meşguliyetine şiirle dalmıştır. Paçayı şiire kaptırmak dünya hayatıyla iyi geçinmeyi zorlaştırır. Zorluk dünya hayatının nimetlerle değil külfetlerle dolu olduğu fikrine kadar uzanır. Demem odur ki, şiire daldıysak onun insana verdiği zevkin ve ona mahsus temponun dünya hayatında tekabül ettiği bir şey bulamadığımızı bilerek dalmışızdır. Her dildeki, her çağdaki şiirin müşterek vasfı mı bu? Evet; ama bu gerçeğe kavuşmak için her şiiri anadilinden okumakla yükümlüyüz. Nasıl tarihin hiçbir safhasında tek dil olmamışsa tek tarz şiir de olmamıştır. İnsanları birbirine hem yaklaştıran, hem uzaklaştıran şiirin tarzından başkası değildir. Daha ilginci şiirin insana kattığı zevk, şiirin insana kazandırdığı tempo hiç birimizi merkezden zevk almağa götürmez. Biz insanların dünya hayatı dedikleri hadise vesilesiyle hangi dairede yer aldıkları hususu bir şekle, kendi şekline kavuşur.
Şekil beşer için değil insan için her şeydir. Bir beşer olarak ele geçirdiğimiz şekil dünya üzerinde hayatımızı idame ettirmeğe (survival) yarar. Oysa insan olma kararlılığına tutunan kişi beşer biçimine içinden çıktığı kültürün duyarlılığını ilâve etmiştir. Kız da olsak, erkek de önce iki ayaküstünde yürümeyi, çok geçmeden konuşmayı öğreniyoruz. Bunlar bizim karakter kesp etmemizde yön tayin edici işler. Nasıl yürürüz ve derdimizi ne türden kelimelerle ifade ederiz? Ebeveyn bildiklerimiz ve temas kurduğumuz diğerleri aldığımız yakın örnekler olarak etkiler bizi. Benzerlerimiz tarafından talim terbiye görüşümüz beşer vasfına sahip çıkışımız demektir. Beşerden insana geçiş aklını başına almakla olur. Buradan insana mahsus tavrın kavimden kavime farklılık taşıdığına kanaat getirebiliriz. Her kavim bir dünya temsil eder dersek doğru söylemiş olur muyuz? Çevremiz diye bildiğimiz şeyde bizi tedirgin eden o kadar çok şey vardır ki kavim kelimesinin yerine şahıs koymağı tercih ederiz. Kendi kavmimizden olmasa da öyle şahıslar vardır ki, onlarla dünyayı cennet seviyesinde yaşayabiliriz. Yaşamayız da yaşayabileceğimizi tahayyül ederiz. Dünyanın cennete çevrilmesi idealine bağlanan hangi zokayı yutmuş olur? Uğrunda ölünecek hiçbir ideal olmadığını güç kaynağı saymak insanı yükseltir mi, alçaltır mı? Cevap vermekten imtina ediyorum.
Ölüm bir son değilse nedir? Yahudiler öldükten sonra açılan hayat sahasının tadına yabancı yaşamakla bir millet oldu. Hıristiyanlar ise ölümden sonra ne olacağı fikrini terk etmişlerdir. Dünyanın ahirete tarla olduğu fikri Müslümanların kazancıdır. Hiç farkına varmamış olsak da dünya hayatına ahiret hayatının rekabet ettiği fikri Kur’an tarafından bir kez daha, son kez daha canlandırılmış bir fikirdir. Ne oldu bir kez daha, son kez daha ne oldu? Bilinen her şey içinden bilinmeyen bir nasıl çıktı? Kur’an ne yaptı da dünya hâkimiyetini her şey sananların zannlarını kirli bir bez parçası olarak son bir kez daha önlerine bıraktı. Üstelik bırakışın son bırakış oluşu hayatta anlam arayanlar bakımından mânidardı. İlginçliğin ne burada başladığı, ne de burada bittiği anlaşılmadan dünya hayatını bir değerlendirmeğe tâbi tutamayız. İlginçlik burada başlamıyor. Çünkü dininden emin Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi dinlerine Allah’tan gayrısının müdahalesine kötü gözle bakmak şöyle dursun daha iyi Yahudiliği ve Hıristiyanlığı Allah’ı şu veya bu biçimde terk edişte arıyor ve buluyorlar.
