Ülkemizde 1928 yılından sonra gözü kör eden kâtiplerin hükmü kalmadı. Latin harfleriyle okuyup yazmaya başladığımızdan bu yana önce mürettiplerin, sonra dizgicilerin ocağına düştük. Dizgi yanlışlarından arınmış bir metinle yüz yüze gelmek okuyucuların aradıkları bir huzur, yazarların buldukları bir saadet haline geldi. Bu konuda lâfı uzatmaya niyetim yok. Dile ilişkin meselelerini çözebilecek esaslı bir zemine kavuşma başarısına erememiş bir ülkede imlâdan başlayarak dil-düşünce bağlantısına açılan üst üste yığılmış zorluklar var. Bu zorlukları aşmak için bir kültür seferberliği gerek. Ama böyle bir seferberlik başlamadı diye bazı engelleri elden geldiğince kaldırma çabasından geri duracak değiliz. Verimsiz bir çaba, nankör bir uğraş, yıpratıcı bir iş, yıpranmamak, verimli bir alana girebilmek belki de gücümüzü hataları düzeltmek yolunda tüketmekten ziyade, hatasız metinlere ulaşmak için bir şeyler yapmalı. Yinede birini diğerinden ayırmak her zaman kolay olmuyor.
Geçen hafta yani 12 Nisan 1991 tarihli Milli Gazete’de yayınlanan yazımda evleviyetle kelimesi dizilirken ekseriyetle olmuş. Ben Türkiye’deki Sünni Müslümanlığın Sevr Anlaşması’nı evleviyetle reddettiğini söylüyorum, ama bu hüküm dizgi yanlışı sonucu Müslümanların Sevr’i ekseriyetle reddettikleri hükmüne dönüşüyor. Yani Müslümanların çoğunluğu Sevr’i reddetmiş olsalar bile azınlıkta kalan bir kısmı bu anlaşmayı kabullenmiş olduğu anlamı çıkıyor. Oysa benim sözlerimin çoğunlukla azınlıkla bir ilgisi yok. İfade edilen gerçek Türkiye’de Sünni Müslümanlığın Sevr’i asla hiçbir şekilde kabule şayan bulamayacağıdır. Bu dizgi yanlışını küçük bir notla düzeltmeye gönlüm razı olmadı. Bu konunun iyice açıklığa kavuşması lâzım. Çünkü Türkiye’de Müslümanlar ve Müslümanlık üzerine oynanan, oyunlar bu ve bunun benzeri yanlış anlamalar ve kasıtlı çarpıtmalar sayesinde gerçekleşiyor. Türkiye’de lâik kesimin aklı evvelleri kendilerine toplum içinde geçerli bir yer edinebilmek için bağımsızlık şampiyonluğu yapmaya bayılıyorlar. Kendi güdümlerine soktukları insanları lâiklikle bağımsızlık arasında bir müspet irtibat olduğu yanılgısına sürüklüyorlar ve bu yanılgıyı Müslümanların aksi yönde tutumları olduğu yalanıyla pekiştirmek gayretkeşliğini de elden bırakmıyorlar.
