Değerli Misafirler, İstiklâl Marşı Derneği Ankara şubesinin açılışını onurlandırdığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Dernek tüzüğümüzde belirtilen amaçları gerçekleştirmeye şube olarak hizmet etmek üzere Ankara şubesini açıyoruz. Bu amaçları sahicilikle gerçekleştirmek en büyük arzumuz. Kes kopyala yapıştır mantığıyla gelinebilecek seviyeyi gören insanlarız. Kendi meselelerimizi kendimizin görmesi ve kendimizin çözüm araması zaruretine inanan insanlar olarak İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel'in sesine ses vermek için buradayız. Millî marşımız olan İstiklâl Marşı’nın bir millî mutabakat, bir millî yemin ve bir millî proje olarak millet hayatındaki yerini hatırlatmak ve bu amaçla İstiklâl Marşı’nda beyan edilen iradeyi ileri götürmek için yola çıktık. İstiklâl Marşı diyor ki: “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Demek ki, bir ocağın tüttürülmesi gerekiyor. Yani bizim bu ülkenin hayatiyetine katkıda bulunan insanlar olmaktan başka bir seçeneğimiz yok. “İstiklâl Marşı Derneği milletin emrinde olmayı şeref sayanların derneğidir. Milletin emrinde olmayı şeref sayan başkaları da vardır mutlaka; ama yalnızca bizler Türk milletinin emrinde olmayı şarta bağlamayanlarız.”
İstiklâl Marşı şairinin İstiklal Marşı’nı yazdığı bu şehirde bizlere İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesini açmayı nasip eden Rabb’imize hamd olsun. Bu vesileyle Merhum Mehmet Âkif Ersoy'u da rahmetle anıyoruz. Ben sözü derneğimizin genel Başkanı Sayın İsmet Özel’e bırakıyor, bu vesileyle İstiklal Marşı Derneği Ankara şubesinin kuruluşunda emeğini esirgemeyen tüm arkadaşlarıma ve bugün bizleri yalnız bırakmayan siz sevgili misafirlerimize teşekkür ediyor, selâm ve saygılarımı sunuyorum. HAKAN KARACA Ankara Şubesi Kurucu Başkanı GENEL BAŞKAN İSMET ÖZEL’İN KONUŞMASI Merhabalar, Bu, İstiklâl Marşı Derneği Ankara Şubesi'nin açılışı dolayısıyla yaptığımız basın toplantısı. Varsa ben yüzlerini tanımıyor olabilirim; ama öyle sanıyorum ki, burada hiçbir basın mensubu yok. En azından gazetesine ya da televizyonuna haber yetiştirmek, “İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesi açıldı.” haberini oluşturmak üzere burada bulunan hiç kimse yok. Hâzırûn içinden “Ben varım...” diyen bir basın mensubu çıkacaksa onu tanımaktan memnun olurum. Yok. İstiklâl Marşı Derneği bundan üç yıl önce İstanbul’da genel merkezini açtığı zaman en azından birkaç büyük gazetenin muhabiri -belki çok önemsiz muhabirleri olabilir- açılışta bulunuyorlardı. Bize sordukları sorulardan bir tanesi, “derneğin bir siyasi partiye dönüşüp dönüşmeyeceği” idi. Demek ki, bundan üç sene önce İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulması sebebiyle ortaya konan iradenin, Türk siyasetinde bir rol oynamaya namzet olduğu fikri vardı. Ama bugün -dediğim gibi- biz bir basın toplantısı yapıyoruz ve “Hiçbir basın mensubu bize ilgi göstermiyor” demeyeceğim; aslında fevkalade ilgililer ve bu ilgilerini bilhassa belli etmemek kastıyla hareket ediyorlar. Burada birileri bilhassa yok; çünkü burada onların bulunmaları halinde, bundan meşgul olduğumuz işin üç senede kat ettiği mesafenin onaylandığı manası çıkacaktı. Ankara şubesi İstiklâl Marşı Derneği’nin altıncı şubesi. Yani genel merkezi de kabul edersek; İstanbul, Sivas, Konya, Gaziantep, Şanlıurfa ve altıncı olarak da Ankara. Türkiye de dernek mi yok? Aramadığınız kadar... Her derneğin açılışına basın ilgi mi gösterecek? Hayır, böyle bir şey söylenemez; ama bizim İstiklâl Marşı Derneği üç yıldır neleri dile getirdiysek hepsi, Türkiye’de devamlı olarak üstü örtülü bir biçimde cevaplandırılan ve karşı görüş geliştirilen şeylerdir. Böyle bir şey, diyelim ki, “Lüleburgaz’ı Güzelleştirme Derneği” için söz konusu değil tabii; ama İstiklâl Marşı Derneği için bu üç yıldır böyle. Yani biz üç senedir Türkiye’de nelerin olup bitmekte olduğu ve bunların yerini nelerin alması gerektiği konusunda öyle şeyler söylüyoruz ki, bunlara Türkiye’deki siyasi aktörler cevap yetiştirmek zorunda kalıyor. Lisan-ı hâl ile yapılıyor bu; ama bazen de adımız anılmaksızın doğrudan doğruya lisan ile cevaplandırılıyor. Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesi açılacak da ne olacak? Açıldı da ne oldu? Bir kere birilerinin bazı beklentileri sona erdi. Yani onlar hiçbir zaman İstiklâl Marşı Derneği’nin altıncı şubesini açacak kadar uzun yaşayacağına inanmadılar. Bunda benim şahsımın da tavrı göz önüne alınıyordu. Şöyle düşünüyorlardı: İsmet Özel bakar ki bu iş yürümüyor, vazgeçer ve dükkânı kapatır. Bu çok canlı bir beklenti olarak birilerinin içinde yaşıyor idi. Ama biz başından beri düşmana inat, bir gün fazla yaşamak prensibine bağlı kaldığımız, bir gün daha yaşamış olmamızın bize sağlayacağı faydadan çok düşmanlarımıza vereceği zararı esas aldığımız için bu günlere geldik. Ankara şubesinin açılması demek, en başta bizim istikrarımızın ve kararlılığımızın teyidi demek. Tamam, tabii ki bu şehir payitaht değil, ne olduğunu da anlamak zor; “başşehir” desen, nesi “baş” diye sormak lazım. Mesela şöyle bir şey bile diyemeyiz: “Türkiye de en çok rüşvetin alındığı şehir Ankara’dır.” Evet, bunu bile diyemeyiz; mutlaka Mersin’de daha fazla alınıyordur. Yani o nedenle bu şehrin ne bakımdan baş olduğunu anlamak çok zor. “Her şey Ankara’dan idare ediliyor.” desek, bu da doğru değil. Ama “İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesinin açılması, İstiklâl Marşı Derneği’nin sözlerinin daha fazla insan tarafından teyit edileceğinin de bir nişanesidir.” diyebiliriz. Bizler Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânıyla beraber Türk milletinin eline çok büyük bir fırsat geçtiğine inananlardanız. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı bir felâket değildi; hayırlı başlangıç olabilecek bir hadiseydi. Oldu mu, olmadı mı? Burası İstiklâl Marşı Derneği... İstiklâl Marşı diyor ki: “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın” İstiklâl Marşı’mız bu şehirde yazıldı, 1921 yılında... Ve henüz Cumhuriyet ilân edilmiş değildi. Ve Allah’ın bize bazı günleri va’dettiği iddiası var İstiklâl Marşı’nın içinde. Geçen 86 sene Allah’ın bize va’dettiği günleri görme konusunda heba edilmiş olan 86 senedir. Yani İstiklâl Marşı’nda söylenen şeyin bir kısmı vaki oldu. Ne oldu? “Yarından da yakın” olan kısmı heba edildi. Yani 86 senede Türkiye, dünya milletleri içinde kendine layık bir yeri sahiplenebilmek için gerekli işleri yapmamış bir ülke olarak ömrünü buraya kadar uzattı. İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesinin açılması, geriye kalan “yarın” kısmı ile alâkalıdır. Yani biz “yarından da yakın”ın Türk milletinin işine yaramadığını ama “yarın”ın gene Allah’ın bize va’dettiği şekilde yerini bulacağını ümit ediyoruz. Dediğim gibi, basın mensupları yok burada ama biz Ankara şubesinin açılması münasebetiyle burada bulunan arkadaşların konuşulmasını istediği bir şeyler ya da cevaplandırılmasını istedikleri sorular varsa onlara bir saha temin edelim istiyoruz; çünkü böylece benim burada size kuru kuru nutuk atmam yerine burada üreyecek işlerin tabiatına dair bir şeyler konuşabiliriz. Ankara, Cumhuriyet’in ilânından beri başşehir olarak yaşamış olmasından dolayı özellikli bir yer tabii ki. Yani Ankara’da İstiklâl Marşı Derneği’nin şubesinin olması, bundan sonra Ankara’da işlerin eskisi gibi yürümeyebileceği ihtimalini de canlı kılıyor. Onun için varsa eğer sizden gelecek sorular, onları konuşmaktan ben şahsen memnun olacağım. Ben bir dizi konuşmalar yaptım: “Toparlanın gitmiyoruz” konuşmalarıydı bunlar. Birincisi İstanbul’da oldu ve çok kalabalık bir dinleyici kitlesi vardı. O toplantıya gelenlerden bir tanesi, “Koştuk geldik; bakalım şeyhimiz ne keramet gösterecek diye geldik. İsmet Özel’i dinledik ki, şeyhin bütün söylediği, ‘Bütün keramet