Sayın basın mensupları, sizi buraya davet edişimizin sebebi İstiklâl Marşı Derneği’nin niçin kurulduğunu ve İstiklâl Marşı Derneği’nin ne yapacağını size anlatmak. Bize basın toplantılarının sabahtan yapıldığını söylediler, yarınki gazeteye yetişsin diye böyle yapılıyormuş. Biz de kendi aramızda davetimize icabet edecek gazeteci olur mu sorusunu sorduk. Tahminlerimiz doğrultusunda bir cevap aldık. Tabi sorumuzun ikinci kısmı da yarın gazetelerde yaptığımız basın toplantısının haber olup olmayacağı idi. Bunu da hep beraber yarın göreceğiz. Aslında heyecanlı ve telaşlı günler yaşıyoruz. Siyasi çerçeve içinde heyecanlı ve canlı günler. Dün oylama vardı cumhurbaşkanlığı için TBMM’de. Bugün Genel Kurmay’ın açıklaması var. Yarın da miting var Çağlayan’da. Bunlar Türkiye’nin değişik bir dönemden geçtiğini gösteren işaretler.
İstiklâl Marşı Derneği’nin niçin kurulduğunu söylemek için önce bir şeyi açıklığa kavuşturmamız lazım. Aslında bir şeyler yapmak istiyoruz da İstiklâl Marşı’nı bahane ediyoruz değil. Aslında bir şeyler yapmak istiyoruz da yapmak istediğimiz şey yolunda İstiklâl Marşı’nı istismar ederiz diye düşünmedik. Aslında bir şey yapmak istiyoruz da İstiklâl Marşı’nı suistimal ederek bunu yaparız diye düşünmedik. Doğrudan doğruya İstiklâl Marşı’nın öne çıkarılması gerektiğine inandığımız için, İstiklâl Marşı’nın öne çıkarılmasının Türkiye’nin mübrem İhtiyacı olduğu için İstiklâl Marşı Derneği’ni kurduk. Aslında böyle bir derneği kurmanın manasız bir şey olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Türkiye’de milli marşın İstiklâl Marşı olduğu bir anayasa hükmü. Bugün 1982 anayasasının 3. maddesinin 4. bendi bunu beyan ediyor. Dolayısıyla bir şekilde bir devlet kuruluşu gibi algılanabilir. Aslında bir şekilde devlet kurdurtmalıydı. Ama böyle olmadı. İstiklâl Marşı devletin –tabii ki engel olmak isteseydi olurdu- kurdurttuğu bir dernek değil, devletin tercihen istediği bir şey değil. Türkiye’de sivil toplum kuruluşları denen şeyin pek sivil olmadığı birer dedikodu olarak dolaşır. Bir netliği sağlamak istiyoruz İstiklâl Marşı Derneği kurmak ve İstiklâl Marşı’nı öne çıkarmak suretiyle. Çünkü bir bulanıklık var. Bu bulanıklığı dağıtmak istiyoruz ve Türkiye’nin şu gün vardığı yerde de İstiklâl Marşı’nın etrafında toplanmış insanların kendilerini hissettirmeleri bir ihtiyaç. Bu ihtiyaç bugün her zamankinden fazla hissediliyor. Ama kimler hissediyor, bunu anlamamız lazım. Bunu anlatmamız lazım. Dünyada herhalde milli marşı kendi başına bir ideoloji temsil eden bir Fransa vardır, bir de Türkiye. Fransızlar’ın milli marşı Fransız İhtilali sırasında doğmuş bir şeydir. Türkiye’nin de milli marşı İstiklal Harbi içinde doğmuş bir şeydir ve çok şükür ki hala milli marş. İstiklâl Marşı ve İstiklâl Harbi bir şey ifade ediyor idi. Hala bunu ifade etmesini bekliyoruz. Çünkü İstiklal Harbi ve İstiklâl Marşı’nın kabulünden sonra geçen zaman, bu iki vakıanın özüne sadıktı. İstiklâl Marşı’nın nasıl bir ideoloji temsil ettiğini burada uzun uzun size anlatmayacağım, bunun için vaktimiz yok. Ama şunu söyleyeceğim ki, İstiklâl Marşı’nın bir bütünlük arzetmesi, bir ideoloji olarak vücut bulması, İstiklâl Marşı’nı doğuran şartların bir sonucudur. İstiklâl Marşı’nı doğuran şartlar