Hegel’in dipnot verirken (veya alıntı yaparken) çok sık hataya düşmesinin sebebi olarak filozofun dipnotları ezberinden ve kaynaklarına göz atmaksızın verişini gösterirler. Bu durumda Hegel’i yanlışa sürükleyen şeyi hafızasına güvenişinde bulabiliriz. Matbuat hayatında Napolyon Bonapart’ın Alman devletlerinin işleyişinde gerçekleştirmek istediklerinin temsilcisi gibi hareket eden ve ona “At üzerindeki Geist” yakıştırmasında bulunan Hegel’in bütün yanlışı dipnotları ezberinden verişinden ibaret miydi? Hegel kendini en gelişmiş felsefenin sözcüsü sayıyordu. Nasıl en gelişmiş filozof Hegel idiyse, en gelişmiş devlet de Prusya idi. Güneşin etrafında dönen (bugün sayılarının kaçı bulduğundan haberimiz olmayan) gezegenlerin yediden ibaret olduğuna inanılan günlerde yedili bir sistem de kurmuştu.
ABD’de yaşayan milyonlarca insanın Rus olduğuna inandığı Karl Marx ters duran bir Hegel ’den bahseder. Marx baş aşağı duran Hegel’i ayakları üstüne oturtmakla övünür. Başı alt tarafta ayakları yukarıda olduğu halde yine de “duran” Hegel’i tebrik etmek gerekirdi. Çünkü insan için baş aşağı durmak ayaklar üstünde durmaktan daha çok hüner gerektirir. Hafızaya güvenip hüner göstermek… Neyin nesi bu? XXI. Hıristiyan asrında Hegel’i böyle bir paranteze almanın kime bir faydası dokunacak? Olur olmaz şeyleri ezberde tutmaktan fayda umsa idik ne Hegelci kurucuların aydınlanmış desteğinden medet uman SSCB kurulacak ve ne de ömrünü yüz seneye uzatamayan bu devlet haritadan silinecekti. Elde edilen fayda olarak birileri eğer bir Sovyet kalkınmasından söz edecekse onlara Çarlık Rusya kalkınma çizgisi bugüne uzatıldığında nerelere gelebileceği söylenmeli.
Toplumların hangi halden hangi hale dönüşeceği fert hayatı bakımından bir insan tekinin bedeni ve yakın çevresiyle kurduğu ilişkiden daha önemlidir. Niçin? Çünkü bir ferdin toplum hayatında dikkat çekmesi, belirginlik kazanması için etkili olan tepeden tırnağa toplum normlarından başkası değildir. Dünyaya ne gözle baktığımız önümüzde ve sonumuzda nelerin deveran ettiğine delildir. Biz Müslümanlar Müslimler bir tarafta gayri-Müslimler karşı tarafta bulunmak üzere dünyayı ikiye bölmüş haliyle kavrarız. Kavrayışı bu yoldan kendimize ait kılarız. Eğer gerçekten Müslüman kimliğine sahip isek bizimkinden daha farklı bir akıl düzeni iddiasını ileri sürmek hem akıldan, hem düzenden mahrum kalışın bir belirtisidir. İnsan hayatının intizama girmesi için akla ve düzene vazgeçilmezlik tanıyanlar tıpkı Kant’ın yaptığı gibi saf akıl, pratik akıl ve sair kategorilerle boğuşmak zorunda kalır.
İnanç olarak bildiğimiz şeyler eski kulağı kesiklere çocukça gelir. Yerküreyi dolduran beşer mevcudiyetini Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye bölmek de bu çocukça inancın yansıması gibi görünür. Oysa bu tıpkı yarıya kadar dolu bardağın boş kısmını işaret edenleri kötümser, aynı bardağın dolu kısmından bir avuntu çıkaranları iyimser saymak gibi bir şeye benziyor. Bardağın yarı dolu olduğundan bir fayda umanlar bardağı doldurma yükünün insana mahsus olduğuna inananlardan daha savruk kimselerdir. Bardağın boş mu, dolu mu olduğu hakkında fikir beyan etmek beşerin dünyaya boşuna gelip gelmediğini işaret etmenin yani ahlak vecibelerini ciddiye alıp almamanın sonucudur. Dikkatinizi inancın sizi çektiği yere çevirirseniz inanç gerçekten çocuklara yakışır. Yani beşeriyet içinde Allah’ın emir ve nehiyleri karşısında meleksi tavrı kendine yakıştıran çocuklardır.
