ŞANLIURFA ŞUBE BAŞKANI MUSTAFA ÖZKÖYLÜ:
Değerli Basın Mensupları, Toplantımıza göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. Biliyorsunuz, İstiklâl Marşı Derneği ilk olarak 2007 yılında kuruldu. Bugün de Allah’ın izniyle Şanlıurfa şubesini açıyoruz. Yine biliyorsunuz Urfa’nın kurtuluşu 11 Nisan 1920’dir. Meclis’in açılmasından on iki gün önce Urfa kurtulmuş. Yani daha Meclis açılmadan Urfa Allah’ın izniyle kendini kurtarmış bir yer. Urfa’nın kendini kurtarmadaki cesareti tüm memlekette numune teşkil etmiştir. İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulduğu günden itibaren sık sık tekrarladığı bir söz var: “İstiklâl Harbi duayla kazanılmıştır ve İstiklâl Marşı zaten bir duadır.” Biz de Şanlıurfa’da bu duaya âmin demek için Şanlıurfa şubesini açıyoruz. Allah yâr ve yardımcımız olsun, diyerek sözü genel başkanımız şair İsmet Özel’e bırakıyorum. GENEL BAŞKAN İSMET ÖZEL: Teşekkür ederim. Ben de sözlerime, İstiklâl Marşı Derneği’nin Urfa şubesini açmamızı bize nasip eden Allah’a hamd ederek başlıyorum. Elhamdülillah, bugün Urfa şubemizi açıyoruz. Bu münasebetle iki şeyi vurgulamak istiyorum: Birincisi, Urfa şubesinin açılış merasimini Urfalılara bir şey öğretmek üzere yapmıyoruz. Biz buraya Urfalılardan bir şey öğrenmeye geldik. Urfalılara akıl vermeye değil, Urfalılara akıl danışmaya geldik. Bilhassa söylemek istediğim ikinci şey, Türkiye her anlamda büyük bir ülke. Bu hem yüzölçümü olarak hem de dünya tarihinde tuttuğu yer bakımından böyle. Urfa’yı biz -İstiklâl Marşı Derneği olarak- Türkiye’nin bir parçası olarak görmüyoruz; biz Türkiye’yi büyük bir Urfa olarak görüyoruz, Urfa büyümüş ve Türkiye olmuştur. Bunların daha geniş izahını bugün panelimiz dolayısıyla yapacağım konuşmaya bırakıyorum. Sözlerime İstiklâl Marşı’nın son iki mısraı ile devam edeceğim: “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet…” derken burada bir tarih anlayışı var. Hür yaşamış bir bayraktan bahsediliyor. “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.” Burada da bir itikadî cevhere işaret ediliyor. Fakat İstiklâl Marşı’nın bitişinde bu iki mısra bir haktan bahsediyor: “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal.” Çünkü I. Dünya Savaşı’nın sonunda “Medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı olan Türklerin hiçbir şeye hakkı yoktur.” diyenler vardı. “Medeniyet düşmanı Almanların yardakçılığını yapan Türklerin hiçbir şeye hakkı yoktur. Buralar Türkiye olmayacaktır; buralar Yunanistan, Ermenistan, Kürdistan olacaktır. Türklerin medeniyet düşmanı Almanların yardakçıları olmaları sebebiyle hiçbir şeye hakları yoktur. Bizler “medeniyet kampı” olarak Cihan Harbi’ni kazandık. Bu medeniyet düşmanlarının hayat hakkı yoktur.” İstiklâl Marşı “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyor. Yani biz hakkımızı sizden, medeniyet kampından talep etmiyoruz. Biz sizden “müttefiklerden” hak talep etmiyoruz. Bizim zaten hür yaşamış olmamız sebebiyle kendimizde mündemiç hakkımız var. Bizim imanımız gereği size danışmadan elimizde tuttuğumuz bir hak var. Hakk’a tapan bir millet olduğumuz