Şu ifadenin size neyi anlattığını merak ediyorum: Beşeriyet tarihi. Dile gelen; ama dile sığmayan bir ifade bu. Tıpkı devenin nalı gibi. Bizi gülünç duruma düşmekten beşeriyetin tarihinden değil kavimlere mahsus bir tarihten söz etmemiz kurtarır. Birisi bize nereden çıktı bu Fransızlar diye sual etse sualin bizi saçmalamağa icbar ettiği fikrine kapılmayız. Avrupa’nın geçmişi hakkında bir şeyler öğrendiysek yerkürede Fransızların henüz tarih sahnesine çıkmadıkları zamanlar olduğunu da öğrenme fırsatını ele geçirmişizdir. Kapitalizmin bir safhası Fransız milletinin doğmasına sebep oldu. Fransız ticaret sermayesi her Fransız toprağındaki feodal otoritenin kendi başına değil vergiyi sadece merkezi temsil eden kralın alması konusunu makbul hale sokunca bir millî pazar kendiliğinden, ticaretin tabiatından doğdu. Böylece Avrupa kıtasında millî pazar karakteri kazanmış her topluluk karşımıza millî devlet olarak çıktı. “İşini bil aldanma” şiarıyla her toplum katmanına sızan kapitalizm kemendini Türklerin boynuna 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret anlaşması vasıtasıyla geçirdi. Yani bu anlaşmayı takip eden aylarda ilân edilen Tanzimat Fermanı Osmanlı Devleti’nin kendini katletme fermanı olarak tavsif edilebilir.
Tarihin tafsilatının bizi boğmasına meydan vermeyelim. Tarihin tafsilatı karşısında hükümran bir tavra sahip çıkalım. Bunun için beşerden, beşeriyetten bahis açmamız gerekiyor. Kuzey kutbuna yakın yerlerde yaşayan bir Eskimo ekvatora yakın bölgelerden bir zenci ile evlenecek olursa bu çiftin çocukları olur mu? Olur. Taraflardan her ikisinin de beşeriyete mensup olmaları çocuk edinmelerinin sebebidir. Nedir her iki tarafı da beşeriyete dâhil eden? Beşeriyete dâhil olmak nasıl mümkündür? Genetik yapıları mı onları beşer vasfına getirir? Onları doğuştan getirdikleri tecrit kabiliyeti beşeriyete intisap ettirir. İki süreç tecrit kabiliyetinin bu eşhasın zihnine hâkim olmasına sebep olur. Önce yürümeği, bilahare konuşmağı öğrenmek uğruna harcadıkları zaman çevreleriyle kurdukları ilişkide tecrit yeteneğinin nasıl etkili olduğu kanaatini içlerine yerleştirir.
O var-şeyleri beşeriyete iki ayakları üzerinde yaşadıkları ve telâffuz ettiği kelimeler aracılığıyla birbirlerine lâf anlattıkları intisap ettirir. Beşeriyete mensup olmak kalabalıkları kurtarır mı? Birinci Dünya Savaşının, İkinci Dünya Savaşının, Soğuk Savaş’ın galipleri ve İtalyan Faşizmini, Alman Nasyonal Sosyalizmini, Sovyet Sosyalizmini tarihe gömenler beşerin kurtuluşuna imkân veren bir noktayı işaret edebildiler mi? Hayır, edemediler. Galipler bir vaatle yola çıkmış değillerdi. Galipler neye dokundularsa onu “şeyleştirdiler”. Modern çağ “şeyleştirme” suretiyle başlamış değil miydi? Dinlerin gündelik hayatımızda terslenip, alış veriş ilişkilerimizden kovulup, tard edilip hepsinin mabetlere hapsedilmesi, hudutları sabit bir yaşayışa mahkûm etti hepimizi. Felsefe ve tarih modernleşmenin ne idüğüne tatminkâr bir cevap getiremedi. Bu da Habermas’ın modernleşmenin yarım kalmış, sonu getirilememiş bir vakıa olduğunu savunmasını kolaylaştırdı. Modernleşme nereye kadar ilerlemişti? Almanlar bir soytarıyı Führer ilân etmeselerdi gidecek bir yeri kalmış mıydı modernliğin? Kalmamıştı. Modernlik veya Yeni Çağ veya Kapitalizm veya Dünya Sistemi eceline I. Dünya Savaşı sonunda kavuştu. Akılla, aklın daha çok insanı burjuva ticaretinin normalliğine ikna edişinden ele geçen kazanımların heba oluşu II. Dünya Savaşının patlamasıyla konuşulamaz duruma düştü. Stalin, Mussolini, Hitler dururken modernlikten kurtulmanın yollarını mı konuşacaktık? Konuşmadık ve hadiseler bizi buraya getirdi.
