Bulgarların Hıristiyan takvimine göre 1936'da Tanzimat Fermanı'nın yüzüncü yılını kutladıklarını biliyor muydunuz? 1839'da ilan edilen fermanın yüzüncü yılını neden 1936'da kutlamışlar suali akla gelebilir. Çünkü Tanzimat Fermanı hicri takvime göre 26 Şaban 1255 tarihinde ilan edildi. 1255 tarihi aynı zamanda Abdülmecid’in tahta çıktığı tarihtir. Bu sebeple bir şair şöyle tarih düşmüş: “bir iki vü iki delik Abdülmecid oldu melik” baştaki bir iki 1255’in ilk iki rakamı iken iki delik de sondaki beş rakamlarını işaret eder. Çünkü bizim yazımızda beş rakamı bu şekilde yazılır. Bacak arasından geçen topa beşlikten geçti denmesinin sebebi de budur. Bulgarlar da kendileri için pek kıymetli bu vesikanın ilanını kutlamak için tarihin orginalini esas almışlar. Müslüman takvimi takriben Hıristiyan takviminden 10 gün ileride olduğu için yüz sene sonunda üç senelik bir fark oluyor. İstiklâl Marşı’nın düşmanı olduğu medeniyetin takvimi, yazısı ve İstiklâl Marşımızı kaldırıldığı rafa kilitlemek gayesiyle üzerine geçirilen bestesiyle yüzüncü sene-i devriye merasimi organizasyonlarına girişenlerin bir suiistimal peşinde olduklarını, bunun inkılapları tahkim etmek manasına geldiğini zikretmeye bilmem lüzum var mı?
Pekala Bulgarlar niçin Tanzimat Fermanı’nın ilanını kutluyor? Türkler olarak başımıza gelenler ve bugün karşı karşıya olduğumuz hadiseler bakımından mühim bir sual olduğunu düşünüyorum. Sualin cevabı Tanzimat Fermanı’yla birlikte Osmanlı klasik düzeninin terk edilmesinde yatıyor. En yukarıda Müslümanların olduğu ve gayrimüslimlerin de kendi aralarında derecelendirildiği Osmanlı klasik düzeni Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla terk edildi. Bu fermanla Osmanlı devleti bütün tebaasını eşit addetti. Bizim Müslümanlar, yani millet-i hakime olarak artık gavura gavur denmeyecekmiş diye tepki verdiğimiz ve gayrimüslimlerle eşit olma zilletine dûçar olduğumuz Tanzimat Fermanı’na en çok Rumlar itiraz etmişti. Bilhassa da Rumların ruhban sınıfı itiraz etmişti. Biz Müslümanların üstünlüğüne razıyız Yahudilerle eşit olmak istemiyoruz diyen onlardı. Lakin bu itirazın bir de Ortodoks sair unsurlarla da alakası vardı.
Osmanlı devletinin klasik düzeninde Rumlar gayrimüslimler arasında rütbe olarak en yukarıdaydı. Sonra Ermeniler en son da Yahudiler geliyordu. Rütbeler tanınan hak ve imtiyazlarla ölçülüyordu. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet'in patrikhaneye tanıdığı imtiyazlar dolayısıyla devletin bütün Ortodoks tebaası Rum Patrikhanesine bağlanmıştı. Osmanlılar bugün her biri balkanlarda “devlet”leri olan Sırplar, Bulgarlar ve sair Ortodoks unsurları hatta Ortodoks Arapları Rum milleti addedip hepsinin başı olarak da Rum patriğini tayin etmişlerdi. Niyazi Berkes bu hususta "Osmanlı Devleti bu patrikliği gerçek bir –oikumenik- (yani evrensel) patriklik mertebesine yükseltiyordu. Eğer bugün dünyada, kendini evrensel Roma Papalığı’na eşit gören bir Ortodoks Patrikliği varsa bunu Türk rejimine borçludur. Yoksa, Katolikliğin, Protestanlığın ve çeşitli heretik hareketlerin baskısı altında, Rum Ortodoksluğu çoktan tarihe karışmış olacak, ya da bir köşeye sığınmış bir heresi sekti haline gelmiş olacaktı" der. Yine Niyazi Berkes ciddi bir müellif olarak Osmanlı’da ulusalcılığın patrikhane dolayısıyla Rum boyunduruğundan kurtulmak isteyen unsurlar eliyle başladığını dillendirerek birilerini rahatsız ettiği için onun aleyhinde olmak üzere “Kıbrıslı Niyazi Berkes’in Rum aleyhtarlığı”ndan söz açanlar çoktur. Bununla beraber saltanatı kaldırmakla övünenlerin Osmanlı idaresinin ve siyasetinin büyük bir parçası olan patrikhaneyi çok istedikleri halde Türkiye sınırları dışına çıkaramadıklarını da not edelim.
