Ölmemeğe elde fermanım mı var?
Karacoğlan
“Salgın” dolayısıyla İtalya’nın başına gelenler ve akıbeti birçok kişinin fakat hassaten batı medeniyetini hasım sayan insanların zihnini kurcaladı, kurcalıyor. İsmet Özel’in yeniden yazmaya başlaması bir zihin berraklığı temin etmemize yarıyor. İsmet Özel “Başka Şeyi Bir Beraat Saymak” yazısında İtalyan Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra buharlaştığından bahsediyor. Parti, SSCB dağıldıktan sonra adını değiştiriyor. Partito Comunista Italiano (Italian Comunist Party) 1991 yılında ismini Solun Demokratik Partisi (Partito Democratico della Sinistra, Democratic Party of the Left) yapıyor. Partinin isminden Komünist kelimesi ile beraber İtalyan kelimesinin de silindiğine dikkat edelim. Sonradan Parti içinden bir grup “Komünist Yeniden Kuruluş Partisi” adıyla yeni bir parti kurmuş ve onlar da İtalyan kelimesine parti isminde yer vermemiştir. Gerçi mezkur iki parti de bir varlık gösterememiştir. Zaten sonradan “Solun Demokratik Partisi” “Demokratik Parti”ye katılarak tarihten silinmiştir.
İtalyan Komünist Partisi ise dünyada misaline rastlanmayan şekilde Faşist İtalya tarihe karıştıktan sonra on yıllarca İtalya’nın dörtte bir oyunu alan, neredeyse hep ikinci parti konumuna yerleşen; parti olduğu için tabiî olarak silahlı mücadele aleyhine ve hususen Sovyet yayılmacılığına karşı bir yapı idi. Antonio Gramsci’nin kurucusu olduğu parti çeşitli İtalyan entelektüellerin dahil olduğu ve entelektüel faaliyetin siyasi çalışmalarla atbaşı gittiği bir ortamdı. Karşılarında Papalık ve Sağcı blok vardı. Mesela Fransız Komünistleri için aforoz edilmek diye bir mesele olmadı fakat Papalık 1949 yılında bütün İtalyan Komünistlerini aforoz eden bir kararname yayınlamıştı. İtalyan Komünist Partisi Amerika’nın da doğrudan cephe aldığı bir partiydi. Yetmişli yıllarda belediye seçimlerinde gösterdikleri başarı dolayısıyla hükümet olmaları mevzubahis olunca Kissinger doğrudan İtalyan Komünist Partisi’ni hedef alan açıklamalar yapmış, İtalya’da İtalyan Komünist Partisi’nin hükümet olmasına müsaade edilemeyeceğini beyan etmiştir. “Coexistence in peace” çerçevesinde Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler sürdüren ABD’nin İtalyan Komünist Partisi’ne olan tavrı ve Sovyet yayılmacılığı aleyhtarlığıyla nam salmış İtalyan Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra buharlaşması dikkat çekici. İtalyan Komünist Partisi’nin bir imkan haline geldiği zamanda vuku bulan Aldo Moro cinayeti (1978) ve akabinde İtalyan Komünist Partisi’nin takındığı tavır itibariyle yılarak ve/veya yıldırılarak sistemin diğer unsurlarıyla aynı hizaya getirilmesi göz önünde bulundurulmalı.
İtalyanların yerini anlayarak medeniyetin hasmının Türkler olduğunun farkına daha kolay varabiliriz. Kapitalizmin ortaya çıkarmadığı tek millet olarak batı medeniyetini yıkacak bir millî varlık izhar edecek miyiz? İnşallah edebiliriz. İtalyan Komünist Partisi’nin, Türk tarihindeki kapitalizme alternatif bir hayat tecrübesini keşfedip bundan istifade etmeye çabaladığını hesaba katmamız işimize yarayacaktır.
Rahmetli Turgut Cansever. O da bütün Türk mimarları gibi Boğaza köprü yapılmasının aleyhinde idi. Bunu bilhassa vurguluyoruz: Çünkü İsmet Özel’in son yazısında zikrettiği gibi sanatçının kahredilmesinden dünyalık temin edenlerin suret-i haktan görünerek koruyucu melek şekline büründüklerini hem ifşa etmek hem de onların aleyhinde olduğumuzu tekrar be tekrar zikretmek ihtiyacı duyuyoruz. İtalyan Komünist Partisi’nin kurucusu ve Faşist İtalya’da neredeyse ölene kadar hapiste tutulan Antonio Gramsci Arnavut asıllı idi. Arnavutların ve İtalyanların coğrafî yakınlıkları ve münasebetleri dolayısıyla hususi bir tarihi vardır. İtalyan Komünist Partisi hem bu hususi tarihleri dolayısıyla hem Gramsci sebebiyle hem de Arnavutluk’un kendine mahsus komünist tecrübesi yüzünden Arnavutluk’la yakın alaka kurmuştur. Hem Arnavut Hem İtalyan komünistleri Sovyet yayılmacılığına karşı pozisyon almıştır. Kendine mahsus bir sol temayül, idarî yapı ve toplum yapısı peşinde olan İtalyan Komünist Partisi’nin, Arnavutluk’un Osmanlı bakiyesi “mahalle teşkilatı” epey ilgisini çekmiş. Turgut Cansever Anlatıyor: “Bu arada ortaya çıkan birkaç gelişmeyi de ilave etmek isterim. İtalyan Komünist Partisi, bütün İtalya gibi Arnavutluk’la çok yakından ilişkiliydi. İtalyanlar bir kere uzun bir süre Arnavutluk’u işgal ettiler. İkinci Dünya Harbi’nden sonra Stalin, tüm Doğu Avrupa ülkelerine hâkim olunca, kendi yasalarının daha evvel bu ülkelerde geçerli olan yasaların yerine geçirilmesi için çok yakını olan çok güçlü bir teorisyeni, Jdanov’u görevlendirdi. Jdanov Polonya’ya, Estonya’ya gidiyor. Onların yasalarını iptal ettirerek, yeni yasaları kongrelerden, meclislerden geçirerek karar haline getiriyor. Böylece Stalin yasaları hayata geçiyor. Bu arada Çinlilerin, Stalin yönetim felsefesine karşı tereddüt ve tenkitleri başlıyor. Aynı zamanda Fransız Komünist Partisi’nde de bu meseleler tartışılıyor. 