Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir. Vatanseverliğin dünden kalma dünyası artık küçük görülen, bayat bir dünyadır. Madem dünya değişmiştir, hem vatanın geçmiştir madem hem de vatanların modası; daha onunla ne uğraşıp duruyoruz? Durun bakalım... Biz sadece vatanla uğraşmakla kalmıyoruz, vatanı hayatımızın, yani hayatın merkezine alıyoruz. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok, diyebilirsiniz. Sizin neyi nereye aldığınız kimin umurunda diyebilirsiniz. Sahi, bu şeyleri bu kadar büyütmek niye? Nedendir zihnimizi vatan kelimesi ve mefhumu hususunda pekiştirme yolunu doğru yol seçişimiz? Önce vatan denilmesini, herşeye rağmen vatan şiarını sırât-ı müstakıym kabul edişimiz? Şundandır: Hıristiyan takvimine göre 1945 senesinden itibaren insan olmanın (Amerikalı olmamanın) hakkını vermek nerede bir şekilde mümkün oldu ise, bu ancak “herşeye rağmen vatan” kabulünün gölgesinde mümkün olabildi. Hatırda tutalım ve/veya hatıra getirelim ki, her insana vatan olan yer, o insanın ulvîliği ile o insanın süflîliğini buluşturan yerdir. Bazıları der ki, insanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir. Hangisi olursa olsun, doğmaktan ve doymaktan çıkarılan mânâ neticeyi hâsıl edecektir. Doğmayı veya doymayı sadece ulvîliğe veya sadece süflîliğe hasrederseniz vatanlaştırma işleminin uzağında duracaksınız demektir. Eğer bir yer, bir alan, bir toprak parçası veya deniz bir insanın var olma hakkına itiraz edilemeyen bir yer olarak tanınabiliyorsa vatanlaştırılmış olur. Hiçbir çağda bir yere mensup olmakla bir şahsiyet inşa etmek arasında koparılamaz bir bağ olduğu inkâr edilememiştir. Şahsiyetimizin ferdiyetimiz üzerine inşa edildiği de bariz bir hakikattir. Her ferdin hak ile bâtıl, hayır ile şer, günah ile sevap arasındaki farkı bizzat bilişi, bu farka bizzat erişi, onun bir fert sayılışının, addedilişinin gereğidir. İnsan olarak hesaba katılmanın ilk şartı bu. Modaya kapılmamak bir ruh bozukluğu değilse, modaya aldırmayıp modayı reddetmek devlet ve toplum laboratuarlarında üretilmiş uyku ilâcını yutmamak anlamına gelir. Hayatından modayı ve modacıları atıp çıkaracak dirayeti gösteremeyen kimselerden insanlık adına herhangi bir şey bekleyemeyiz. Demek ki, Türk ilinde dağlara, tepelerin bayırlarına teberrüken beyazlatılmış taşlarla nakşedilen ibareyi önsöz olarak seçmekteki ısrarımızın mânâsını kavramak bir gerekliliktir. Gereğini yerine getirirseniz, bilin ki, kavrayışın devamında kavga var. Biz bugün işlerinin tamamını gizli kimlikleriyle yürüten modacı kalpazanlara “vatan” diyerek başçavuşun katırı görüntüsü versek bile ısrarımızın mânâsına bîgâne kalan herkesle son gülenin iyi güleceği bir kavgamız var. “Önce Vatan” diyoruz ve bunun imânımızdan bir cüz olduğunu ifhâm ediyoruz. İmân nedir? İmânın cüz’ü değil de, tamamı denilince ne anlaşılmalıdır? El-cevab: İmânın külliyen tamamı Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in kendisinin ölümünden sonra yeryüzünde Müslümanlığı devam ettirmek için mes‘ûliyyet yüklenecek bizlere Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet-i Seniyye’yi bırakmışlığıdır. İmânın hepsi budur. İmâna efrâdını câmî‘, agyârını mânî‘ bir tarif gerektiğinde elde Kur’ân ve Sünnet’ten gayri bir şey kalmadığı fark edilecektir. Münafık değil de mü’min olmayı ciddiyetle yaşamakta isek bunun siyasî bir rengi aksettirdiğini anlamamız şarttır. Mü’min kimdir? Resûl-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde onun bıraktığı mirası devralmış olanlara, devralmaktan memnun kalmış olanlara mü’min denilmiştir. Resûl-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde sayıları hesap dışı tutulamayacak miktarda kimse irtidat etti. İşte böyle bir atmosferde mü’min kalmanın zaruretini ve vazgeçilmezliğini bize öğreten büyüğümüz Ebubekir (r.a.) oldu. Allah (c.c.)’