Ona bir şey mi demeli, yoksa akademik çevrelerin pek sevdiği tabiri mi kullanmalı: Güç. Önce Kızılderili diye adlandırdıkları insanları (züppece tabir: İndo-Amerikan) fiilen yok eden, arkasından dünyanın ticaretle fethi boyunca köle (züppece tabir: Afro-Amerikan) emeğinin gölgesine sığınan, fırsatını bulur bulmaz sanatların en düşük derecelisine insanları zincirlemeğe çabalayan şeye bir güç vasfı vermek aptalca değilse bile gülünçtür. Bunu bir güç saymak beygirin güçten mahrum olduğunu düşündürecektir. Bu bir şeydir; ama nasıl bir şey?
Bu adını koyamadığımız şey iki kez ölümcül yara almıştır: Önce Kur’an nâzil oldu, sonra Türkler vatan sahibi oldu. Bu ikisini de halen netameli vakıalar arasında zikretmemiz gerekiyor. Nâzil olan Kur’an geçen yüzyıllar içinde kendine tatbikat sahası bulamadı. Mü’minler olarak Kur’an-ı Kerîm’i tatbik edecek seviyeyi tutturamamış mıydık? Bizi ateşten koruyacak olanı yakalamak bize kâfi geliyordu. İsteseydik toplum hayatının helal ve haram ayrımı gözeterek tanzimine güç yetirebilirdik; ama gözümüzü dünya nimetlerinden, o nimetleri mülkleştirmekten ayıramıyorduk. Dolayısıyla devletin her emri Kur’an emirlerini gölgede bırakabiliyordu. Hangi türden Müslümanlardık ki hırsızlığın haram olup olmadığına aldırmıyorduk. Devletin hırsızlığa suç yaftası yapıştırmasından memnuniyet duyuyorduk. Oysa kıtlık günlerinde ekmek çaldığı ispat edilmiş birine kadı otoritesinin ceza uygulayamaması sahici İslâm cemaati haline gelmemiz bilincinde işimize çok yarayacaktı.
Türklerin vatan sahibi olmasının tarihin hayatımızda tuttuğu yer itibariyle indirilen Kur’an seviyesinde bir değere denk düştüğünü anlamak şarttır. İşimizi düze çıkarmak istiyorsak yurt ve vatan kelimelerinin anlamdaş olmadığına dikkatimizi çevirmeden bunu başarmanın mümkün olmadığını bilelim. Yurt nebatî ve hayvanî hayatın gerektirdiği bir yerdir. Patates dünyanın birçok yerinde yetişir. Patatesin çıktığı yerin Güney Amerika Ant dağları olması lezzetine tesir etmez. Tilkinin kutup tilkisi olması veya tropikal bir bölgede yaşaması tilkiliğine halel getirmez. Vatan ise yurttan hem farklı, hem yüksektir. Vatan diye insanın vatanlaştırdığı yere demeği öğrenmemiz gerekir. Bu bahiste hata işleyenlerin başında Danimarka’yı Almanya’ya ilhak etmeği siyasi partilerinin programı haline getirmiş olanları da Danimarka vatandaşı sayanlar gelir.
Türkler geride bıraktığımız yüzyılda Misak-ı Millî hudutlarını yurtları haline getirebildiler mi? Yaşadığımız günlerde denizlerdeki kıt’a sahanlığı Yunanistan’la aramızdaki meseleymiş gibi görünüyor. Siyaset sahasıymış gibi takdim edilen mevkilerde Misak-ı Millî’nin esamisi okunmuyor. Oysa daha başından Yunanistan’la aramızdaki mesele Selânik’in Türk toprağı sayılıp sayılmayacağı hususuna hasredilmeliydi. Türk milleti Batılılaşma ideologisiyle, batının has adamı haline sokulmuş siyasetçileriyle ve devlet işlerini yürüten bütün zevatın karnını batılılar tarafından doyurulur şekle sokmuş olmalarıyla hesaplaşmadan vatan sahibi olamayacaktır. İtalyanları Meis adasını Türklere değil de Yunanlılara bırakmaya zorlayan şeyin adını kim biliyor? Veya bilme cesaretini özlüyor?
