İstiklâl Marşı Derneği Adana Şubesi Başkanı Ali Özdemir:
Kıymetli misafirler, İstiklâl Marşı Derneği Adana Şubesi’nin açılışı münasebetiyle düzenlediğimiz basın toplantımıza katıldığınız için teşekkür ediyoruz. Bizler İstiklâl Marşımızın 41 mısraını, ne bir eksik ne bir fazla, esas alanlardanız. Samimiyetsizliğin, riyakârlığın, hakkaniyetsizliğin, uşaklığın her tarafı zapt etmeye çalıştığı bir zamanda İstiklâl Marşı Derneği diğer şubelerimiz gibi bizim için de tüttürülmesi gereken “son ocak”tır. İstiklâl Marşımızın:
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
mısralarında ifade edildiği şekliyle, İstiklâl Harbi’nin kazanılmasının akabinde, “belki yarından da yakın” kısmı heba edilmiş ve bize kalan “belki yarın” kısmında Adanalı üyeler olarak rol alıyor olmaktan dolayı müftehiriz. Çünkü bizler, İstiklâl Marşımızın aynı ruhta birleşmiş Türk milletinin dile getirdiği bir dua olduğuna inananlardanız. Biz, millet bütünlüğünün ehemmiyetinin bilinmesini ve Türklüğün kavranılmasının elzem olduğunu vurguluyoruz. Milletimizi bütünleştiren, milletimizin yolunu açan parlaklığın İstiklâl Marşımızla dile getirildiğine inanıyoruz. Tarihî birikimiyle, coğrafyasıyla, milletinin gücüyle gerçekten büyük bir ülke olan Türkiye’de sahip olunan imkânları daha iyi fark edecek, bu imkânlara daha çok sahip çıkacak bir milletin bulunduğunu biliyor ve bunun kavranılmasını istiyoruz. Biz Türkiye’yi çok seviyoruz. Biz Türkiye’nin gücünü sadece milletinin sahip olduğu özden alması gerektiğini söylüyoruz. Bu öz kendini İstiklâl Harbi’nde göstermiştir. Bilindiği gibi Adana ve çevresi 18 Aralık 1918’de resmen işgal edilmiştir. İşgalcilerin amaçları, bütün vatanda olduğu gibi Adana’da da milletin istiklâlini yani her şeyini elinden almaktır. Bu durumda bütün millette olduğu gibi Adanalılarda da tarihî irade kendini açığa çıkarmıştır. Ve Adana halkı istiklâlini kimseye vermemek gayesiyle direniş sergilemiştir. “Karboğazı” diye bilinen olay bu direnişe misal olarak gösterilebilecek olaylardan biridir. Direnişlerin sonucunda işgalciler Adana’dan çekilmek zorunda bırakılmış ve 5 Ocak 1922 tarihi Adana’nın istiklâlini kazandığı tarih olarak kabul edilmiştir. Bizler Adana’nın istiklâlini sağlayan bu özü gürleştirmek için Adana Şubesi’ni açıyoruz. İstiklâl Marşı Derneği Adana Şubesi’nin kuruluşunda emeği geçen ve bu uğurda duasını esirgemeyen herkese teşekkür ediyor ve gönüllerimizden doğan birlikteliğimizin hayırlara vesile olmasını Allah’tan diliyorum. Sözü Genel Başkanımız İsmet Özel’e bırakıyorum.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel:
Selâmün aleyküm.