vardı, o şartların sonucu olarak İstiklâl Marşı bir ideolojik bütünlüğü olan metin olarak doğdu. İstiklâl Marşı’nın ideolojik bütün olarak doğmasına sebep olan şartlar Türkler için hayat memat meselesinin muacelet kesbettiği bir durumdu. Yani iki yerde İstiklâl Marşı, başlangıcında ve ortalarında bir yerde “korkma” der. Demek ki bir korku ile muhatap olan insanlar var. Neyin korkusuydu bu? Yokluğa mahkûm olma korkusuydu. Bu korku atlatıldıktan sonra, bu korku artık hissedilmedikten, sonra İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı. Sadece rafa kaldırılmakla kalmadı, İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedef ve istikamet reddedildi, terkedildi. Her ne kadar anayasamızda Türkiye’nin milli marşı İstiklâl Marşı’dır diye yazmışsak da bunu başlangıçtaki korkuyu hatırladığımız için yaptık. Yoksa İstiklâl Marşı dediğim gibi o korku atlatıldıktan, geride bırakıldıktan sonra ön planda hiç bir zaman olmadı. Çocuklara ezberletildi, oraya buraya asıldı, resimlendi vs. Ama İstiklâl Marşı bizim toplum hayatımızın yön verici ve toplum hayatımıza hedef tayin ettirici vasfı kabul edilmedi, bunun çok bariz bir örneğini size sunayım hemen. “Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” İstiklâl Marşı bunu söylüyor. 1932 yılında Arapça aslına uygun olarak ezan okuyan insanların üç aydan başlamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılacağına dair bir yasa çıkıyor. Diyebilirsiniz ki İstiklâl Marşı burada çiğnenmemiştir, ihlal edilmemiştir. Çünkü onlar da ezandı, Türkçe okunuyordu vs. Buna tamam, demek ki öyleymiş deriz. Ama anladığımız bir şeyler vardır bundan. Bu, bu kadarla kalmıyor tabi. İstiklâl Marşı’nın baştan sona varlık sebebi ile Türkiye’nin yönetilme biçimi arasında bir uyuşmazlık var. Bunu hatırlatmak için İstiklâl Marşı Derneği’ni kurduk. İstiklâl Marşı’nın ideolojik bütünlüğü bugüne kadar, cumhuriyet tarihinin içinde hesaba katılmış bir şey değildir. Hatta onun, bugün hepimizin söylediği besteli hali ile metne tetabuk etmemektedir. Daha enteresan olan İstiklâl Marşı’nın doğmasına sebep olan şartların bir daha vuku bulmaması için tedbir alınmamıştır. Eğer İstiklâl Marşı Türklerin tarihten silinmesi tehlikesi karşısında yazılmış bir metin idiyse tarihten silinme tehlikesini bir daha yaşamamak üzere Türkiye Cumhuriyeti idarecileri bir tedbir almamışlardır. Bu bir daha başımıza gelir, biz şunları şunları yapalım da 1918’de tarihten silinme tehdidi altında kaldığımız gibi ileriki zamanlarda benzer tehditler altında kalmayalım diye bir tedbir 84 yıl boyunca alınmamıştır. Bu manada İstiklâl Marşı’nın öne çıkmasında, anlaşılmasında her mısranın nereye tekabül ettiğinin farkedilmesinde fayda var. Biz dernek olarak bunu yapacağız. İlk defa İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulduğuna, hatta kurulacağına dair haberler ortaya çıktığında bir takım beyanlar, bir takım itiraz sayılabilecek ifadeler doğuverdi. Bunlardan en yaygın olanı şöyleydi: İstiklâl Marşı’nda İslam kelimesi geçmiyor, İstiklâl Marşı’nda Türk kelimesi geçmiyor. Yani bizim İstiklâl Marşı Derneği kurmakla aslında hangi niyetle hareket ettiğiniz birileri tarafından farkedildiği için böyle şeyler söylendi. İstiklâl Marşı’nda İslam kelimesi, Türk