Doğumumuzu “dünyaya gelmek” mastarıyla dile getirmemize imkân sağlayan bir lisan Türk Milleti’ne ihsan edildi. Böylelikle dünyaya başka bir yerden gönderilmiş olduğumuzu dile getirebiliyoruz. “Dile getirmek” mastarıyla tekellüm edişimiz ise bizde evvelen doğmuş / dünyaya gelmiş olan bir meramın kelâma kavuşmasına işaret ediyor. Hidayet Rehberi Kur’ân-ı Kerim menşeli bir lisan olarak Türkçe, sadece bedenimizin değil, amellerimizin de yaratılmış olduğunu bize hatırlatıyor. İstiklâl Marşı Derneği üyeleri olarak bir sebebe istinaden dünyaya “gönderilmiş” olduğumuzu biliyor, o sebebin “dile getirilmesi” vesilelerini de birer hediye olarak görüyoruz. Genel Başkanımız İsmet Özel ile, dünyanın ahvalinden ayrı düşünemediğimiz Türkiye’nin ahvalini ve kendi halimizi konuşmayı hediyeleşmek kadar değerli görüyoruz. Mülaki oluyoruz. 12.11.2011 tarihinde İstanbul Şubemizde, üyelerimizin huzurunda gerçekleştirilen ilk mülakatımızı aşağıdaki satırlarda okuyabilirsiniz. Mülakatın soruları Murat Ural, D.Celaleddin Kavas, Erol Karadoğan,Mustafa Deveci,Fikret Demir,Faysal Toprak ve Muhammed Sarı tarafından müştereken hazırlanmış; Murat Ural tarafından tevcih edilmiştir.
KAVMİYET PEŞİNDE KOŞANLARIN MASKELERİNİN DÜŞÜRÜLMESİ TÜRK MİLLETİ’NİN Bİ’L –KUVVE VARLIĞINI TASDİK EDER
Murat Ural: Önce Prag Baharı sahneye konuldu. Yıllar sonrasında, yine Çekoslavakya’da Kadife Devrim adı verilen bir hadise yaşandı. Daha sonra eski Sovyet sahasında yine Turuncu Devrim adı verilen bir vetire sahnelendi. Sonra yine eski Sovyet sahasında Lale Devrimi’nden bahsedildi. Son olarak ise Arap Baharı’ndan bahsediliyor. Siz de yazılarınızdan birinde “Acaba Sevr Anlaşması imzalanırken hangi, Lozan Anlaşması imzalanırken hangi mevsimdeydi Araplar?” diye sormuştunuz. Acaba bu hadiselerin Türkiye Cumhuriyeti tarihinde benzer bir karşılığı var mıdır?
İsmet Özel: Şimdi bilinmesi gereken şey İstiklâl Marşı Derneği’nin nerede durduğudur. Herhangi bir vesileyle bu konuları millete izah etmek ancak ticari bir değere sahip olabilir. Sık sık piyasada “Bu satın alındı” diyorlar ya. “Filancanın istifası satın alındı”, falan. Anlaşılması gereken şey, dediğim gibi, İstiklâl Marşı Derneği’nin nerede durduğudur. Böyle bir teşkilat ne işe yarar. Yani İstiklâl Marşı Derneği işin içinden çıkarılarak Türkiye’nin siyasi hareketleri, Türkiye’de olmuş olan ve olmakta olan şeylerin dünya hadiseleriyle irtibatı izah edildiğinde, bundan sadece bu izahatı satan ve satın alan memnuniyet duyacaktır. Meseleye İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin vakıf olması lazım. Vakıf olunması gereken meseleyi tanımak lazım. Dünyada bir şeyler oluyor. Türkiye’de de bir şeyler oluyor. Dünyada olanlarla Türkiye’de olanlar birebir alakalı. İkinci Dünya Savaşı boyunca Ankara’da Alman Büyükelçisi olarak Von Papen vardı. Von Papen Hindenburg’a “Bu adamı şansölye yapalım” diyerek Hitler’i işaret eden adamdır. Anlıyor musunuz? Almanya’nın başına kimin geleceğini tespit eden adam Ankara’da Alman Büyükelçisi’ydi savaş boyunca. İstiklâl Marşı Derneği nasıl bir şeydir, bunu anlamadan bana soru sormak çok zor. Ne yazık ki size tatminkâr cevaplar veremiyorum. Hep kafamdaki şeyleri söylemek zorundayım. Çünkü önce nerede durduğumuzu bilmemiz lazım. Nerede duruyoruz dernek olarak? Siz İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı’na mı soru soruyorsunuz, yoksa Türkiye’de dikkatleri üzerine çekmiş bir şaire mi soru soruyorsunuz? Bu çok önemli. İstiklâl Marşı Derneği diye bir dernek var mı, yok