“İslâm’ı severim, dinin bir insicamlı mütalâasıdır ve açık-düşünüşlüdür”. Bu sözler Aristoteles’ten sonra en büyük mantıkçı olarak anılan Kurt Gödel’e ait. Gödel ispatına ihtiyaç duyulan her şeyin matematikle ispat edilebileceğini ileri sürdü. Daha önemlisi asırlar boyu dört işlem gölgesinde kurulan olanca kuram temelinde yükselmiş yapının içinde bir noksanlık barındırdığını ve her yapının tamamlanmamışlıkla malûl olduğunu gösterdi. Onun mantık ve matematik, Alfred Tarski’nin de semantik üzerinden ispatına emek verdiği yaklaşımlar insan aklının 1935 Hıristiyan yılından itibaren şiirin söylem değerinin tartışmağa açık olmadığı olgusu yardımıyla işe yarar bir konuma geçmesine sebep oldu. Ne işimize yarardı şiir? Geçmişi insanlığın doğuşuna kadar uzanan şiir bir şeyin bilgisi idiyse o şeyin ne olduğuna bir isim takılmalıydı. Yazıldığı çağı ve yazıldığı yöreyi öne çıkarmadan şiirin bir “kendilik-bilgisi” olduğunu söylersek isabet kaydetmiş olur muyduk? “Bir kendilik-bilgisi” derken insanın kendini öğrenmek üzere çeşitli bilgilere uğradığını, bu uğradıklarından birinin de şiir olduğunu söyleme durumuna düşmek istemiyorum. İnsanın kendini öğrenmek için şiirden başka bir yol araması nafiledir cümlesini sarf etmeği de kendime yakıştıramıyorum. Şiir söylem (cerbeze, discours) karakteri sebebiyle dikkate alınmalıdır. Şairi şair kılan her ne ise o söylemde mukimdir.
Hem şiirin bir teselli olduğundan bahis açtım, hem de şiirin bize kendilik-bilgisi sağladığını ifade ettim. Var mı bu ikisi arasında bir münasebet? Var ve bilhassa var. Şiir bizi ne kadar teselli ediyorsa kendilik-bilgimize o kadar yaklaşıyoruz. Şiirden teselli kapmamız şairin çektiği ıstıraba yakınlığımızdan doğar. Benim pergelden bahis açmam bu sebepledir. Pergel en kısa yoldan daire çizmemize yardım eder. Carl Gustav Jung’un dediğine inanacak olursak köşelerinin sayısını mükemmele varacak derecede artıran daire Tanrı’nın sembolik ifadesidir. Yahudiler her bir Yahudi’nin özünde Tanrı’dan bir parça barındırdığına inanır. Hıristiyanlar insanın Tanrılaşmasına yol göstermek için insan kılığına girmiş bir Tanrı’yı över. Müslümanlar bunların birincisini gazaba uğramış bir kavim olarak görür. İkincileri ise dalâlete uğramışlar topluluğu kabul eder. Sırat-ı müstakim kendi bünyesinde tanrılık aramayanların takip ettikleri yoldur. İnsanı hangi tarzda olursa olsun düşmüş bir tanrı olarak algılayan Batı tedavisi imkânsız bir hastalığa yakalanmıştır. Küreselleşmenin yerküre üzerinde Batı olmayan küçük bir alan bırakmadığına akıl erdirebiliyorsak hastalıktan hepimiz payımızı almışızdır. Oysa yaratmanın bir gereği olarak yaratıcı ve yaratılan arasında kapatılamayacak bir boşluk bırakılmıştır. Eğer dünya hayatının çekilip çevrilmesinde insanı imtiyazlı bir mevkie yerleştirirseniz Allah önünüze öyle dertler çıkarır ki (çıkarmıştır ki) “doğru yol” değerini kaybeder (kaybetmiştir). Hiç kimse değersiz bir şey için gücünü yormaz. Nitekim yormuyor.
Müslümanların şiir yazmasını meşru kılan üç şeyden biri uğradıkları haksızlığın intikamını alma cehdidir. Müslümanlar açısından pergelin yazmaz sivri ucu gayri-Müslimlerin yücelme beklentilerinden daha büyük bir yer tutar. Öncelikli olarak Müslüman şair bir değil iki küre ile iştigal eder: Birinci küreye kâinat ismi veriyoruz, yani âlem-i kebir. İkinci küre şairin kendisidir ve onun ismi âlem-i sagir olarak anılır. İsa aleyhisselamın ahirete irtihalinden 1935 sene sonra şairlerin işkembe-i kübradan sallamadıkları ve insanlığın iki dünya saadeti uğruna kendilerini feda ettikleri ortaya çıkınca şairlere bir hayat imkânı mı sağlandı? Hayır, öyle olmadı. Ezra Pound ’un vatana ihanetten yargılandığı yetmezmiş gibi şair toplum düşmanı muamelesine tâbi tutuldu. Şairler bu muameleyi nefretle karşılamadı. Çünkü bütün sanat erbabı içinde yalnızca onlar deli olarak damgalananların değil, hasta olanın toplum olduğunu kavrayacak kabiliyeti geliştirmiş olanlardı.