Ben -İstiklâl Marşı Derneği’nin bu 8. Şubesi- hiçbir şubemizin açılışında bu kadar rahat olmadım. Adana Şubemiz açılırken kendimi büyük bir gönül rahatlığı içinde hissediyorum. Sebebini söyleyeyim: Adana’dayız. Biraz önce Ali Özdemir işgalden ve istiklâlden bahsetti. Adana’nın işgali ve istiklâline kavuşması tarihlerini verdi. Ben Adana Şubesi’nin açılması sebebiyle neden gevşeklik denebilecek kadar rahatlık içerisinde olduğumu size izah edeyim. Türk ordusu Adana’dan çekilirken Adanalılara, “Anlaşma gereği çekiliyoruz, yoksa topraklarımızı terk etmek fikrinde değiliz.” diye izahatta bulunmak zorunda kaldı. Adanalıların yüzüne bakabilmek için ordu bu izahatı yapmak zorunda kaldı. Aynı şekilde bu toprakları işgal eden ordunun komutanı Allenby, “işgallerinin devamlı olmayacağını, kısa bir süre Adana’da kalacaklarını” izah etmek zorunda kaldı. Anlatabiliyor muyum? Bu iki şeyi birleştirin. Türk ordusu giderken, “Ben aslında gitmem ama yukarıdakiler anlaştı, onun için gidiyorum.” diye özür diler bir pozisyonu Adanalılar karşısında benimsiyor; gâvur da, “Burada çok kalmayacağız.” diyerek Adanalılardan korktuğunu ifade ediyor. İstiklâl Marşı Derneği Adana’daysa biz özür dileyenlerden de, korkanlardan da olmadığımız için çok rahatız. Bu bakımdan Adana Şubemiz faaliyete geçtiği zaman Şube yöneticisi olan arkadaşlara bu Derneğin Genel Başkanı olarak ilk vazifeyi Bakanlar Kurulu’na Adana’nın adının değişmesi konusunda bir müracaatta bulunmaları istikametinde verme temayülündeyim.
İstiklâl Harbimiz üç yönlü ve üç safhalıdır. Birinci yön ve safha, Türk milletinin gâvuru zorla kendi başından atma safhasıdır. Bu safhanın işaretini bugün bazı vilâyetlerimizin sıfatlı olarak anılmasında buluyoruz. Gaziantep’imiz var, Şanlıurfa’mız var, Kahramanmaraş’ımız var. İstiklâl Marşı’nın diğer safhası ve yönü doğuda -Rusya’da ihtilâlin çıkmasının da katkısıyla diyelim- Ermenistan hülyalarının yok edilmesine müteallik harekettir. Üçüncü safhamız da Büyük Yunanistan’ın kurulmasını imkânsız kılan ve Sakarya Meydan Muharebesi’yle sona eren safhadır. Şimdi, bu asıl ve diğerlerine kuvvet temin eden harekette Adana’nın yeri var ama Adana’nın önünde Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta rastladığımız bir sıfat yok. Adana bu hareketin içinde ve önemli bir yerinde ama dediğim gibi Antep’e, Urfa’ya ve Maraş’a verilen unvan buraya verilmemiş. Ben Adana’nın adının “Yiğit Adana” olarak değiştirilmesi görüşündeyim. Bu talebi Bakanlar Kurulu’na biz Dernek olarak, Derneğimizin Adana Şube yöneticileri olarak teklif edeceğiz. Onlar nasıl karşılarlar bilmiyorum. “Yiğit Adana” sözü benim icadım değil. Emekli öğretmen Recep Dalkır’ın yazdığı “Millî Mücadele’de Çukurova” kitabının üst başlığı: Yiğitlik Günleri. Adana istiklâlimiz uğruna yiğitliğini göstermiş ve bu yüzden de bu adı kendiliğinden almıştır. Çukurova millî mücadelesini yürüten General Osman Tufan tarafından 1942 yılında Recep Dalkır’a teklif edilmiş ama adam 1961’de yayınlayabilmiş kitabını. Bu da enteresan tabii. Dediğim gibi “Yiğit Adana” teklifini biz götüreceğiz, başkaları nasıl karşılar bunu bilmem. Plakadaki 01 kalır gene, hiç merak etmeyin. Bugünlerde dünya birtakım hareketlilikler karşısında kaldı. Bazıları İslâm dünyası da diyebilir, ya da Müslümanların nüfusun çoğunluğunu teşkil ettiği yerler de. Tunus’ta ve Mısır’da hareketler olduğu sırada biz İstiklâl Marşı Derneği Şubesi açmakla meşgulüz. Bu