mu? En önemli şey bu. Dikkatleri üzerine çekmiş olan şairin eli kolu bağlansın, dünyada ve Türkiye’de olan şeylere müdahale edemesin diye Pentagon, İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulmasına fırsat verdi. Fırsat vermek bir tarafa, itekledi. Onun için herkesin, burada bulunan herkesin, beni dinleyen herkesin nerede bulunduğunu bilmesi lazım. Bulunduğu yerin, dünyada küfür düzenini ayakta tutanlar tarafından hayırla yâd edilmediğini de bilmesi lazım. İstiklâl Marşı Derneği üyesi olmak bir tarafa, kapıdan içeri girmek bile birilerinin hedefi olmaya yeter. Durup dururken -terörist olduğumu daha önce söylemiştim- niye böyle terör estiriyorum şimdi? Olayı anlamamız lazım. Ben her şeyin doğrusunu biliyor değilim. Ama ben bilinmemesi istenenleri biliyorum. Yani benim, hakikaten, haberim olmayan neler vardır; ben onları bilmiyorum. Ama ben bilinmemesini istedikleri şeyleri söylüyorum. İstiklâl Marşı Derneği de işte bu bakımdan işe yarayacak. İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’de yeni bir çığır, yeni bir çağ açmayacak, başlatmayacak. İstiklâl Marşı Derneği Türk Milleti’nin önünün mânialarla doldurulması meselesini zihinlere sokacak, mümkünse. Ondan sonra ne olacaksa olacak, bilmiyoruz. Türk Milleti diye bir şey varsa, o yapacağını yapar. Yıllar yılı ve bugün hâlâ siyasi ifadeler içinde, Adnan Menderes’in söylediği bir söz farklı, yanlış, çarpık olarak anlaşılır. Demokrat Parti, yanılmıyorsam, daha iktidara gelmeden söylenmiş bir söz bu. “O zaman biz de sine-i millete döneriz!” Cumhuriyet Halk Partisi yetkililerine bir teklifleri var. Bir değişiklik isteniyor. “Bu değişiklik hesaba katılmadığı takdirde, biz artık, sizin muhatabınız olmaktan çıkarız. Biz, kendimizi milletin içinde bir yere yerleştiririz ve sizi milletle baş başa bırakırız. Biz sine-i millete döneriz. Siz millete ne hesap verecekseniz verirsiniz” manasındadır. Ama şimdi bugün, “Seçimlere gideriz” olarak anlaşılıyor.
TÜRK MİLLETİ’NİN ÖNÜ MANİALARLA DOLDURULMUŞTUR
Bu çok önemli bir şey: Bir Türk Milleti’nin var olup olmadığı ve tabii, var ise nelerden müteşekkil olduğu, kimlerden teşekkül ettiği. Dediğim gibi, yeni bir çığır, yeni bir dönem, yeni bir çağdan bahsetmiyoruz. Biz, şimdiye kadar yapılanların Türk Milleti’nin önüne hangi maniaları koyduğunu zihinlere sokmak istiyoruz. Mesela Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi Türk Milleti’nin hayrına mı olmuştur, aleyhine mi olmuştur? Bunu birtakım insanlar konuşmalı. Bu konuşuluyor mu? Birtakım doktora tezleri, falan filan yazılıyordur ama Türkiye’de yaşayan insanlar işin mahiyetiyle ilgili tatminkâr şeylere ulaşmış değil. Dikkat ederseniz Tanzimat Fermanı denince bilhassa siyasi bir şeymiş gibi anlaşılıyor, değil mi? Yani Osmanlı klasik millet sisteminin terki, bütün tebaa eşit olacak, dolayısıyla milletler hiyerarşisi diye bir şey tanınmayacak… Bunu çok siyasi bir şey olarak kabul ediyorlar. 1839, Hıristiyan takvimine göre Tanzimat Fermanı’nın okunduğu tarih. Yine Hıristiyan takvimine göre 1838 Osmanlı - İngiliz Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı tarih. Yani o ticaret anlaşmasının bir yıl sonrasında… Tıpkı 24 Ocak 1980’de birtakım kararlar alınmasının 12 Eylül 1980’de siyasi olarak desteklenmesi gibi. Bu işler böyle yürüdü. Tanzimat Fermanı sadece milletler hiyerarşisini kaldırmadı, aynı zamanda devletin piyasaya olan hâkimiyetine de son verdi. Yani dört yüz yıl boyunca satılan malın fiyatı ve kalitesi konusunda devlet mükellefti, devletin