Şiir hem teselli, hem kendilik-bilgisi, hem de bu ikisini tamamlama fırsatı üreten bir uğraşıdır. Çaba gerektiren bir meşguliyet. İşe okunmağa değer şiiri keşfetmekle başlarsınız. Şair olma kararını ne zaman ve niçin alırsınız? Okuduğunuz şiirlerin çağrı gücündeki noksanlığı sezdiğiniz zaman. O çağrıyı yapacaksınız ki, okur kendini şair yerine koyacak. Bu vakıa daireler çizilerek kuvveden fiile çıkar. Dairenin yarıçapı sizin dünyaya verdiğiniz değerden etkilenir. Bir daire diğerine temas eder mi? Etmeyeceğini düşünmek şiirin elle tutulur tarafı bulunmadığını sanmaktır. Şiir ortaya çıkmadan derinliği hakkında şairin de bir haberi yoktur. Hayret bekler şairi. Hayret hayreti takip eder. Yani şiir dünyasında hiçbir hayret tazeliğini koruyamaz. Bir şair dairenin diğerini ne kadar, neresinden kestiğini bilmeden yürütür işini.
Robert Frost’un çok bilinen sözünü anmadan geçmeyelim: Şiir tercümede kaybolandır. Bundan şiirin tercüme edilemeyeceği hükmüne mi varmamız gerek? İsterseniz varın; ama unutmayın ki ondan başka millî varlığı besleyen kaynak bulamayacaksınız. Her ne kadar Paul Valery şiir bitmez terkedilir demişse de şiir bir kültürün fışkırdığı yer itibariyle tamamlanmış bir metindir. Benim daire telmihi üzerinden yaptığım açıklama ciltler dolusu açıklamaları daha da karmaşık hale getirmiyor. Bilâkis Eskimo şiiri veya Zulu şiiri denilmesini mesele edenlerin girip çıkabileceği bir kapıyı aralamakla kalmıyor, sonuna kadar açıyor. Şiir hakkında etimologik farklara dayalı zorluklardan etkilenen herkesi yeni bir bakış açısı edinmeğe davet ediyor. Şuurla akrabalığı inkâr edilemeyen şiirin birçok Batı dilinde yaşayan karşılığının Yunancası “yapma” yı işaret ediyor. Bir kültürde şuuru canlandıran şey başka bir kültürde yanına yapmağı almadan hareket edemiyor.
Türk şiiri çıkmaza 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin görünür veya görünmez sebebiyle girmedi. Şiiri Türk topraklarında çıkmaza sokan şair olarak inkılapların heyecanıyla Mehmet Akif’in devre dışı bırakılmasıdır. Günlük dilde aruzu yaşatma bakımından Yahya Kemal’den, Faruk Nâfiz’den kilometrelerce ilerde bir şairdi o. Aruzla daha ne yapılabilirdi? Küfrün planlarına karşı Sakarya Meydan Muharebesini vermiş ve fakat Meşruti Monarşiyi deneme yolunu ciddiye almamış bir toplum bu suali cevaplandırma gücüne yabancıdır. Türk toplumu Gaza Beylikleri döneminde erdiği ahlâk seviyesine bir daha erecek mi? Aksak Timur bu seviyeden haberdar olduğu için Yıldırım Beyazıt körünü mağlup etti. Müslümanların dünyada yaşayanlar arasında birinci sınıf zümreyi teşkil ettiklerini bilen ve bildiren bir seviyeydi bu. İslâm’a uzak düşmüş olanlar Müslümanlar karşısında mağlubiyetin acısını yaşadıktan sonra canlarını kurtarmak veya kölelik şartlarına razı olmak dilemmasını bir çözüme götürmek mecburiyetindeydiler. Osmanlı devlet ricali bu mecburiyetin devşirme usulü ile ortadan kaldırılacağını gösterdi. Devşirilenler arasından hiç şair çıktı mı? Çıktıysa bile kaçı dikkate değer şairler arasına girdi? Bu sualleri cevaplandıracak donanımım yok; ama doğdukları topraklara vezir, vezir-i azam ve sair imtiyazlılar olarak dönen çocuklar devşirilmenin ne kadar dünyevî rahata dönük olduğuna birer delildi.
Deliller gösterildi, gösteriliyor, gösterilecek. İnsanlara kendileri için en gerekli şeylerin, en güzel şekilde dile getirildiği zaman diliminde yani Kur’an nâzil olduğu yıllarda Amerika kıtaları, Avusturalya, Yeni Zelanda kendilerine Avrupalı dedirtenlerin bilgisi dışındaydı. Kur’an sebebiyle açılan çağ para kazanmağa meşruiyet bahşetti. Kapitalizmin geçirdiği evrim keşfe konu olan yerleri gelir düzeyi en yüksek kimselerin yaşadıkları yerler haline getirdi. İnsan münasebetlerindeki çapraşıklık şiirin canlılığını korumak için sahip olabileceği en elverişli ortamı buralara taşıdı. Ne var ki şiir söylemek için kavuşulan elverişlilik şiirin değerine vakıf olmağa kadar varmadı. Neden? Çünkü şiir söylemi milliyetçi söylemin bir basamak altında kaldı. İşin tabiatı buna âmirdi. Yani anadil olarak sahiplenilen söyleyiş tarzı şiirin doğmasının hem sebebi, hem sonucuydu. Wilhelm von Humboldt ’un dediği gibi “Dil insanın gerçek vatanıydı”. Pergelin yazmayan sivri ucunun battığı yer sebebiyle şairin neresi kanarsa kanasın kanamanın çok yüzlü macerası ancak anadil üzerinden söylenebiliyordu. Aradan anadilin ifade gücü çıkarılırsa kanamadan söz etmek züppelikten öteye geçemezdi.
İsmet Özel, 5 Rebiül ahir 1442 (20 Kasım 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.