Yerküre ufkundaki bağımsız Kürdistan kimlerin yüksek müsaadeleriyle kuruluyor? Bu sualin cevabını umursamayanlar kapitalizmin global çağında vukuata vaziyet edecek bir otoritenin tesis edilmesini ve dolayısıyla anarşiye meydan vermeyecek bir hiyerarşinin yürürlükte kalmasını tabiî kabul edenlerdir. Onların kafasını meşgul eden sual “Amerika bu işe müsaade eder mi?” veya “Amerika bu işin ne kadarına müsaade eder?” sualidir. Bir kontrol mekanizmasının kaçınılmaz ve giderek zaruri olduğuna inananlara Türkiye’deki Amerika iki perspektif sunuyor: Hayata soldan bakanlar Amerika’nın Türkiye ile ilgili aldığı kararların Avrupa ülkelerine tahsis edilen yere uygun şekilde alınmasını bekliyor. Hayata bakışı sağda ve sağcılıkta kalmış olanlar ise Amerika’nın Asya ve Afrika halkları için biçtiği fistanlardan birini kendi üzerine uydurmağa çabalıyor.
Mümin feraseti oyunbazlar marifetiyle sokulduğumuz Cihan Harbi akabinde İstiklâl Harbi gözü pekliğini gösteren Türk varlığının değerini fark etmemizi gerektiriyor. Kendimizi yozlukla malul zevattan kalın bir çizgiyle ayırmalıyız. “Bizde ancak bu kadar olur” beyanının açığa çıkardığı aşağılık duygusuyla yaralanmış bilincin hezimetinden etek dolusu para kazananlara dikkat kesilmekle edindiğimiz tarih perspektifini esas almalıyız. Ancak bunu başardığımızda Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’de başbakan mevkiini işgal etme halinin Ayetullah Humeyni’ye İran’da idarecilik temin etme hali arasında hiçbir fark bulunmadığını anlayabiliriz. Görürüz ki, her iki şibih iktidar da cilâdan ibaret dekorlarına rağmen gerek İran’ın ve gerekse Türkiye’nin yıllanmış köhne “authenticité” kaybına birer numunedir.
Modern Dünya Sistemi kendi sıhhatini düşünerek bir zaman Türkiye’de İttihat ve Terakki Fırkasını, İran’da Pehlevî sülâlesini otantiklik rolüne mahkum etmişti. Mustafa Kemal’in İran Şahı Pehlevî ile kan kardeşliği de bu mahkûmiyetin bir meyvesiydi. Londra Dünya Sistemi’ne metropolis olduğu sırada İran’ın cumhuriyet rejimine geçmesi ihtimalini ortadan kaldıran Ayetullahlar 1945’te Dünya Sistemi metropolünü Atlantik ötesine taşıdıktan sonra Tudeh Partisiyle omuz omuza verip cumhuriyet kaldırımının inşaatında emek sarf etti. Zaman ve mekân hem İran’da, hem Türkiye’de Ahdi Atik-Ahdi Cedit buruntusunu yaşattı, yaşatıyor. Sistemin NATO CENTO gayretiyle varmak istediği netice ola ola şimdilerde hâsıl oldu. Bu operasyonun girift özelliği her iki ülkenin dokusu sebebiyle doğdu. Önce Rusların ve Britanyalıların, sonra SSCB ve ABD’nin nüfuz rekabetine medar olan İran’ı öngörülen gelişmelere kolayca intibak ettirmek mümkündü ve bu hemen, derhal yapıldı. Oysa sistemin Atlantik ötesindeki “yeni” patronu Türkiye’de imkânsızlığı apaçık görülen şeyi yapmak için 35 senesini alan bir zamana ihtiyaç duymuştu. Yani mümkün olan hemen yapıldı, imkânsız olan ABD’nin biraz vaktini aldı; hepsi budur. Hepsi AKP iktidara gelir gelmez Büyük Elçi makamıyla mükâfatlandırılan Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık mevkiine yakıştırılmasıyla beraber Türkiye’nin 35 sene geriye gitmesidir. 35 sene önce “Yeni İran” ön ayaklarından biriyle kılıç kaldıran aslanı bayrağından kaldırarak İslâmî görüntü verme hevesine kapıldı. O zamandan beri heveskârlar tiyatrosu dünyanın bütün seyircilerine eğlenceli zamanlar geçirtti. Hepimiz sekiz sene devam eden İran-Irak savaşında çok eğlendik. Peki, General Motors’un “Yeni İran”ı petrol şirketleri nazarında nasıl bir şeye tekabül ediyordu? “Yeni Türkiye” petrol şirketleri nazarında nasıl bir şeye tekabül edecekse öyle bir şeye…
