Şiirin bir teselli olduğu kanaatine uzak düşenleri belâlar bekliyor demektir. Ne tür belâlar? Şiire emek veren insanları kast ediyorsak önce bu insanlar kendilerinin şiirle ve şiirden dolayı yaptığına kimsenin güç yetiremediğine inanırlar. Böyle bir inancın onları hataya düşmekten koruyacağı fikri paçalarında asılı kalır. Bir başka belâ da şiirin işlevsel olduğuna dair inançta gizlidir. Ortaya çıkan şiirin yaralara merhem olacağı fikri bir kelime kuyumculuğuna sürükler insanı. Bu belâya uğradınız mı edebiyatı inzibatî bir meşguliyet haline getirmekten ve giderek bu meşguliyetten mesul biri haline gelmekten zevk alırsınız. Sizin zevk alış tarzınız dünyanın kim bilir kaç bin yıllık kirini saklar ve artırır.
Dünyaya düşkünlük düşüklük gerektirir. Şiiri bir teselli olarak göz önüne almak bilhassa bu sebeple şarttır. Dünyada bulunmak zevk aldığımız bir şey mi? Yoksa eziyete uğramakla mı geçiriyoruz günlerimizi? Ne biridir, ne öteki. Eğer zevkli günler geçiriyorsak ahlâken fesada bulaşmışızdır. Zevk alma duygusuna kapılmamız kendimizi varlığın yerini bulduğu faraziyesi tuzağına kaptırmamızdır. Dünya nimetleri kavramı bütün kültürler içinde bir ihanet itirafıdır. Kim kime ihanet ediyor? Dünyaya gelişimiz bir sebebe mebnidir. Yoksa bizim kazancımız içinde yolcunun, hastalanmış olanın, acze düşmüş olanın payı olduğu söylenmezdi. Dünyaya düşkün olma hali düşüklük gerektirmeseydi gözümüzü yolcunun hakkına, hastanın hakkına, acze düşmüş olanın hakkına dikmezdik.
Şiire müracaat edişimiz düşüklükten sâlim kalabilmek içindir. Düşüklük sürüye mensup olmağı umursamayanların payına düşer. Öyle ki maddi kazanç onların sürüyle ilişkisine anlam verir. Dünyada solcu olmakla şöhret yapmış kim varsa insanları ellerine geçen yıllık gelirleriyle bir tasnife tâbi tutmakla kalmadı; aynı zamanda yaşayış ritmini bu tasnife elverişli kıldı. SSCB’nin tarihe mal edilmesine, ÇKP’nin kapitalizme yardakçılık ederek ayakta kalma tecrübelerine rağmen gelir farklarının toplumun ileri doğru mesafe kat etmesinde bir rolü olduğu fikri canlı tutuluyorsa bunun sebebini Marksizm’in sermaye birikiminde artı-değere anlam yükleyişinde aramak mümkündür. Ortada devasa gücünden hiçbir şey kaybetmemiş müstemlekecilik dururken sermaye birikimine sirk numaraları seviyesinde bir işlev yüklemek bir zihin düşüklüğüdür.
“Demokrasinin sosyologiye ihtiyacı var.” Bu aforizma Pierre Bourdieu’ye ait. İlk bakışta intiba çok müspettir; ama biraz düşününce tuzağa düştüğünüzü fark edersiniz. Cümlenin bir kefesinde demokrasi, diğerinde sosyologi duruyor. Ne demokrasinin çağlar ve ülkeler itibariyle nelerden teşekkül ettiği, ne de ekonomiden ve siyasetten yalıtılmış bir sosyologi söz konusudur. Böylece bilinmeyen bir kavramın izahını bilinmezliği bariz başka bir kavrama bırakmış oluyorsunuz. Modern çağ düşünce dünyasının iplerini evhama teslim ettiği için bu tarz yakıştırmalar hemen hoşa gider. Hoşa gitmeyen şey insan davranışlarında silinmez izler bırakan yatkınlıklardır. Türklere bu yatkınlıkların mucidi demek isabetlidir. Tarih yazıcıları bu isabetten hiç hoşlanmadı. Müslüman olmayanların hor görüldüğü bir sosyal hayat Türklere karşı bütün dünyayı birleştirdi. Millet olarak bir sıkıntı çekiyorsak onu bu gıpta edilen statüde aramalıyız. Yeniçeriliğin yok edilişine “Vak’a-ı Hayriye” diyenleri yuhalamayan bir devletin tebaasıyız.
Aynı devlet hem Anadolu, hem Rumeli kazaskeri mevkiini işgal etmiş Baki Efendi’yi şeyhülislâm tayin etmekten imtina etti. Bu ve buna benzer çok sayıda vakıa karşımıza çıktığı halde niçin bir kavim olarak, bir millî varlık olarak Türklerden bahis açıyor ve açmakla kalmayıp bunun elden kaçırılmasının insanlığı felâketten felâkete sürükleyebilecek bir belâ olduğunu savunuyoruz? Türklerin uzak ve yakın geçmişi bir dokudan haber verir. Şiir dokusu Türklerin millet hasletlerini öne çıkarmış, bir toplum olarak arınmalarını sağlamıştır. Divan Edebiyatı’nı kaybedişimiz Müslüman üstünlüğünden kuvvet alan toplum anlayışına uzak duruşumuzun sonuçlarından biridir. Eğer divan edebiyatına bigâne bir şiir bina edebilmiş olsaydık, bu yaptığımız Türkçeyi keşfedişimizin bir sonucu olacaktı. Kur’an nasıl dönüp dolaşıp da Türkçede karar kılmıştı? Bu sualin cevabı dünya milletlerinin hiçbirine hoş görünmeyecektir. Fransızların dillerini yeni kurallar icat ederek Latinceden sıyırmaları biz Türkler için hayıflanacak bir şey değildi. Felsefelerini her gün biraz daha Kartezyen esaslara intibak ettirmeleri biz Türkleri yasa boğmayacaktı.
Şiirin bir teselli olduğunu fark ettiğimiz gün bir dulda ele geçirmiş olacağız. İkinci Yeni’yi duldamız olarak algılayabilirdik. Oysa gel geç bir heves dönemi oldu. Niçin? Çünkü bu şiirin doğurduğu ortamdan yararlanan herkes ele geçen şöhret imkânını kendi şiirinin olgunluğuna açılan bir fırsat bildi. Yani olgun bir İkinci Yeni şiirine ulaşılamadı. Şiiri şiirle ölçme teklifi getiren Edip Cansever kendi şiirinin İkinci Yeni’yi anlamak için doküman sağladığını söyleme gözü pekliği gösteremedi. Ben de bu selin içindeydim ve o günün şairlerinin İkinci Yeni olmaktan fazlasına güç yetiremedikleri bahanesiyle 1970’de Tanrı Mezarını Isıtsın başlıklı bir yazı yazdım. Bir süre sonra aynı yayın organında “Bana kalırsa As’lar beş tanedir ama ayakkabısından kâğıt çekenin kim olduğunu zaman gösterecek” dedim. Dediğim gibi çıkmadı.
İsmet Özel, 20 Rebiül evvel 1442 (6 Kasım 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.