Bir yerde miyiz? Beşeriyet olarak bir yerde isek bu yer neresi? El-Cevap: Piyasadayız. Yalnız her şey değil, herkes de satılık. Van Gogh mezara girmeden önce hiçbir eserine müşteri bulamamıştı. Bugün ise ressamın tablolarına para yetiştirecek zenginlerin çok sayıda olmadığı söyleniyor. Kör öldü de badem gözlü mü oldu? Ne kör var, ne ölen, ne de badem gözlü hale gelen. Şeyleşmiş bir Van Gogh söz konusudur. Emeğin değerine aklımız ererse şeyleşmeğe veda mı edeceğiz? Böyle bir mavala tutunanlar inkisara uğradı. Bir zamanlar Avrupa’sının parası en bol, üye sayısı en kalabalık İtalyan Komünist Partisi artık bu isimle anılmıyor.
Olacak şey değildi bu ve oldu. Olmuş öyle şeyler vardır ki ne yapana yakıştırırız, ne şartlara. Sanırım okurların çoğu ölümüne az kala (1924) Lenin'in Rusya’nın kalkınmasına destek olacak varsayımıyla Yabancı Sermaye avına çıktığını bilmez. Daha önceden (1921) çok yüklü bir NEP programını yetkililere açıkladığında yetkililer dünya önünde gülünç duruma düşme telaşına düştü. “Sizi altından kalkamayız telaşının sardığını biliyorum. Korkmayın, her zor durumda dünyanın en büyük sermayesi işin ucundan tutacaktır”. Demek ki, Gorbaçov “Yolumuz öncülerin yoludur” derken yalan söylemiyordu. Cumhuriyet’in ilânı akabinde Türkiye Cumhuriyeti göze görülür bir Sovyet desteği gördü. Bu vakıa derhal “Komünist katillerini koltuklayacak mıyız?” sualini davet etti. Lenin’in, Stalin’in, Troçki’nin nereden gelip nereye gittikleri ve kimler olduğu, Sovyet Devrimine ne gözle baktıkları bilinmeden bu işin sırrına eremeyiz. Bütün dünyada ABD ve SSCB zıtlaşması sebebiyle çekilen sıkıntıların 45 yıl soğuk savaş zannı gölgesinde çekildiğine dair yalanı bile bile ve memnuniyetle sineye çektik.
Dünya işlerinin akışı hakkında algılarımızın, kavramlaştırmamızın, neye teori, neye pratik gözüyle bakacağımızın bizim yetiştirilme tarzımızla gelen bir hatadan doğduğu görüşü hiç birimize güzel görünmüyor. Güzel görünmese de doğru olan hepimizin ana rahminden itibaren şartlanmalar altında kalışımızdır. Bu şartlanmalar bilgilerimizin kaynağının akıl mı, yoksa tecrübe mi olduğu tartışmasını boşa çıkarır. İşin içinde bir kalıba sığarak rahat eden zihinlerle, bir kalıba girmeğe zorlandığı için huzuru kaçan zihinlerin kavgası var. Bu kavganın hayatımızı nasıl ördüğüne göz gezdirelim.
İsmet Özel, 29 Safer 1442 (16 Ekim 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.