O günlerde şiire merak sarmış Türklerin kaçtıkları bir şey vardı. Neydi? Nâzım Hikmet’ten, Orhan Veli’den kaçıyorlardı desek ihtiyaç duyduğumuz anlama yaklaştığımız söylenebilir miydi? Kaçış ne şairden, ne de onun şiirinden olsa gerekti. Yine de bir kaçış vardı. “Nâzım Hikmet’in fikirleri benim fikirlerim değildir; ama büyük bir şair olduğunu inkâr edemem” diyenler Türk milletinin (daha ziyade halkının) bir dava gütme zaruret ve iddiasını böyle dile getiriyorlardı. Türk şiiri hesabına şahit olunan çırpınışlar Orhan Veli’nin yaptığının herkes tarafından yapılabilecek şeylermiş gibi görülmesi kolaylığı doğurdu. Nitekim yapmağa yeltenenler çok çıktı; yeni bir Orhan Veli’yle ise hiç karşılaşamadık. Orhan Veli’nin sırtında hissettiği kocaman milliyetçi yükün talibi yoktu çünkü. Bu yük sebebiyle dünyada kendine şöyle veya böyle yer bulmuş ve Dünya Sistemi karşısında Türkiye adını alarak ehlileşme sırasına girmiş ülkenin şiir dolayımından bir etki doğurması medeni âlemin kâbusuydu. İstiklâl Marşı metni karşısında telâşa kapılanların dünyasını hayal edin. Dünya çapında bir edebî özgünlük arıyorsanız bakacağınız yer belliydi: İstiklâl Marşı metni diğer bütün milli marşlarda yer alan kendini beğendirme noksanından arınmıştı. “Sen şehit oğlusun” diyordu İstiklâl Marşı, bununla Müslim, gayri-Müslim farkını öne çıkarıyordu ve devam ediyordu: “incitme yazıktır atanı”. Yeni, daha yeni Türkiye sarmalındaki şair bir türlü alçak gönüllü olamadığı için telâşını kendini beğenme havasına bürünerek yapıyordu. Mehmet Akif’in tasfiye edildiği bölgede aranılan şiir onların, o ikisinin yazdıkları değildi ki zaten. Hâsılı, şiirden değil, şiirin gücünden kaçanların arasında kendime bir yer bulmam hiç zor olmadı. Önce ortamın tasvirini ihmal etmeyelim.
Ortam resmen Türkiye Cumhuriyeti adıyla anılan devletin gerçekten müstakil bir devlet olup olmayışına ilişkindi. SSCB de dâhil I. Dünya Savaşı galiplerinin bizi dışlayacakları korkusuyla Kore’ye asker göndermekle kalmadık bir kısım gayri-Müslim’in canını başka bir kısım gayri-Müslimlere karşı savunabilmek için can verdik. Bunu NATO saflarında kendimize yer açabilmek için yaptık. Yunanistan bizim yüzümüzden NATO üyesi sayıldı. NATO üyesi olmalıydık çünkü beynelmilel ilişkilerde geçerli bir örgütün üyesi bilinmemiz bizim dikkati hak eden devlet sayılmamız yolunda güvence üretecekti. Benim sana verdiğim tankları Kürtlere karşı kullanmağa yetkili değilsin diyen Federal Almanya’nın NATO üyeliği bizden sonradır. Hâsılı, hiçbir zaman karşımıza Türklüğün Türk devletiyle kaynaştığına dair bir işaret çıkmıyordu. Uzun yıllar Türk sayılmamız anti-Komünist sayılmamızla paralel gitmişti. Bu alanda önyargıları yıkma başarısı Türkiye İşçi Partisi’ne havale edilmiş gibiydi.
Ortam Nâzım Hikmet’i Türk şiirinde bir arıza olarak görmeği gerektiriyordu. Henüz Orhan Veli ders kitaplarında değildi. Kim ders kitaplarına alınmağı yaşıtları arasında en çok hak etmiş Orhan Veli’yi de arızalılar arasına itekleyecekti? Eğer Orhan Veli arızalı sayılamıyorsa ne anlam vereceklerdi Garip kitabının diğer iki şairinin Oktay Rıfat’ın ve Melih Cevdet’in İkinci Yeni pirleri gibi görünmeğe can atmalarına? Behçet Necatigil’in “Biz de bu şiiri yazabiliriz İlhan” dediğini nakletmişti İlhan Berk. İkinci Yeni’nin doğuşunu gerektiren ortamı tasvirde bu dört ismi anmış olmam Türkiye’de şiirin belli bir zevk seviyesini temsil edenlerin katında bir bunalım yaşadığını gösteriyor. Birinci Yeni içinde varlık göstermiş şairlerin hemen hepsi şiirdeki paradigma sarsıntısının aleyhlerine dönmesinden yılmış durumdaydılar. Sadece tuhaflıktan medet ummaksızın Metin Eloğlu şiirin dokusunun güçlenmesi gibi bir oluşumun İkinci Yeni akıntısına rağmen istikamet endişesinden salim kılınmasına vesile oldu. Şiirin dokusunun güçlenmesi bakımından istikametinden şüphe edilmeyen Metin Eloğlu şiirini “Bunu anlasa anlasa Muhammet anlar”dan “Bunu ne İsa, ne Musa, ne Muhammet anlar”a getirdi. Edebiyattaki hamisi Nurullah Ataç'ın tavsiyesi yerini bulmuş gibi görünüyordu Fuzuli’yi Kerkük kültüründen bağımsız; ama Shakespeare üzerinden anlamak Türkiye’nin lehine sonuç verecekti. Vermedi. 27 Mayıs 1960’da şaşkınlık içinde idrak edilen ve 20 seneye yakın bir zaman müddetince millî bayram sayılıp baş tacı edilen ihtilâl Türk ordusunu Çanakkale’de şuuruna varılan, İstiklâl Harbi ile cesim hale gelen aslî vazifesinden kopardığı gibi Cumhuriyet idaresi denilen yönetim tarzının geçersizliğini ilân etti.