Oysa gerçek şu cümlelerle ifade edilirse yerini bulmuş olur: Eğer Türkiye’de lâik görüşlü insanların yurtseverliğinden söz edilecekse, Müslümanlar evleviyetle yurtseverdir. Eğer Türkiye’de milli haysiyetin korunması diye bir, meseleyi kendine dert edinmiş lâik görüşlü insanlar varsa, Müslümanlar evleviyetle milli haysiyetin temsilcisidirler. Eğer Türkiye’nin toprak bütünlüğünü savunmak bazı lâik görüşlü kişilerin kaçınılmaz görevleri olarak kabul edilebiliyorsa, böyle bir görev evleviyetle Müslümanların üzerine düşer. Eğer Türkiye’nin beynelmilel sahada şerefli ve sözü geçer bir yeri olması için bazı girişimlerde bulunma işini yüklenecek insanlar arasında lâik görüşlü kimseler varsa, bu insanların ekseriyetini evleviyetle Müslümanlar teşkil eder. Eğer Sevr esareti, Lozan kurtuluş yolunda bir başarıyı temsil ediyorsa, Müslümanların Sevr’i evleviyetle reddettikleri besbellidir. Kaldı ki Türkiye’de yaşayan Müslümanlar Lozan’ın da tatminkâr bir sonuç olduğu görüşünde değildir. Bunun için onların evleviyetle Sevr’e karşı çıktıklarını vurgulamak gereğini duyuyoruz. Evleviyetle, yani a fortiori, yani daha kuvvetli bir sebep yüzünden Müslümanlar bu toprakların sahibi, ürünü ve ayrılmaz parçasıdır. Lâik görüşlü kimselerin üzerinde yaşadığımız topraklarda yer tutmaları için daha zayıf sebepler gösterilebilir, bu sebepler hiçbir zaman Müslümanların haklı, yerinde ve isabetli tutumlarının yerine konacak kadar fayda sağlayacak özellikler taşımayacaktır. Demek ki Türkiye’de Müslüman olmak, bir hayat tarzı, bir düşünce biçimi, bir tarih görüşü, bir siyasi tutum olarak İslâm’ı ön sıraya koymak yurtseverliğin, millî hassasiyetin, toprak bütünlüğünün üstün tutulmasını kendiliğinden getirmektedir. Oysa Türkiye’de lâik görüşlü olmanın böyle bir ön şartı yoktur. Belki bu konularda şüpheler uyandırmayı lâik görüşlü olmak kolaylaştırmaktadır.
Geriye dönüp bundan yetmiş-yetmiş beş sene önce üzerinde yaşadığımız topraklarda siyasî otoriteye el koyma mücadelesi veren tarafların içinden birinin haklılığını ispat çabasına girişmeye gerek yok. Bir şeyler anlamak istiyorsak bugüne bakmamız yeter. İstanbul’daki Sarayın amacı neydi? Ankara’da toplanan Meclis hangi esaslar dâhilinde direniş gösterebildi? Anadolu içlerinde çeteler ve mahallî direniş gösteren ahali neleri korumak ve kurtarmak için harekete geçmiş veya geçirilebilmişti? Bu soruları tek yönlü olarak yani resmî tarih çizgisinde cevaplandırmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Ama bu kadarı bile yetmiş sene önce birbiriyle zıtlaşan siyasî kampların Sünnî Müslüman ahaliyi kendi tarafına çekebilmek için İslâmi gerekçeler gösterdiklerini ve kendilerinin en iyi Müslüman olduğunu ispata çalıştıklarını açıkça ortaya koyuyor. Yani Sevr’den Lozan’a bir müspet adım atılmışsa bunun desteği sadece Müslüman halktan sağlanmış ve halkın İslâmi direniş gücünden istifade edilerek bu adım atılmıştır. Günümüzde de Sevr’i Lozan’a tercih eden birtakım insanlar türemişse bunlar Müslümanlar arasından değil, lâik görüşlü kimseler arasından çıkmaktadır. Nitekim Sevr’i savunanlar bu anlaşmanın daha çağdaş olduğunu öne sürüyorlarmış. Yani Sevr’in savunulmasıyla irtica canlanmayacak, Sevr şeraitini getirmeyecek, Sevr tesettüre uygun değil. Ama daha çağdaş, daha asrî, daha lâik olma adına Sevr’i pazarlamak ihtimal dâhilinde.
Bugün yüz yüze geldiğimiz çıkmazlar Türkiye’nin İslâmi esaslara olan yakınlığı sebebiyle değildir; bilakis bu esasları hayatın merkezinden uzaklaştırılması sonucu Türkiye bugün çıkmazlar karşısındadır. Türkiye’de ekonomik ve politik istikrarın çağdaş bir ifadesi neden bir türlü bulunamıyor? Neden çağdaş ve lâik anlayış sahipleri Türkiye’ye özgün bir gelişme yolu açma cesaretini taşıdıklarım ileri süremiyorlar da; ülkemizin Hindistanlaşma veya İtalyanlaşma arasında bir tercihle sıkışmış olduğunu söylemek çaresizliğini üstleniyorlar? Eğer istiklal ve lâiklik birbirini tamamlayan iki unsur olsaydı bugün Türkiye yetişmiş insan gücünü hem sayı, hem de seviye bakımından iki misline ulaştırmış olurdu. Ama öyle olmadı ve Türkiye yetmiş yıl içinde dar kapsamlı bir eğitime mahkûm edildi.hiçbir toplumsal hedef topyekûn seferberliği içine alacak genişlikte tutulamadı.Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını mümkün kılan İslâmî güçle Sünnî Müslümanlık anlayışıyla iktidarı elinde bulundurma imtiyazına ermiş bulunan zümre arasında gidilecek yön konusunda bir uzlaşmazlık vardı.Aynı uzlaşmazlık günümüzün tıkanıklıklarının da sebebidir.