teminatı altında oluyordu her şey. Bugün Türkiye’de olup biten şeyler, doğrudan doğruya, bir iktisadi mekanizmanın hem gürbüzleşmesi hem de tehlikelerden arındırılması için yapılıyor. Bu hep böyle yapıldı. Bu konuyu atlayıp da meseleleri anlamaya çalışmak, anlamamayı peşinen kabul etmek demektir. Türkiye’de yaşayan insanların hayatı özenilecek bir hayat olmaktan çıkınca hiçbir tedbir Türkiye’nin hayrına olmayacaktır. Bu bütün insanları ilgilendiren bir şey. Şimdi, Washington’a yürüyeceklermiş, on iki kişi! Koskoca dünyadan on iki kişi yürüyecek. Protesto yürüyüşlerinde daha çok insan var ama Washington’a yürüyüşü göze alan on iki kişi! Bütün bunlar bizimle doğrudan alakalı şeyler. Hep söylediğim şey şu, biz Mekke ve Medine’yi Araplara mı kaybettik? Soru budur, yani. İstiklâl Marşı Derneği’nin, gerçekten İstiklâl Marşı’nın metni esas alınarak yön tayin etmesi ve burada sabitkadem olması esastır. Daha birinci beyitte bir “son ocak”tan bahsediliyor. Bu doğrudan doğruya bir aile demektir. Yani bir ocağın sönmemesi… Acaba şu anda Türkiye’de var mı böyle bir aile? Yani kendi başının çaresine bakan insanlar var mı Türkiye’de? “Herkes ne yaparsa yapsın, biz bir yolu yürümekte kararlıyız. Biz bazı şeyleri terk etmemekte ısrarlıyız” diyen insanlar var mı? İstiklâl Marşı Derneği’nin kuruluş gayesi bu son ocağın tüttüğünü göstermeye matuf idi. Onun için işi her yönüyle düşünmek lazım. Bugün Libya’da olanların provasını NATO 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’de yaptı, dediğimiz zaman neyi anlatmış oluyoruz? Kaddafi öldürüldükten sonra söylenmeye başlandı mesela, neydi o? Afrika Kıtası’nda geçerli olacak bir para birimi uygulaması başlatmak üzereymiş. Yani 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen şey Türkiye’nin kendine mahsus bir hayat formu yapıp bunu koruması imkânlarının yok olmasıdır. Devrilen parti Demokrat Parti 1960’ta. Demokrat Parti dört tane Cumhuriyet Halk Partisi mebusuyla kuruluyor; Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü. Bu dördü Cumhuriyet Halk Partisi yönetimine takrir veriyorlar. Ona “Dörtlü Takrir” deniyor ve bunun üzerine onları partiden atıyorlar. Onlar da Demokrat Parti’yi kuruyor. Ama herkes biliyor ki, İsmet İnönü’yle pazarlık yapılıyor,bunun delillerinden biri dış politika konularında hiç görüş ayrılığı olmamasıdır. Türkiye’nin dünyadaki yeri konusunda Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. “27 Mayıs’ta Kur’an Devleti iptal edildi” dememiz, 1923’te kurulan Cumhuriyet’in; Müslümanların güvenlik içinde, kendi kararlarını kendi verebilecekleri bir siyasi organizasyonun sonu manasına geliyor. Anlatabiliyor muyum? Demokrat Parti’den, tıpkı İran Şahı’ndan, Kaddafi’den kurtulmak istediği gibi kurtulmak istedi NATO. Beyaz Saray’da kahvaltı yapacakları sırada “Eğer bize devalüasyon teklif ederlerse Amerikalılar, uçakları hazırlayın dönüyoruz” dedi Adnan Menderes. Türkiye kendi hayatiyetinin idamesi için başkalarının planlarını uygulamamayı şiar edinmişti. Bu, birini övmekle, birini yermekle alakalı bir şey değil. Birtakım insanlar “Bu memleket bizim! Gâvur olursak kendimiz gâvur oluruz” diye düşünerek devam ediyorlardı. Şimdi, bir “üçüncü dalga” olmayacak, onu söylüyorum. 27 Mayıs 1960’ta Türkiye’de Kur’an Devleti zail olduktan sonra, “Türkiye hâlâ mevcudiyetini nasıl koruyabilir?” sorusu telaffuz edilmese de endişe bundan ibaretti. Türkiye mevcudiyetini nasıl idame ettirebilir? Hâlâ bir Türkiye kalacak mı? Devlet gitti, Türkiye kalacak mı?
