Gösteririm! İkaz veya tehdit olarak çıkar bu ibare Türkçe konuşanların karşısına. Biz Türkler bir şeyin, o her ne ise bize gösterilmesinden çekinir, giderek korkarız. Gösterme gücünü elde tutmanın bir üstünlük olduğuna ikna edilmişizdir. Olgunluğun görmüşlükte, geçirmişlikte gizlendiğinden eminizdir. Görmek dediğimizin dünyayı görmekten başkası olmadığına kaniyizdir. Nedir o halde dünyayı görmek? Anamızın karnından çıktıktan sonra tanıdığımız saha hangisi olursa olsun onun zevkine varmak mıdır? Evet, öyledir. Türkler görme fiilini bu sebebe bağlı olarak yaşama fiiliyle kaynaştırmışlardır. Eskiden “İstanbul’a yaşamağa gitti” denirdi. Oturup kalkmasını bilmeyen, ham halat insanları görgüsüzlükle suçlarız. Yoksa suçlardık mı demeliydim?
İnsanlar arası münasebette görgüsüzlük orta sınıf mensuplarının en uzakta durmasını istediği şeydir. Görgü misafirlikte tok gözlü, alış verişte nazlı, ikramda cömert olmağı gerektirir. Görgülü olmanın değerini görgü sahipleri bilecektir. Görgüsüzler ise görgülü davranmaktan hiçbir şey anlamayacaktır. O halde tutturabildiğimiz kadar mı, olanca hayat maceramızı bir tür kumar olarak mı yaşarız? Evet, ama bunu anlamamız için kumarda kaybetmemiz şarttır. Kumardan kazançlı çıktığımızın faydasına vasıl olmak bu dünyada mümkün değil. Görgümüzün faydası sarih olarak öte dünyada ortaya çıkacak bir şeydir. Edebiyatla ilgilenmekle görgü arasında bir alışveriş var mı? Elbette var. Edebiyat bizim yazma işine olduğu kadar okumağa gösterdiğimiz dikkatle bire bir bağlıdır. Görgüsüz edebiyat olmaz. Şiiri de romanı da okuma safhasını atladıysak kayıptayızdır. Kazanç ne ola ki? Din din gününde öyle bir demden haber veriyor ki, bu demde kazancımızı ne artırabileceğimiz, ne de eksiltebileceğimiz bir hali yaşayacağız. Yaşamanın kumarla eşgüdümlü hali uzun veya kısa yaşamak farkını ortadan kaldırır. Bir davranış stratejisi geliştirebilir miyiz? Hayır, kaderimiz neyse onu yaşamak mecburiyetindeyiz. Yazılan yazılmış, mürekkebi de kurumuştur.
Buradan dünyayı görme hakkında bir fikir çıkacaktır. Görmek meşaleden akseden aydınlıkla olmaz. Görmek giderek elektrik ışığını değil, gün ışığını gerektirir. Gün ışığından başka hiçbir ışık bize görmekle huzur verecek aydınlığı sağlamaz. Görmek huzur verir bize, çünkü kendimizin görmesi büyük ölçüde görülmemize bir başlangıçtır. Gün ışığı elinden bize ulaşan sabah, gün ışığının sabahı o gün idam edilecek bile olsanız iyi bir şeydir. Görmemişliğe bir başka tabir de uydurmuşuz: Gün görmemiş, gök görmemişlik. Sabaha ulaşmak günün sırlarından üstü örtülü biçimde haberdar olmak, varlığa sızmak anlamı taşır. Akıl ermez bir tatmindir bu. Sabrederiz. Oruç tutmak gün ışıtırken bir farklı tatmine talip olmamak anlamını yüklenerek bize kadar gelir. Yılda bir ay bizim elimizden tutan oruçtur. Bize dünyanın görmeğe değen yanını işaret eden de. Oruç tutmanın açlığa katlanmakla bir ilgisi yoktur. Şuurun bizi ne kadar yükselttiği oruçla hissedilir. Ben hissetmiyorum diyenlerdenseniz henüz niyetli değilsinizdir.
Raflar dolusu kitapları okumanın görmeği ne ölçüde sağladığını size söyleyecek değilim. Bunu belirtme mevkiine ermedim. Her ne kadar büyük filozofun hatasının da büyük olduğunu ifadeden medet umarsak da söyleyeceğimin beşer olarak yaratılmakla iktifa edip etmediğimizde düğümlendiğinden haberim var. Beşer olarak dünyaya gelmişiz. Bu kadarıyla yetinelim mi? Hazır dünyaya gelmişken önümüzde insanlığa özenmek gibi bir hedef olduğu/olabileceği umurumuzda olmasın mı? Yaradılışımız icabı bu cimri, bu aceleci, bu beşer halimizle dünyayı terk etmek çoğumuzu tedirgin etmeyecektir. Oysa bizi dünyaya gönderen merakımızı tartmaktadır: Ömrümüzün hangi safhasında olursak olalım insan mertebesine yükselecek, yükselmeğe gayret edecek miyiz? İşte orada dünyanın gün ışığıyla bile aydınlatılamayan tarafı bulunur. Okyanusta sörf yapmağa, yamaç paraşütüyle uçmağa gönderme yapmaksızın ele geçirilen bir olgunluktan söz ediyorum. İçinde bulunduğumuz ve çilesini çektiğimiz dünya her türlü tatminin bir bedeli olduğunu her ân hatırlatan dünyadır. Dünya ne uzar, ne kısalır bir eşek kuyruğu mudur? Ele nasıl geçtiyse öyle de elden gidecek midir? Bizi gösterme tehdidiyle korkutanlar dünyanın kaç bucak olduğunu bilmekle övünür. Gerçekte habersiz oldukları boyutların uzmanıymış gibi konuşurlar.
