“Askeri Darbeler ve Demokrasi” bu Fethi Naci’nin yayınladığı bir kitabın adı; ama öyle bir zamanda yayınlandı ki, kitap adı olmakla kalmadı, bir kuşağın siyasi çerçeveyi yeniden adlandırmasının rehberi oldu. Önce bir askeri darbe oluyordu ve arkasından kim ne yapıyorsa demokrasi geliyordu. Kimsenin aklına demokrasinin askeri darbeyi takip edip etmeyeceği gelmiyordu. Askerler demokrasinin hayat alanı uğruna kendilerini yıpratacak girişimlerde mi bulunuyordu? Yoksa yeni bir askeri darbeyi sevimli gösterecek bir hazırlığı mı başlatıyordu? Elbette ikincisi… Çocuklarının adına Gürsel, Evren koyan ne çok aile var! Dikkatimizi hem askeri darbelerin, hem de demokrasinin kabul görmesi için nelere müracaat edildiğine çevirmek mecburiyetindeyiz.
Demokrasi demeyip de “Çok Partili Siyaset” desek olmaz mı? Böyle bir söyleyişi Türkiye siyasetinin bir gereği gibi görebiliriz. Yani Türkler için demokrasinin anlamı CHP’ye cephe almış bir siyasi kuruluşun kendini kabul ettirişinden başka bir şeye açılmamıştır. Yoksa işin içine bir başka oyunu da katmak gerekir mi? Belki gerekir; ama o oyundan söz edebilmek için oyuna dâhil olmamız -Allah korusun- şarttır. Biz de tıpkı Menderes gibi iki parti arasındaki farkı DP’nin diğerinden bir parmak daha solda yer alışına indirgediğimizi farz edelim. Bu farkı ortadan CHP’yi olduğundan daha da sola iterek ve giderek DP’nin de solunda yer almasını sağlamak kaldırabilecek midir? Sanmıyorum. Demokrasi adını verdiğimiz macera milletin selâmeti sıfırlanarak ele alındığında bu sıfırlama yukarıda sıraladığım üç sualin cevabına eğilmemizi kolaylaştıracaktır.
Cevabı bulabileceğimizi sanmıyorum; ama cevaba eğilebiliriz. Niçin cevap bulamıyoruz? Bulamayacağımız cevaba eğilme ihtiyacı nereden doğuyor? Ülkemizin yüzölçümü, Türk milletinin gerçekte ne olduğu, nerede durduğu ve bir millî hedef gözetip gözetmediği ülkenin görünürdeki yöneticilerinin cahili olduğu şeylerdir. Onlara bu cehaletlerini örtmeleri, örttüklerini de örtmeleri pahasına yönetici konumu tanınmıştır. “Sosyalist değilim diyemem” deyişinden 20 yıl sonra Türkiye’deki büyük sermaye çevreleri (TÜSİAD) önünde pişmanlık arz eden Bülent Ecevit’i “köy-kent” projesinin mucidi olarak mı hatırlayacağız? Aklımızı bütün dünyanın ona ateş püskürdüğü bir sırada Saddam Hüseyin’i ziyaret edişiyle mi meşgul edeceğiz? Rahşan affı mı ders olacak bize? Yoksa 12 Eylül’den sonra genel başkanlığını yaptığı CHP’ye dönmeyip marginal bir siyasi partinin (Demokratik Sol Parti) başında başbakan oluşundan ders çıkarma yolunu mu tutacağız? Yukarıdaki bütün sualler Türk siyaset oyununda parametrelerin her beş yılda bir önceki değerler dizisini hatırlamamıza engel olacak kertede değiştiğini gösterir.