için, biz neye müstahak olduğumuzu size sormayacağız. Allah bizi neye müstehak kıldıysa biz onunla hemhal durumdayız. İstiklâl Marşı bize bunu söylüyor, bunu söyleyerek bitiriyor İstiklâl Marşı sözlerini. Dolayısıyla bugün vardığımız yerde de bu aynen yerinde duruyor. Bugün Türkiye diye bir ülke varsa, bu varlığını kendi gücüne mi bağlayacak, yoksa varlığını hükümran birilerinin inayetine, muzaffer birilerinin sadakasına mı bağlayacak? ( Türkçe konuşmak bambaşka bir şey; keşke birilerinin sadakasına – yani Rabb’e sadakatle mümeyyiz olana bağlasak...) Bugün Türkiye’nin iyi durumunu Türk olmayanların lütuflarına raptetmek isteyen bir anlayış var. Türkiye iyi durumunu kendi gücüne dayanarak elinde tutar veya tutamaz. Yani bu bakımdan Türkiye’de hiçbir meseleyi diğerinden koparıp ele alamayız. Türkiye’nin eğer bir mali meselesi varsa, Türkiye’nin bir iktisadi meselesi varsa, Türkiye’nin bir siyasi meselesi varsa, Türkiye’nin bir sosyal meselesi varsa bu meselelerin hepsi aynı meseledir. Birazını bir şekilde, birazını başka bir şekilde hal yoluna koyamayız. Türkiye’de mesele doğrudan doğruya bu İstiklâl Marşı’nın bitiş mısralarıyla hal yoluna konur veya Türkiye diye bir ülke artık olmayacaktır. Onun için biz Şanlıurfa şubemizi açarken dünya tarihinin akışında bir farkı tayin etme vaziyetini izhar ediyoruz. Bir farkı tayin etmek vaziyetindeyiz. Bu, bugün anlaşılmıyor. Bu hep böyle olmuştur. Bizim takvimimiz Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicreti ile başlar. Biz Müslümanlar sıfır noktasını “Hicret” olarak kabul ederiz. Hicret’ten önce Hicret’ten sonra... Ama Hicret sırasında Müslüman takviminin Hicret’le başlayabileceğini düşünen hiç kimse yoktu, Resulullah (sav) dâhil. Bunu bildiğimiz için Şanlıurfa şubesini açarken biz, dünya tarihinde neyin nereye varacağını bilenin Allah olduğunu bilerek bir pozisyon takınıyoruz. Şöyle olacaktı, böyle olacaktı demiyoruz ama bu kritik bir noktadır. İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesinin açılması kritik bir noktadır ama bu krizin sıhhatle mi, ölümle mi sonuçlanacağını sadece Allah bilir. Kimin sıhhatine hizmet edeceğini kimin ölümünü getireceğini de gene Allah biliyor. Ama bunun kritik bir nokta olduğunu ben biliyorum, çok kritik bir nokta bu. Burada keseyim, basın mensuplarının sorularını alalım. Soru: İstiklâl Marşı Derneği’nin 2007 yılında kurulma ihtiyacı niye doğdu? Aslında İstiklâl Marşı Derneği 2007 yılında gecikmiş olarak kuruldu. Benim İstiklâl Marşı Derneği kurulması gerektiğini düşündüğüm yıllar 1990’lı yıllardı. Yani ben çevremdeki insanlara, “Eğer Türkiye’de bir şeyler yapılacaksa, bir İstiklâl Marşı Cemiyeti kurulmalıdır.” diyordum 90’lı yıllarda. Ama hiçbir kimse gelip bana, “Sen böyle diyorsun madem, o halde bu iş yapılsın bari” demedi. Daha sonra ben müteaddit defalar birçok insana dedim ki: “Eğer bir şey yapılacaksa bir İstiklâl Marşı Derneği kurulmalıdır.” Hiç kimse bana “Tamam, peki o halde” demedi. Ne zaman ki İsmet Özel ismi bir tesir sahası ortaya çıkardı, işte bu tesir sahasını yok etmek için birileri harekete geçti ve o