sizde’ bunu söylüyor şeyh.” demişti. Aslında İstiklâl Marşı Derneği’nin faaliyeti de buna müteveccihtir. Yani bütün üyelerinin Türkiye adına yüklendikleri sorumluluk... İstiklâl Marşı’nın kendisi bunu söylüyor: “Sen şehit oğlusun; incitme yazıktır atanı" Dolayısıyla bu İstiklal Marşı’nın “sen” dediği insanlar bizlersek eğer, o zaman keramet hepimizde olmuş oluyor; aramızdan bazılarında değil. (Server Vakfı yetkililerinden birisi, yarından da yakın kısmıyla kastedilenin ne olduğunu ve 86 yılın heba edildiği sonucuna nasıl vardığımızı, öyle ise ne yapmamız gerektiğini soruyor.) Şimdi, neden geçen 86 yılın heba edildiğini söylüyoruz? Geçen 86 yılın heba edilmesinin sebebi İstiklâl Marşı’nın askıya alınması, rafa kaldırılmasıdır. 86 yıl boyunca İstiklâl Marşı bizim ideolojik bir zenginliğimiz olarak kabul edilmedi. İstiklâl Harbi zaferle sonuçlandıktan sonra Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, birilerinin Türkiye’de ipleri elinde tutacağı konusunda bir muayyeniyet belirdi. Ve Cumhuriyet’in ilânıyla beraber Teşkilat-ı Esasiye kanunun ikinci maddesi, “Devletin dini, din-i İslâm’dır.” olarak değişti, yıl 1923. 1924’te de 1920’de konan bir yasak kaldırıldı: Men’i Müskirat Kanunu. TBMM açıldığı zaman TBMM’nin yetkisi dâhilinde olan yerlerde içki ve sigara kullanımı yasaktı. Ama 1924’te bu kanun kaldırıldı, anlıyor musunuz? Yani 1920’de ne yapmaya başladıklarını millete göstermek zorundaydılar; Men’i Müskirat kanunu çıktı. Yani zararlı ve sarhoş edici şeylerin tüketilmesini yasaklayan bir kanun çıktı, 1920’de. 1924’de onu kaldırdılar. Cumhuriyet’in ilânından sonra bu süreç devam etti. İstiklâl Marşı’mız ne diyor? “Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” Çünkü Türkiye’nin, Türk topraklarının ortadan kaldırılması bahis konusu olduğunda, kâfirlerin ilk faaliyeti “ezan sesini susturmak” oldu. Ezan sesi 1918’de susturuldu bu topraklarda. Dolayısıyla ezan okunmasıyla beraber biz istiklâlimiz hakkında bir hisse sahip olabildik. Ama 1932 yılında ezan, aslına uygun bir şekilde okunması halinde, okuyanın üç aydan başlayarak ağır hapis cezasıyla cezalandırılacağına dair bir kanun çıktı. 1932 yani Cumhuriyet’in ilânından dokuz sene sonra. Demek ki, Men’i Müskirat Kanunu’ndan sonra böyle bir şeyler olagelmiş. Bunlar basit görüntülerdir. Aslında derinden derine neler oluyor, onu da bilmemiz lazım. Ben 1944 doğumluyum, benim çocukluğumda yani diyelim ki 1954 yılında yani ben on yaşındayken, Türkiye’de Ramazan Bayramı yoktu; Şeker Bayramı vardı ve memur aileleri Şeker Bayramı’nda misafirlerine çikolata ve likör ikram ederlerdi. Bu kuraldı. Yani bu, bazılarının canının istediği için yaptığı bir şey değildi; esas olan buydu. Yani o “Men’i Müskirat Kanunu”nu çıkartanlar bayramda içki içiyorlardı. Bu dünya bu şekilde işleyip gitti. Dediğim gibi bunlar basit görüntülerdir; yoksa daha derinden bir şeyler oluyordu. Cumhuriyet idaresi tekke ve zaviyeleri kapattığı için Cumhuriyet döneminde milli eğitim çok sıkı tutulmak zorunda kalındı. “Harf İnkılâbı sebebiyle milleti cahil bıraktınız; şimdi tahsil gören insanların neden anladığı var ki...” türünden bir itiraz gelmesin diye Cumhuriyet mektepleri, ilk mektepten başlamak üzere, orta ve lise kısımlarında çok seviyeli eğitim verdi. Mesela Van’daki ortaokulla Edremit’teki ortaokul aynı kalitede eğitim veriyordu. Yani bir on beş- yirmi yıl bu eğitim çok yüksek seviyede cereyan etti. Ne oluyordu? Fransa’da ilkokulu bitiren çocuk neleri biliyor idiyse Türkiye’de ilkokulu bitiren çocuk -onun kadar değilse bile- en az onun yarısı kadar biliyordu. Ama onun kadar bilmiyordu; çünkü Hacettepe Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı tahsil etmem vesilesiyle öğrendiğim bir şey var: Fransa’da ilk öğrenimden geçmiş bir çocuk çevresindeki bütün bitkilerin ve hayvanların adlarını bilir. Yoldan geçerken altından geçtiği nebatın köknar mı, çınar mı, ahududu mu