Henüz ölümün tadına varmadan Cennetin ve Cehennemin mahiyetini hissetme imtiyazı hiçbir dini takip edenlerin değil ve fakat Müslümanların inhisarına bırakılmasının sebebine buradan geçmeden ulaşamayız. Aşağılatıcı ateşten kurtulmanın, içinde letafetten başka hiçbir şey bulunmayan bahçenin tadına kavuşmanın yoluna bakmadan önce sabit hayatı Müslümanlıkta arama derdini yüceltmemiz lâzım. Nedir hayatın sübutu? Dünya ne kadar fanilikle malul ise, ahiret de o kadar ebedidir. Kalubelada evet diyenler sözlerinden caydılar mı? Caymadılarsa onları cennet bekliyor. Hayır diyenler tasdik edenlere özenme noktasına yanaştılar mı? Özendikleri insanlarla kader birliği etmeleri tabiîdir. Bu iki sualin hak ettiği cevaba kavuşmasında hayatın sübutu saklıdır. Şiir saklı şeye ulaşma heyecanını körükler. Şairlere sapıkların uyduğu ne kadar doğruysa Müslümanların yüzünü ak etmek gayesiyle hasmına kök söktüren kişi şair olmakla Cibril’e dostluğa o kadar yakındır.
Bu topraklarda antik çağdan bu yana şiire emek vermekle şiirin hasadına kavuşmak arasındaki bağların sıkı duruşu esastır. Bunun böyle olduğunu lise son sınıfın bekleme döneminde anladım. Anlayışım hayatımın nasıl idame ettireceğime dair kararın verilmesi demekmiş. Yaşamak korku filmlerinden daha esrarlı bir şeydi ve sırların çözümünü merkeze almasam bile hayatla selâmlaşmamın sırra karışmadan mümkün olmayacağını bilmek şair tabiatı edinmemin ilk şartını yerine getirmeme sebep oldu. Erkenciydim. Kaba bir genellemeyle İkinci Yeni sayılan şairlerin tükendiği üzerine konuşulan bir ortamda Yaşamak Umrumdadır şiirinde (1967) kendimden bir şair olarak söz etmem çoğu kimseyi yadırgattı. O yadırgayıcı zümre yön tayininde vazgeçilmezdir. Hayatımı nasıl idame ettireceğime karar vermeseydim günlerim bitmiş olacaktı. Çünkü insan hayatının bir balıkçı ağında debelenmek olmadığını açık seçik gören bir ben kalmış sayılırdım. Şiirle münasebet her insan için bir çeşit kumar sayılmalıydı. Girilen her risk seni ya batırıyor veya âbâd ediyordu. Ne kadar ve ne cinsten veriyorsan o kadar ve aynı cinsten alabiliyordun. Madem bir şiir akımı olarak İkinci Yeni vaktini doldurmuştu; o halde kendi vaktimin şuuruna dikkat kesilmeliydim. Eğer ben şiiri yaşatabilirsem şiirin de beni yaşatabileceğini sezmiştim.
Şiiri yaşatmak için güç devşireceğim kaynak kendimdi. Doğu’da ve Batı’da gücünü kendisi haricinden devşirmiş şair bulamazsınız. Kendimi ne olarak görüyordum o halde? Kendim sadece kendimin kıymetine vâkıf olduğum hayat tecrübesiydi. Pergelin yazar ucu hangi çapta daire çizerse yazmaz ucun saplandığı bir yer vardı. Her saplanış bir incinmedir. Sanat eserleri bizde bizim bir yerimize battığı nispette tesir gösterir. Şiirin şuurla alâkası inkâr edilemez. Batı âlemi yapma, kurma anlamından kalkan bir kelimeye şiirlik atfeder. Dilden öğrendiğimiz şiirden öğrenilebilecek olanın çok altındadır. Şiirin dediğine ulaşma çabası içinde en işe yarar disiplin etimoloji olamaz; çünkü dilin mahiyeti hakkında en sağlam bilgiyi bize şiirin kendisi verir. Dil adını verdiğimiz şey o yörede söylenmiş şiirin gölgesine sığınıp okurlarını hesaba katılır varlıklardan kılmadıkça kendine gelemez. Cemal Süreya “Folklor Şiire Düşman”, Turgut Uyar “Çıkmazın Güzelliği”, Edip Cansever “Mısra İşlevini Yitirdi” derken şiirin nesine tutunma gayretinde olduklarını göstermişlerdir. Türkiye’de yaşayan insanın tımarhanelik olup olmadığı sualine hayat veren yazılardır bunlar.