kelimesi geçmiyor. Doğru, okuyoruz, hiçbir yerde İslam kelimesi ve Türk kelimesi geçmiyor. Peki, sormak lazım “istiklâl” kelimesi geçiyor mu acaba? Evet, geçiyor. Peki, neyin istiklâli bu? Çok enteresan bir şey bu. İstiklâl kelimesi Türkçe bir kelimedir. Yani Türklerin dile soktuğu bir kelimedir. Araplar, istiklâl diye bir kelimeyi, Türkler istiklâl deyinceye kadar bilmiyorlardı. Etimolojik kökü itibariyle “yüklenip götürme” anlamına gelir. Acaba “Bu neyin istiklâli?” diye sorduğumuz zaman Türk kelimesi, İslam kelimesi geçmiyor diyenler nasıl cevap vereceklerdir, bilmiyoruz. Ama biz netlikle burada Türk istiklâlinin İslâm’ın istklâlinden ayrılmadığınının beyanını gördüğümüzü beyan ederiz. Yani bu öyle bir şeydi ki, dünyada İslam’ın hala küfre karşı bir tavır ortaya koyabileceğini İstiklâl Harbi verilmek suretiyle gösterildi. Yani İstiklâl Marşı ile İslâm ve Türklük o kadar ayrılmaz bir yerdedir ki, İstiklâl Marşı’ndan başka bir metin bulamazsınız o günlerde İslâm’ın istiklâlinin vazgeçilmezliğini dile getiren. Bu manada mugalatayla uğraşmaya lüzum yok. Tabi ki bu Türk istiklâli, tabi ki bu İslam istiklâli. Yani bunları hem Türklere hem Müslümanlara düşman olanlar, bunları ayrı unsurlar olarak görmeye ve göstermeye yatkındırlar. Ama İstiklâl Marşı Derneği içinde yer almayı iyi bir şey sayan insanlar diyorlar ki: Müslüman değilse Türk de değildir. İstiklâl Marşı derneğinin içinde yer almayı iyi sayan insanlar önce bunu söylüyorlar: “Müslüman değilse Türk değildir.” Ama insan Müslüman olur Türk olamayabilir, bu başka bir şey. Ama hem Türk hem gayrimüslim olma ihtimali… böyle bir ihtimal yoktur. Bunu bize yutturdular. Ben çok şükür kustum bunu. Ben de yutmuştum. Çünkü hepimiz mecburen eğitimimiz içinde yutuyoruz bunu. Bunu bize neden yutturdular ya da nasıl yutturdular diye sorduğumuz zaman, gayrimüslim dünya kendi emniyetini sağlamak için böyle bir ayrım yapmak mecburiyetindeydi. Türklükle Müslümanlığı ayırmadığı zaman gayrimüslim dünya rahat nefes alamayacaktı. Bunu bir de tarihin nasıl bir şey olduğunu telkin ederek yaptılar. Yani tarihin nasıl bir şey olduğuna dair kendilerinin bit kanaati var, bu kanaati bizim kanaatimiz olarak dayattılar. Biz de madem öyleymiş, her şeyi artık gâvurlar bizden daha iyi biliyor diye kabul ettik. Tarihimiz diye bir şey henüz yok. Çünkü “Senin tarihin budur” diye birisi bize bir şey dayatmış. Bizim kendi varlığımız içinden bir tarih görüşü kendini dışarıya kabul ettirebilmiş değil. Şimdi bu çok önemli bir şey. Neden önemli? Türklük bir etnisite meselesi değil, Türklük bir kültürel mesele değildir. Yani insanlar genetik vasıfları itibariyle Türk olmazlar. Daha da ileride, insanlar kültürel vasıfları itibariyle Türklerin yaptıklarını yapmak suretiyle de Türk olmazlar. Türk kültürü diye bir şey de tartışmalı bir şeydir, sınırları tespit edilemeyecek bir şeydir. Şu dairenin içinde Türk kültürü var diyemezsiniz. Böyle bir belirginlik asla yok. Genetik olarak Türk olmadığı gibi kültürel olarak da Türk yok. Türklüğün bir tek belirgin vasfı var: Türklük tarihi bir rol olarak bariz, net ve sınırları tespit edilebilir bir şey. Ama bunlar kolay anlaşılabilir şeyler değil. Ben yine İstiklâl Marşı ideolojisi içinden çıkardığım bir tarifle “Kafirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir.” diyorum ama bunu, bu tarihi rolü anlamadan anlamak mümkün değildir. Bir kere bu tarih dediğimiz şeyin ne olduğunu bilmemiz lazım. Tarihi rolü anlamak için önce tarihin ne olduğunu bilmemiz lazım. Tarih acaba geçmişte olan vakıaların oluş sırasına göre farkedilmesi midir? Tarih acaba geçmişin tespiti midir? Varsayalım ki oluyor. Peki, olan şeyin ne olduğunu tespit etmek nasıl mümkün olacak. Tarihte depremler, su baskınları, yangınlar, savaşlar, kıtlıklar, hastalıklar olmuş. Bunları “şu zaman şu oldu” dediğimiz zaman tarih elde etmiş oluyor muyuz. Hayır, olmuyoruz. Çünkü bu olayların kimlerin başına geldiğini söylediğimiz zaman biz tayin yapmak zorundayız. Nerede olduklarını söylediğimiz zaman da bir tayin yapmak zorundayız. Bütün bu muayyeniyet önceden bizim o kelimelere verdiğimiz anlamla mümkün olabilir. Bugün mesela “ortadoğu” diye bir şey diyorsunuz değil mi? “Ortadoğu” ne demek? Neyin ortası, ne doğusu? “Şimdi yerini ben biliyorum, orası ortadoğu” diyor. Peki ortadoğu neresi? Yani bir şeye göre doğu değil mi? Birisi kendine göre adlandırmış. “Hindistan” diyorsun, yerini haritada görüyorsun. Hindistan’da Budistler çatıştılar, diyelim. Kim bu Hindular, kim Budistler? Bir kere adam “Sen niye bana Budist diyorsun” diye itiraz ederse nasıl cevaplandıracaksın? Demek ki bir olayın kimin başına geldiğini tespitte de bizim kendi tayinlerimiz var, dille oluyor bütün bunlar. Dilin sırlarını çözmeden neyin söylendiğini bulmak mümkün değil. O yüzden anlaşma zemini lazım. Demek ki sadece tarih olarak geçmiş olayların sıralanması olarak kabul etsek de bunu sıralayan kişinin meseleyi nasıl gördüğü belirleyici olacaktır. Demek ki objektif, herkesin üzerinde anlaşabileceği bir tarih yok. Tarih birinin söylediği bir şey mutlaka. O birinin durumu da bizi ilgilendirir. Heredot tarihi diyoruz, Heredot’un niyeti ne ise onu ancak öğrenebiliyoruz, Heredot neyi yazmak istediyse onu yazmak istemiştir. Bunda daha da serinkanlı bir şey söylenir: İnsan hayatının iyi geçtiği, insan hayatının problemsiz yaşandığı zamanlarda boşluk vardır, tarih bunları yazmaz. Tarih dediğimiz şey insanın başına gelen kötü şeylerden ibarettir. Çünkü insanlar saadet içinde yaşarlarken oturup ne güzel saadet içinde yaşıyoruz diye not almamışlar. Sadece başlarına taş düştüğü zaman, sağ kaldılarsa, “Başımıza taş yağdı” diye yazmışlar bir yere. Yoksa geçmiş hakkında bildiğimiz şeyler hep söylenmese olmayacak, acısı duyulan şeyler. Tatlı olarak bir şeyler aktarılmışsa orada şüphe duymak lazım. Acaba adam ne demek istedi falan filan diye. Bizim tarihimiz bize birileri dayattı ve biz de tarihimiz budur diye kabul ettik. Bunun en son örneği Namık Kemal’in düştüğü tuzak. Ne diyor? “Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten.” Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi için özel faaliyet gösteren insanlar Osmanlı’lara kabul ettirdiler. Dediler ki: ”Siz bir aşiretten cihangirane bir devlet çıkardınız ve o devlet şu anda çöküyor.” Bunu öğrettiler. Bizimkiler de “Bu devlet çökerse ne yaparız” diye uğraşıp durdular. Hiçbir zaman bir Türk tarihçisi çıkıp olayın neyi ifade ettiğini, bizim tarihimiz olarak neyi esas almamız gerektiğini bize göstermedi. Böyle bir tarih yaklaşımımız yok, tarihin ne olduğuna dair metin de yok, tez de yok. Kısaca şunu bilelim ki tarih, geçmişle alakalı bir şey değildir. Tarih bütünüyle gelecekle alakalı bir şeydir. Dolayısıyla kimin geleceği varsa onun bir tarihi vardır. Derler ki: “Geleceğin çok uzun geçmişi var” Şimdi bu işle uğraşan insanlar biliyorlar. Tarih dediğimiz şey Hıristiyanlığın ortaya attığı bir şey. “Önceden tarih yok muydu?” diyeceksiniz. Hıristiyanlar kıyameti son kabul etmek suretiyle o sona göre insanlık tarihini tayin ettiler. Müslümanlar böyle şeylerle uğraşmadılar. Aslında tarih bilimine biz Hadis ilmi dolayısıyla olağanüstü bir katkı yaptık, en azından metodolojik olarak. Ama bizim kıyameti bir son sayıp ondan geriye doğru olayları değerlendiren bir yaklaşımımız yok. Biz kıyameti son saymıyoruz çünkü. Şu manada: Biz kıyametten sonra başımıza ne gelecek, biz onu düşünüyoruz Müslüman olarak. Kıyametin kopması tabi hoşumuza giden bir şey değil ama asıl ondan sonrası bizim derdimiz. Hıristiyanların tarihi ile uyuşmamız mümkün değil. Ama Müslüman bir tarihçi çıkmış mı çıkmamış mı? Bizim vakanüvislerimiz var. Bunu ayrıca konuşmak gerekir. Biz tarih olarak bizim olmayan bir tarihi biliyoruz. Onun için önce bu kendimizin ne mana taşıdığını bilmemiz lazım, tarihimizin ne olduğunu anlayabilmek için. Bunun içinde bir tarihi rol olabilir. Tarihi rol diye bir şey var. Bir millet tarihi rol olmadan tarih sahnesine çıkamıyor. Bütün milletler için bu geçerli. Eğer bir milletin tarihi rolü varsa tarih sahnesine çıkmış oluyor. Türk milleti Müslüman olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Müslüman olmayan bir Türk milletini tarih sahnesi bilmiyor. Tarih sahnesinde ona bir yer ayrılmamış. O yüzden tarihi rol işte bu İslam’la tanışan Asya içlerindeki bozkır ahalisinin oynadığı tol. Bu ayrıca konuşulabilinir. Ama Türk milletinin tarihi rolü İslam’ın kılıcı olması suretiyle doğdu. İstiklâl Marşı bu tarihi rolün devam edeceğini müjdeleyen bir metin. Bu tarihin kaldırılmadığını, bu tarihi rolün iptal edilmediğini söyleyen bir şey. Tabii ki bu tarihi rolün kaldırılmadığını anlayacağınız yer de Türklerin her şeylerini kaybetmemiş olmasıyla mümkün. Bizim cumhuriyet ilan edildikten sonra özellikle askeri birlikler eliyle dağlara taşlara “Önce Vatan” yazmamızın sebebi tarihi rolümüzü oynayabilmek için önce vatanımızın elde tutulması, vatanımızın korunması gerektiğini ilan etmekti. Yoksa deli saçması gibi bir şey. “Önce Vatan” ne demek? Yani önce vatan sonra dondurma. Olur mu öyle bir şey? İnsanlar İstiklal Harbi’nde ne ile karşılaştıklarını biliyorlar. Bu karşı karşıya oldukları şeyin nasıl kendi lehlerine sonuçlanacağını da biliyorlardı. Bu bilgi içinde “Önce Vatan” dediler. Yani İslam’ın kılıcı olarak tarihi rolünü oynayabilmen için önce vatanın olması lazım. Çünkü “Bak Kâbe’yi bile aldılar elinden” dediler. Vatanın yoksa tarihi rolünü oynayamazsın. Peki, ondan sonra bu işler ne oldu? Onu bilmiyoruz. Tarihi rolü Türkler tekrar talep edecekler mi? Şu gün ki manzaraya baktığınız zaman böyle bir eğilimle karlılaşmıyoruz. Yani Türkler: “Biz tarihi rolümüzü devam ettirmeliyiz” gibi bir derdi olan insanlar olarak gözükmüyorlar. İstiklâl Marşı Derneği ne yapacak? İstiklâl