işlerle doğrudan alâkalı bir pozisyon söz konusu yani. Bu akşam 19.00’daki konuşmamda tabii ki İstiklâl Marşı’nın hayatımızdaki yeri ve Adana’da meşgul olacağımız faaliyet konusunda birçok şey söyleyeceğim ama şimdiden şunu söylemek gerekir ki dünyada bütün Müslümanları ilgilendiren bir şeyler bir merkezden şekil alacak şekilde yürütülmekte ya da manipüle edilmektedir. Türkiye bu bakımdan hem dünyanın hem de nüfusu Müslüman olan, çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin arsında hususi bir yer teşkil eder: Türkiye’de bir millet vardır. Başka yerlerde millet yok mu? Bilmiyorum. Millet kelimesi dinden ve ümmetten ayrılarak mana kazanabilecek bir kelime değildir. Avrupa dillerinde Fransızca nasyon, İngilizce neyşın diye telâffuz edilen kelimeler var. Bunlar, milleti karşılamıyor. Biz milleti bir dinî varlık olarak anlıyoruz. Bu manada da Osmanlı milletler sistemi çeşitli dinî birimleri işaret etmek üzere kullanılan bir ifadedir. Türkiye’de bir millet var. Bu millet henüz “kendisi için millet” olamadı. Ama böyle bir millet var. Bunun çok bariz bir göstergesi şudur: Tito öldükten belli bir zaman sonra Yugoslavya ortadan kalktı. Ama 1938 yılında Mustafa Kemal öldükten sonra Türk milletinin dağılma ya da inkıraza uğrama süreci falan söz konusu edilemedi. Anlatabiliyor muyum? Tito ki idaresi altında olan bütün insanların menfaatine titizlik gösteren, hangi etnik unsura mensup olurlarsa olsunlar, hangi politik yaklaşımı kendilerine yakın bulurlarsa bulsunlar Yugoslavlar tarafından sevilen bir adamdı. Yugoslavya, Güney Slavları demek. Türkiye’de olduğu gibi bir millet olmadığı için Yugoslavya dağıldı. Türkiye’de bir millet var. Bu millet 13. asırda lisanını pekiştirerek doğan bir millettir. Türkçe’nin doğurduğu bir milletten bahsediyoruz. Buna sonradan Türk milleti demek adet olsun istemişler; oldu diyemiyorum ama bir millet var, adı belki tam konulamamış. Bu dediğim gibi lisanını Arapça’dan daha çok itikadına raptetmiş olan bir millet. Bu milletin istiklâli bahis konusu. İstiklâl Savaşımızın biraz önce üç safhası olduğunu söyledim. İstiklâl Savaşımız Kâbe’yi korumaktan acze düşmüş bir milletin kendisi hakkındaki kararları kendisi vermek üzere bir sahayı vatan olarak tasdik ettirmesiyle son şeklini almıştır. Bu yüzden bu meseleden uzak duran insanlar Türkiye’ye kastetmiş olurlar. Bugün Türkiye’de hükümet eden insanların marifetmiş gibi komşularıyla sıfır sorunlu bir ülkeden bahsetmeleri -çok yumuşatarak söyleyeyim- bir hatadır. Bunun için çok daha ağır sözler bulunması lâzım. Bir ülkenin sınırları, hangi ülke olursa olsun, sebepsiz yere çekilmemiştir. Bir ülkenin niçin sınırları olduğu sorulmalıdır ve sınırları sorunsuz olan ülke artık ülke değildir. Norveç ile İsveç arasında sınır var. Bu iki ülke bizim komşumuzla hiçbir sorunumuz yok diyorsa eğer neden iki ayrı ülkedir? Niçin İberik Yarımadası’nda bir Portekiz ve İspanya var? Bunların madem komşularıyla sorunları yok, üstelik İsveç’in Norveç’le, Portekiz’in İspanya’yla dilleri de çok yakın, niye ayrı ülkeler? Birtakım dangalakça lâflar da ediyorlar, iki devlet bir millet; Türkmenistan, Azerbaycan falan. Böyle insanların korunmaya muhtaç, aklen malul kalmalarını sağlamak üzere birtakım cicili bicili lâflar ediliyor. Böyle saçma şey olmaz! Biz Türkmenlerle ya da Azerilerle bir milletsek ama iki ayrı devletsek eğer, bu deli saçması bile değildir. Böyle saçma şey olur mu?
