Türk edebiyatının macerası gereğince bana ve yaşça bana yakın olanlara bir isim bulmak söz konusu olduğunda “LX Kuşağı” demek bazılarının hoşuna gitti. Keşke hoşa gittiği kadar gerçeğe de yakın olsaydı. Bizler, yani 60 Kuşağı olduğu söylenenler Alman üniversitelerinde patlak verip Paris’in çalkalanmasına sebep olan devrimci dalgadan muhteva itibariyle hiç etkilenmedik. Üzerimizdeki etki her iki dünya savaşının galipleri tarafından parlatılan etkiydi. Anglo-Amerikan şiirinin ve bilhassa T.S.Eliot ve Ezra Pound gibi modern şiirde devleşmeleri görünenlerin etkisi altındaydık. İyi ki de öyle olmuştu. Şiirin dayanağını akıl dışı bir sahada aramakla kalmayıp onu orada bulmak şair olarak elimizi kolumuzu serbest bırakmıştı. T.S.Eliot’un benim nefret etmek için yirmi sebep bulduğum Keynes’i öven yazıları vardı. Ezra Pound söylendiğine göre yetersiz Yunancası ve belki de daha yetersiz Latincesiyle tercümeler yapmıştı. Çincesi Robert Graves’in Çince bildiği farz edilen oğlunu güldürecek seviyedeydi. Bütün bunlara rağmen şiirle doğan ve şiirden alınacak etki konusunda bu iki şairin sergiledikleri Batılı yazış alışkanlıkları düşünülünce eşsiz şeylerdi. Romantiklerin ağırbaşlı düşünceye karşı duyguyu yüceltmelerinden iki dünya savaşının tahribatına bir paha biçmeğe varan endişelere kadar birçok karın ağrısını yüksek bir edaya iliştirmişlerdi. Medeniyetin ağırlığını ve hantallığını hissetme bakımından bu iki şairin üstlerine aldıkları çok yüksekte, paha biçilmez şeylerdi. Türkiye’de edebiyatın nasıl devam edebileceğine kafa yoranların halleri çok değişikti. İkinci Yeni şairlerin elinde bir Türkçe bulunduğuna dair bilinci yüceltmişti. “Birinci Yeni” adına hiç ihtiyaç duymamış olan şairlerin ikisi bu yeni şiirin şampiyonluğuna özeniyorlardı. İkinci Yeni’nin doğum yılları Türk aydını denilen fertlerin yalnızlık şiddeti altında bulunduğu yıllardı. Turgut Uyar bir gün bana: “Ne farkı var benim yazdıklarımla Sezai Karakoç’un yazdıkları arasında?” demek durumunda kalmıştı. Gerçekte her ikisi bambaşka tellerden çaldıkları için aradaki fark günden güne keskinleşti. Şiirin yeniden tanımına her günkünden daha büyük ihtiyaç duyuldu. Türkçe Arapçanın, Farsçanın, Yunancanın, Ermenicenin, Kürtçenin ve Batı dillerinin zemine serdiği kavrayış tarzı üzerine takılar, sıfatlar, edatlar üzerinden öyle bir imkânlar silsilesinin haberini veriyordu ki bunu dünyadaki herhangi bir dille yapmak mümkün değildi. Türkçe yazılan şiirin imkânları dünyada niçin yankılanmadı? Türklerin ellerinde ne tuttuğu Hıristiyan XI. asrından itibaren kasıtlı olarak görmezlikten gelinir. Türkler herhangi bir vasıfları esas alınarak hesaba katılacak olursa Türk topraklarının yerküre üzerindeki vazgeçilmezliğine alan açılacaktır. Bu alan niçin açılmak istenmez? Çünkü açılırsa İslâm’ın Yahudi Messianizminin veya ihanetle temayüz etmiş Hıristiyan Patriği yakıştırmasının uzantısı olmadığı açıkça görülecekti. Üzerinde el çabukluğu gösterilmiş bu iki din karşısında İslâm söyleminin