27 Mayıs sonrasında Marksizm avuntusu biz Türkleri 20 sene meşgul etti. Karl Marx ve Friedrich Engels komünist manifestoda kendi sosyalizm anlayışlarının üstünlüğünü onun bilimsel sosyalizm olduğunu ileri sürerek savunuyorlardı. 27 Mayıs öyle bir toplum sayıklaması yaratmıştı ki, Peyami Safa’nın Komünist Manifesto'yu ikrar edercesine bir tür sosyalizm olmadığını demiş olması onunla alay edilmesine sebep teşkil ediyordu. Oysa bilimin de diğer siyasi ideologilerden biri olduğu görüşü henüz Engels hayatta iken anlaşılmıştı. İdeologi insan icadı bir bütün olarak kaldıkça diğer ideologilerin uğradığı değerlendirme tarzından payını alacaktır. Bilimsel vakıa dediğimiz şey bütün vakıalar gibi ona hangi açıdan bakıyorsak o açının zaaflarıyla yüklüydü. Eğer sahici bir vakıa olarak Türk edebiyatı diye bir şey varsa orada Nâzım Hikmet üzerinden bir yenilik doğmadı; ama Orhan Veli’nin şiire getirdiği gariplik esas alınarak bazı aklı evvellerin anlamsız şiir adını taktığı metinler İkinci Yeni denilerek anılmağa başlandı. Bu anışın uzun ömürlü olmadığını hatırlama zamanıdır. Karşılarına garipten de garip bir şiirin çıkması bazılarına “Benim amcam keman çalar her hususta / Biraderim tamburidir gece gündüz” dedirtmişti. Şöhreti yakalama fırsatını İkinci Yeni’den devşiren şairler şiirdeki bağımsız kimliklerine emek verdikleri sırada İkinci Yeni’den bir hatıra olarak söz ediyorlardı. Hatıraya çok vakit tanınmadı, zira Turgut Uyar bizi çıkmazın güzelliğiyle tanıştırdı. İkinci Yeni akıntısıyla bir gariplik üstüne başka bir garipliğin yerleştirilmesi hayra alamet değildi. Çünkü bu temelsiz hareket Batı’da şiir sıkıntısı çekildiğine şahit olan şairlerin kendine güvenini alıp götürmüştü. Yoksa çıkmaza niçin güzellik atfedilsindi? Çıkmazda bir güzellik bulma bahsini açmak kimseye nasip olmadı. Herkes nasibinde olanı yaşamak zorundaydı. Bizim birlikte yaşama andı içmiş gibi üzerinde yaşadığımız topraklarda müzik, resim, şiir, tiyatro, roman hayatlarını ilke birliği gözeterek yaşamıyordu. Sanat anarşik hayatın zevkini çıkarıyordu. Müzik dediklerinde aklımıza Türk beşlerinden Ahmet Adnan Saygun mu, beşlerden bir başkası Hasan Ferit Alnar mı, yoksa adıyla sanıyla Türk müziğine emek veren Fahri Kopuz, Rakım Elkutlu mu gelmeliydi? Resim sanatında olup bitenler romanda, tiyatroda olup bitenlere bigâne idi.