Bugün CHP içinde kökleri “millî görüş” içinde bulunabilecek siyaset zevatı yer alıyor. Bu kimin elinin kimin cebinde olduğunu gösteriyor mu? Tam olarak hayır, ama en azından 1973 MSP hareketinin Türk derin devletinin (eğer derinlik böyle bir şeyse ve yeşil komünistleri bir yere yakıştırmak söz konusu ise) ıkına sıkına çıkardığı mebusları ifşa ediyor. Uzun yıllar boyunca İttihat ve Terakki geleneğinin bir gereği olarak Komünizme ve İslâm’a devletin bütün kadrolarını denetim altında tutabilecek fikir akımları sayılarak bakıldı. İnsanlar Komünist ve Şeriatçı bilinmekten ölümden korkar gibi korkuyordu. Sovyetler Birliği haritadan silindiği güne kadar Rusların bize ne yapacağı endişe konusuydu. Daha sonra Rus turistlerden mahrum kalıp kalmama endişesi içine düştük. Müslümanların kendi içlerinde devletin nüfuz edemediği bir iletim ağı kurup kuramayacağı Ruslardan daha büyük bir endişenin kaynağıydı. Bugün fikir akımlarından kimsenin korktuğu yok. Fikirsizlik ise kimsenin derdi değil. Şimdilik % 10 seçim barajı mevcut kuruluşlara rahat nefes aldırıyor. Kısa bir müddet geçsin göreceksiniz ki, baraj aslına dönecek ve sadece nehirleri ilgilendiren beton bloklar haline gelecek.
Tekerrür etmesi hayret uyandıracak bir tarih macerası mı bekliyor Türkleri? Türkler bir şeyler bekliyor olsaydı “belki” diyecektik. Fırsat buldukları zaman Türk topraklarının 80 milyon insan barındırdığını ifade edenlere rastlıyoruz. 80 milyonun kaçı bünyece, daha doğrusu gözlerinde tüten idealler itibariyle birbirine benziyor? Bilgi donanımı Türkleri birbirlerine yaklaştırmıyor, bilâkis uzaklaştırıyor. Otomobil satan, cep telefonu, elektrikli ev aletleri satan firmaların avı olmak için yarışan Türkler arasında yaşıyoruz. Türkiye kökenli olup da Avrupa’da, Amerika’da yaşayanlar sınır dışı edilmek korkusundan yaşadıkları ülkede rejim muhafızlığı yapıyor. Bütün bunlar tersine dönecek mi? Dönmesi için Türklerin kendi varoluş şartları hakkında bir bilince açılmaları gerekiyor. Türklerin bir siyasi güç olarak Avrupa topraklarını terk etmeleri, İstanbul’un Türk beldesi olmaktan uzaklaştırılması kapitalizmin XIX ve XX. yüzyıllarını doldurdu. XXI. yüzyılda hiçbir gayri-Müslim’in Türk zekâsının evvel âhir dünya kültüründeki telâfi edilemez yerine akıl erdireceğini beklemeyelim.
Gayri-Müslim zekâdan fayda sağlamakla gayri-Müslim zekânın kurtarıcılığına iman etmek arasındaki farka dikkat etmeden bugünlere geldik. Aradaki farka dikkat etmek şöyle dursun her zaman birini diğerinin yerine koyduk. Bugün önümüzde birkaç seçme şansı bulunmuyor: Ya Tanzimat Fermanı’nın bizi soktuğu tuzağa sadık kalarak herhangi bir Batılı ülkenin hayat standardını hedef ittihaz edeceğiz yahut Türkler olarak yaşadığımız coğrafyayı niçin kapladığımızın sırrına ereceğiz. Türk varlığı parladıysa Müslümanlıktan nasibini almamış insan topluluklarının Müslümanların zımmîsi olmağı kabul etmeleriyle parlamıştır. Bizim parlamamızdan kime ne? Sırasıyla önce konuşulamaz Türk’e, arkasından zımmîlere yön veren ağalığa dönme durumundayız. Bu dönüş elimizden gelmeyecekse Hıristiyanlık başta olmak üzere bizi başka dönüşler bekliyor.
Pergelin yazmaz sivri ucu önce sanatçıya batar. Varoluş (existence) böylece başlar. Bu batış acısı hangi sanatın verimleriyle dışa vuracaktır? Hiçbir sanatın verimleri batışın acısının dışa vurmasına sebep olmayabilir. Yani bir karar verilecekse o kararı pergelin yazan ucunun ahlâk endişesi alacaktır. Diplomat veya general ve hatta beynelmilel tacir olmağı gözünde büyütenler kendi varoluş şartlarını başkalarının önüne geçirmiş sayılırlar. “Başkalarının varoluşları”… Ne demek bu? Bu doğrudan doğruya “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” mi demek? Kaynaşmış bir kitle modernizmin Türk milleti emrine verilmesi yönünde ilerlemesini sağlayabilirdi. Cumhuriyet idaresi Dünya Sistemi tarafından başka alternatif bulunamadığı için dayatılan bir şeydi. Dayatma diyoruz çünkü Türk milletini meşruti monarşi üzerinden umulmadık gelişmeler bekliyor olabilirdi. Saltanatsız hilafet elinde bir çocuk oyunundan öteye geçebilecek vasıtalar bulundurmuyordu. Oysa tersinin gerçekliği içinden çıkıp gelmiştik. Hilâfetsiz saltanat Türklerin Avrupalıları modernleştirmesine yol açmıştı.