1946-50 yılları arasında Arnavutluk’a Enver Hoca hâkim oluyor. Enver Hoca’nın konumu ilginç. Komünist rejimi kabul etmiş ve onun bir temsilcisi olmakla beraber Tito, Stalin’den farklı bir rejimi gündeme getirmek istiyor. Arnavutluk’la Rusya arasında Yugoslavya var. Dolayısıyla Polonya yahut Macaristan’da olduğu gibi gerektiğinde hemen Rus kuvvetlerinin müdahale etme şansı yok. “Arnavutluk’ta ne yapılması gerekir?” tartışması başlarken Enver Hoca, şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bizim üstatlar, Stalin, Lenin, Engels, Marks iki asır kadar işçi sınıfı diktatoryasının tesis edilmesi ve bu dönemden sonra da toplumların kendi kendilerini idare edebilecek duruma geleceklerini söylüyorlar; ama ben buraya bakıyorum, Arnavutluk’ta insanlar kendi kendilerini zaten idare ediyorlar.” Çünkü Arnavutluk, Osmanlı mahalle teşkilatının lağvedilmediği tek yer. Çinlilerin, Tito’nun, Fransız Komünist Partisi’nin Stalinist felsefeye karşı geliştirdikleri eleştiri ortamında bunları söyleyince Enver Hoca’ya hücumlar başlıyor. Enver Hoca mahalle teşkilatını muhafaza ediyor. İtalyan Komünist Partisi bununla çok ilgileniyor, Mussolini hemen Arnavutluk’u işgal ediyor. Burada mahallelinin, mahalleyi idare ettiğini görüyorlar. Mahallenin çöpünün toplanmasına, sokağının tamir edilmesine, hatta bir yapının mahalle içerisinde nerede nasıl inşa edileceğine dahi mahalleli karar veriyor. “Komşular şu şekilde yaparsa evet deriz” diyor mahalle yönetimi. İtalyan Komünist Partisi bunu İtalyan şehirlerinde uyguluyor ve hemen etkisi görülüyor. 1947-50’de Bologna ve civarında 3-4 belediye komünistlerin eline geçiyor. Burada mahalle komiteleri kuruluyor. Nezih Eldem 1949-1950 senelerinde mimarlık kültürünü araştırmak için iki sene Roma’da bulunmuş. Bolonga’da birkaç ay kalıyor, mahalle komitelerinin çalışmalarını takip ediyor. Orada şahit olduklarını anlatıyor: Mesela yaşlı bir kadın diyor ki: “Karşı kaldırımın değişmesine razı değilim. Ben 60-70 senedir burada oturuyorum, buradan karşı köşeyi seyrederken yaprakların arasından sızan güneş ışıklarının gelip orada farklı renkteki taşların üzerinde kıpırdayışının güzelliğini tarif edemem. Bu, hayatımın bir parçası, gerçek bir güzellik. Bunu tahrip edemezsiniz.” Evet, onu tahrip etmiyorlar…”
Burada mühim olan kendine mahsus bir hayatın peşinde olan İtalyanların, Türklerin kapitalizme rağmen sürdürdüğü hayat tecrübesinin üzerine atlamasıdır. Biz ise kendi geleceğimizi ciddiye almadığımız kadar kendi tarihimizi de ciddiye almıyoruz. Mahalle teşkilatı deyince bugün de birçok kişinin aklına partilerin mahalle teşkilatları gelir. Halbuki biz Türkler asırlarca kendi mahallelerimizde inzibatsız, kolluk kuvvetleri olmadan yaşadık. Ne inzibat vardı ne de suç. Taşkınlık yapacak Müslüman da Gayrimüslim mahallelerine, mesela Galata’ya çıkardı. Her Müslümanın tek tek emniyet ve sair işlerden mesul olduğu bir idare misali… Komünist İtalyan’ın fark edince etkilendiği, tetkike daldığı tecrübe budur. Gavur Padişah namıyla bilinen İkinci Mahmud’a kadar, mahallenin mümessili imam idi. Muhtarlarla, İkinci Mahmud’un idarî yeniliği sayesinde tanıştık. Yani muhtarlık yeni bir idarî teşkilat. Yalnızca Müslüman mahallelerinin muhtarı olurdu, gayrimüslim mahallelerdeki muadiline kahya denirdi. İmam Türkçede baş demektir. Muhtar da ihtiyar sahibi demektir. İhtiyar yani tercih yapabilen, mümtaz, beğenilen kişi... İhtiyarın elifini bilmeyenlerin “muhtar bile olamaz” deyişi veya “bana muhtar bile olamaz dediler” şikâyeti aynı çukurdadır.
Yeni bir dünya inşası kimseyi dolduruşa getirmeden dil, sanat, siyaset birlikteliğiyle olacak. Bu da İstiklâl Marşı Derneği’nin göstereceği ataklığa bağlı. İsmet Özel’in yeniden yazmaya başlaması bu imkânı besliyor.