“Eğer sosyalist bir rejim Türkiye’ye monte edilebilirse Türkiye en azından bu etiketle hayatını devam ettirebilir” Bu bir çözümdü. Bunun hesabını gördüler. Ondan sonra; “Türkiye’de bütün tezleri, bütün siyasi çözüm tekniklerini yok etseniz bile bir ihtimal hep kalacaktır. O da İslâmî bir teşkilatlanma ihtimalidir.” O ihtimali de yok etmek üzere 1973 yılında MSP ile başlayan süreç AKP’nin iktidara gelmesiyle tamamlandı. Türkiye’de artık İslâmî bir ihtimalden bahsetmek imkânsız hale geldi. Onun için sizin bana sorduklarınız sanki “bir şeyler varmış”ı hesaba katarak sorulan sorular. Türkiye’de bir şey yok artık. Onun için bizim neyimiz olduğunu bilmemiz gerekiyor. İnsanlara özel olarak birtakım sahte zıtlıklar pazarlanıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet zıtlığı! Böyle bir şey yok. Soğuk Savaş gibi bir şey bu. Ama Türk Milleti diye bir şey varsa eğer, onun varlığını bu milletin önüne konan manialardan anlayabiliyoruz. Türk Milleti’nin önüne konan manialar Türk Milleti’nin mevcudiyetine işaret ediyor. Onun için her anti-Türk şey, “olan” bir şeyi gösteriyor. Bu manada mesela Türk musikisinin yok edilmesi milletin nelerden gıda temin ettiğini düşündürebilir. Diğer soruya geçelim.
Murat Ural: Biraz önce söylediklerinizle alakalı bir soruyla devam edelim. Son yazılarınızdan birinde “tahteşşuurimillî” diye bir ıstılah kullandınız.
İsmet Özel: Milli bilinçaltı…
Murat Ural: Evet. Bir diğer yazınızda da “Türk milleti varsa onun mevcudiyeti şimdiye kadar hep bi’l-kuvvedir. Şimdiden sonra bi’l-fiil Türk milletini görecek ve göstereceğiz, yoksa ‘Türk milleti’ ibaresi sadece dünya arşivlerinde araştırmacı birilerinin karşısına çıkan boş bir söz haline gelecektir” dediniz. Bi’l-kuvve halinde bulunan milli varlığın fiilî olması veya “tahteşşuurimillî”nin şuur katına çıkmasıyla İstiklâl Marşı Derneği’nin mevcudiyeti arasındaki irtibatın izahı ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
İsmet Özel: Yaşadığımız toprakların Dar’ül İslâm haline gelmesiyle Türkçenin doğması arasındaki irtibattan Türk Milleti’nin nasıl bir şey olduğunu anlayabiliriz. Yani bir toprak parçası dar-ül İslâm haline geliyor. Bu Emevi, Abbasi, Fatımi saltanatları sırasındaki fetihler ya da hatta Endülüs’ün fethi falan gibi bir şey değil. Bugün İspanyolcada, İspanyolca resmi lügatte 2800 Arapça kelime var. Ama konuşulan dil İspanyolca! Bizim şimdi konuştuğumuz Türkçe ise Kur’an menşeli! Yani Kur’an menşeli bir Türkçe var. Hem fiilen, yani kelime kelime, hem de zihniyet itibariyle. En son geçenlerde arkadaşlarla konuştuk “kullanmak” diye bir mastarımız var bizim: “Kul” Bu başka dillerde olmayan bir şey. Biz Türkler ancak halkedilmiş şeyin halkediliş gayesine uygun hale getirilmesi ile kendimizi iyi hissediyoruz. Ne yapıyoruz? Kul-lanıyoruz. Anlıyor musun? Ayet-i Kerime öyle demiyor mu? “Biz size dünyayı musahhar kıldık.” Biz de kullanıyoruz işte. Kul olduğumuz için kul-lanıyoruz. Anlıyor musunuz? “Abd” demiyoruz, bak; “kul” diyoruz. Türk Milleti bi’l-kuvve milletti şimdiye kadar. Bundan sonra bi’l-fiil bir millet olarak ortaya çıkacak veyahut dediğim gibi, Türk Milleti’nden bahsedemeyeceğiz. Türkoloji diye bir disiplin var, bir çalışma alanı var. Yeni öğrendim bunu; Macarlar kendi köklerini bulmak için icat etmişler. Türkoloji’yi, Macarlar icat etmiş.