İstanbul’un fethinden sonra Rumlar kendi takvimlerini işlettiler. Birçoğu Türkçe öğrenmeyip kendi dillerini muhafaza ederek ve edindikleri imtiyazlarla bütün Ortodokslar arasında kendi dillerini ve kültürlerini yayarak bir Helen davası güttüler. Sırpların, Bulgarların ve sair Ortodoks unsurların piskoposluklarını, patrikliklerini lağv edip, bu unsurların kendilerine mahsus ritüellerini yasakladılar ve yalnızca Rumca ibadete müsaade ettiler. Bulgarların Tanzimat Fermanı’nın ilanını kutlamalarının, Rumların ilan edilen fermana şiddetli itirazının bir vechesi de budur. Çünkü Osmanlı devletinin bütün Ortodoksları Rum milleti saydığı düzen Tanzimat’la geride kalınca Bulgarlar kendilerinin patrikhaneden ayrı bir dini varlığı olması için işe koyuldular. Önce Bulgarlar için bir “papaz evi” kuruldu akabinde 1870 yılında Bulgar Eksarhlığı adıyla Bulgarlara mahsus bir kilise meydana getirildi. Bu da Bulgaristan diye bir ülkenin kurulmasına kadar varan yolu açtı.
Bulgar Eksarhlığı kurulunca Namık Kemal, maksat Bulgarları Rum patrikhanesinin tasallutundan korumak idiyse, nasıl Rumların, Fener, Antakya, Avusturya, Kudüs patriki varsa, Ermenilerin, İstanbul ve Kudüs patriki varsa, Bulgarlar için de Ohri, Filibe veya Rusçuk’da bir veya birkaç patrik bulundurmak kâfi ve hakkaniyetli olurdu diyor ve ekliyor: Bir Bulgar mezhebi varmış gibi bir Bulgar patrikliği meydana getirilerek Gülhane Hattı ayaklar altına alındı. Yani biz bugün Osmanlılık hayali kuran Namık Kemal’in anladığı Tanzimat’tan değil, gayrimüslim unsurların lehine neticelenen bir Tanzimat’tan haberdarız. Bu tabiidir zira Müslümanların hakim olmadığı bir yerde aksi bir netice düşünülemezdi. Yukarıda gayrimüslimlerle eşit olma zilletinden bahsettik lakin Tanzimat Fermanı’nın ilanı eşitliğin değil gayrimüslimlerin Müslümanlara üstünlüğünün önünü açtı.
Gerçekten de Namık Kemal’in dediği gibi bir Bulgar mezhebi yoktu. Bütün dünyada ve Türk topraklarında “Bulgar” diye bir unsur Hıristiyan takvimine göre 18. asrın sonuna, 19. asrın başına kadar bilinmiyordu. Yunanlar bundan pek bahsederler ki ilk çağdaş Yunanca kitap 1526’da basılmışken ilk Bulgarca kitabın tarihi 1806’dır. Osmanlı’nın resmi evrakında da 1794’den önce Bulgar ismine rastlanmıyordu. Yani Osmanlı Devleti Tanzimat Fermanıyla birlikte kendi eliyle ve belki de muhtemel Helen tehlikesi dolayısıyla klasik politikası olan “birbirine düşürme”den medet umarak “Bulgar meselesi”nin fitilini ateşledi ve akabinde bütün küfür aleminin eliyle bir Bulgaristan kuruldu. Ali Kemal Balkanlı’nın yazdığına göre bugün Bulgaristan’da Bulgar mektebi açılmasına müsaade eden Hayreddin Paşa’nın adı bir caddenin ismidir.