Dünyanın akıbeti, yer kürenin akıbeti denilebilecek bir hadisenin ortasındayız: Elektronik, genetik, nükleer, uzay… Bu dört kalemden hangisi SSCB’nin haritadan silinmesi noktasına varıldığında kârı azamileştirme şampiyonu olacaktı? 1970’li yıllarda bu sual uluslararası değil, uluslar-üstü sermayenin hayati sualiydi. SSCB tecrübesinin herkesi şaşkın duruma düşürmesine rağmen hükmünü yürüten geleceğin dünyasına dair efsanelerdi. Kapitalizmin başlangıç dönemi aynı zamanda ütopyalar dönemidir. Batı kültürü ve medeniyeti dahilinde insanlar ancak dünyevî gelecekleri vesilesiyle kontrol altında tutulabildi. Buna mukabil insanlar bilhassa o günü kurtaramadıkları takdirde açlıktan öleceklerini bilerek yaşadı. Düzenin devamı şartları hesaba katılınca petrol hiyerarşideki üstün yerini terk etmemişti. Elektronik, genetik, nükleer, uzay beklenti uyandırıyor; ama herkes ağzını açmış petrol makamından sadır olacak müsaadeyi bekliyordu. Bu demek oluyordu ki, hayal başka, gerçek başkaydı. Siyaset olarak görünen şey kapitalizmin temel işleyiş tarzı gözden uzak tutularak yürütülemezdi. İhmale gelmeyen husus petrol şirketlerinin neyi nasıl gördüğüydü. İran şahlık yönetiminden cumhuriyet idaresine geçince Latin Amerika ülkeleri numunesine intibak edip yeni tip bir “muz cumhuriyeti” şekline girdi. Kapitalizmle ilişkisi hep mübareze tarzında yürümüş Türkiye’nin şartlarını ise kalıplara uydurarak anlamak zordu.
Türkiye nasıl oldu da bir Muz Cumhuriyeti dahi olamadan, süratle bir Sucuk Cumhuriyeti haline geliverdi? İyice mıncıkladı Türkiye’yi küfür sistemi önce. Buna Lâle Devrinden beri batılılaşma veya bâtıllaşma diyoruz. Hamule daha sonra Meşrutiyetler eliyle bağırsağa dolduruldu. Nihayetinde Türkiye ülkesi ve milletiyle medeniyet güneşinin, fenni servet rüzgârının, laiklik rutubetinin insafına terkedildi. Şimdi artık lezzetle yenilen Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sucuk olabildiyse o kadar mücavir eşyaya baskın çıkan bir kokuya da sahip. Böyle oldu, olabildi çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin beşer kılığındaymış gibi algılanan bir florası ve bir faunası var. İslâm bu ülkede hiçbir zaman ve hiçbir çevrede bir itikadî zenginlik olarak yaşanmadı. Türkiye’nin beşeri florası ve beşerî faunası ot olarak veya it olarak ömrünü Dünya Sistemi sayfasının kenar boşluğunda tüketti, tüketiyor. Ne Türkiye’nin yeni halinden memnun olanlar, ne de yenileşme ataklarından müşteki olanlar vakıanın künhüne vakıftır. Gözlerini tek dişi kalmış canavarın sofra artıklarına dikmiş hepsi. Rahat isteyenler bu tarassudun verdiği rahata kavuştu. Rahatları kaçmadığı halde Türkiye’yi gönüllerindeki Muz Cumhuriyeti şekline çeviremeyen eşhas ise karşılarında buldukları Sucuk Cumhuriyeti sebebiyle ye’se kapıldı. İstiklâl Marşı’nın meşgul ve meşbu kıldığı müminler, ne berikilerdendir, ne de ötekilerden. Bizler rahat adı verilen şeyin dünyada bulunmadığı bize haber verildiği için rahatımızı aramadık. Vazifemiz sebat idi. Sadıklardan olma ve öyle kalma derdindeyiz. Allah’a İslâm’ın değirmeninin döndüğü yerden ayrılmama sözü verdik. Ne sebepten olursa olsun ye’se düşmek bize haram. Küfre rıza göstermenin yolunun ye’se düşmekten geçtiğini biliriz. Harama vardığı bariz olan yolların haram olduğunu da biliriz.