Dinleyici: Bize bir kök bulmak için bir uzun bir yol olmasın bu.
İsmet Özel: Yani?
Dinleyici: Sahte bir kök?
İsmet Özel: Şu olabilir: Macar Yahudisi olarak bildiğimiz Arthur Koestler, aynı zamanda bir Hazar’dı. Dolayısıyla, öyle bir numara da işlemiş olabilir. Bugün Türk demek, Allah’ın gönderdiği Son Peygamber’in ümmetine mensup olmak demek. Bunu göstermek Türk Milleti’nin bi’l-fiil var olduğunu göstermek demektir. Öbür türlüsü, işte Macarlara falan kalır demektir. Bu o kadar zor bir şey değil. Bi’l-kuvve Türk Milleti’nin bi’l-fiil Türk Milleti haline gelmesi sadece… Türkiye’de kavmiyet peşinde koşan insanların maskelerinin düşürülmesi Türk Milleti’nin bi’l-kuvve varlığını tasdik eder. Onların maskeleri düştüğü zaman ya gerçek yüzleriyle bizden biri olacaklar veyahut gerçek yüzleriyle düşmanımız olacaklar. Üçüncü soruya mı geçiyoruz?
Mustafa Deveci: Ben bir ilave soru sorayım müsaadenizle.
İsmet Özel: Buyurunuz.
Mustafa Deveci: Burada yapılması gereken mühim işlerden birisi de, “biz” meselesinin bir sarahate kavuşmasıdır. Bu mesele üzerine gidildiği zaman, o maskeler çok kolay düşebilir. Yani “Biz kimiz?” dendiği zaman, samimiyetle ve ciddiyetle bu konuya eğilindiği zaman, ne kadar bize ait olmayan şeylerin bize “biz” diye…
İsmet Özel: … kakalandığı…
Mustafa Deveci: … kakalandığını fark etmiş oluyoruz.
İsmet Özel: Atasözü olarak bile!
Mustafa Deveci: Evet. Bu manada, mesela şöyle bir tarif yerli yerince olur mu? “Biz İstiklâl Harbi’nin galipleriyiz” demek, bugünümüze de işaret eden bir tarif olabilir mi? “Biz” dediğimiz, kimi içine alıyor, kimi dışarıda bırakıyor? Bunun tarifi çok kolay bir şey değil belki. Ama bunun üzerine ciddiyetle gidilerek sadece “biz”i anlatan, ama bizim dışımızdakileri de dışarıda bırakan bir tarif yapılabilir mi?
İsmet Özel: Hatta, biraz daha daraltabiliriz: Biz İstiklâl Harbi sırasında askerden kaçmayanlarız.
Erol Karadoğan: Dolayısıyla İstiklâl Marşı’ndaki, “Sen şehit oğlusun! İncitme ,yazıktır, atanı” mısraına da tam temas etmiş oluyoruz.
AVRUPA BİRLİĞİ ZATEN BİR GÖZ BOYAMASINDAN İBARETTİ
İsmet Özel: Türkiye’de olanla dünyada olan arasındaki münasebeti doğru kavramak için haberlere bakalım. Şimdi, bugünlerde Avrupa Birliği çığırtkanlığı yapan kaldı mı? Hiç öyle bir programa rastlıyor musunuz? Yok! Peki, ne oldu şimdi? Ama hiçbir zaman, Avrupa Birliği ile ilgili yapılmış hazırlıklara nihayet verilmiş değil. Tamam, onlar devam ediyor. Hatta belli mevkiler, makamlar da var, değil mi, o manada? Onlar devam ediyor. Ama hiç kimse Avrupa Birliği’ne gireceğimizi, girmemiz gerektiğini ya da mesela, bu konuda filanca işleri yapmamız gerektiğini söylemiyor. Çünkü Avrupa Birliği hapı yutmuş gibi görünüyor. Yuttu mu gerçekten? Yani, Avrupa Birliği zaten bir hayal ya da bir göz boyama değil miydi?
Murat Ural: Bir diğer sorumuz da bu hadiseyle alakalıydı zaten.
İsmet Özel: Tamam, buyurunuz.
Murat Ural: Yunanistan’da başlayan ekonomik krizin şimdi de İtalya’ya sıçradığı ve bu hâdiselerin Avrupa’da malî bir sarsıntıya sebep olacağı söyleniyor. Vatikan da yeni bir uluslararası malî otoritenin gerekli olduğu yönünde açıklamalar yapıyor. Acaba Avrupa’da da bir iklim değişikliği mi hazırlanıyor?