ın inayetiyle bu çizgi silinmeden günümüze kadar geldi. Çünkü yine Allah (c.c.)’ın inayetiyle bir “emîr-ül-mü’minîn” makamı ihdas ederek İslâm nizâmı fikrinin ruhumuzda yer etmesini Ömer (r.a.) sağladı. Küllî miras, küllî imân... Tarihten getirdiğimiz haklılık uyarınca Müslüman hayatının idamesine yarayacak çekirdeğin, tohumun ziyan edilmesine razı olunamaz. Allah (c.c.)’ın mahkûm ettiğini, kul olarak bizlerin beraat ettirmeye hakkı yoktur. İnansın da, neye inanırsa inansın diyen bizden değildir. İlmi imândan ayırarak bir ukalâlık kıyafetine büründüren fesat ehli bizden değildir. Allah (c.c.) indindeki dîni imândan koparılmış bozuk birçok şekille nümayan kılan bizden değildir. O halde, biz kimiz? Biz Allah (c.c.)’ın öğrettiğini esas alanlarız. Biz esas diye Allah (c.c.)’ın meleklere secdeyi emrettiği Âdem aleyhisselâma öğrettiğine diyoruz. Sadakati esas alıyoruz. Sadakatin mücerret bir mefhum olmadığını biliyoruz. Sadakat müşahhastır. Sadıklar olmadan sadakat olmaz. Mü’min varsa sadakat vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu hakikatine şüphe düşürme gayreti gösterenlerle gözümüzü kırpmadan öldüresiye kavgayı göze aldık. Dikkatli ve titiz olmalıyız. Çünkü insanın macerası tuhaflıktan kasıtlı olarak arındırılmamıştır. Tuhaflıklardan biri şöyle: Kavgamız var ve fakat bu kavgayı can pazarı haline getirecek bir er meydanı yok. Bu yüzden, erlik göstermenin gösterişsiz yolunu keşfetmemiz zarureti var. Bugün bizler emanete hıyanet etmeyenler olarak seyircilikten öte işlevi olmayanların gözüne tam tekmil görünmüyorsak, siperlerimizde beklediğimizdendir. Herhangi bir yerde değil, siperlerimizdeyiz. Emanete hıyanet eden herkesle kavgamız var. Aylaklık etmiyoruz. Şimdilik siperlerimizden düşmana sadece ateş edebiliyoruz. Emanete hıyanet eden hasımlarımız başarıyı çeşitlilikte arıyor. Hainler Türkiye topraklarının Türk toprakları olduğu inancını yok edebilirlerse çeşitlerden herbiri kendi zaferini kutlamakta gecikmeyecek. Hıyaneti çeşitlendirenlerle de kavgamız var. İyi ki, kavgamız var. Kavgaya girmeseydik nereye darbe indireceğimizi anlayamazdık. İki yöneliş anlayışımızı zenginleştiriyor: Birincisi Vahyin bize ne mânâ ifade ettiği hususunu bulandıranları defetme yönelişimizdir. İkincisi ise Türk topraklarının ümmet hayatının teminatı olduğuna dikkat çekmeye yönelişimizdir. İki noktadan bir doğru geçiyor: Kur’ân ve Türkiye. İki noktadan geçen doğru biz Müslümanlara, ümmeti Muhammed’e bir mihver bahşediyor. Birinci nokta nüzûl hadisesidir. Allah (c.c.)’ın rahmetinin Allah (c.c.)’ın gazabı fevkine ulaşışını Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmasından anlıyoruz. Elimizde kendisinden elde edeceğimiz faydanın haşre kadar eksilmeyeceği bir hidayet rehberi bulunuyor. Kavga iki cephede cereyan ediyor. Öncelikle küfrün şartlandırmalarına boyun eğişten neş’et eden cehaletle savaşıyoruz. Onun yanı sıra, çetinlikte ondan geri kalmayan bir savaş içine dahi dalıyoruz: Topraklarımıza yani canımıza, cananımıza, bütün varımıza göz dikenlerin beynelmilel uzlaşı yedeğindeki azınlık hâkimiyetiyle savaş. Müslim, mü’min, muhsin olamadığımız takdirde bu girdiğimiz harbin mağlûp ilân edilmemizle biteceğini de biliyoruz. Allah (c.c.)’tan nasibimize İslâm, İmân, İhsân düşmesini dilemekteyiz. İslâmdan, İmândan, İhsândan nasibimiz var ise, daha artırmasını yalnızca Allah (c.c.)’tan dileriz. Allah (c.c.)’tan gayr-i müslîm cephenin Müslümanmış gibi algılanan cenahından bizi alenen ayırmasını dileriz. Bu kitabın adı olsun diye müracaat ettiğim serlevhâ her ne kadar “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ibaresi ise de, bu kitap dolayısıyla bir nihaî hakikat perdesinden bahsetmemiz mümkün değil. Ne ben burada söylediklerim sebebiyle hayatımı tehlikeye atmış oluyor, ne de hayatta kalışımı burada dile getirdiklerime borçlanıyorum. Altmış sekiz yıla baliğ ömrüm içinde biz Türklere ne yalanlar söylendiği, bize ne dolmalar yutturulduğu hususunda çok şey öğrendim. Yine öğrendim ki, Türkiye’ye kötülük yapanlar Türkiye’ye ne kötülükler yapıldığı konusunda benden daha çok bilgiye ulaşmış durumdadır. Bu yüzden ben konuştukça onlar bıyık altından gülüyor. Mel’unlar melanetin nerelere uzandığını benden iyi biliyor. Burada söylediklerim, öncelikle söylemem gerekenlerin binde biri bile değil. Öncelikle söylemem gerekenler rotasını tutturmuş Türkiye üzerinedir. Dünyayla uyumlu hale gelmiş bir Türkiye bu uyumu dünya sistemiyle intibak ederek sağlayabilir. Uyarlanma, kendini akıntıya bırakma, rota tespiti ihtiyacını hissetmeme demektir. Halbuki acilen rotasızlığı izale etmek gerekiyor. Türklüğe de, Müslümanlığa da topraklarımız dışında vukûfiyet kesbetmenin mümkün olduğu fikrine sahip olanlar Türkiye’yi rotasızlığa duçar etti. Giderek Türkiye ve Türk varlığının damgalamadığı şeylerle ikbale kavuşmuş olanların istilâ ettiği Türkiye’de yaşamak mecburiyeti bizi sıkboğaz etti. Benim ömrüm Türkiye’nin denâetten kurtulmak için bir çıkış yolu arayışının dalgalanmalarıyla geçti. Bugün dalgalar duruldu. Sosyalizmin ve İslâmiyet’in Türk yükselişini kolaylaştıracağını görenler işbirliği yaptıkları, birbirlerine yardakçılık ettiği için Türkiye dünya sistemiyle özdeşleşti. Türkiye’yi aynileşmeye ulaştıran taşıtının kaportasını Mustafa Kemal, motorunu Turgut Özal değiştirdi. Ben bana verilen olanca gücü Türkiye’nin kendi rotasını bulma ihtimali uğrunda sarfettim. Bir çeşit fırsatçılıktı benimkisi. İçimdeki niyetle kısmet ittifakına halel getirmemek için her zaman hain olma konumunun uzağındaki kestirmeye saptım. Orada karşıma çıkan rotasını bulmuş Türkiye inşaatında gönüllü çalıştım. İnşaatın akıbetini bilen yok. Gönüllü bir ben mi idim? Bunu da bilmiyorum. Yalnız kalmak istemiyorum. Elinizdeki kitap nasıl olmasını istediğimin uzantısıdır. Uzantının bir semere vermesini bekliyor, inşaatın bekçiliğini yapıyorum. Ne zorum var? Küçük Asya’nın ilki M.S. XIII. asırda Anatolia’nın “Dârü’l-İslâm” olduğunun kabulü, ikincisin ise İstiklâl Harbi sonunda dünyaya bir askerî güç ve bir siyasî organizasyon olarak İslâm’ın hâlâ hayatta olduğunun gösterilmesi suretiyle iki kez Türk vatanı olduğunu ve bu toprakların bir üçüncü kez vatanlaşma imkânı bulamayacağını söyleye söyleye dilimde tüy bitti. Bu topraklar bir itikadî zenginlik olarak İslâm’ı yeniden tanımadığı takdirde Haçlı Seferleri öncesinin şartları Küçük Asya’ya avdet edecektir. Burada zihnimizi aydınlatmamız gereken bir alan açılıyor. Kuvveden fiile geçmesi lehimize olan işlerin sırası nasıldır? Müslümanlığın farkına varışı esas almamız halinde sıralamayı İslâm, İmân, İhsân şeklinde yapmak mecburiyetindeyiz. Eğer derdimiz Müslüman üstünlüğünü izhar eden bir dünyada yaşamak ise bu doğru sıralamayı, yerinde ve gerekli sıralamayı kabul mecburiyetindeyiz. Bu sonuç alınabilir bir sıralama mı? Eğer amel imândan bir cüz değilse sıralamada Müslüman hayata sahip çıkma önceliğini imâna vermemiz gerekmiyor mu? Önce vatan demek fert olarak her mü’minin şahsiyetini inşa için önüne çıkarılmış bütün engelleri kaldırabilecek bir saha kazanması demektir. Önce vatan demekle ufkunda İslâmî bir toplum yapısı olmayan her hainin gevezeliğine son vermiş oluruz.
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in "Desem Öldürürler, Demesem Öldüm" kitabının önsözü