olduğunu bilir bir Fransız çocuğu. Ağacı gövdesiyle, dalıyla, yaprağıyla, meyvesiyle bilir. Türk çocukları böyle bir şey bilmezler; bu ne çiçeği evladım dersin, “çiçek amca, çiçek işte...” der. Ya da bu ne ağacı dersin “ağaç işte, ağaç...” der, başka bir şey bilmez. Ancak ben yaştakiler meyve ağaçlarını biraz bilir. O da çocukluğumuzda hırsızlık ettiğimiz için. Malum, çocukken erik çalmışızdır, elma çalmışızdır da meyve ağaçlarının hangisinin hangisi olduğunu birazcık oradan biliriz. Onun dışında ağaçları tanımayız. Bu noksana rağmen, Türkiye Cumhuriyetinin milli eğitimi ilk dönemde çok mesafe kat etti. Yani şunu dedirtmek istemediler: “Siz bizim elimizden İslâmiyet’imizi aldınız, şimdi bakın sizin yetiştirdiğiniz insanlar hiçbir şeyden anlamıyor”. Bunu dedirtmemek için onlara İtalya’da, Fransa’da, İspanya’da ilk ve orta eğitimin seviyesine yakın, tam o seviyede değil ama ona yakın, eğitim verildi. Fakat bunun sonunda memleketin halini kurcalayacak, kurcalama kapasitesine sahip insanların yetişme tehlikesini gören Amerikalılar hemen bu programı iptal ettiler. 1953 yılında Türkiye’de liseler dört yıldan üç yıla indirildi ve olgunluk imtihanı kaldırıldı. Akabinde gelen 27 Mayıs 1960 İhtilâli lise mezunlarının elinden yedek subaylık hakkını aldı ve fakat üniversite tahsilinin seviyesini, kalitesini lisenin de altına düşürdü. Yani eskiden lise mezunu bir insan -kendisine fikir danışılacak seviyede- tahsil görmüş bir insandı. Sonra bütün üniversite mezunları, “konusunu bilmeyen insanlar” oldular. Yani insanlar bir bölümü bitiriyordu ama bitirdikleri bölümün neyi ihtiva ettiğinden habersizdiler. Hâlâ böyle şeyler oluyor. Bir şekilde insanlar diploma alıyorlar, bir şekilde insanlar lisansüstü çalışmalar yapıyorlar, bir şekilde insanlar profesör oluyorlar; bakıyorsunuz, “bu adam da mı profesör?” diyorsunuz. Ve işler gayet güzel gidiyor. İşte 1923’te ilân edilen Cumhuriyet’le birlikte millet hayatı neler kazandı, neler kaybetti? Bunun muhasebesini bile yaptırmak istemiyorlar. Böyle bir haldeyiz, acınacak durumdayız. O yüzden İstiklâl Marşı Derneği doğrudan doğruya İstiklâl Marşı metninin kırk bir mısraının bize telkin ettiği şeyle iştigal etmeyi göz önüne alıyor ve demin dediğim gibi Allah eğer bize bazı günler va’dettiyse Allah’ın bize va’dettiği günlere liyakat kesbetmeye çalışıyoruz. “İstiklâl Marşı Derneği’nin Diline Doladığıdır” metinlerinde şöyle bir şey var: Türkçe'nin itikad dili olduğunu ve burada bu dilden başka bir dilin konuşulmaması gerektiği üzerine bir söylem vardı. Bunu biraz açabilir misiniz? Bu ikincisi sizin ilâve ettiğiniz bir şey... Yani burada bu dilden başka bir dil konuşulmamalı diye hiçbir beyanımız yok. Gerçi öyle bir beyanımız yok; fakat Türkçenin bir İslâm dili olduğu şeklindeki iddiamızda gözüpeklik gösteriyoruz. Türkçe, bir kavmin dili değildir; Türkçe İslâm’ın bir dilidir. Ve Allah bize, biz Türklere, İslâm’ın kılıcı olmamızın mükâfatı olarak bu lisanı vermiştir. Bu benim şahsî görüşüm, şu mânâda: Dünyada dil bilimciler var, dil felsefesi yapan insanlar var, falan filan... Onlar hiçbir zaman benim söylediğim şeyi söylemiyorlar. Ben şunu söylüyorum, diyorum ki: Allah her millete layık olduğu bir dil vermiştir. Her millet hangi lisana layıksa o lisanla tekellüm eder. Dolayısıyla Türkler tarih sahnesine İslam’ın kılıcı olarak çıktıkları için Allah da onlara bir itikad dili verdi. Buna verdiğimiz ilk örnek şudur: Biz Türkler “kaza”ya uğrarız. Yani otomobil kazası geçiririz ya da bir yerden düştüğümüzde, “Başımıza bir kaza geldi.” deriz, değil mi? Kaza Arapça bir kelime ve kaderle birlikte kullanılıyor çoğu zaman. Ama Araplar başlarına böyle bir şey geldiğinde böyle söylemiyorlar. Yani biz Türkler hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan bir kahraman ırktan geldiğimiz için Allah bize kazaya uğramamızın kader olduğunu öğretmiştir. Biz Türkler “kaza oldu” deriz. Yani