İsmet Özel: Bütün bunları anlamak için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ne olduğunu bilmek lâzım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, bazılarına göre Avrupa “İkinci Rönesans”ını yaşadı. Aslında bu tamamen parayla alâkalı bir şeydi. Paranın deveranıyla alâkalı bir şeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Avrupa kendine mahsus bir kapitalizmi yürütüyordu. Fakat 1945’ten itibaren Amerika’da geliştirilip formata bağlanmış bir kapitalizm Avrupa’da yürürlüğe girdi. Dolayısıyla, kestirmeden şunu söylemek mümkündür: 1945 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin veyahut Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en güçlü sermaye gruplarının Avrupa Kıtası’nı müstemlekeleştirmesi bahis konusudur. Bu, yeni tarz kapitalizmin devreye sokulmasıyla alakalı olduğu kadar kültürel dönüşümü de zorlayan bir şeydi. Artık 1945’ten sonra Fransa eski Fransa değildi, İtalya eski İtalya değildi, Almanya eski Almanya değildi, İspanya eski İspanya değildi. Kültürel bir dönüşüm… Bunun mesela, çok bariz işareti; artık Fransız çocukları sofrada süt içiyorlardı, Amerikan çocukları gibi. Ama 1945’ten önce Fransız çocukları yaşlarına göre sulandırılmış şarap içerlerdi sofrada. Çok küçük çocuklar, çok sulandırılmış şarap içerdi.
Dinleyici: Buna İngiltere de dâhil mi?
İsmet Özel: İngiltere, müstemleke olmaya dâhil, tabii ki. Kültürel dönüşüm bakımından İngiltere’nin bu kadar darbe yaşamasına lüzum yoktu. Oscar Wilde’in “Amerika’yla aramızda çok müşterek şey var, dil dışında!” sözünde ifade ettiği gibi, dilimiz pek benzemiyor ama başka şeylerimiz benziyor, diyorlardı.
Şimdi olan şey, Avrupa’da millî duyguların kabarmasına engel olacak tedbirlerin alınması. Şu anda yapılmak istenen şey o. Yunanistan'ın Kemal Derviş metoduyla kurtulduğunu söylüyorlar. Ben de, Kemal Derviş Türkiye’ye geldiğinde “Türkiye’nin son şansı” demiştim. Neden? Çünkü sistem içinde kalarak, yani sistemin ayrılmaz parçası olarak birçok şeyi garanti ediyorsun. “Sistemi işletenler düşünsün” diyorsun. Anlatabiliyor muyum? Yunanistan krize girdi. Çünkü bütün halk böyle düşünüyordu: “Bizi birliğe sokan düşünsün!” Anlatabiliyor muyum? Şimdi yine, daha büyük sermaye duruma el koyacak ve o gerekli şeyleri yapacak.
İtalya'nın Yunanistan’a benzer bir zorluk karşısında olduğu tamamen bir dezenformasyondur. İtalya başından itibaren, kendisini Yunanistan’ın durumuna hiçbir zaman düşürmeyecek tedbirleri almıştır. Ama orada da, Türkiye’de olduğu gibi, allem edilip kallem edilip bir şeyler yapılıyor. İşte Berlusconi gittikten sonra Recep Tayyip Erdoğan ne yapacak, pek merak ediyorum. Çünkü onlar “kanka”ydılar, biliyorsunuz. Ama İtalya’nın kendisi, devlet olarak Yunanistan’ın pozisyonunda asla değildir. Yunanistan’ın dünya sistemine dâhil olmaktan başka elinde hiçbir kozu yoktur. Ama İtalya hiçbir millî dayanağını şimdiye kadar feda etmemiştir. Yani İtalya bir tarım ülkesidir, İtalya bir sanayi ülkesidir, İtalya bir turist ülkesidir, İtalya’da eğitim hiçbir zaman gevşememiştir… Anlatabiliyor muyum? Onun için Yunanistan’ın başına gelen asla İtalya’nın başına gelmez. Fransa’nın durumu İtalya’dan daha parlak değildir. Ama Fransa, daha Üçüncü Napolyon zamanında Britanya ekonomisinin bir alt basamağına razı olarak sistemle kenetlendiği için Fransa’nın korkmasına lüzum yok. Nasıl olsa sistem kendi kendini düzeltir.