Bu işin aslı şudur: 751 yılında Müslüman Araplarla Çinliler arasında Talas Savaşı cereyan ettiğinde henüz İslâm’la müşerref olmamış Asya kavimleri Çin’e karşı Arapların tarafını tuttular. Bu İslâm’la tanışmalarına vesile oldu. Bu insanların Müslüman olanları daha sonra Türkik olarak anıldılar. Yani Müslümanlık, Türk varlığı diye bir şeyden bahsedilirse eğer Türk varlığının 8. asırdan bugüne kadar gelmesine sebep olan hadisedir. Biz bugün Bulgarlar için, Macarlar için, Estonyalılar için Türk demiyoruz ya da Amerikan Kızılderilileri için Türk demiyoruz. Çünkü eğer genetik ya da filolojik birtakım irtibatlar aranırsa bu unsurlarla, Kırgızlarla olan irtibatımıza, Tatarlarla olan irtibatımıza benzer irtibatlar kurulabilinir. “Jembemben çok alma van.” Bu Macarca bir cümle, “Cebimde çok elma var.” demek. Tabii bu çok hususî olarak birleştirilmiş bir şey. Macarlar ne diyorlar Türkler için: Török. Török yani töresi olan. Kendileri Mağyar. Bulgarlar da işte Hazar boylarından sonra gelmişler Bulgaristan’a falan filân. Onlarınki Slav dilleriyle o kadar içli dışlı ki oradan, Macarca’daki gibi örnek de gösteremiyoruz ama eğer DNA-MNA işlerini ciddiye alacak olursak Bulgarlar bal gibi Orta Asyalı bir kavim. Her neyse. Yani bu Türklük meselesi doğrudan doğruya karakter, şahsiyet meselesidir ve doğrudan doğruya dinle irtibatlıdır. Benim İstiklâl Marşı Derneği kurulmadan çok önce savunduğum bir şey vardır: Türk-İslâm sentezi denilen şey saçmalıktan ve geri zekâlılıktan başka bir şey değildir. Çünkü ortada bir sentez varsa bu Türk’te olmuştur. Türk kendi başına bir sentezdir. Asya içlerinde Müslüman olan insanların adıdır Türk, bir kavmin adı değildir. Türk bir karakterin, şahsiyetin ve dinî bağlılığın adıdır. Onun için biz Tatar diyoruz. Eskiden beri bizim dilimizde “Türk mü, Tat mı?” ayrımı vardı. Bu hatta bugün Erzurum civarında çok net olarak yaşar. “Tat mı, murtat mı?” diye telâffuz eder onlar. Yani mürtet ve tat; dinden dönmüş ve dini hiç tanımamış. Türklük doğrudan doğruya Adem Aleyhisselâm’dan beri gelen İslâm’ın fark edilmesi ile doğan bir karakterin adıdır. Bu farktan mahrum kalanlara Tat denmiş. Hatta Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in babası Kalmuk. Talas Muharebesi’nden sonra fevç fevç insanlar İslâm’a girdiklerinde bazıları Müslüman olmamış, eski hallerinde kalmışlar. Kalmuk olmuş onlar. Anlatabiliyor muyum? Bir kısmı Türk olmuş. Ama Türk denmemiş onlara, çünkü Müslüman olmaları sebebiyle bir kavmî karakter sahibi olmuşlar. Kırgız olmuşlar, Özbek olmuşlar, Tatar olmuşlar, Kazak olmuşlar, Türkmen olmuşlar. En Türk’e benzeyenler bu sonuncular olduğu için Türkmanend olmuşlar, karakteri en yukarıda olan manasında. Karacaoğlan’ı Türkmence’ye tercüme etmişler. O benim çok sevdiğim hatta üzerinde bir konuşma yapmayı düşündüğüm koşması nasıl başlar: “Üryan geldim gene üryan giderim”. “Ölmemeye elde fermanım mı var?” diye de devam eder. Bunu Türkmence’de, “Çıplak geldim gene çıplak giderim” şeklinde yazmışlar. Yani Türkmence’de üryan kelimesi yaşamıyor. Anlatabiliyor muyum? Türkiye’de tahsil görmemiş insanlar konuşurken birinin çırılçıplak olduğunu ifade etmek için “anadan üryan” demezler mi? Bizim lisanımız bu işte. Bizim lisanımızdan Kur’ân-ı Kerim’den geçen kelimeleri çıkarırsanız geriye iskelet bile kalmaz. Biz Türkçe’yi Kur’ân’dan dilimize aktardığımız