Şiirin gücünden kaçışı edebiyat anarşisini besleyen unsur olarak görmek elimizdedir. Şiirin gücünden romancı kaçmıyor olsaydı tezgâhını Faulkner’la rekabete değil kendi dilinin bir hizmetkârına açmış olacaktı. Şairi yazdığı dilin efendisi olarak mı, hizmetkârı olarak mı görmeli? Eğer fikirler şiirleri yazdırıyor olsaydı toplum çözümlemelerinden himmet bekleyecektik. Oysa şiiri kelimeler yazdırır. Hangi kelimeler mi? Beğenilen şiirde geçen kelimeler. Şiiri geliştiren şeyin dile hizmetten başkası olmadığı fikrine sadık kalan her kim olursa olsun yazdığı dilin güven vermeyen bir dalına uzanmaktan geri durmayacaktır. Şiirde öne çıkmanın, ilerlemenin de kumar olduğuna delildir bu. Şiirle İkinci Yeni bahanesiyle müşterek bahis oynandı. Kimin kazandığına, kimin kaybettiğine dair sarih görüşler sergilemekten kaçanlar medeniyetin kanatları altındadır. Altına girecekleri kanatları icat da kendilerine düşmüştür. Ne yapılarak şiirden kaçma fiili işlenebiliyordu? Kalabalıkların teveccühünü umacı gösterebilirseniz kaçış yerini bulmuş oluyordu. “Kalabalıklar” deyince akla Baudelaire’in deyimiyle “Şehrin iğrenç kalabalığı” mı gelmeliydi? İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer burasıydı. 27 Mayıs’ı idrak etmiş Türk yurdu ve Türk vatanı henüz cehalete gömülmüş kalabalıkların yurdu ve vatanı değildi. Neresiydi peki? Mesele, çok sayıda insanın bağrını dolduran umudu görüp görmemedeydi.
Yaşadığı toprakların şerefine toz kondurmayan insanların toprağı olmasını gözetenlere yutturulan zoka iki isimle anıldı Türk topraklarında: Birincisine sosyalizm adını taktılar, ikincisi kendini geçerli kılabilmek için İslâmî düzen serlevhasını kullandı. Sosyalist olmayan solcular ve ihlâstan nasibini almamış Müslümanlar gerek şehrin ve gerekse kırın iğrenç kalabalığını hedeflerine yarayacak biçimde kullandı. Her iki kullanım millî hayatın yıllarını almakla yetinmedi, yüzyıllar içinde hayata millîlik vasfı veren değer oluşturucu algılama şeklini alçalttı. Eğer Mehmet Akif edebiyattan tasfiye edilmemiş olsaydı Türk kültürü bariz bir endişenin uzandığı bir alan haline gelecekti. Endişeliydik çünkü bilhassa din hakkında doğru söylemediğimizi herkesten önce kendimiz biliyorduk. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli” … Ne işi vardı böyle bir ibarenin İstiklâl Marşı’nda? Ezanları umursayanların yurdu muydu burası? Öyle idiyse ezan okumak nasıl oldu da 18 yıl (1932-1950) kanun dışı sayıldı?
Divan Edebiyatı’na “yamalı bohça” yakıştırması yapan Namık Kemal’in Türk topraklarında şiirin alacağı şekil bahsinde bir teklifi var mıydı? Türk milletinin yüzyıllar boyunca bir yamalı bohça taşıdığını söyleyenin şiire dair bir teklife yanaşması mümkün müydü? Değildi, tıpkı genç ressamlara Dali’nin “Büyük ressam olmak istiyorsanız karımla evlenin” tavsiyesinin iler tutar bir tarafı olmayışı gibi. Şiirin gücünden kaçmayanlar şiiri ilâh mesabesinde görenler değildir. Şiir gücü ancak toplum dokusuyla şiir örgüsünün birbirinden ayrılamadığı yerde yoğunlaşır. Ne demek bu? Edebiyatın bir tarafını Ümit Yaşar Oğuzcan’a Yağma şiirini ithaf eden Ahmet Muhip Dıranas kaplamıştı diğer tarafta Dıranas’ı kült sayanlar oturuyordu. Onların hiçbiri Ümit Yaşar’ı şair sayma yanlısı değildi. Dıranas’ın yazdıklarının 10 şiiri geçmeyeceği iddiası da onlarındı. Ne olacak? Dıranas hakkındaki bir çalışma sözü edilen 10 şiir üzerinden mi yapılacak?
Mehmet Akif’e “büyük şair” demesin diye gözlerini kırpmadan Nâzım Hikmet’i sansüre tâbi tutanların edebiyat duayeni (kıdemlisi) sayıldığı ortamda kendime yer edinmem çok kısa bir zaman aldı. Zaman ve dolayısıyla siyaset öyle aktı ki kendini değerlendirmeğe kalkışanlardan yılan herkes okurlarımdan biri olduklarını gizledikleri yere getirdi bizi. Onların beni gizli şair kılmaları Türk milletinin işine yaramayacak. Millet milletliğini dayatmadan ona millet diyen de çıkmayacak. Kime dayatacağız bir millet olduğumuzu Dünya Sistemi’nin lortlarına mı? O lortların bizden değil, bizim Misâk-ı Millî hudutlarına olan sadakatimizden haberdar olanlardan öğreneceği bir şey var.
İsmet Özel, 2 Muharrem 1442 (21 Ağustos 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.