Türkiye’nin, bu bakımdan kendine ait bir yolu tanıması gerekiyor. Tanınmaması için her şey yapılıyor; o ayrı hikâye. Bu krizle, Yunanistan’da işlerin bu kadar berbat olduğu ortaya çıkmadan önce Papandreu bir şey diyordu: “Biz de komşu gibi yapacağız! IMF ile olan münasebetlerimizi askıya alacağız -ya da ne bileyim- IMF’den kurtulacağız! Türkiye nasıl IMF’den kurtuldu, biz de kurtulacağız!” gibi laflar ediyordu. Ben o zaman, o laflar edildiği zaman demiştim ki: “Türkiye’nin IMF’den kurtulması diye bir şey yok. Türkiye, kendisi IMF olduğu için IMF devreden çıktı.” Yani şimdi, siz bana “Türkiye IMF’den kurtuldu; artık şeker pancarı ekebiliyoruz!” diyor musunuz? Demiyorsunuz. Türkiye nasıl IMF’den kurtulmuş oluyor o zaman? IMF senin şeker pancarı tarımını yasakladı, sen de boyun eğdin buna. Karşılığında sana ne verdi, onu bilmiyoruz. “Sen” dediğimiz kimler, onları da bilmiyoruz yani.
Aslında bizim, derneğin fonksiyonları konusunda bigâne, bîhaber ve gâfil olmanın meselelerini konuşmamız lazım. Çünkü bütün bunlar İstiklâl Marşı Derneği ile doğrudan alakalı.
Erol Karadoğan: Sizin söylediklerinizden benim kafamda canlanan bir şey var, onu ifade etmek istiyorum. Belki sonunda da bir soru çıkabilir. Bilhassa AKP iktidarı ile beraber Türkiye’de gözlemlediğimiz, daha dindar bir zümrenin kapitalistleşmesi veyahut da kapitalistlerin daha dindar bir zümrenin içinden ortaya çıkması hadisesi Kapitalizmin Türkiye’yi bir deney sahası olarak kullanmasının neticesi olarak görülebilir mi?
İsmet Özel: Şimdi… Türkiye Türkiye deyip durmayın. İstiklâl Marşı Derneği bu sözün söyleneceği bir zamanın gelmesi için var. 1974 yılında İstanbul Boğazı üzerinde bir asma köprü faaliyete geçti. 2014 geldiği zaman, 3 sene sonra 40 sene olacak. Bu 40 sene boşa geçmedi. Türkiye’nin haritadan silinmesi için o köprü çok iş gördü. Çünkü, bir düşünün bakalım: İstanbul Boğazı üzerine yapılan köprünün İstanbul’a ve Türkiye’ye ne faydası var? Ama zararlarını sıralamak gerekirse defterler yetmez. Türkiye’de yaşayan insanlar böyle şeyleri zerrece düşünüyorlar mı? Hayır, tam tersine “O köprü olmasaydı ben ne olurdum?” diyen dünya kadar insan var. Türkiye’de yaşayan insanlar Türkiye aleyhine yaşayarak ayakta duruyorlar ve gâvur bunun parasını veriyor. “Tabii ki sen kendi memleketini batırmak için müreffeh olacaksın” diyor ve yapıyor da bunu. Yani Türkiye Türkiye deyip durmayın! Şurada kaç insan dershane öğretmeni? Dershane öğretmeni ne demek? Bu Boğaz Köprüsü’nden de beter bir şey. 27 Mayıs, onu yine yazılarımdan öğrendiniz, lise mezunlarından yedek subaylık hakkını aldı. O zaman insanlar yedek subay olabilmek için üniversitelere hücum ettiler. Daha önce liseyi bitiren adam üniversiteye gitmezdi. Çok hevesli olanlar giderdi. Ondan sonra insanlar üniversiteye girebilmekle uğraştılar. Bir kere girebilince zaten bitirebiliyordun. Öyle üniversiteler olmaya başladı falan. Türkiye’de insanlar, kendi kaliteleri hakkında hiçbir endişe taşımadılar. Tam tersine “Yutturuyorum ya! Sen ne karışıyorsun?” ile yaşıyor insanlar. “El âlem yutuyor! Sen ne sorgulayıp duruyorsun?” diyorlar, değil mi? Yani üçüncü bir dalga olmayacak. Bütün bunları yerle bir edip yeni bir Türkiye üretmemize gerek yok. Bizim Türkiye’yi kazanmamız lazım. Türkiye’yi zaten götürdüler. Şu anda Türkiye’nin nesinden bahsedilebilir? Hangi Türkiye? O, daha dindar insanlar zenginleşti dedin. Bu dindar insanlar daha Müslüman insanlar mı?
Erol Karadoğan: Hayır.
