Şiir yazdım. Tahsilim sırasında ilk defa sene kaybı yaşamış ben canımı dişime takmazsam gelecek günlerimi geçiremeyeceğimi biliyordum. Yazdıklarımdan hiçbir şey (Gerçekten söylüyorum: Hiçbir şey) anlamasa bile yazdıklarımın şiir olduğunu ilk fark eden Edip Cansever oldu. Bir kaç şiirim Dost dergisinin şiir seçimini yapan Turgut Uyar sayesinde basılabildi. Türk Dili dergisinde bir şiirim yayınlanınca Cemal Süreya (Edip Cansever’in nakîsası aynen onda da vardı) övücü bir ifadeyle bundan (benden) bahsetti. Vizeyi almıştım. Bu benim beklediğimden daha fazla bir şeydi. Gençliğimde küçümsediğim birçok şeyle meşgul olarak bu yaşa gelmiş olsam da, yıllar boyu finallere girmedim. Girmeyişimin sebebini bu imtihanların 27 Mayıs 1960 sonrasında asla gerçekleşmeyişiyle izah edebilirsiniz. Gerçekten 27 Mayıs Türkiye Cumhuriyeti’ni İstiklâl Harbi galiplerinin ülkesi olmaktan çıkardı. İstiklâl Harbi’ni hatırdan çıkarmağı hayra mı, şerre mi yormalı? Yıllar Türklüğe hak ettiği yeri verecek bütün unsurları ezerek, satılığa çıkararak, saptırarak geçti. Şimdinin Türkeli’nde ne vize verecek bir mevki, ne de final imtihanını savunacak bir çevre var. Tarih içinde İslâm’ı takip ile şekillenmiş ve temeli Kur’an tarafından atılmış Türk kültürünün ne fotoğrafı çekilebildi, ne de hikâyesi anlatılabildi.
Biraz zahmete mal olacak ama hatırlayalım: Türkler Avrupalıları kendi dar kıtalarına hapsetti. Bu cümle bazılarımıza gurur veriyor belki. Hiç kimsenin zihnine “Ne işleri vardı Türklerin Viyana önlerinde ve niçin Roma önlerinde değildiler?” suali takılmıyor. Asırlar boyunca Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar kendi dinleriyle dünyada bulunuşları arasında ne genişlikte bir mesafe olursa keyif çatabileceklerini hesaplamakla meşgul oldu. İnsan iradesi ve tarih kolay kavranamaz bir ilişkiyi aksettiriyor. Zadegân sınıfın Avrupa’yı felaha ulaştıracağını hayal eden Avrupalı soyluların çocuklarını terbiye etmek gayesiyle Hıristiyanlığın XIV. yüzyılına kadar kitaplar yazdı. Bu kitaplarda çişini bir prensesin penceresi önünde yapmamak, sümüğünü koluna silmemek gibi tavsiyeler yer alıyordu. Zadegân sınıfının nereden gelip nereye gittiğine eğilmek herkes için eğlenceli olabilir. Nasıl oldu da kentsoylular zadegân sınıfının sırtını kolayca yere getirdiler? Çünkü mali sermaye hâkimiyet gücünü bütün maddi zorluklardan sıyrılmanın yollarını bularak almıştı.
Ortaçağ’dan veya feodalizmden çıkan Avrupa’nın aristokrasisi gücünü toprak mülkiyetinden alıyordu. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’yı Haçlı Seferleri’ne bulaştırma başarısını elinde tutan Kilise ile dayanışma yollarını da bulmuştu. Bulamadığı yerlerde o yolları döşemesini bildi. Dünyanın değişime açık olduğu fikrine sığınarak sosyal varlığını idame ettirenleri ağyarını mani efradını cami bir sınıf sayamadığımız için “Ancien Régime” e dair sınıf tahlilini daha ileri seviyelere götüremiyoruz. Bu adlandırmakta zorlandığımız zümrenin bir kısmı şehirde yaşayıp mali gücü elinde bulunduran kentsoylularla dayanışmayı kaçınılmaz sayanlardı. Her ülkenin şartları kendine mahsustu. Dolayısıyla sosyal hareketliliği bir esasa bağlama imkânını hiç kimse elinde tutmuyordu.
Sözün gelişi Çin’de Mao’nun önderlik ettiği Kültür Devrimi’ni topluma sunulmuş bir fırsat gibi görenler olmadı değil. Başkan Mao “Ülkenin bürokratlarının yüzde kırkı vatan hainidir” dediğinde bazı yörelerde halkın toplanıp bürokratların yüzde kırkını öldürdüğü haberine vasıl olanlar bunun nasıl bir fırsat olduğuna akıl yoracaktır. İnsan aklının aynı millete mensup olunsa bile başka bir insan aklına uymadığı gibi genel geçer bir cevap uydurulabilir. İşin içinde iş var. Meseleye kapitalizmin insan bünyesine yaptığı tesir açısından bakıldığında karşımıza hangi toplumda olursa olsun sosyal hareketliliğin suça nasıl bir davetiye çıkardığı suali çıkacaktır. Bakalım bu sual bizi nereye sürükleyecek?