Ortada millî bayram olarak 20 seneye yakın bir zamandır kutlanan bir 27 Mayıs var. Kenarda değildi bu tarih, hep ortada kaldı. Orta neresi? Türkler daha başında dinlerini millî varlığa bir ilâve gibi görmedi. Çünkü Müslüman bilinmeleri İslâm dairesi içinde kıldı onları. Bu dairenin dışında kalıp Türk bilinmek aklın almayacağı bir şeydi. Yerkürenin bir yerinin Türk vatanı bilinmesi millî varlığın pes etmediğine delil sayılıyordu. Millî varlık neyin nesiydi? Bizans’ı haritadan silenler bir millet idiyseler onlara Türk adı takma mecburiyetine bütün dünya boyun eğdi. Kur’an elimizden defalarca alındı. İskit mi, Saka mı olduğumuz avutucu açıklamalar sundu meraklılara. İslâm düşmanlığı köylülere mal olacak kadar ileri gitti. Tutunulacak hiçbir yer, hiçbir şey kalmadığı halde tutunuyormuş gibi yapanlar bu rolden neler kazanıyordu? Cumhuriyet idaresi dünyadaki varlığını Mustafa Kemal’in idealleriyle teyit etmişti. Gel gelelim cumhuriyet idaresinin hukukta yeri yoktu. Tam olacaktı ki, paçamıza 27 Mayıs yapıştı. Onu 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 takip etti. Dünyaya teyelle tutturulmuş bir Türkiye bazılarının cenneti oldu. ABD’nin SSCB ile müşterek çalışması Türkiye Türklerini enayilikleriyle övünen insanlar haline getirdi. Bu tarih sebebiyle kimlerdi âbâd olanlar ve kimlerdi yaşayabilmek için karakter bozukluğuna uğrayanlar? Şu anda karakter bozukluğu başka her şey karşısında taçlandırılıyor. Taçlananlar kendilerini bir çeşit Napolyon sanıyor. Fıkralardaki Napolyon tasvirlerini akıldan çıkarmayalım. Tuhaflık şu ki, düzgün Fransızca hâlâ sadece Paris’te konuşuluyor ve bazı kara derili Afrikalıların da Avrupalılar gibi Fransızca konuştuğuna yine kendileri inanıyor.
Gelelim pergelin yazmaz sivri ucuna. Yazmaz diyeceğime iz bırakmaz deseydim daha doğru olacaktı. İz bırakmak kimilerine göre bedeli ödenemeyecek bir başarı nişanesidir. Hâlbuki iz bırakanların herkesin yaptığının dışında bir yeri tutmaktan başka marifet göstermediğini biliriz. Dünya tarihine dikkatle bakacak olursanız orada katillerden, hırsızlardan, aklı evvel şu veya bu suçlulardan başkasını göremezsiniz. Sosyologi disiplini onların suçlu değil şartların zorlamasına boyun eğen fertler olduğunu ispat gayesiyle vakit doldurur. Dünyanın karanlık bir zindan olduğunu bilenler modern çağda sanatın bu saçmalığın ağzının payını verdiğine şahit olmuşlardır. Pergelin yazmaz sivri ucu buraya batar. Diğer uçta beliren daire çapına göre istirahat üretecektir. Bu vasfıyla tahtını ideologilerin, kültür kayıtlarının, zamana ilişkin değerlendirmelerin üstüne çıkarır. Çin şiirinin herhangi bir çağda anlattığı ile Yunan şiirinin anlattığı bir bakıma aynı şeydir. Hangi bakıma? Fert hayatında bir başkasına nakledilmesi imkânsız bölgeler mutlaka vardır. Böyle hassasiyetleri yok sanan herkes çok yakın bulduklarına onu aktarma derdine düşer. Bunun yarattığı hüsran yanlarına kâr kalır.