zaman İstiklâl Marşı Derneği kuruldu. Yani İstiklâl Marşı Derneği, benim söylediklerimin manipüle edilmesine imkân sağlayan bir ortam oluşsun diye kuruldu. İki buçuk senelik bir ömrü var İstiklâl Marşı Derneği’nin; ama ben bu iki buçuk senelik ömrü sadece İstiklâl Marşı Derneği’nin mevcudiyetini koruması bakımından bile çok müspet bir dönem olarak görüyorum. Bir kere, İstiklâl Marşı Derneği kurulabildi; çünkü eğer gâvurlar İsmet Özel’i İstiklâl Marşı Derneği’ne hapsedelim ve hatta mümkünse o dernek yoluyla onu bozum edelim diye düşünmemiş olsalardı İstiklâl Marşı Derneği kurulmayacaktı. Bizim derneğimizi teftişe gelen dernekler masası görevlileri, bizim bu isimle bir dernek kurabilmiş olmamıza hayret ettiler. Yani bunlar devletin, emniyetin görevlileri. Nasıl oldu, falan diye hayret ettiler; çünkü onlar bu niyetten haberdar değillerdi. İstiklâl Marşı Derneği 1982 Anayasası’nda yeri olan bir dernek ve fakat biz ne herhangi bir resmi kurumdan, ne de herhangi bir özel kurumdan destek alıyoruz; mali manada veyahut moral manada. Ama İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu günden bu yana şununla iftihar ediyor: Biz söylediğimizin insanlarıyız. Ne söylüyorsak onun insanlarıyız. Bizim bir B planımız yok. Yani “Pantolon uyduramadık; gömlek verelim...” demiyoruz hiçbir şekilde. Dediğimiz bu, bunu kabul etmiyorsanız etmiyorsunuz. Ama bu budur. Biz İstiklâl Marşı’nın 41 mısraının ne manaya geldiğini bildiğimizi ve bunun da bütün millet tarafından bilinmesi gerektiğini savunuyoruz. İstiklâl Marşı Derneği, İstiklâl Marşı’nın kendisinin esas alınmasını istiyor. Şimdi, öyle olmuyor mu, diyeceksiniz. Hayır, olmuyor. Bir kere, İstiklâl Marşı’nın resmi kurumlarda terennüm edilmesi İstiklal Marşı’nın aleyhine. Yani biz İstiklal Marşı’nda ne dendiğini anlamamak üzere İstiklâl Marşı okuyoruz. “Obe...” falan diyoruz mesela İstiklâl Marşı’nı söylerken. Hâlbuki Türkçede “Obe” diye bir şey yok. Sobe diye bir şey var ama “obe” diye bir şey yok. İstiklâl Marşı, 1921 yılında İstiklâl Harbi’nin Türk milleti lehine sonuçlandırılması için dua olarak yazılmıştır. Bunun böyle olduğu zehabına kapılındığı zaman yani hakikaten İstiklâl Marşı’nın Türk milletinin lehine sonuç alınmasına yaradığı anlaşıldığı zaman ne oldu? İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı. İstiklâl Marşı’nın Türk milletinin lehine sonuç verme gücü olduğu bilinir bilinmez İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı, orada donduruldu. 1921’dir İstiklâl Marşı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildiği tarih. Bunun üzerinden on bir sene geçtikten sonra, 1932 yılında Ezan-ı Muhammedî’nin aslına sadık kalınarak minarelerden okunmasını yasaklayan ve ezan okuyan insanların üç aydan başlayarak ağır hapis cezasına uğramasını öngören bir kanun çıktı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden. “O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/ Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” İstiklâl Marşı böyle söylüyor. Şimdi burada bir kıvırtma yapıyor kâfirler ve “Bu, Türkçe de olsa ezandır. Nasıl Şiiler