Almanlar bunun için “unfall” derler, istenmeyen vaka anlamında. İngilizler buna “accident” der. Yani aslî olmayan bir şey oldu, arızî bir şey oldu, arıza oldu der ama biz, “kaza oldu” deriz. Bu sadece burada olup biten bir şey değil; bizim Türkçe konuştuğumuz her şey itikadımızla alâkalıdır. Biz Arapça olmayan, Farsça olmayan şeyleri de dinimize uygun olarak telaffuz ederiz. Yani biz din düşüncesi olmadan hiçbir şey söylemeyiz. Biz, kötü söze “küfür” deriz, “O bana küfretti.” Yani bana sövmekle –kendisini imandan uzak bir duruma soktuğu gibi-beni de imandan uzak bir pozisyonla itham etmiş ve itikadıma zarar vermek suretiyle küfretmiştir, anlatabiliyor muyum? Ama Araplar böyle konuşmuyorlar; sadece biz böyle konuşuyoruz. Bunun yanı sıra işte mesela “istiklâl” kelimesi, “hürriyet” kelimesi, “medeniyet” kelimesi Avrupa kültürü altındaki Türkçe’nin kelimeleridir. Yani Türklerin Arapça dil kurallarından çekip gün yüzüne çıkardıkları kelimelerdir. Yani bir Türk, “istiklâl” demeden önce bir Arap bu kelimeyi ya hiç bilmiyordu ya da en azından bugün bilinen manada kullanmıyordu, anlatabiliyor muyum? Aynı şekilde, “Medeniyet” kelimesini de Türk telâffuz etmeden önce Arap günümüzdeki mânâ bilmiyordu. Böyle bir dilimiz var bizim. Şimdi, bu dilin yerine başka bir dili hangi gayeyle koyacağız? Bizim dilimizin böyle bir üstün vasfı olduğunu bilenler ona “dilde sadeleşme, özleşme” falan filan gibi dangalakça bir şey yamadılar ve şimdi bugün bir şeyler konuşuyoruz, ne dediğimizi bilmiyoruz; yine de -hiç kimse ne dediğini bilmediğinde olsa gerek- anlaşıyor gibi görünüyoruz. Birbirimizi idare ediyoruz yani... Yoksa mesela “yönetici” diye bir kelime kullanıyoruz, ne demek yönetici? Apartman yöneticisi... Böyle salakça bir lâf olur mu? “Apartman yöneticisi” ne demek? Ama herkes kullanıyor, oluyor bitiyor. Bir kere hepsi yanlış, biz mesela apartman kelimesini bütün bina için kullanıyoruz; hâlbuki bu kelime gâvur dillerinde daire karşılığıdır: Apart. Yönetici dediği şeyle acaba müdîr mi kastediliyor? Apartman müdürü diyor muyuz? Demiyoruz, değil mi? Hâlbuki yönetici o mânâya gelmesi lazım, müdür olması lazım ama değil. Dediğim gibi şimdi biz hiçbir aklı başında insanın konuşmayacağı şekilde konuşuyoruz. İtikadımızdan ne kadar uzaklaştıysak lisanımızdan da o kadar uzaklaştık. Artık böylesine zavallılaştık ve ancak hayvanların anlaştıkları gibi anlaşıyoruz; çünkü kediler miyavlıyor, köpekler havlıyor, bir şekilde onlar da anlaşıyorlar yani. Biz de işte öyle bir şey konuşuyoruz Türkçe diye. Herkes bir şey söylüyor, öbürü de ona cevap veriyor, sanki bir şey anlıyorlarmış gibi... Ama kendi işlerini hallediyor, işlerini görüyorlar; çünkü gördükleri işler helâl işler değil. Haram işler bozuk bir dille de yapılabilinir. Ancak, helâl iş için bize sağlam, doğru bir dil lazımdır. Mesela “doğru” diyoruz biz. Bir de “yanlış” diyoruz. Azeriler “doğru” yerine “düz” derler, “düz söyle.” Azericede “düz” dedin mi, “doğru” demiş olursun. Ama bizim Türkçede böyle değil. Şunu demek istiyorum: Düz bir işi düzgün adam yapar; doğru bir şey yapıyorsan senin de doğru birisi olman gerekir. Doğru konuşmak doğru iş üzerine olur. Biz bugün bu şeylerden mahrum durumdayız. Bu da hoppadak olmuş bir şey değil. Gayr-ı Müslim dünya Türk milletinin varlık göstermesine mâni olacak tedbirleri aldı ve bunları da sanki kıymetli bir şeymiş gibi birilerine beğendirdi. Şimdi onun için insanlar televizyonlarda, radyolarda saçma sapan bir şeyler söylüyorlar ve bu saçmalığın beğenildiğini fark edince de saçmalığın dozunu iyice arttırıyorlar. Hepinizin yaşı buna müsait; on sene önceki televizyon programlarıyla bugünküleri karşılaştırın: Yani önceleri biraz korkuyorlardı, çekiniyorlardı, beğendirmek istiyorlardı. Baktılar ki, ne kadar kötü olursa insanlar o kadar beğeniyor, gittikçe kötüleştirdiler. On sene önceki hiç olmazsa kerhen seyredilebileceğini düşündüğümüz şeyler bugün