Auguste Comte’un pozitivizmi baş tacı etme modasını başlatması insanlığın çocukluktan kurtulmasından medet umanların sayısını artırdı. Sayının artması demek önyargıları kınayan önyargıların işe karışması demekti. Pozitivistler sayıca çoğalmakla kalmadı; aynı zamanda kendilerine toplumun çekilip çevrilişinde başrol verilmesine liyakat atfedilmesini tabiî karşıladı. Hıristiyanların 1935nci yılından itibaren Batı medeniyeti diye bir şeyden söz edilebilirse onun paradigması değişti. Değişti de ne oldu? İçi dışına çıktı. İnsan ilişkilerinde yeni bir çağın başlaması bahsi alt üst oldu. Doğruyu ifade etmenin dayanağı kabul edilen bilim itibardan düştü. Netice vermese de NAZİ deneylerinin bu nüfuz kaybına yol açtığı zikredilmelidir. Gele gele nereye gelindi? Güven tazelemek için Batı’nın elinde hiçbir şey yoktu. Hafızasına güvenmeğe kalkışırsa karşısına devasa bir müstemleke edebiyatı çıkıyordu.
Güven tazeleme faaliyetinde bulunmak Türklerin aklına hiç gelmedi. Sokullu Mehmet Paşa eğer sadrazam olma şartıyla devşirilebildiyse Osmanlı devlet sınıfları içindeki pazarlıklar hiçbir Müslümanın rahat uyumasını temin edemeyecektir. İnzibatî tedbirlerin Müslümanların din bağlarına bırakılmış bir toplum hayatı vardı. Her şey buna ayarlanmışsa meşhur Osmanlı tokadını nereye koyacaktık? Dalkavukluğun resmi makamlarca geçerli ve ücret mukabili yapıldığı toplum hayatı bütün işleyişi Batı hayranlığına olduğu kadar ve ondan çok İslâm düşmanlığına terk edilmişliğine dikkatimizi çevirecek olursak gelmiş geçmiş tahsil hayatının izah edebileceği bir vakıa ile yüz yüze olmadığımızı anlarız. Toprakta şahsî mülkiyetin kabul edilmeyişini deşecek olursak altından hangi çapanoğlunun çıkacağını bilmiyoruz. Türkler eğer millî varlıklarını ciddiyetle hesaba katmış olsalardı Hıristiyan XIII. asrında temine muvaffak oldukları güveni tazeleyebilirlerdi.
Bizans’ın etki sahasını daraltarak Türklerin Küçük Asya’yı vatan edinmeleri birçok yönüyle asr-ı saadete dönüştü. İslâm’ın Bizans’la hesaplaşmasını başlatan Tebük seferi Müslümanların nereye gittiklerini bildikleri yegâne sefer olarak bilinir. Bir çatışma görülmedi Tebük’te çünkü Bizans ordusu Müslümanların karşısında yer almaktan geri durdu. İşte bu seferden dönüş aşamasında Resul-ü Ekrem şunları irade etti:
Kur’an bizim, biz Türklerin yüzyıllar boyunca hafız olmasını temin etmekle yetinmedi aynı zamanda dünya dilbilim çevrelerinin dil, lisan ve lügat temelinde ürettikleri tezlerin ne kadar fakir kaldıklarını gösterecek şekilde Türkçenin doğmasına sebep oldu. Kur’an ile onu hıfz edenlerin sayısındaki kabarıklık bir yaşama biçimi tercihiydi. Harp meydanlarında hasmımız gayri-Müslimlerden başkası değildi. Yani bizi biz yapan tercih ancak İslâm’ın hayat yolu sayılmasını temin eden tercih olabilirdi. Dinle aramıza neyin girmesine ses çıkarmadıysak Türkçenin eciş bücüş bir anlaşma aracı haline getirilmesine sebep oldu.
İsmet Özel, 26 Rebiül ahir 1442 (11 Aralık 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.