Tarihe evvel zamana ait hikâyeler gözüyle bakmak herkesin hakkıdır. Çünkü anlatılan gerçekten bir hikâye ve ne yazık ki, bir ferdin değil, bir milletin hikâyesidir. Anlatılanın içinde her iki tarafı da, hem söyleyeni, hem dinleyeni ilgilendiren bir tahkiye vardır. Bizi en çok korkutan böyle hikâyelerin canımızı sıkması, giderek can yakıcı gelmesidir. Başka milletlerin tarihi nasıl olursa olsun; ama bizimki temiz olsun isteriz. Bu çocukça isteği bir kenara bırakırsak tarihin gözümüzü insan olup öyle kalma davasından kaydırdığını fark etmemiz hiç zor olmayacaktır.
Normal adını verdiğimiz bir toplum durumumuz var: İnsan olmağı umursamadığımız yetmezmiş gibi bizi insanlık değerlerine karşı umursamaz kılan ilişkiler karşısında duyarsız kalışımız “normal” addediliyor. Çünkü XVI. asırdan beri gemi azıya almış modernlik veya kapitalizm elinden “normal” kimselerin kazançlı çıkarıldığına bir türlü inandırılmışız. İnandırma faaliyeti yaşamakta olduğumuz günleri veri sayışımız yüzünden bir başarı sayılıyor. İsa’dan XX yüzyıl sonra patlak veren I. Cihan Harbi ve onu 21 sene sonra takip eden II. Dünya Harbi savaşların asli karakterini ortadan kaldırdı. Savaş olarak bildiğimiz kavimlerin ve giderek şehir devletlerinin kendilerine bir yaşama sahası ele geçirmek için yürüttükleri mücadelenin bir adıydı. Adına yaşama sahası dediğimiz şey sade bir şey değildi. Din ve ekonomi çok şeyi birbirine karıştırdı.
Nasıl bir gelecek arıyorsak tarih nihai biçimini aradığımız o gelecekte bulur. Süleyman Demirel’in “Dünya nereye gidiyorsa, biz de oraya gidiyoruz” sözünde zekâ parıltısından eser yoktur. Sanki dünya nereye gittiğini kendi biliyormuş da bize sadece ona ayak uydurmak kalmış. Olsa olsa, buna bir itiraf diyeceğiz. Neyin itirafı? Cumhuriyet tarihinin. Karşımıza kendisi de bir zorlama olarak çıkan Cumhuriyet bütün evreleri boyunca yapmağa icbar edildiğimiz şeyleri yapmakla geçti. Dayatmalara boyun eğen yalnızca TC mi? Dünya Sistemi kendini kendi yolunu bulma derdiyle dertlenen her zümreyi, her kavmi, her kimseyi hizaya getirmekle görevli sayıyor. Neyin mi hizasına? Adıyla, şanıyla kapitalizmin. Bunun için elinden geleni ardına koymuyor. Türklük adı anılmıyordu; ama Türklük tarih içinde karakterinin gerektirdiği rolü bilfiil oynamakla millî varlığa kefil oldu. Çok dolambaçlı yollardan I. Dünya savaşına sokulduk; ama başımıza gelenin ne büyük bir dert olduğunu bildiğimiz veya sezdiğimiz için ateşli silâhlarla verdiğimiz mücadelenin adını “seferberlik” koyduk. Seferberlikten elimizde “Misâk-ı Millî” kaldı. Elimizde mi? Kimin elinde? İstiklâl Harbi sona erdi fikrine rağbet edenlerin zaptiyeliği Cumhuriyet idaresine yol açtı. İnkılâpların gölgesinde geçen ve bir asırdır devam eden günlerimizi Misâk-ı Millî ’den en büyük tavizi verenlere emanet edilişine borçluyuz.
Türklerin bu topraklarda bulunuşu öncesinde Sibirya’da Moğollarla karışmış olarak oturmalarını, İskitlerin Türklerin atası sayılmasını aklı başında insanların fikri olabileceğine inananların İstanbul’un yöredeki finans merkezi oluşuna ve buna bağlı olarak şehrin gökdelenlerle dolduruluşuna, Boğaz üzerinde köprüler inşa edilişine itiraz etmeyişleri normaldir. Normal her zaman kendinden daha normalini icat eder. Yani vahim olan vuku bulmuştur. Çoktan unutuldu; ama hatırlamakta ve hatırlatmada fayda vardır ki, Türklük karakteri Türk topraklarının doğuşuyla eş zamanlıdır. Bunun neye tekabül ettiğine akıl erdirmeği Türklük karakteri dâhilinde saydığımız zaman her şey yerine oturmuş olacak. Milletlerin var olmaları için tarih sahnesine çıkmaları şart değildir; ama Türkler söz konusu olunca yaşadığımız günleri anlama bakımından dünyanın çekilip çevrilişini dert edinmiş herkesi ilgilendiren bir şey var: Türklerin tarih sahnesine çıkması Haçlı Seferleri ile başlar. Yani yerküre üzerinde Sünnî bir tavrı sarahaten ve askeri güçle savunan önce Selçuklu, sonra Osmanlı düzenleri oldu. Sünnî olmadığı halde Müslüman bilinenlerin durumu kendi değerlendirmelerine bırakılmıştır. Klasik Osmanlı düzeninde Alevilerin askere alınması Müslüman sayılmaları yüzündendir. Bektaşilik Hıristiyan Arapları dergâhın dışında tutarak ırkçı bir ayrımcılığa yol açmıştır.