artık yok. İstiklâl, hürriyet ve medeniyet kelimeleri Arapçadan alınmıştır ama ona biz kendi özelliğimizi vermişizdir. Hayır, öyle değil. Arapça dil kurallarına uyularak Türkiye’de Türkler tarafından ortaya çıkarılmışlardır, Arapçadan alınmamıştır. Çünkü bizim memleketimizde 1929 yılına kadar idadîlerde -ki, bugünün lisesi ya da dengi okullardır- Arapça okutulurdu ve idadî mezunu olan herkes -orta derecede değil, iyi derecede- Arapça bilirdi. Yani insanlar konuşurken ne dediklerini gayet iyi bilirlerdi. Şimdi, “adam sarhoş” deniliyor ama çocuklar bunun Farsçada “başı hoş” mânâsına geldiğini bilmeden öğreniyorlar. (Kelimenin aslı “serhoş” ama biz bunu sarhoş yapmışız.) Eskiden insanlar tahsilleri sırasında esas itibariyle Arapça, kısmen de Farsça öğrendikleri için ne dediklerini biliyorlardı. Ki, Farsça Arapçaya göre çok daha kolay öğrenilen bir dildir. Yani biz Arapçadan birtakım kelimeler almadık, biz Arapçadan hiçbir kelime almadık; bizim, Türkçede Arapça diye bildiğimiz kelimelerin tamamı Kur’anî’dir. Yani biz Kur’an’dan bazı kelimeleri hayatımıza soktuk; Arapçadan değil. Yani Araplar otomobile ne diyor, deveye ne diyor, bu bizi ilgilendirmiyordu. Kur’an-ı Kerim’de deve kelimesi geçiyorsa biz oradan bir şey öğrendik, anlatabiliyor muyum? Şimdi İslamcı düşünceyi tahlil ederken insanlar derler ki, bir Mehmet Akif vardır, iki Üç Mesele ile birlikte İsmet Özel gelir. İsmail Kara’nın böyle bir ayrımı vardır. Gelinen noktada “Toparlanın Gitmiyoruz” diyen İsmet Özel Mehmet Âkif’e mi döndü? Şimdi, burası İstiklâl Marşı Derneği... Israrla vurgulamak istiyoruz ki, İstiklâl Marşı’nın altında Mehmet Âkif Ersoy’un imzası vardır. Doğru, onun kaleminden çıkmış bir metindir; fakat İstiklâl Marşı’nın kendisi Mehmet Âkif’in fikir yapısının yansıtıldığı bir metin değildir. Mehmet Âkif, Türk milletine millî marş olacak bir metin ortaya çıkarma baskısı altında bunu ortaya çıkarmıştır. Yani o, bile bile millî marş olacak metni yazmak üzere çalışmış ve bu ortaya çıkmıştır. Yoksa bildiğiniz gibi Mehmet Âkif, Safahat’ına İstiklâl Marşı’nı almamıştır. Yani Mehmet Âkif’in bütün şiirlerinin yer aldığı cildin içinde İstiklâl Marşı yoktur. “Neden yok?” diye sorulduğunda “O benim eserim değil; milletimin eseri” demiştir. O yüzden şimdi İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olduğum için ben, Mehmet Akif’in fikriyatına dönmüş değilim, şu mânâda değilim: Zaten ben Mehmet Akif’in İslâm yaklaşımıyla mutabık değilim. Mehmet Akif, Efgani-Abduh çizgisinde bir İslâm modernistiydi. Ben ise İslâm modernizminin başımıza büyük gaileler açmış bir sapma olduğunu düşünüyorum ve söylüyorum. Mehmet Akif tabii ki Müslüman bir adamdı, Türk milletini İstiklâl Harbi’ne razı etmek için seferber oldu, vaazlar verdi. Ama onun dünyaya bakışıyla, onun İslâm’la dünya arasındaki irtibata verdiği mana ile benimki bir değil. Ben İstiklâl Marşı’nda dendiği gibi Allah’ın bize, eğer liyakat kesp edersek, bir şey va’dettiğine inanıyorum. Ama o mesela ne diyor? “Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! "Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!” diye şikâyetleri var onun. Yani o öyle değil; Allahu Tealâ bize başından beri hak ettiğimizin fazlasını vermiştir. Akif’in düşünce dünyası bunu kabule müsait değil. Her zaman Allah’ın rahmeti gazabını aşmıştır. Onun için biz bütün İslâm geçmişi boyunca yani Rasûlullah’ın irtihalinden itibaren hak ettiğimizden fazlasını yaşamış, hak ettiğimizden fazlasını uhdemizde barındırmış insanlarız. Benim dikkat çekmeye çabaladığım husus farklı. Mesela, sadece Mehmet Akif’le değil, Yahya Kemal’le de, daha önceleri Türkiye’de ve bilhassa Cumhuriyet’in ilânı arifesinde Müslüman olarak ortaya çıkmış birçok şahsiyetle de aynı endişeleri paylaşmıyorum. Çünkü ben, -Allah bana bunu nasip etti- bir milletin kendi mücadelesini vermek için nelere muhtaç olduğu sorusuna cevap bulma yolunda kendimi