Bilme imtiyazını nasıl ele geçirdik biz? Neyi, nereden biliyoruz? Zekâmız, kültürümüz mü öğretti her şeyi bize? Hiç de değil. Allah bize ne öğrettiyse sadece ve yalnızca onu biliyoruz. Cümleyi şöyle kurmak da mümkün: Sadece ve yalnızca Allah’ın öğrettiğine bilme, biliş, bilgi diyenlerdeniz. Allah’ın öğrettiğinden başkasını (ötesini veya berisini) bildiği iddiasında bulunan her kim ise gider aldatıcılar ve aldanıcılar arasındaki yerini alır. Uyanıklık yapıp aldanıyormuş gibi yapanlar aldananlar zümresinin içine, kibre kapılıp aldatıyormuş gibi yapanlar evleviyetle aldatan makulesi içine dahildir. Türk olmak tarihî olarak kapitalizm karşıtlığıyla ispat-ı vücut eylemiş bir varlığa sahip çıkmaktır. Daha düne kadar “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye haykırırken tarihin üzerimize yüklediğine işaret ediyorduk.
Tarihin Türk’e tahsis ettiği şerefli yere düşmanlık gösterenler Mehmet Akif’in Türk askeri hakkında “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” deyişinde bir cüretkârlık buldu. Bunlar benim Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş şartlarıyla Kur’an-ı Kerîm’in nâzil oluş şartlarını aynılaştırmış olmamda ne bulacak? Hulefa-i Raşidin devri geride bırakılır bırakılmaz kâfirlere mahsus tasnif usullerine Müslümanları alıştırmak isteyenlerin bulduğu her fesat vasıtası ufkumuzu daraltmağa başladı ve halen daraltıyor. Bin yıldır dünyadaki günlerimiz gözü karanlığa alışmış insanlar olarak geçiyor. Tatmin sahası hususiyeti kazanışı yüzünden dünyanın kepaze halini baş tacı edenler zulmünü artırdıkça dikkatimiz dağılıyor. Sözün gelişi, Mustafa Kemal’in ömrünün en fazla son dört senesini kendisine Atatürk adı yakıştırılmış olarak geçirdiğine dikkat etmiyoruz. Devletin kaymağını yiyerek semiren birileri bu dört seneye o kadar çok şey borçlu olmalı ki, ölümünden on dört sene sonra “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarılması zaruret haline gelmiş. Ülkemizin idaresinde keyfi olan ve zaruri olan birbirlerinin sırtını keseliyor. Keyfin kimin keyfi olduğu, kimin zaruretinin giderildiği umursanmıyor. Bu aldırışsızlığa binaen Türkiye’de bir şeyleri hiç anlamamış ve asla anlayamayacak olan ve şahsiyet itibariyle iflâs etmiş kim varsa kolayca etki ve yetki sahibi kılığına sokuluyor. Küfrün bu pervasızlığına mukabil niçin biz Türkler üzerimizde gerçekleştirilen ameliyelerin hesabını sorma hazırlığına koyulmuyoruz? Ne sebeple ve ne umarak Borné’lerin, Raté’lerin, Prosaique kafaların dünya hayatının içine ettiklerinin lezzetiyle meşgul oluyoruz?
Dünyada garip bir yolcu gibi olması teklif edilenlerin şerefleridir benim Kur’an-ı Kerîm’in nazil oluş şartlarını Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş şartlarıyla aynılaştırmama sebep olan. Türklük nice bir şeydir? Türk olmak kimlerin harcıdır? Bu sualler bîtaraf bir tavrın tevlit edeceği sualler değildir. Bu sualleri ancak Türklüğü iyi mi, kötü mü sayacağımıza, Türk bilineni makbul mü, melun mu sayacağımıza karar verdikten sonra cevaplandırabilmek mümkündür. Ağzın var sanırsın ve konuşursun. Dersin ki, biz gündemimize insanlığın duçar olduğu belaları almışken Türklüğe yer ve vakit kalmıyor. Anlaşılıyor ki, bu kabil sözlerin mübdii kontrol altındaki zihinlere ulaşsak bile bunun bir faydasını görmeyeceğiz. Gözümüzü Türk’e lakayt kalanın sahadan çıkarıldığı güne dikmeliyiz. Türk ve Türklük bahsinde söz söyleme hakkının sadece tarih çerçevesinde Türk’le muvafık veya Türk’e muhalif tutumunu belli edenlere şamil olduğunun anlaşıldığı güne kadar bulanık suda balık avlama zorluğu içindeyiz.