Marşı Derneği Türklere İstiklâl Marşı’nın niçin onların İstiklâl Marşı olduğunu anlatacak. Bu bir anayasa hükmü zaten. İstiklâl Marşı resmi bir metin. Bu bakımdan çok talihliyiz. “Neden bunları söylüyorsun?” dedikleri zaman bana, ben de diyorum ki: “Bunlar İstiklâl Marşı’nda var.” Olmadığını söylüyorlarsa öğrenmek isterim. Birileri dese ki: “İstiklâl Marşı Türklerin istiklalinden bahsetmiyor” merakla dinlerim. Bana izah etsin Türklerin istiklalinin dışında olan şey nedir. İstiklâl Marşı’nın önemini anlayalım sonra da İstiklâl Marşı’nın nasıl bir siyasi program olduğunu da konuşabiliriz. Ama bugün bizim tarihi bir rolümüz olamayacağını anlatan ve iyi bir şey yapıyormuş gibi ortalıkta dolaşan insanlar var. Onlar yüzünden Türkler tarihi rollerini oynayamıyorlar. İstiklâl Marşı Derneği bu engeli ortadan kaldırmak istiyor. Nedir engel? Türkiye bir mozaiktir diyorlar. İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’nin bir mozaik olmadığını, İstiklâl Marşı Türkiye’nin bir olmadığını söylediğini söylüyor. Bilakis Türkiye’nin yekpare bir vücut olduğunu anlatacak. Anayasa hükmü şu: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Devlet ama bu, millet değil. Önemli bir mesele bu. Çok sarih değil. Mozaik meselesine çok ters düşmüyor anayasanın bu hükmü. Ama biz Türkiye’nin yekpare bir vücut teşkil ettiğini söylüyoruz. Bize yardım eden şey ise Lozan Anlaşması’ndadır. Çünkü Lozan Anlaşması, Türkiye’de gayrimüslimlerin birer azınlık teşkil ettikleri ve haklarının uluslararası garanti altında olduğunu söylüyor. Demek ki bu vücut içinde Müslüman olmayan unsurların da yaşayabileceğini anlıyoruz. Bu çok sarih bir şey. Bir vücut var, eğer bu vücudun bir parçası ise gayrı Müslimler, o zaman azınlık sayılmamaları gerekiyor. Azınlık demek, o vücudun bir azası olmadığı halde orada bulunan demektir. ABD’de azınlık var mı? Var tabi, herkes azınlık, eğer o açıdan bakarsanız. Biz bir gurubuz diyen herkes orda azınlık. Ama orda öyle yasal bir durum yok. Azınlık haklarının ülkenin kuruluş şartları içinde sayıldığı başka bir devlet ben bilmiyorum. Bilen varsa öğrenmekten memnun olurum. Türkiye bir mozaik değil. Türkiye farklı farklı unsurların bir araya gelmesinden oluşmuş bir milletin yaşadığı bir yer değil. Sadece bununla kalmıyor. Türkiye’de yaşayan insanlar bir kilimin desenleri de değil. Türkiye’de yaşayan siyasi görüşlerden birisinin sloganı o: “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” Aynı kilim fakat farklı farklı desende. İstiklâl Marşı Derneği bu yaklaşımı da reddediyor. Çünkü bu son derece küçültücü ve rahatsız edici bir tarif. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak, kendimizi bir desen olarak görmüyoruz. Kendimizin birer desinatör olduğunu düşünüyoruz. Ve her türkün birer desinatör olduğunu göstermek istiyoruz. Biz bir desen değiliz, biz desinatörüz. Yani bu topraklar iki kere bizim tarafımızdan vatan haline getirildi. Biz desinatör olarak burada bulunuyoruz. Dizaynını yaptık. 