kelimelerle konuşuyoruz. Onun için konuştuğumuz lisanda Arapça’sından başkası olmayan kelimeler Türkçe diye bildiğimiz kelimelerden daha çoktur. Bizim şu anda konuştuğumuz dilde sadece fiillerin büyük kısmı Arapça ya da Farsça değildir. Fiiller, emir sigasıyla söylersek “tut, yat, aç, gir, çık”, tek hece ne derseniz bunlar Türkçe’dir. Bunun dışında büyük kelime hazinemizi Kur’ân’dan -Arapça’dan değil- hayatımıza sokmuşuzdur. Kur’ân’la olan irtibatımız sadece kelime hazinemizin zenginleşmesi sebebiyle değildir. Kur’ân-ı Kerim bizim kitabımız olduğu için biz aynı zamanda Türkçe’nin söz dizimini ana hatları itibariyle Kur’ân’dan devralmışızdır. Yani biz Tatarlar, Özbekler, Kazaklar gibi bir söz dizimine sahip değilizdir. Onlar da aslında bizden yansıyan kadarıyla bir şeyler edindiler ama Rusya tarafından işgale uğradıkları zaman Rusların tesiri onların hayatında göründü. Meselâ Azeriler “asker” demez, “soldat” der. Batı dillerinde ve aynı zamanda Farsça ve Hint dillerinde olan iki fiil -yardımcı fiil diye geçer gramer kitaplarında- Türkçe’de ve Arapça’da yoktur. İngilizce’de “to be to have”, Fransızca’da “étre avoir”, Almanca’da “sein haben” diye telâffuz edilen, bizim Türkçe’ye olmak ve sahip olmak diye tercüme etmek tuhaflığına düştüğümüz fiiller bunlar. Bunlar Arapça’da ve Türkçe’de yok. Bu şunu ispat eder ki, biz sarf ve nahiv bilen âlimlerin bize talim ettiği lisanı konuşuyoruz. Becerebiliyor muyuz? 1928 yılında yazımız yasaklandığı için ve 1929 yılında idadilerden Arapça dersleri kaldırıldığı için öyle ortalığa bakan dangalaklar halinde yaşıyoruz. İdadilerde Arapça dersi okutuluyordu. Çünkü Arapça bilmiyorsan, hem de iyi derecede Arapça bilmiyorsan Türkçe yazamazsın. Acaba ayınla mı yazılır, elifle mi yazılır bilemezsin. Ne yazarsan yaz, kelime Arapça olmasa bile Arapça bilmiyorsan eğer onun nasıl yazıldığını bilemezsin. Bizim lisanımız da yazıyla doğmuş bir lisandır. Öyle halkın konuşmasından çıkmış, yazıya geçmiş bir şey değildir. Tam tersine yazıdan halka geçmiş bir şeydir. Onun için daha iyisini bilmek, daha tahsilli olmayı gerektirir. “Ben bu kadar konuşuyorum.” der insanlar. Hatta 1928 yılına kadar insanlar, “Okurum ama yazamam.” diye kendilerini ifade ederlerdi. Yazabilmek için bir seviye tutturmak gerekiyordu. Bunları niçin bahis konusu ediyorum? Bir millet hayatiyetini devam ettirecekse yazısı olmadan bunu başaramaz. Biz 1928 yılından bugüne kadar işte 80 seneyi aşan zaman boyunca hâlâ Latin harfleriyle yazmayı bile bilmiyoruz. Çünkü bizim lisanımız Kur’ân alfabesiyle doğdu. Latin harfleriyle yazarken Fransız “r” harfini –İsmet Özel eliyle gösteriyor- şöyle yapar. Fakat Alman ve İngiliz “r” harfini şöyle yapar. Bir Fransız çocuğu şöyle “p” yapamazsa ilkokulu bitiremez. Yani Fransızca bir şekilde “p” yapılır. Kâğıt üzerinde gösteremiyorum size, burada karatahta olsaydı gösterirdim. Meselâ Almanların Gotik alfabesi vardı. Hitler döneminde bu alfabe resmiyetten kaldırıldı. Almanlar 1933’e kadar Latin alfabesi kullanmıyorlardı, Gotik harfleriyle yazıyorlardı. Latin alfabesini bilhassa Latinler kullanıyorlardı. Şu anda Atina’ya gidin bakın, sokak isimleri bir Yunanca, bir de turistler okuyabilsin diye Latin harfleriyle yazılıdır. Çünkü Yunanlılar Latin alfabesi kullanmıyorlar. Ruslar Latin alfabesi kullanmıyorlar. Kendi dillerine gereken alfabeyi kullanıyorlar.