Farsça ezan okuyorsa biz de Türkçe ezan okuyoruz.” diyerek kendilerini savunuyorlar. Bununla İstiklâl Marşı’na ters düşmediklerini iddia edebilirler ama bütün bunlar bizim kendimizin kimler olduğuyla alâkalı. Yani ben insan olmayı insan haysiyetine sahip çıkmaktan başka bir şey olarak görmüyorum. Kendine olan saygısını kaybetmiş olan insanın hâlâ insan olduğu belki iddia edilebilinir, savunulabilinir ama tartışılabilinir aynı zamanda. Yani biz bugün kendimize olan saygımızı muhafaza ediyor muyuz? Hayır, etmiyoruz; çünkü uçağa binmek için kemerlerimizi çıkarıyoruz. Bu, şahsiyetli bir insanın razı olacağı bir şey değildir. Yani insanın kendisine saygısı varsa bir dokunulmazlık alanını elinde tutması lazım. Ben haysiyetine halel getirtmeyen bir insansam eğer, bana çıkar kemerini dedikleri zaman çıkarmam. Dön arkanı dedikleri zaman dönüyor muyum? Yani böyle bir şey bu. Biz hâlâ insan olarak yaşıyor muyuz? Şimdi bu bütün dünya için söz konusu olan bir şey. Eğer bir mücrim varsa, bunun mücrim olduğu kabul ediliyorsa onun yakalanması ve cezalandırılması birinin üzerine vazifedir. Tamam, peki cürmü olmayanların cezalandırılmasına kim karar veriyor? Yani bütün dünyada insanların cürmü olmadıkları halde cezaya çarptırılması diye bir şey var. Birileri ellerindeki imkânlarla ellerinde imkân bulundurmayan ama o imkânlara talip olan insanları güdüyor. Buraya dikkat edin: Eğer insanlar o imkânlara talip olmasalar elinde imkân olanlar tarafından güdülemeyecekler. Kazın ayağı şöyle: Sen de zalim olmak istediğin için zulme uğruyorsun. Yani sen kendin zalim olmak istemeseydin zalim sana bir şey yapamayacaktı. Ama sen diyorsun ki, ben onun pozisyonuna geçeceğim, ben ona onun yaptığını yapacağım yahut başkalarına onun yaptığını yapacağım. O zaman şimdiden uçkurunu çözüyorsun ve uçağa biniyorsun. Gelirken, uçakta arkadaşlara anlattım: İttihatçı Enver Paşa’nın babası, “Ben ömrümde hiç harama uçkur çözmedim” diye övünürmüş. Birisi de ona demiş ki, “Ah efendim, keşke helâle de çözmeseydiniz.” Soru: İsmet Abi, bu kemer çıkartmama konusunda bir çözüm düşünceniz, çözüm öneriniz var mı? Bu iş nasıl çözülebilir, anlamında soruyorum. Hayır, benim şahsen bir teklifim yok. Çünkü bu meseleler kısmen çözülemez. Yani bütün hastalık buradadır. Küfrün belası kâfir kalınarak atlatılamaz. Yani eğer omlet yemek istiyorsan yumurtayı kıracaksın. Yani hem yumurta bütün kalsın hem de bana omlet getirin dediğin zaman, bu olmaz. Kemer çözmememin çok pratik bir yolu var: Uçağa binmemek. Bence bizim memleketimiz dediğimiz şeyin tarihi manasını keşfetmemiz gerekiyor. “Bu her yerde olur ama Türkiye’de olmaz.” dedirtebilmek esastır. Yani böyle bir şeye talip olursak Allah bize bunu nasip edebilir. Ama tam tersine, dünya nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz, diyorsanız o zaman o gidenler sana nereyi bıraktılarsa orada kalacaksın demektir. Dünya nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz diyorsan bu kervanın başında bir eşek mutlaka vardır. O eşek seni nereden, hangi güzegâhtan götürüyorsa oradan geçeceksin demektir.
14.11.2009, Şanlıurfa