Namık Kemal’in Vatan Yahud Silistre piyesi ilk defa 1873’te neşredildi ve oynandı. Silistre Bulgaristan’ın en kuzeyinde Romanya sınırında bir yerdir. Türk vatanının o tarihte nereden nereye kadar olduğunu gene Namık Kemal’in “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” mısraına müracaatla anlayabiliriz. 1873’te Kâbe’den Silistre’ye uzanan bir vatanımız vardı. Üç sene sonra Bulgar isyanı patlak verdi. Ruslar, Avrupalılar ve Amerikalılar, Türkler Bulgarları katlediyorlar diye bütün dünyayı saran bir propaganda faaliyetine başladılar. Türklerin Avrupa’dan süpürülüp silinmesi lazım diyen Gladstone “Bulgarian Horrors And The Question Of The East” adıyla bir risale neşretti ve kısa zamanda kitabın satışı çok büyük rakamlara ulaştı. Gladstone, Türklerin Bulgarlara eza ettiğini dillendirerek Türklerin diğer “Müslümanlar” gibi olmadıklarını söylüyor ve Avrupa’da bir tek Türk bırakılmamasını savunuyordu. Küfür âlemi bu fikirlerini karşımıza kendileri çıkarak değil hakimiyetimiz altındaki unsurları kışkırtarak ve silahlandırarak kuvveden fiile çıkarmayı deniyordu.
Lakin ortada kafirler için bir mesele vardı çünkü sonradan Bulgaristan olacak topraklarda Türk nüfusu sair nüfuslardan çok idi. Bulgar isyanlarında öldürülen Türkler ve akabinde 93 harbi dolayısıyla verilen kayıplar ve hicret dolayısıyla Türk nüfusu biraz azaldı. 93 harbi akabinde 1878 yılında Berlin anlaşmasıyla muhtar bir Bulgaristan kuruldu. Aynı zamanda bir de Şarkî Rumeli Vilayeti kurulmuştu. Bir müddet sonra Bulgaristan Prensliği, Şarkî Rumeli Vilayeti’ni de ilhak etti ve en sonra Meşrutiyetin (1908) ilanının üzerinden üç ay geçmeden Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Aynı günlerde Avusturya Macaristan Bosna Hersek’i ilhak etmiş Girit de Yunanistan’a bağlanmıştı.
93 harbi neticesinde Ruslar batıda Yeşilköy’e (Ayastefanos) doğuda Erzurum’a kadar gelmişlerdi. Nasıl geldikleri konusunda pek dillendirilmeyen husus şudur: Ruslar batıda Yeşilköy’e Robert Koleji talebesi ve sair Bulgarlar mihmandarlığında Erzurum’a da Ermenilerin mihmandarlığında gelebildi. Amerikalıların Amerika dışında açtığı ilk okul olan Robert Koleji hem Bulgar isyanlarını organize edenleri hem de kurulan Bulgaristan’ın bütün idarecilerini yetiştirdi. Yani Avrupalılar da Ruslar da Amerikalılar da Bulgaristan’ı biz var ettik diye övünür. Hatta bugün patrikhane bile Bulgarlar bizim sayemizde Bulgar kaldı ve fakat bize minnettarlığını sunmadı der. Ajans haberlerinde ise patrikhane yetkililerinin hâlâ İstanbul’da Bulgarca ayinlere müdahale ettiklerinden yakınan Bulgarların şikayetlerini görürüz.
Her ne kadar aralarındaki niza daimi olsa da küfür tek millettir. Gavur gavurluğunu yapar. Bizim düşünmemiz gereken şu ki: Yeniçeriliğin kaldırılmasını “vaka-i hayriye” diye adlandırdılar, akabinde Yunanlar bağımsızlığını elde etti. Tanzimat’ı da “Tanzimat-ı Hayriye” diye adlandırdılar bu önce Bulgar muhtariyetini akabinde II. Meşrutiyet sonrası Bulgaristan’ın bağımsızlığını getirdi. Ve Bulgarlar o günden bugüne Gladstone’nun sözünü tutarcasına orada bir tek Türk bırakmamak için her şeyi yaptılar. Biz ise Misâk-ı Milli’ye, Misâk-ı Milli’nin tahakkuk etmesi için yazılan İstiklal Marşı’na nasıl baktık? Baktık mı? Dünkü çözüm sürecini, açılımları, demokratikleşme paketlerini ve bugünkü muhalefetin yeni anayasa vaadini ve yeni anayasa yapmayı başaramayan hükümetin reform vaadini Bulgaristan hikayesi muvacehesinde bir daha düşünelim. Gene bu vesileyle “tek dil” diyemeyenlerin “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet” diyerek neyi suiistimal ve istismar ettiğini düşünelim. Biz bütün bu hadiselere Türk hakimiyetinin, Türkçenin hakimiyeti olduğunu bilerek bakıyoruz. Onun için yazımızı geri almaktan bahsediyoruz. Bunu da kimseden öğrenmedik.
Gökhan Göbel 8 Cemâziyelevvel 1442 (22 Aralık 2020)