İslâm’ın bütün varlığı, tarihi ve ıstırapları bu şeyle hesaplaşmağa hasredilmiştir. Karşımıza Dünya Sistemi hususiyetiyle çıkan bu şeyin insanın idame etme saikıyla edindiği her şeye düşman kesildiğini anladığımızda bir seçme karşısında buluruz kendimizi: Ya insanlık ölmesin diyenlerin kampına katılacağız veya insanlığa (insanlık vasfı kazanmağa) bu kadar değer atfedilmeseydi daha rahat bir hayatımız olmaz mıydı sualine kendini bırakanlar içinde yok olacağız. Hümanizma denince önce akla Tanrı merkezli zihin âlemini terk edip insan merkezli zihin âlemine dalmak gelir. Bu da Yahudi-Hristiyan değerleri tahtında düşünme alışkanlığının ilk sıradan def edilmesi anlamına gelir. Eğer andığımız değerler bilime üstünlük tanıyan bir fikir alanını işaret ediyorsa tipik Avrupalı tavrını benimsemiş oluruz. Tipik Avrupalı tavrı şudur: Eğer bir türlü düşünmenin yanlışlığı inkâr edilemez biçimde ispatlanmışsa hemen onun yerini tutacak bir yanlış icat edilir.
İslâm’ı insanın kurtuluşuna açılan yegâne kapı değil de dünyayı Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye ayıran görüş sayanlar bunun niçin temel ayrım olacağını esasa almayanlardır. Eğer alırlarsa kendi yerlerini de belirlemiş olacaklar. Asr-ı Saadet bize birçok şeyin yanı sıra şu iki hususun kıyamete kadar değerini koruyacağını öğretti: 1) Dille ikrar edilen ve kalple tasdik edilen iman ile her çeşit kirden payını almış küfrün uzlaşmayacağı fark edilmediği zaman imanı tanıyamaz duruma düşersiniz. Bu da başınıza gelenlerin sizin başınıza niçin geldiğini anlamanızı engeller. 2) Mü’min kâfire imanın aşağısındaki asıl yerini işaret edemediği zaman kıyamet gününde hesabını vermekte güçlük çeker. Türk toprağı demek imanın üstünlüğüne toz kondurulamayan toprak demekti. Din gününü hesapta tutarak yaşayanların katında ata binmek Müslümanların imtiyazı, hususiyeti idi. Kâfirin boyun eğdiği yasak yol boyunca Müslümanın önüne geçmekten, üstüne çıkmaktan imtina etmekti. Din günü hesaptan uzak tutulmadığı hayatta “beraya” zümresi münezzehler topluluğudur, yani Müslümandan devlete haraç vermeyen kişiyi anlarız.
Bunları indirilmiş Kur’an ile Türklerin vatan edinmelerinin insan hayatına anlam katmak bakımından eşdeğer olduğunu göstermek niyetiyle yazıyoruz. Türklerin inkılaplar üzerinden irtidad ettirilmeğe zorlanması ağır bir faaliyettir. Saray hayatı ve ülke dışı güçlerin çabaları bilhassa 1571 sonrasında bırakın İslâm’ın yaşanmasını İslâm hakkında doğru bilgilerle teçhiz edilmemize imkân tanımadı. Her şeye rağmen Türk topraklarından İslâm’ın kökünü kazımak mümkün olmadı. Niçin? Çünkü Türkeli’nde Türk hayatı İslâm’ı terk edenin öldürüldüğü yerlerdi. Tanzimat Fermanı bu cezalandırma biçimine son verdi. Ahlâkı korumak bütün Müslümanların vazifesi olduğu için polis teşkilatına uzak durduk. Biz Türkler topraklarımıza ancak kâfirleri gerileterek sahip çıkabilirdik. Öyle de yaptık. Ziraat ve hayvancılık şahısların keyfine bırakılmadı. Toprakta özel mülkiyeti reddettik.
Nasıl Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldıysa Bağdat’tan Viyana’ya Türk toprakları Müslümanların kendilerini insan ebadında hissettikleri yerler oldu. Kâfirlerin bizi hiçe saymalarının sebebi bizim kendi Müslümanlığımızı hiçe saymamızdan başka bir şey değildir. Ulubatlı Hasan İstanbul surlarına II. Mehmed’in emriyle çıkmadı. Kur’an nâzil olmasaydı dünya tarih sahnesinde yerlerini alamayacaklar ve belki de Bizans eski ihtişamına yeniden kavuşacaktı. Türklerin İstanbul’u fethi kim oldukları sualini canlandırdı. Kur’an-ı Kerîm tesiriyle doğmuş bir kavimden söz etmek küfrün en canlı olduğu Avrupa’da herkesin ölümü iliklerinde hissetmesine sebep olacağı için Türklere bir anavatan bulma hevesi yaygınlaştı. İskitlerde ve Sibirya’da Türklük bulma yarışına katılan herkesi akademi taçlandırdı.
Türklerin şahsiyetlerini yeniden kazanmak için yapılacak şeyi önce hesaplaşılması gereken şeyden ayıramayız. Kapitalizm gücünü biz Türklerin birbirine uzaklığından alıyor. Korona virüs salgını aramızdaki mesafeyi korumamızı öngörüyor. Demek ki aramızda mesafe bırakmadığımız zaman yakınlaşmış olmuyoruz.
İsmet Özel, 1 Safer 1442 (18 Eylül 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.