Türkler ve modernlik söz konusu olduğunda oyun bitmedi ve belki de Türklerin modernliğe açtıkları kredi açısından oyun henüz başlıyor. 1982 Anayasası 1921’de ve Sakarya zaferinin arifesinde yazılan İstiklâl Marşı’nın zikredilmesi bakımından ilktir. 12 Eylül 1980 ihtilâli önce hiçbir partiye dokunmadı ve medyada şiddete bulaşmamış kimseye ceza vermeyeceğini ilân etti. Arkasından bütün partilere yasak geldi. Daha sonra partilerin eski adlarını almalarına müsaade edildi. Bu müsaadeden faydalanan iki partiden ilki CHF’den CHP’ye dönüştüğünü hepimizin bildiği anaç parti, ikincisi de CKMP’den MHP’ye dönüştürülen yavru parti oldu. Yıllar sonra yavru parti yeniden yavruladı ve İYİ Parti CHP tarafından evlat edinildi. Bu işin sonunda iki birleşime tanık olduk: Bir yanda AKP-MHP ittifakı var onun karşısına CHP-İP itilâfı dikilmiş durumda. Bütün bu karmaşık vaziyet pergelin yazmaz sivri ucunun her zemine daha kolay nüfuz etmesine, daha çok canın yanmasına sebep oluyor.
Fuat Köprülü 1957 yılında “Kurduğum Parti’yi tanıyamaz oldum” diyerek kendi siyasi konumunu yeniden belirlemişti. Belirlemiş miydi? Türk milleti ondan yüz çevirmediği halde 27 Mayıs sonrasında ona yeni bir konum atfedilmesi mümkün olmadı. Demokrat Parti’den istifa etmiş olması Fuat Köprülü’yü Yassıada’dan kurtardı. Bu kurtuluşun yeni açılımlar için bir fırsat olmasını çok istiyordu. Bu hevesinin kursağında kaldığını ve Türkiye’de masumiyet taslamanın imkân dâhilinde olmadığını yaşayarak gördük. Tıpkı Faruk Nafiz’in Yassıada’da yargılandıktan sonra hece vezni lehine terk ettiği aruz veznine geri dönmesinin hiçbir itibara vesile olmadığını gördüğümüz gibi. Silik şahsiyetlerin devlet emrine girerek şöhret olabildikleri doğrudur; ama şöhretlerini kaybetmemek için şahsiyetlerindeki silinmeği pekiştirerek yola devam ettikleri bir toplumun ferdi olduğumuzu saklamayalım. Aynı toplum Türk varlığı tamlamasını kınayarak yükselmenin imkânlarını genişletiyor.
Cumhuriyet idaresi dünyanın apaçık düşmanlığı karşısında yaşama iradesine ihanet etmemiş bir milletin matlup bakiyesine kondu. Varlık şartı olarak Türk olmamayı esas alanlar devletin tahkir edilmesinde görev aldılar. Gayri-Müslim her unsurun işi kolaydı. Klasik Osmanlı düzeninde imtiyazlı sayılan ve Avrupalılarca Türklerden ayrı tutulmayan Grekler 1830’da bağımsızlık ilân etti. Hıristiyan âlemin üvey evlâdı Ermeniler kendilerinden böyle bir davranış sadır olamayacağını, kendilerinin “tebaa-ı sadıka” sayılmaları gerektiğini ileri sürdü. Yahudiler dünya siyasetiyle içli dışlı olarak başlangıçtan beri devleti yönlendirdikleri avuntusunu koruyordu. CHP demokrasinin helvasından bir tadımlık bile istifade edemeyişini her üçünün hesaplarına uygun unsurları bünyesine yedirmiş oluşuna borçluydu. “Bella Ciao” dan tesettüre savrulmakta beis görmeyen CHP’den hayreti mucip bir şey beklemek imkânsızdı. Dünya şartları CHP hükümetine muhtaç hale düştüyse bunun gerçekleşmesi uğruna dâhilde bir engel zaten bırakılmamıştı.
İsmet Özel, 15 Safer 1442 (2 Ekim 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.