13. yüzyılda yaptık, 20. yüzyılın başında bir kez daha yaptık. İstiklâl Marşı bize bunu öğretiyor. Günümüzde de etnik mesele çok ciddi bir şeymiş gibi anlaşılıyor. İstiklâl Marşı bu konuda sarahat arzettiği halde biz bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmed Akif Ersoy. İstiklâl Marşı Safahat’ta yer almaz. Çünkü o derki; “Bu benim eserim değil, bu milletimin eseri.” Bu artistik bir parça değil, İstiklâl Harbi şartlarında Türk olan herkesin öne çıkardığı bir metin. Bir takım kayıtlardan öğrendim, İstiklâl Marşı’nın yarışmasına katılan ve ön elemeyi geçen metinleri gördüm ben. İstiklâl Marşıyla onlar arsında kıyaslanamaz bir fark var. Hem belagat bakımından hem fikriyat bakımından olağanüstü bir fark var. Kapatılamayacak kadar büyük bir fark var. Bu manada gerçekten Mehmed Akif’in hadisesi değil bu. Yani Mehmed Akif’in eseri değil İstiklâl Marşı. Doğrudan doğruya o sırada İstiklâl Harbi’nin zaferine hayatını bağlamış herkesin yazdığı bir şeydir. İstiklâl Harbi’nin zaferinden ne koparabilirim diyenlerin marşı değil. İstiklâl Harbi kaybedilirse her şeyimi kaybederim diyenlerin marşıdır bu. Dolayısıyla Mehmed Akif ile etnik meseleyi izah etmek mümkün değil. Ama yine de bu konuda Allah’ın yardımıyla başka bir sarahatimiz var. Yani Türklüğün tarihi bir rol olduğunu Memmed Akif zımnen ifade ediyor. Herkes Türk Türk dediğiniz zaman bize karşı söylüyor bunu. Ama biz bunu söylüyoruz zaten: “Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine. “Arnavut” ne demek? Var mı şeriatta yeri? Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri” Biz Türk olmayı en önemli vakıa olarak zikrederken kavmimizi ileri sürmüyoruz. “Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri” biz bunu Mehmed Akif gibi kabul ediyoruz. Kavmini ileri süren herkes kâfir sayılmalıdır İslam dünyasında. Ben Müslüman’ım ama Arnavut’um. Bakın Arnavut’um diyorsan kâfir olacaksın diyor. Bugünkü terminolojiye getirmek istemiyorum işi. Çünkü bugünkü terminoloji çok daha vahim, etnik terminoloji açısından. Yani eğer İslâm’la kavmini ileri sürmek uyuşmuyorsa, bugünkü şey, herneyse, o çok kötü bir şey. Biz Türklüğün bir etnisite olmadığını, Türklüğün bir kültür savunması olmadığını, Türklüğün bir tarihi rol olduğunu ve sadece bu olduğunu söylüyoruz. Tarihi rol dediğiniz zaman bugün dünyanın zararına katlanmak zorunda kaldığı sistem karşısındaki duruşu da ilave ediyoruz. Bu konuda bize İstiklâl Marşı yardım ediyor ve çok büyük imkân veriyor. Diyor ki; “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, "Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar” İstiklâl Marşı diyor ki, Türklerin tarihi rolü, onu tarihten silmek isteyen medeniyetin bütün faaliyetini etkisiz bırakacaktır. Türklerin tarihi rolü, medeniyetin Türkleri tarihten silmek faaliyetini etkisiz bırakacaktır. Burada herhangi bir çarpıtma var mı? Bu sözler başka türlü anlaşılabilir mi? Ama siz bugün Amerika’dan gelen haberlerle medeniyetler meselesini başka türlü algılamaya eğilim gösterebilirsiniz. Ama İstiklâl Marşı buna müsaade etmiyor. Zaten etmediği için de 84 yıl boyunca bir yerde muhafaza edilmiş, korunmuş. Bir Çin hikâyesinde, kaplumbağa hikâyesinde söylendiği gibi, İstiklâl Marşı’mız saraydaki kaplumbağadır. Biz onu, kuyruğunu çamurda gezdiren canlı kaplumbağa olarak görmek istiyoruz. İstiklâl Marşı’mızın hayatımızın yön verici metni olmasını istiyoruz. Onun için yaptık bu işi. İnşallah Allah’ın yardımına güveniyoruz. İstiklâl Marşı Derneği Genel Merkezi 28 Nisan 2007