Büyük, çok büyük bir dolap dönüyor. Eğer dönen dolap belli bir ağırlığı aşmamış olsaydı ne dönmeği, ne de başımızı döndürmeği başarabilecekti. Dönüyorsa ancak bütün insanların dönüşünden yararlanabildiği bir dolap dönüyor. Ortada bütün insanların yararlanma kıskacına girdiği bir dolap dönüyor. Tarihleri Gregoryen takvim üzerinden verince anlaşılır olduğu zannıyla yaşayan biz Müslümanlar da bizim dinimizden olmayanların anlayışına kavuk sallıyor, yaşamak denilince Müslim, gayri-Müslim ayrımı gözetilmeksizin tecrübe edilebilen bir şeyi anlıyoruz. Dolabı söz gelimi Kanadalılar yaşamaktan ne anlıyorsa bizim de onu anlamamız döndürüyor. Dünyanın şekline Hıristiyan asırlarının XI.sinde müdahale eden biz Türkler XVI. Hıristiyan asrından bu yana modernliğin dünyayı kavrayış tarzını yakışıksız bulsa idik belki birçok şimdilerden farklı sıkıntıyla baş etmek zorunda kalacaktık; ama başımızı felâket dolabına sokmayacaktık.
Hayatın inişi çıkışı sırasında gerçeği bir yerinden yakalamak mümkündür; ama yakaladığını elinde tutmak sanıldığı gibi kolay değil. Çocuk yaşta imkânsızı isteme denemesi yapmamış isek gerçeği yakalama fırsatıyla tanışamayacaktık. Yani imkânsızı istememiz çocukluktan çıktıktan sonra da mümkündür. Bu imkân bizi ideallere bağlar. Hayatımıza eleştirinin hâkim olduğu ergenlik çağımız dünyanın seyir çizgisine dikkatimizi yöneltir. Karakterimizin şekil alışında ondan daha kuvvetli bir etmen aramayalım. Vücudunu yeniden keşfeden insanlar kendilerini alelade ile mi, yoksa fevkalade ile mi özdeş sayma yolundadır? Kimilerinin dünya, kimilerinin yeryüzü veya arz adını taktıkları sahada nedir alelade olan? Fevkalade olan nedir? Alışılagelmiş olana alelade diyecek olsak, alışmadığımız ne olursa fevkalade mi sayılacak? Alışma ile alışmama arasında kimle kimin arasında bir uzlaşma var? Afetleri, savaşları, salgınları fevkalade çemberine mi alacağız? İnsanın kaldığı sanat eseri karşısında aleladeliğe mi, yoksa fevkaladeliğe mi yaklaştığını düşünürüz? Ne biri, ne öbürü… İnsan hayatı dediğimiz şey aldanışları yarıp geçtiğimiz sırada başlayan şeydir. Birine fevkalade görüneni diğeri dikkate değer bulmaz.
Bir zaman oldu ki, Türk milletinin dikkate değer bulduğunu hiçbir millet dikkate değer bulmadı. Ne Araplar, ne Farslar, ne Moğollar, ne de başka biri… Dünya sathında bir ideale bağlananlar sadece Türklerdi. O zaman (Hıristiyan takviminin XIII.-XV. yüzyılları) Hac mevsimi henüz bir İslâm enternasyonali idi. Türklerin Bizans’ı soktukları durum bütün İslâm âleminde bu dünyada yapılabilecek en üstün şey gibi görünüyordu. O kadar ki, Kur’an bilmek Türk olmanın ön şartı gibi anlaşılıyordu. Kur’an bilgisi yanına Yunancayı, Ermeniceyi, Latinceyi alıp Türkçeyi doğurdu. Dünyada esası cihat olan bir millet vardı artık. Türklerin bağlandıkları ideal onları Viyana önlerine kadar götürdü; ama niçin Roma önlerine değil? İstanbul’un fethinden sonra sıra Roma’nın fethine gelmeliydi. İmparatorluk sayesinde doğan refah İslâm sırasını yerle bir etti.
İdeallere bağlanmak aldanışları yarıp geçmekle aynı şeydir. Millet olarak Türkler hangi aldanışları yarıp geçti? Bağlandıkları ideal neydi? Dünya nimeti aldanışını yarıp geçti Türkler. Her Türk için ideal hesabını düzgün verebilmek oldu. Dolayısıyla Haçlı ordularını tesirsiz bırakmak hiçbir Türk için çetin bir iş gibi görünmedi. Güruh çılgınlığının başını çeken Haçlı Seferleri Müslümanlara karşı zulme uğrayan Hıristiyanları savunmak kastıyla başlatıldı. Başlatanlar: “Tanrı bunu istiyor” sözünü şiar edinmişlerdi. Avrupalıların gücünün ne Hristiyanları, ne de Hristiyanlığı himayeye yetmeyeceği anlaşılınca hepsi geldikleri yerlere döndü. Hepsi mi? Gitmeyip de kalan insan toplulukları gerektiği zaman Müslümanlar içinde nifak çıkarma hevesinde olanlardı. Bu heveslerini ete kemiğe büründürmek Türklerin seferberlik olarak andığı I. Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde oldu. Türkler millî varlıklarını idame ettirebilmek kastıyla seferber oldular. Türklerin başında Türkler var mıydı? Varmış gibi görünüyor. Modernliği tek kurtuluş yolu bilenlerin İslâm varlığı ile Türk varlığını birbirinden ayırdığına dikkat etmediği için varmış gibi görünüyor.