kaçınılmazlığı gayri-Müslim akıl üzerinde varlık kazanacaktı. Türkçenin bir şekilde en sağlıklı dil tecrübesi olmadığına ve bilakis hastalıklı olduğuna inanmak ve inandırmak İslâm düşmanlığının en esaslı kısmıdır. Türk düşmanlığı ve İslâm düşmanlığı biri diğerinin yerini alabilecek iki şeydir. Fasıla vermeden düşmanlık göstermekten fayda umanlar ortada bir yerine iki şey olmasının kârı azamileştireceğini düşünüyor. Son zamanlarda karşımıza pek çıkmayan tanıdıklarımız hakkında şu sözü söylediğimiz olur: “Sırra kadem bastı”. Bunu söyleyişim Türkçe konuşmanın doğrudan ve dolandırmadan konuşmağa ne kadar yakın durduğunu ifade içindir. Yani bir tür bilinmezlik olarak zihnimizde yer tutan sır hiçbir şekliyle uzağında olduğumuz bir şey değildir. Sırlara karışmak için az veya çok çaba harcamayız. Kolayca sırra kadem basarız. Yaşadığımız toprakların akıbetini bu toprakları yaşanmağa değer kılanların akıbetiyle kaynaştırmadan millet vasfı yaşayarak ne yaptığımızı, dünyada ne işle meşgul edildiğimizi bilemeyeceğiz. Türkler başında ve sonunda askeri güçleriyle var oldu. Bütün dünya askeri güçleri sebebiyle Türkleri bir yere yakıştırmak zorunda kaldı. Kunuri’de Çinlileri süngüledik. Bu yüzden Almanlar bize “sivri uç, diken” anlamında “der Stachel” demeğe başladılar. Almanlar kapitalizme bağlılıkları gereğince aradan on yıl geçince Türk topraklarından köle devşirme faaliyetini başarıyla tamamladı. Türkler seferberlik sona erince Dünya Sistemi tarafından bir yere yakıştırılmış görünüyor. O yere Türkler gerçekten yakışıyor mu? Yerleşim tarzı şartların icbar ettiği bir mecburiyetten başka bir vakıayı aşamıyorsa kim, kimin yurdunda yaşıyor? Kimin yurdunda yaşadığın kimin dilini konuştuğunla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bir istek, bir boyun eğiş, bir zorlamanın meşruiyeti bizi anadilimiz dışında bir dille konuşturmuş olabilir. Millî birlik endişesi güdenler anadillerinin günlük konuşmağa hâkim olmasıyla yetinmeyecek ve alay konusu edilmesi önüne set çekeceklerdir. Bunun böyle yapılmasının en pratik, en kestirme, en verimli yolu şiir diline yaklaşmaktan geçer. Nedir şiir diline yaklaşmak? Mısralar, beyitler, gazeller, kasideler şiir dilinin nasıl altından kalkılabileceği formülünü yüzyıllar içinde buldu mu? Yoksa hadise tam tersi bir istikamette mi seyretti? Bilmeyiz; ama bizi hayranlıkla cezbeden bir mısra, bir beyit, bir gazel, bir kaside aşılmağı davet eden hususiyeti sebebiyle bize çekici gelmektedir. Türkler Osmanlı Devleti henüz hayal bile edilmeden yazılarına ve edebiyatlarına sahipti. Bazı tarih olaylarını dile getirmek için Selçuklu Türkü veya Osmanlı Türkü tabirlerine müracaat edildiğine şahit olmuşsunuzdur. Hem Selçuklular, hem Osmanlılar alnı ak insanlar olduklarını kabul ettirmek için İslâm’ın şerefini, Mekke ve Medine’nin emniyetini üzerlerine almışlardır. Yani Türk olma kavramı İslâm askeri olunduğunda anlam kazanıyordu. Hiçbir zaman karşımıza “Emevî Arabı veya Abbasî Arabı” tabirleri