Hangi taraftan bakarsanız bakın sosyal hareketlilik yumuşak veya gönül okşayıcı değildir. Ne zaman sosyal hareketlilikten bahsetsek toplumun alışılmış işleyişinde bir süre hiç sıkıntı çıkarmayan alış verişin zaman içinde o alış verişe her başvuruş sırasında işitilen hoş olmayan seslerden bahsettiğimiz anlaşılır. Nahoş seslerin çok çeşitli kaynakları olabilir. Hangi kaynak sesi bozarsa bozsun olan olmuş, taşlar yerinden edilmiştir. Hamburg’da bir kadın bana “Nasyonal Sosyalizmin baş tacı edildiği günlerde şehrin meydanlarını Yahudi aleyhtarı haykırışlarla doldurur ve arkasından gidip Yahudi evlerinde temizlikçi olarak çalışırdık” demişti. Bu hep böyledir: Yöneten bir şey söyler yönetilen başka bir şey anlar. Nasıl olmuştur da sosyal hareketlilik canını koruyabilmiştir? Çocukların kendi ebeveynlerinkine benzemeyen yaşam biçimleri seçmeleri yüzünden canını koruyan her şeye sosyal hareketlik dediğimize dikkat edin. Modernleşmenin bu değişikliğe yol açan ve giderek bu değişikliği icbar eden bir tarafı vardır.
Sosyal hareketin yönü aşağıdan yukarıya doğrudur. Yani her ne sebeple olursa olsun aşağıda kalmış olanlar görece yüksek bir yeri işgal eder hali yaşar. Her çağda ve her yerde gün gelir mahrumiyet çekenler (veya kendilerini mahrum hissedenler) çaresizliklerine son veren imkânlara kavuşur. Bunda şikâyete sebep olacak ne var? Şikâyet birilerinin çaresizlikten kurtulmalarından gelmiyor. Çaresizliği gideren araçlarla insanın huzur bulması arasında bir çelişki var. Çaresizliğinizi karaborsacılık veya arsa spekülasyonu gidermişse bunlara gerek duyulmayan ortam sizin düşmanınız sayılacaktır. Yaşanabilir hayatı fırsatçıların işlerini yürütebildikleri hayat zannı ile mesafe kat etme derdinde olanlar kafalarını gününü gün etmekten başka hedef olmadığı önyargısına gömmüşlerdir. Bir kişi gününü gün etme saikıyla hareket etmeğe başladı mı temas kurduğu herkesi kendi hedefinin malzemesi şekline getirir. Buna insanları “şeyleştirme” diyenler vardır. İnsanları şeyleştirmenin varacağı yer fuhuş, kumar ve her türlü eğlencenin ticaretidir.
Her türlü eğlence ne demeğe geliyor? Her türlü eğlence dediğimizde insanların imkânları nispetinde kendilerine tapınmaya ve fırsat bulurlarsa başkalarını kendi kulları durumuna düşürmeğe varan her şeyi anlarız. Şehir hayatı film, spor yıldızı olmaktan siyasi önderliğe kadar uzanan kariyerlerin zikzakları akla gelmeyecek eğlence araçları üretir. Sosyal hareketin hazırda bulunan mesleklerle yetinmediğine dikkat edilmediği yetmezmiş gibi gereksizliğine hükmedilecek meşguliyetlerin noksanlığından şikâyet eden edebiyat başımızı döndürür. Bir de bunun suç üreten tarafını düşünmek zorundayız. Dünyadaki ekonomik işleyiş çoğunluğu gök görmemiş hale getirmiştir. Niçin son zamanlarda bilhassa bazı sevgililer, bilhassa bazı boşanma sürecine girmiş veya yeni boşanmış çiftler cinayet figürleri haline geliyor? Neden sosyal tabakaların alt katmanını aşamamış insanların elinden suç fışkırıyor? Çünkü ilişkilerini birbirlerine zihinlerini açmadan başlatıyorlar. Sosyal hareketlilik başka türlüsüne yer açmıyor.
Pergelin yazmaz sivri ucu sosyal hareketliliğin delinebilir zeminler üretmesi sebebiyle sanatçıya ve bilhassa şaire batıyor. Şair sosyal hareketliliği reddederek başlıyor mesleğine. Kast ettiği şey olan biteni kendinden uzak tutmak değil, olan bitenin künhüne varma işine dalmaktır. Bunun için sosyal hareketliliği olduğu yerde bırakmak mecburiyeti altındasınız. İnsan vazifeşinas olmayabilir. Üzerine düşen vazifeyi umursamayanlar arasında vazifeden bahsedilir bahsedilmez kendini tuhaf hisseden herkes şiire düşkünlüğüyle dikkat çekecektir. Amerikan esir kamplarından sağ çıkan bir Alman “Goethe, o büyük ruh benim canlı kalmamı sağladı” demiştir. Batı medeniyetine Faustçu adını yakıştıran Goethe’dir. Tarih alanında akademisyen mevkiini işgal edenler ne Bizans’ı maddesi ve manasıyla yok eden Türkleri ne de devletin çok uzun süren duraklama devrini meşguliyetleri arasına kattı. Batı medeniyeti Türk vatanında hangi taşı kaldırsa kendini yalamadan yutacak canavarların çıkacağını biliyor. Hiç olmazsa Türklerden daha iyi biliyor.
İsmet Özel, 3 Cemâziyelevvel 1442 (18 Aralık 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.