Toplum zapt ü rapt altına alınmazsa o toplumu teşkil eden fertlerin insan hayatından haberdar olmaları imkânsızdır. İkrar edilmesi tuhafınıza gidebilir: Eziyet etmek ve eziyete uğramak insanın kaderinde en büyük yeri işgal eder. Vaktini toplum içinde tüketmenin neye mal olduğunu biliriz; ama bu tarzın alternatifi olmayan bir durum olduğunu bile bile yaparız bunu. Bu sebeple nadirdir Türklerin kâfirlere baskın çıkması görüşünü esas alan Türklerin toplumu zapt ü rapt altına almaları. Nedret mahsulü bu insanların Miladın 1571inci yılından itibaren Türklerin başında bulunmaları da nadirdir. Kâfirleri geri adım atmağa zorlamak imkânsızdır. Her dürüst insanı imkânsızı istemek bekliyor. Çünkü ancak bu yolla gerçekçi olabiliyor, kalabiliyoruz.
Zapt ü rapt altına almak ve alınmak… Münasebetlere insan münasebeti diyebilmemiz için bir yanda kural koyanların karşı yanda konan o kurallarla hesaplaşma yolunu seçenlerin yer alması şarttır. Gereklidir demiyorum: Şarttır. Sıkıntının yerini tespitteki isabetsizliğimiz sıkıntının giderilmesinde hangi yolu tutturacağımız konusunda da bizi aldatıyor. İmkânsızı istemeği başarır isek varlığı geri çağırmanın tarzını da keşfetmiş oluruz. Var-olmak bir dişiden doğmak ve toplum içinde uyumlu bir hayatı devam ettirmek değildir. Yani sağlam bir Yahudilikten ve sağlam bir Hıristiyanlıktan medet umanlar hüsrandadır. Hüsranda olmak normalleşme sayılır. Varoluşunu keşfedemeyene varolmuş deme saflığı toplumu ifsat etmemiş olsaydı “gündelik hayat” kendini gösteremezdi. Hayatın gündelik tarafı hayat değerlerini koyu bir gölge altında tutuyor. Bunu hakkından gelinecek bir şey olarak biliyoruz. Kendi farkına vardığımız şeyi bir başkasının da fark etmesinin kurtuluş yolu açacağına inanırız. En azından fark etmiş olanların yolu böylece açılacak diye düşünürüz.
Aldanışları yarıp geçmek Müslüman olmanın ön şartıdır. Hem aldanışların kucağında yatmak, hem de Allah’ın birliğine inanmak kandırmacayı meşruiyet haline sokar. Kelime-i Tevhid Allah’ın birliğine inanmakla tamam olmaz. “Korkma! Ben kral değilim, ben Mekkeli kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyen zatın Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeden Allahü Ekber denmiş olmaz. Müslüman olur, hak ettiğimiz takdirde cennete de gireriz; ama her akşam evine üstünde para bulundurmadan giren peygamber olamayız. Mürted, yani irtidad eden ölüm cezasına uğrar. Nedendir bu? Çünkü zamanın birinde İslâm’a girmiş görünen kişinin bu yaptığını kendine Müslümanlardan gelecek belâyı savmak için yaptığı sabit olmuştur. Böyle insanların bir cemaat teşkil etmeleri imkânsızdır. Yahudiler bu din içinde sayılmağı Yahudi anne sahibi olmakla teminat altına almıştır. Hıristiyanlar beraber kalırlarsa kilise dışında kurtuluş yoktur ilkesinin güvencesi altında beraber kalabilir. Müslümanlar şahadet getirmek suretiyle diğer Müslümanlar arasında yerlerini alır.
Şöyle bir cümle kuramazsınız: “O da benim gibi Müslüman; ama sözüne güvenilmez”. Sözüne güvenilmez her şahıs dinden çıkar. Tövbe etmesi, yeniden şahadet getirmesi şarttır. Tıpkı toplu yaşamanın şartlarına uyması gibi. Şahsiyeti inşa eden şartı yerine getirmek bir ve toplu yaşamanın şartlarına uymak iki… İki şartın bir arada bulunması Müslümanlığımızı ve en zorlu dönemlerde dahi Türk kalmamızı sağladı. Yazımızı elimizden alan idarecilerin zulmü ve bizi refah avuntusuyla oyalayan kaypaklığı bizi yolumuzdan çevirmedi. Çevirmedi de ne oldu? Yerküre üzerinde belalara malzeme tedarik eden Dünya Sistemi karşısında husumetini izhar etmek üzere yer almağa can atan kaç kişi var?
Belki hiç; ama İslâm’ı tebliğ faaliyetinin gereksiz hale geldiğini dile getirmeğe de kimsenin cesareti yok. Kim neyi kime tebliğ edecek? Bunları söz konusu edebilmemiz için bahsi beşeriyete, insaniyete, ihtidaya getirmemiz kaçınılmazdır. Beşerin beklentileri, insanın kavli ve mühtedinin istikameti sarahate kavuşmadan hangi konuda ne söylenirse söylensin buz üzerine yazılmış yazıdan ibarettir. Yazıyı okunur vaziyette tutmak için çevrenin soğukluğuna halel getirmemek şartını en elverişli şart saymamız gerekiyor. Ortam ısınırsa tarih olarak bildiğimiz her şey eriyip gidecek. Nereye gidecek? Bizim kendimizi uzak tutma gayreti gösterdiğimiz yere. Modern söylem her bakımdan korunma ihtiyacı altındadır. Bu yazı boyunca şartlardan uzaklaşamadım. Biz Türkler sözlerimizin doğruluğuna delil getirmek için “…şart olsun ki…” deriz. Şartlara birer birer yakından bakalım.
İsmet Özel, 22 Safer 1442 (9 Ekim 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.