Tarih talihimize ışık tutsa da kimsenin gönlünü ferahlatacak bir bilgi birikimi değildir. Vakıaların biraz daha teferruatlı bilgisi, bize biraz daha huzur ikram etmeyecektir. Yanlışlıklar öylesine üst üste binmiştir ki emniyet kazanma derdinde isek bunu taraf tutmamızın sağlayacağını akla getirmek ham hayaldir. Yanlışlıklar nasıl oldu da üst üste bindi? Yani nasıl oldu da İstanbul’un fethi Roma’nın da fethi gereken bir şehir olduğunu unutturdu? Bâtıl itikat denince niçin siyah kedinin önümüzden geçmesi veya bizim bir merdiven altından geçmemiz anlaşıldı? Butlana uğramış itikatlar Yahudilik ve bilhassa Hıristiyanlık değil miydi? Modernizmin tezahürü itikadın sahih veya bâtıl olmasının kimi, ne kadar, hangi sebeple ilgilendirdiği meselesinin üstünü örttü. İtikatla ilgilenmek için hiçbir sebep yoktu. İtikat hiçbir derecede ilginç değildi. Hiç kimse itikada dayanan bir hayat yoluna hayat yolu demiyordu.
Hıristiyan takviminin 1973üncü yılında yapılan genel seçimde daha sonraları hep “siyasal İslâm” olarak anılacak bir kavram Türk siyasetinin lügatine sokuldu. MSP’lilere “yeşil komünist” denildiği günleri tıpatıp hatırlıyorum. 1971 muhtırasının intikamının seçimde alınacağından korkuluyordu. Ecevit ve Erbakan seçim kampanyası boyunca birbirleri aleyhine konuşmadı. Seçim akşamı CHP’nin tek başına iktidara geldiği zannıyla başkent Ankara’da taşkınlığa varan gösterilere şahit olduk. Aynı gün, aynı şehrin bir yerinde bir adam hüngür hüngür ağlayarak “Halk kazandı diyorlar” diyordu, “olamaz, bizi aç bıraktı aç”. Her türlü şiddetin kol gezdiği ülkede kimin ne zaman, kimi aç bıraktığı kimin umurunda? Ömrümün son deminde bütün cesaretimi toplayıp sorma durumundayım: Yıllar geçti mi, geçmedi mi?
Yıllar geçti diyorsanız ömrünüz başkalarına fark atma endişesiyle yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Yılların geçmediğine inanıyorsanız zihniniz tarih içinde mensubu olduğunuz kavmin bıraktığı ize takılacaktır. Hatırınızdan çıkarmayacağınız şey Türk olmanın Yahudi ve Hıristiyan kültürünü geriletmekle bire bir alakası olduğudur. Osmanlı devletine Türkler gözünde meşruiyet kazandıran şiar şu idi: “Elbirliği ile kâfire haddini bildirmek”. Halk bu yaptığına “gâvuru kırmak” diyordu. Ramazan oğulları ile Dulkadir oğullarının birliğe katılmaları Yavuz Sultan Selim’in şark seferine denk gelir. Devran kendi kendine dönmedi. Devran sermaye menfaatleri uğruna döndürüldü. Bilin ki, kâfire haddini bildirmek gayesinden uzak duran herkes Avrupa medeniyetine bir yerinden yamanmanın yolunu arıyordur. Giderek bunu bulmuştur bile. Türkiye’de yaşayan kaç kişi halk arasında “Atatürk’ü koruma kanunu” diye bilinen metnin DP milletvekillerinin ateşli oylarıyla ve CHP’nin ciddi muhalefetine rağmen TBMM onayına kavuştuğunu bilir? Bilmediğimiz, bize kasten bildirilmeyen çok şey var.
Gönüller göze gösterilmeyene katlanıyor. Yıllar geçince katlanılan şeylerin fanatik hareketlerden doğmuş olduğu hissi yaygınlaşıyor. Yılların geçmediğine inananlar meselenin doğduğu yerden kendini uzak tutmama tavrıyla hareket ediyor. Dolayısıyla kelime-i şahadet getiren herkesin dil ile ikrar ettiğini kalben tasdik edip etmediği yepyeni bir vaziyeti doğuruyor. Son kırk sene boyunca hadiseler cami cemaati içinde herkesin itikat bahsini es geçerek bir mensubiyete rıza gösterdiğini ispat etti. Rıza gösterilen mensubiyet şeriat mı, kanun mu çekişmesine can vermemizi çoktan imkânsız hale getirdi. Ne yapacağız öyleyse? Şimdiye kadar hiç düşünmediyseniz yılların geçmediği fikrine zihninizde bir yer açın. O zaman “teknologinin harikaları” ibaresini diline dolayan herkes acınacak hale düşecektir. Eğer İslâm’ın rahmet dini olduğuna kanaat getirmek işinize geliyorsa bu kanaate ulaşmak çok zaman almayacaktır. Aksi halde yıllar çoktan geçmiştir ve zaman içinde yolculuk için müracaat edeceğiniz H.G. Wells’ten başkası kalmamıştır.
İsmet Özel, 19 Rebiül ahir 1442 (4 Aralık 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.