Lâikler izah edebilirler mi bakalım: Neden İstiklâl Marşı’nın sözlerini sadece Mehmet Akif yazabilmiştir? Bu marşın sözleri İstiklâl Harbi’ni mümkün kılan fikriyatı yansıtıyorsa ‘lâiklik, asrîlik, çağdaşlık, modern yaşama tarzı bize bugünün imkânlarını bahsetmiştir’ demek cesaretini kim gösterebilir? İstiklâl Marşı’nın ithaf bölümünde neden “kahraman ordumuza’’ yazmaktadır? Ordumuzla İstiklâl Marşı’nın sözlerinin muhtevası arasında nasıl bir ilişki var? İstiklâl Marşı’nın yazıldığı günlerdeki ordu ile günümüzdeki ordu aynı konular çerçevesinde, benzer hassasiyetlere mi sahip? Yoksa ‘zinde güçler’ denilince kendisine İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği ordudan başka bir güç mü akla gelmesi gerek? Lâikler izah edebilirler mi bakalım: Neden Lozan Anlaşması Türkiye’de azınlık olarak sadece gayrimüslimleri hesaba katmıştır? Neden Türkiye’deki Sünnî Müslümanlığın ayrılmaz bir parçası olan Kürtler azınlık kapsamına alınmamıştır? Bu yaklaşımın anlamı İstiklâl Harbi’nin gerek halk katında, gerekse emperyalistler gözünde sadece bir İslâmî kurtuluş hareketi ve dünya Müslümanlarının bir direniş eylemi olarak görüldüğü değil midir?
Türkiye’de Müslümanlar bir oldu bitti karşısında kaldılar ve Müslümanların kanıyla, Müslümanların irfanıyla kurulan “bu” cumhuriyet; her sendelemesinde, her tıknefes kalışında Müslümanların sunacağı tutamağa uzandı, hayat öpücüğünü Müslümanlardan bekledi. Müslümanlar ise bu konuda hiçbir zaman cimri davranmadılar. Müslümanlara ve İslâm’a lâik kanadın tanıdığı en küçük hareket imkânın bedeli, Müslümanlar tarafından devlete büyük manevra alanı olarak fazlasıyla ödendi. Türkiye’nin Cem Sultanları hep lâikler arasından çıktı. Kan tükürdükleri zaman kızılcık şurubu içtim diyen Müslümanlar neden acaba hiç almayı düşünmeden hep verdiler ve hep vermeye devam ediyorlar. Müslümanların bütün yükü omuzladıkları halde, çekilen zorluk sonucunda elde edilen rahatlığı kolaylıkla lâiklere terk edişleri onların gücünden mi doğuyor, yoksa zaafları sebebiyle böyle bir sonuca istemeseler bile rıza göstermek Müslümanların payına düşmekte mi? Müslümanlar hem ellerinde bir güç bulundurdukları için, hem de lâikler karşısında zaaf gösterdikleri için böyle bir sonuç kaçınılmaz.