Gerçekte haberdar olunan boyutlar vardır. Modernlik bu boyutlara mutabakat, muvafakat gibi isimler takmak istedi. T.S. Eliot’ un “objective correlative” dediği bundan uzak değildir. Beethoven “Benim gözlerimle işittiğimi siz kulaklarınızla göreceksiniz” sözleriyle “J’ai plus de souvenirs que si j’avais mille ans” diyen Baudelaire’i yaya bırakmıştı. Hangi boyutlardır onlar? Onlara renkle kokunun, okşamayla darbenin, lezzetle eziyetin birbirinden fark edilmediği boyutlardır diyecek olursam sözlerim bir şey açıklamış olacak mı? Hayır, bana “Daha net konuş!” uyarısı gelmesin diye şiire sığındığımı söylemem de açıklayıcı olmayacak. Oysa şiir her şeyini bu yedi delikli tokmağın birbirleriyle alışverişine borçludur. İzahat bu alışverişi imkânsız hale getirince şiirden elde edilen kazanç uçup gider.
Şair hangi lisandan doğduysa doğumuna sebep olana oyuncak muamelesi yaparak mesafe kat edebilecek midir? İkinci Yeni öyle bir şey yapıyormuş edası yansıttığı yerde çöktü. Pek sivrilme imkânı da bulamamıştı zaten. İkinci Yeni’nin Avrupa’da Dadacılık, Gerçeküstücülük gibi akımlarınkine benzer bir parlaklık arz etmeden tarihi bir ilginçlik vasfına bürünüşü bir anakroniğe ilişkindir. Aklı paranteze alan edebiyat akımları Birinci Dünya Savaşı’nın sonunun beklentilerle daldan dala atlamış bir kültürün sonuna denk düşmesi demekti. Oysa şiirin Türkiye’deki macerası bir noksanı giderme endişesinden doğmuştu. İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş Türkiye bir moral yoksunluğunun üstesinden kapalı şiirle gelebileceği hissine kapılmıştı. Kaç kişiydi bu hisse kapılanlar: Sıfır. Hiçbir şair medeniyet ve barbarlık denildiğinde birbirinden ancak ayrılabilen iki kültür arasındaki mesafeyi alt etme derdinde değildi. Benim yukarıda dile getirdiğim sonuç nereden çıktı bu İkinci Yeni sualine cevap olsun diye sunulan diğer izahatın kıymeti harbiyesi olmayışı yüzündendir.
Yazarlık seline kapılıp üçüncü ve dördüncü dünya savaşlarına temas eden yazılar kaleme aldım. Oysa dünyanın kamuoyu bu bahiste ikiyi geçme yanlısı değil? Benim kötü bir yazar olmam mı sebep oldu buna? Bilâkis yazılarımın etkili oluşu düşüncelerimi can yakıcı hale getirdi. Eğer benim birçok görüşlerime olduğu kadar üçüncü ve dördüncü dünya harbi varsayımlarıma tepki verilecek olsaydı Türk yurdunun Dünya Sistemiyle boğaz boğaza bir duruma açılması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Türk toplumunun yeniden örgütlenmesine açılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ne yay gibi gerilmeğe, ne de ok gibi fırlamağa mecali var. Sevr paranoyasıyla bugüne geldik. Toplum olarak bizi hangi psikopatologik bozuklukların beklediğine de aklımız ermiyor.
Tarih bize şiirin bizim, biz bir millet isek, ruh sağlığımızın güvencesi olduğunu öğretti. Yunus Emre’nin şiirleri kısmen âyet ve hadis tercümesidir. Yunus Emre divanı âşık edebiyatının değil divan edebiyatının başlangıcına işarettir. Hangi asırda hangi şiirin anlam arayışı ağır bastı? Bu suale batılılaşmacı fikriyat içinde cevap bulamayacağız. Bütün suallerin tatmin edici bir cevabı bulunamaz derseniz size hak veririm. Yine de bile isteye dünyayı görmekten kaçınmanın şiirden başka yolu olmadığını öğrenecek kadar yaşadım. Dünyayı görmekten kaçınmak Dünya Sistemi’nin uşağı olmaktan paçayı sıyırmanın bir yoludur. Marksist dünya görüşü kapitalizmin dünya toplumlarının ıslahında en devrimci rolü üstlenerek bir yaygınlığa sahip olduğu hatasıyla deneyler yaşadı. Rusların bile komünist olmağı reddettikleri günümüzde şiirden medet ummak bize bir itibar alanı açabilir mi? Şiire yaslanıp güç gösterisi yapanları muteber sayan kim olacak?
İsmet Özel, 24 Zilhicce 1441 (14 Ağustos 2020)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.