çıkmadı. Yirminci Hıristiyan yüzyılında Arap birliğini öngören fikirler gülünç duruma düştü. Ne olduysa oldu hadiseler İslâm düşmanlarının kaprisleri doğrultusunda aktı. Akışın ülke içinden müttefikleri vardı, halen var. Modernleşmenin her sahada zafer çığlıkları attığı günümüz Türkiye’sinde İslâm adına bugün yapılacak bir şey kaldı mı? Allah Resulünü kınayan, takbih ve alay eden neşriyatı protesto edenler bir alternatifi yok ettiklerinin farkında mıdır? Nedir yok edilen alternatif? Kur’an nâzil olduğunda İslâm düşmanları anlatılan şeylerin birer deli saçması olduğu, bir şair düzmecesi olduğu, “esatir-i evvelîn” sunumu olduğu fikrinde birleşiyorlardı. Türkler tarih sahnesine çıkmakla dünyayı, Dünya Sistemi’ni, feodalizmi olduğu kadar kapitalizmi şaşkına çevirdi. Bizans feodalitesinin inşa etme sürecine girdiği feodalizmi işe yaramaz hale getirdi. Türklerin hâkim olduğu topraklarda arabalar değil atlar görülmeğe başlandı. Önce altyapı temin edildi ve onun üstüne kültür mü oturdu? Hiç öyle olmadı. Bir Yunus Emre’miz vardı ki helâl haram ayrımı yapmadan yaşayanları devre dışı bırakıyordu. Bizim, biz Türklerin şiirde bir pire sırt vermemiz sosyal düzeni İslâm lehine düzenlememize yol açtı. Geçimini dolambaçlı yollardan geçmeden sağlayamayanlar soluğu gayri-Müslim çevrede alıyordu. Öyle oldu. İstanbul dünyanın numune bildiği tek yer olmaktan çıkınca Ermeniler dinlerine dönmenin daha kârlı olduğunu fark ettiler. Dünya Sistemi demek anakent hükümranları eliyle kararların alındığı çevrenin uygulama sonucu doğan değerlerinin derdest edildiği yerler demekti. Ne var ki, Müslümanlığın yegâne geçer akçe olduğu dönem sebebiyle komşularından ayırt edilemeyen Ermeniler cemaat olarak dillerini kaybetmişlerdi. Tanzimat sonrasında Türkçe ve fakat Ermeni harfleriyle yazılmış bir kütüphaneleri oldu. Ermeni Ruhban Okulu Hıristiyanlığın yirminci yüzyılının 50’li yıllarında açılıncaya kadar papaz olmayan Ermenice bilmezdi. Gomidas Ermeniceyi kilisede öğrendi. Türkçe bilmek veya öğrenmek hiçbir tahsil görmüş insanın derdi olmadı. 1929 yılına kadar Arapça dersi görmek mecburiydi. Türk harfleri büyük harf küçük harf ayrımından azade idi. Kelimelerin yazılışı ile okunuşu arasında bir mesafe vardı. Çünkü yazılışın irtibatı alındığı dilin gramerine kenetlenmişti. Söz gelimi “kalabalık” değil “galebelik” yazardık. Bu demekti ki, sayı çokluğunu hâkimiyet anlamına vardırıyordu Türkler. Netice itibariyle Türkçe bilmek bir şahsiyet seviyesi ve sosyal statü hediye ediyordu. İnsanlar çıktıkları çevrenin şivesiyle konuşmaktan gocunmuyordu. Edebiyat şehir hayatında bir yönetme makamını işgal ediyordu. İşgalci muamelesine tâbi tutuldu edebiyat. Bu da Kur’an surelerinin yerli yerince okunmasını imkânsız kılıyordu. Yarı cahiller nelerden istifade etti? Bilemeyeceğiz, hatırlayamayacağız ve en kötüsü surelerin hak ettikleri ağırlıkta okunmalarını özlemeyeceğiz.
İsmet Özel, 13 Rebiül evvel 1442 (30 Ekim 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.