İsmet Özel: Eee, nasıl oluyor? İnsan daha dindar oluyor ama daha Müslüman olmuyor?
Dinleyici: Öyle bir şey de var, hocam. Daha dindar ama daha Müslüman değil.
Erol Karadoğan: Mesela önceden herhangi bir dindar bile kapitalist olmaya çok mesafeli bakabilirdi. Şimdi öyle değil. Adam dindar ama ben kapitalist olabilirim diyor.
İsmet Özel: İşte, o da avuntu çünkü.
Mustafa Deveci: Çevre merkezi işgal ediyormuş. Böyle şeyler söylüyorlar. Kim veriyor? Kime ne vermişler, yani? Türkiye’de “Bal tutan parmağını yalar” diye bir şey var. Balı sürekli yiyenler yine yemeye devam ediyor. Sermaye el değiştiriyor, bir kesimden bir kesime gidiyor diye bir şey yok, yani.
İsmet Özel: Yok. Yalnız, Türkiye aleyhine işlerin pekişmesi için bir kadro oluşturuyorlar. Evet diğer sorunuz?
TÜRKİYE’DE İNSANLAR HÂLÂ BİRBİRİNE DESTEK OLARAK YAŞIYOR
Murat Ural: Son sorumuz biraz önce bahsettiğiniz, Papandreu'nun “Türkiye'yi örnek alacağız” sözüyle irtibatlı olacak. Son zamanlarda bir “Türk Mucizesi”nden bahsedenler var. Amerikan Dışişleri Bakanı geçen hafta Türkiye'nin ekonomik alanda bir “Türk Mucizesi” yaşadığını ve bunu devam ettirebilmesinin yolunun da yeni, demokratik bir anayasadan, -büyük bir ihtimalle İstiklâl Marşı'nın içinde bulunmayacağı bir anayasadan- geçtiğini söylüyor. Sizce bahsedilen mucize neyin icazıdır?
İsmet Özel: Böyle bir şeyin olduğunu Amerikalılar söylüyor. Ne zaman Amerikalıların doğru söylediğine şahit olduk? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki mucizeden söz edildi. Biri Japon Mucizesi, birisi de Alman Mucizesi’ydi, değil mi? Hatta Ludwig Erhard'ın mucizesinden bahsedildi. Bunlar da zaten İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika ile savaşmış, mağlup ülkelerdi. Yani, “Bunlar tekrar kendi donlarını bağlayabildiler!” şeklinde bir şey. Ama Japon Anayasası’nda, Japonya'nın ordusu olmayacağına dair hüküm varmış. Şimdi ne yapacaklar onlar? Zaten İkinci Dünya Savaşı'nda Amerika ile savaşacak kadar sanayileşmiş bir ülkeydi. Şimdi bu ordusu da olmayınca, silah imal etmeyince ne yapacak? İşte bu otomobilleri imal edip ya da başka bir şey yapıp...
Dinleyici: Zaten Japonya’daki de Amerikan anayasası…
İsmet Özel: Ama işte savaştan sonra… Amerikan Anayasası’nda “Ordumuz olmayacak” diye bir şey yok, herhalde. Almanlar da bir şekilde, bilhassa Marshall Yardımı’nın desteği ile kendilerini toparladılar. Türkiye’nin böyle bir başarısı var mı? Türkiye hangi badireyi atlattı da mucize gösterdi? Aslında Türkiye, mali sermayenin başına sardığı belayı toplumun kendi kendini yönetmesi ile atlattığı için iyi durumda görünüyor. Türkiye’de insanlar birbirine destek olarak yaşıyorlar hâlâ. Resmi kuruluşların ya da ticari kuruluşların tanzim ettiği bir hayat yaşanmıyor Türkiye’de. İnsanlar birebir münasebetlerle dayanışıyorlar. Türkiye’de hâlâ boynunu büküp “Bana 10 Lira borç ver!” diyen adamdan daha çok; tanıdığı bir züğürte “Lan! Paran var mı?” diye soran adam var, değil mi? Türkiye’de hâlâ bu adam var yani. Bu adam, dünyanın başka hiçbir yerinde yok. Onun için mucize falan yok aslında. Türkiye’de millet kendini sefil, rezil, sürünür halde bırakmak istemiyor. Bu kadar. Birileri de bunu kendi başarıları sanıyor. Hâlbuki böyle bir şey yok. Asıl korktukları şey insanların neler döndüğünü, kendi aleyhlerine herkesin neler yaptığını fark edip, bir şeylere dur demeleri. 12 Kasım 2011, İstanbul