yetiştirdim. Şimdi bugün mesela normal hayatımda Klasik Batı Müziği dinlerim ve o konuda tercihler yapabilecek -ya da ne bileyim- değerlendirmeler yapabilecek bir ünsiyetim var. Ama bunun üstesinden gelmemin sebebi doğrudan doğruya bu ülkede adamdan sayılmanın bir şartı olarak önümüze bu sürüldüğü içindir. Yani ben diyelim ki lise son sınıfa geldiğim zaman normal olarak Türkiye’de yetişmiş olan bütün insanlar gibi, bana da, o Klasik Batı Müziği bir gürültü gibi gelirdi. Ama dedim ki: “Madem bu memlekette adamdan sayılmanın bir şartı olarak bunu önümüze getirmişler, dur şunun dilini bir anlayayım...” ve ahdedip böyle bir vazife çıkardım kendime. Bunu niçin söylüyorum? Yani daha çocukluğumdan itibaren Türkiye’nin akıbeti konusunda, Türkiye’nin içinden ve dışından Türkiye’nin düşmanları tarafından hazırlanmış programların hiçbiri benim için cazip değildi. Yani başkaları niye böyle yapmadılar, bilmiyorum. Kolayına geldi bazılarının kâfire boyun eğmek anlaşılan, ben ise kâfire boyun eğmeyi ihtimaller arasına hayatımın hiçbir safhasında dahil etmedim. İnsan olmanın hayvan olmaktan esas farkı, bir tecrübenin lisan ile o tecrübeyi devralmak isteyene aktarılabilmesindedir. İnsanlar lâftan anlamak suretiyle hayvandan ayrılırlar. İnsan isek, birbirimizle olan münasebetimiz terakkiye açıktır. Bir şeylerin farkına varmak her zaman bizi bir basamak yukarı çıkaracaktır. Oysa çoğu zaman beşer sulbünden gelenler de sair hayvan gibi yaşamayı seçtiler; yani sadece bizzat tecrübe ettikleri kadarını öğrenmek yolunu asla terk etmediler. Onun için Türkiye’de iktidarlar değiştikçe belli mevkileri işgal edenlerin hususiyetleri de değişiyor. İnsan toplumunda böyle şey olmaz... İnsanlar kelimelerin yardımından faydalanarak terakki eder. Yani insanlar bir çukura düştükleri zaman sadece orada bir çukur olduğunu anlayacaklarsa onlar insan değillerdir; hayvandırlar. Tamam, hayvan o tecrübeyi yaşadıktan sonra bir daha oranın uzağından geçer. Ama insanlar orada düşmeleri muhtemel bir çukur olduğunu öğrendikleri zaman bu bilgileriyle hareketlerini ayarlarlar, önce anlamak lâzım yani. O yüzden Türkiye’de İslâmcı düşünce dediğimiz şey bütün insanlarla bir değişikliğe uğramak zorundadır. Herkes bizim bir Müslüman geleceğimiz olması gerektiği konusunda anlaşmış olmalı. Yani “Denedik olmadı...” demek hayvanın yapacağı şeydir. Ve zaten böyle olduğu için de 1973 yılından itibaren Türkiye’de yaşayan Müslümanları bir kafese soktular ve hâlâ o kafes içindedirler. Bugün birçokları bu kafesin çok güzel bir kafes olduğunu ve bu kafes aleyhine lâf söyleyenin de çok tehlikeli bir insan olduğunu beyan ediyorlar. Avrupa Birliği’ne girmenin Türkiye’nin bir hedefi olduğunu söylemek, -eğer zekâ geriliği değilse- sefil bir kâfir ajanlığıdır. Yani bir insan aklı hiçbir şeye ermiyorsa bunu söyleyebilir: “Öyle dediler, biz de öyle dedik...” diyebilir. Ama Avrupa Birliği demek, anti-Türk bir dünyanın hayat hakkı demektir. Türklerin kıtalarına hapsettiği insanlar bu hapishanelerini güzelleştirdiler, Avrupa dediğin bundan ibaret... Sen de bugün diyorsun ki, “Ben Avrupa Birliği’ne girersem şu şu şu avantajlarım olur.” Bunu söyleyen, -dediğim gibi- ya Papalığın ve Dünya Kiliseler Birliği’nin niyetlerini esasen benimsemiş birisidir veyahut dünyadan ve hayattan hiçbir şey anlamayan birisidir. Demek istediğim, insanlar artık kısa ömürlerinde işte, yiyebildikleri kadar baklava börek yemenin bir maharet olduğuna inanarak yaşıyorlar. “Ne olacak, hepimiz ölecek değil miyiz? Ölmeden hiç olmazsa şu günahları da işleyelim...” deyip ölüyorlar. Yani “Nasıl olsa öleceğiz ve bir daha dünyaya gelmeyeceğiz...” İnsanlar bunlarla meşguller. Toparlanın Gitmiyoruz konferanslarıyla birlikte İsmet Özel bir kavşak mı değiştirdi? Ulusalcı akım dolayısıyla İsmet Özel konjonktüre uygun olarak mı bu vurguyu yaptı? Yani insanların zihinlerinde canlanan şey, İsmet Özel’in “Türk” vurgusuyla, ulusalcı