Müslümanların gücü tarihten ve bu toprakların fiili donanımından gelir. Üzerinde yaşadığımız toprak bir dar’ül İslâm olduğu için Türkiye’dir. Müslümanlar için bir dar’ül sulh olmadığı takdirde Türkiye’nin ne bir devlet olarak varlığı kalabilir, ne de bu topraklar üzerinde bir millet mevcudiyetinden söz edebilir. Lâik, asrî, çağdaş yani netice itibariyle kozmopolit yaklaşım sahipleri üzerinde yaşadığımız toprakların gerçek sahiplerinin öncelikle Hıristiyanlar, akabinde Grekler ve nihayet Latinler olduğunu ifade etmekten çekinmeyecektir. Bu yaklaşım ülke ahalisinin Hıristiyanlaştırılması için atılacak ilk adımdır. Eğer bu konuda kısmî bir başarı elde edilebilirse Türkiye’de ne iplerini elinde tutabilen bir devletten, ne de bu devlete hayat veren bir millî insan unsurundan söz edilebilecektir. Demek ki Türkiye’de tarihin yükü bu toprakları dar’ül İslâm kıldığı oranda benimsenebilir. Eğer Türkiye lâik bir ülkeyse ve Müslümanlar için dar’ül sulh değilse artık onun ne toprak bütünlüğünden, ne de milli varlığından bahis açılabilir. Yazılı kanunlar, anayasalar, hukuki sistem ne olursa olsun gerçekte Türkiye Cumhuriyeti mevcudiyetini Müslümanlar için bir dar’ül sulh olmaya borçludur. Anadili Elence olan Giritliler, anadili Bulgarca olan Pomaklar da Türkiye’yi anayurt olarak benimsemişlerdir. Hıristiyan olmayan Arnavutlar ve Hıristiyan olmayan Gürcüler Türkiye’yi sadece Müslüman bir anayurt olma özelliğiyle benimsemişlerdir. Anadilleri Türkçe olmadığı halde anayurt olma özelliğiyle benimsemişlerdir. Anadilleri Türkçe olmadığı halde Çerkezler, Abhazyalılar, Boşnaklar kitleler halinde Türkiye’yi kendilerine yurt seçmişlerdir. Bunun yegâne sebebi burada Müslüman olarak yaşama beklentisinin ağır basmasıdır. Bu özellik Türkiye’de Kürtlerin bir farklı kavim olarak kendilerini belirginleştirmelerini çok zorlaştırmıştır. Kısacası, Türkiye herkes için bir Müslüman anayurttur ve ya hiç. İnsanları bir arada tutacak olan da, toprakları bir bütün olarak koruyacak olan da Müslümanlıktır, laiklik değil.
Bu gerçek Türkiye’de Müslümanların haklarını kısıtlama gayreti gösterdiği halde bu ülkenin bekasına muhtaç olan kesim tarafından bilinmiyor mu? Elbette, bütün açıklığıyla biliniyor. Onlar Müslümanları kendi saltanatları devam edecek şekilde biçimlendirmek, toplumun belli alanlarında mahpus tutmak üzere işe koşmak istiyorlar. Bunda bütün Cumhuriyet tarihi boyunca başarılı da oldular. Bu başarıları öyle tatlı karlar sağladı ki, zeytinyağı gibi üste çıkarak yurtseverliği, milli kalma şampiyonluğunu elden bırakmayarak bir baskı düzeneğinin, bir sömürü mekanizmasının devamını istiyorlar. İşte Müslümanlar zaaflarıyla bu aldatmacanın mümkün kılınmasını kolaylaştırıyorlar. Müslümanların zaafları kendi içlerinden lâiklerle aynı sofraya oturan elemanlar çıkarmış olmalarıyla belirginleşiyor. Müslümanlar başı, kolları ve ayakları kendinin olan bir bütün olma başarısı göstermeyecek kadar zaaf gösteriyor. Bu zaaftan lâikler sonuna kadar istifade ediyorlar.
“Yiğidi öldür hakkını yeme.” Tarihin yükünü omuzlamış Müslümanların Türkiye’de durumunu belirtmek için böyle bir ibareyi kullanabiliriz. Yani ülkenin en aslî unsurunun Müslümanlar olduğu, Türkiye’yi hâlâ bir ülke olarak koruyan sosyal çimentonun Sünnî Müslümanlık olduğunun devlet otoritesi tarafından açıkça itirafını bekliyoruz. Fakat lâikler yiğidi öldürmekten yana değiller. Yani bu itirafı yapmaya yanaşmayacaklar. Çünkü yiğidin hayatta kalmasında büyük menfaatleri var. Yiğidin hakkının yenmesi için hayatta kalması gerekiyor. Oy deposu olarak, tesanüdün ana maddesi olarak, elde edilebilecek asgarî istikrarın teminatı olarak. Ama bunun hep böyle sürüncemede kalacağı söylenemez. Müslümanların kendi kol ve bacaklarına uygun bir başa sahip oldukları günde ne hakkını yiyebilmek için yiğidi canlı tutma çabaları devam edebilecek, ne de hakkını ancak yiğidi öldürdükten sonra teslim eden lâiklerin borusu böyle yüksek perdeden ötebilecek.
İsmet Özel, Cuma Mektupları-IV, Sf:175, (Şule Yayınları,1998. İstanbul)