Türkçe’nin Kur’ân alfabesi ile yazılmamasının hiçbir aklî gerekçesi yoktur. Bu tamamen siyasî ve Türk milleti aleyhine bir harekettir. Türk milletinin elinde ne kadar imkân varsa bu imkânın heba edilmesi ve bir daha millet olarak bir imkâna kavuşmaması için yapılmış bir faaliyettir. Bu konuyu ikinci konu sayan insanlar Türk milletinin düşmanıdır. Bu kadar niye uzatıyorum meseleyi? Ben bu işlerin uzmanı mıyım, meselâ çok mu bilirim Arapça ya da eskimez yazıyla yazmayı? Hayır. Bunun uzmanı değilim ama ben bundan mahrum olmanın acısını çeken bir insanım. Ben bir Türk şairiyim. Ben Türkçe yazamamanın ıstırabını taşıyan bir insanım. Onun için benden başkasının bunu söylemesi zor. Önce Türkçe yazabilmemiz lâzım. Ben Latin alfabesinin işaretleriyle şiir şeklini koruyabilen son kişi olabilirim. Bu alfabeyle gidilecek yer benim yazdıklarımın ilerisine gidemez. Gidememiştir de nitekim. Allah bana ömür verir, kuvvet verirse ve ben “Bir Yusuf Masalı” adlı kitabımı eğer bir daha neşredersem Kur’ân harfleriyle neşredeceğim. Bunun başka bir yolu yok.
Bizim insan kalabilmek için bir endişemiz olması lâzım. İnsan kalma endişesi olmadan insan kalmayı kimse başaramaz. Dağa taşa Cumhuriyet ilân edildikten sonra “Önce Vatan” yazısı yazıldı. Bunun manası şudur: Eğer vatanımız olmazsa ondan sonraki işleri yapamayız. Önce vatanımızı temin ettik, vatanımızı koruduk. Ve bu vatan Ali Rıza Paşa kabinesi tarafından ilân edilen Misak-ı Millî’nin tamamı değildir. 1919 yılında Ali Rıza Paşa kabinesi bir Misak-ı Millî, yani millî yemin ilân etti, “Buralar Türk topraklarıdır.” diye. Misak-ı Millî’nin içinde Selanik vardı, bugün Bulgaristan diye adlandırılan toprakların mühim bir kısmı vardı, Musul vilâyeti tamamıyla vardı. Biz Misak-ı Millî’yi bile temin edememiş insanlar olarak vatanımıza kavuştuk. Yeminimizi yerine getiremedik ama hiç olmazsa vatansız kalmaktan kurtulduk. Vatansız kalmaktan kurtulmamızda Adana’nın bir yeri var, Adanalıların yaptıkları bir şey var. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak bunu tebcil ediyoruz. Vatansız kalmamamıza Adanalılar hizmet etti. Ama bütün Adanalılar mı? Hayır, sadece yiğit olanları. Onun için burası Yiğit Adana olmak zorunda; çünkü yiğitlerin memleketi burası, yiğit olmayanların değil. Tıpkı “gazi” olmayanların Gaziantep’in sahibi olmadıkları, “şanlı” olmayanların Şanlıurfa’nın sahibi olmadıkları, “kahraman” olmayanların da Kahramanmaraş’ın sahibi olmadıkları gibi. “Önce Vatan” yazıldı. Ondan sonra… Sonrası gelmesi lâzımdı fakat gelmedi. İstiklâl Marşı bunu söylüyor: “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”. Gelmemesi için herkes bir şekilde hatalı davrandı. Onun için bu akşam kaçaklardan ve oturaklılardan bahsedeceğim. Beni dinleme sabrını gösterdiğiniz için teşekkür ederim.
29.01.2011, Adana