söylemin örtüştüğü şeklinde... İsmet Özel kitaplarını hevesle alan insanlar artık İsmet Özel kitaplarını bu hevesle almıyorlar ve sebep olarak söyledikleri de bu. Öyle mi acaba? Yani ulusalcı söylem –sizin söylediğinizin aksine- Türk kelimesinden pek de o kadar hazzetmiyor. Hatta bu şehirde bütün siyasi varlığı Ülkücülükle geçen birisi bana, “Acaba Türk kelimesini çok anmasak olmaz mı? Tam vazgeçmesek bile, hep Türk Türk demesek daha doğru olmaz mı?” dedi. Bugün ne MHP çizgisi ne CHP çizgisi benim söylediklerimle irtibatlı bile değil. Yani bırakın aynı şeyi söylemeyi, onlar ısrarla “başka bir şey” söylüyorlar. Bir kere biz vazgeçmeksizin devamlı olarak şunu söylüyoruz: Türklerin anayurdu Orta Asya’dır, ifadesi gâvurların bize yutturduğu bir yalandır; Türklerin Orta Asya diye bir anayurdu yoktur. “Türk” dediğin insan Türk topraklarında olmuş bir şeydir. Daha önce neydiler? “Germanen” ne zaman “Deutschen” oldu? Valla bilmem, mesela adam daha önce Selçuklu idi; Türk değildi... “Hepsi Türk’tür onların...” diyerek, böyle bir maval uyduruyorlar. Yani iki asırdan beri Türkçülük yapan bu insanlar, Türkiye dışındaki bir şeyden bahsediyorlar. Aynı şekilde Türkiye’de İslâm’dan bahseden insanlar da Türkiye dışındaki bir şeyden bahsediyorlar. Yani Türkiye’nin dâru’l-İslâm olmasıyla beraber, dünya Müslümanlığının kalbi Türklerin yaşadığı yere naklolmuştur. Şam’ın, Bağdat’ın, Kahire’nin ehemmiyeti tamamen bugün yaşadığımız yere devrolmuştur. Böylelikle Amasya Şam’dan daha önemli bir yer haline geldi. Neden? Daha zengin bir yer olduğu için değil. Amasya gâvurların ifadesine göre Türklerin Oxford’uydu. Oxford İngilizler için ne mana ifade ediyorsa, Amasya da Türkler için o manayı ifade ediyordu. Yani bu topraklarda bir şey sadece yetişmedi, sadece büyümedi; aynı zamanda meyve verdi. Bu böyle yarım bırakılmış bir şey değildir. Ben bunu defalarca söyledim, gene söyleyeceğim. Suudi Arabistan’ın Zeki Yemâni diye bir petrol bakanı vardı. O, günlerden bir gün Türkiye televizyonlarından birisinde dedi ki: “Biz Mekke’de, güzel olan ve üstün vasıflı olan her şeye İstanbûlî deriz.” Ne olursa olsun; bu ister bir ceket olsun ister bir fotoğraf makinesi olsun.” Eğer o fotoğraf makinesi diğer fotoğraf makinelerinden daha üstün vasıflıysa, “Ooo senin fotoğraf makinen de pek İstanbûlî imiş” diyor Mekkeliler. Bunu ben ekran aracılığıyla, Zeki Yemâni’nin ağzından işittim. Yani dünya bir şekilde Türklerin ortaya çıkardıkları ve sadece ortaya çıkarmakla kalmayıp dünyaya bir şeyleri kabul ettirdikleri bir dönem yaşadı. Sonra, bunu yok etmek üzere bir faaliyet başladı. Bugün bazı üniversite öğrencileri görüyorum, işitiyorum. Aralarında şöyle konuşuyorlar: “Ya keşke biz de bir ara sömürge olsaydık; hiç olmazsa bir yabancı dil bilirdik.” Evet, böyle söyleyen üniversite öğrencileri ile karşılaştım. Yine İstanbul’u kastederek “Yaa, biz bu şehri almışız ama almasak daha iyi olmaz mıydı? Baksanıza şunun haline...” diyen insanlar var. Yani Türkiye artık bu durumdadır. Bugün bir şeyler yapmak diye bir şey söz konusu değil; insanlar zaten vazgeçmişler, her şeyden vazgeçmişler. Neden beş milyona yakın Türkiye kökenli insan Avrupa’yı terk etmiyor? İki buçuk milyonu Almanya’da, bir o kadarı da diğer Avrupa ülkelerinde olmak üzere beş milyona yakın insan yaşıyor Avrupa’da. Neden gelmiyorlar Türkiye’ye? Tabii ki, bir takım sebepler sıralayabilirler ama tercihleri o. Yani tercihleri, tasmalı da olsa kâfirlerin sultası altında ama karnı tok yaşamak. Yani onların tercihi bu. Türkiye’dekiler sanki başka türlü mü tercih ediyorlar? Hayır! Türkiye’dekiler de “Aman canım, boş ver bu işleri; para nereden geliyorsa sen ona bak.” Arap ülkelerinin petrol gelirleri mesela onlara çok mantıklı geliyor. “Keşke bizim de petrolümüz olsa da biz de gâvurların bizim zenginliklerimizden istifade etmelerinin rantını yesek...” diyerek yaşıyor insanlar.
5 Aralık 2009, Ankara