İstiklâl Marşı Derneği’nin, önümüzdeki günlerde yapılacak Anayasa değişiklik paketi referandumu vesilesiyle düzenlediği basın toplantısına hoş geldiniz.
İstiklâl Marşı Derneği niçin bu referandum dolayısıyla bir basın toplantısı yapıyor? Bunu izah etmemiz lâzım. İstiklâl Marşı Derneği Anayasa’nın, 1982 yılında halk oylamasıyla, halkın oyuna sunulmak suretiyle kabul edilen Anayasa’nın değiştirilmesi meselesinde doğrudan bir taraf olduğu kanaatinde. Çünkü İstiklâl Marşı ilk defa Türkiye Cumhuriyeti’nin 1982 Anayasası’nda adı geçen bir metin. Biz de İstiklâl Marşı Derneğiyiz. Dolayısıyla bu Anayasa’nın değiştirilmesi söz konusu olduğunda bizi doğrudan ilgilendiren bir mesele ortaya çıkmış oluyor. Bugün değiştirilmesi düşünülen Anayasa’nın, birinci kısmının genel esasları şöyle yazılmış: I. Devletin şekli MADDE 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II. Cumhuriyetin nitelikleri MADDE 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti MADDE 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklâl Marşı”dır. Başkenti Ankara'dır.
IV. Değiştirilemeyecek hükümler MADDE 4. Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’ncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. İstiklâl Marşı’nın Türkiye’nin millî marşı olduğu hükmü Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri arasındadır. Dolayısıyla zaten bünyesinde anayasalardan daha büyük bir güç taşıyan İstiklâl Marşı belli bir sigortaya da bağlanmış halde. Sigortası olmasa da aslında canını kurtaracak, bir de ekstradan sigortalanmış. “Millî marşı İstiklâl Marşı’dır.” diye bir cümle. Bu neye benziyor, biliyor musunuz? Mevlâna’ya benziyor. Mevlâna kelime itibariyle “efendimiz” demek. Ama insanlar “Mevlâna” deyince Celaleddin-i Rumi’yi anlıyorlar, değil mi? Mesnevi edebiyatta bir türün adıdır. Meselâ Hüsn ü Aşk bir mesnevidir. Fakat mesnevi denilince Mevlâna’nın yazdığı metin anlaşılır. Bayrağı, “şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.” diye tarif ediyor. Ama “Millî marşı İstiklâl Marşı’dır.” diyor. İstiklâl Marşı öyle bir şey ki İstiklâl Marşı denilince ondan başka bir şey anlaşılmayacak bir şey. “Mehmet Akif’in yazdığı İstiklâl Marşı”ndan bahsetmiyor. Ya da “1921 yılında Meclis tarafından kabul edilen İstiklâl Marşı” da demiyor. “Millî marşı İstiklâl Marşı’dır.” diyor. Dolayısıyla bizim Dernek olarak yerimiz Türk milletinin varlık şartlarıyla birebir alâkalı bir yer. İstiklâl Marşı Derneği Türk milletinin sözcülüğünü yapma yerine en yakın duran kuruluştur. Onun için basın toplantısı yapıyoruz. Bu basın toplantısına gelmeden önce bir risale yazmayı düşünüyordum. O risalenin başında da “Kirli Evet, Kirli Hayır, Kirli Boykot” sözleri olacaktı. Bu referandumdan ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye’nin aleyhine birtakım gelişmeler süratlenecek. Referandumun yapılması kendi başına bir belâdır. Bundan “evet” ya da “hayır” çıkması veya Türkiye’de herkesin bunu “boykot” etmesi durumu hiç değiştirmez. Öğrendiğime göre Mısır’da, Türkiye’de “Dallas” diye oynatılan televizyon dizisi gösterime başlamış ama halkın itirazları sebebiyle yayından kaldırılmış. İnsanlar, “Bize bunu seyrettiremezsiniz.” demişler Mısır’da ve dizi yayından kaldırılmış. Haberin doğruluk derecesini bilmiyorum, böyle bir şey işittim. Türkiye’de böyle olmadı. Neredeyse insanlar çocuklarına “Dallas” ismini koyacaklar, değil mi? İnsanlar kimin kiminle düzüştüğünü izlemek zevkiyle yatıp kalktılar. Bu referandumun iki sonucu olacak: Pratik ve teorik. Bu referandumu niçin yapıyorlar? Bu referandumu Türkiye’yi kontrol altında tutan güçler kendi manipülasyonlarının ne kadar imkân taşıdığını yoklamak üzere yapıyorlar. Türkiye kontrol altında ve bu kontrol eden güçler Türkiye’de sürekli manipülasyonlar uyguluyorlar. Bu referandum manipülasyonların bundan sonra da hangi usullerle yapılacağı ya da yeni metotlar geliştirilip geliştirilemeyeceği konusunda bir yoklama. Nereden hangi oy çıkıyor, nasıl oluyor, insanlar nasıl tepki veriyorlar; bunları ölçecekler ve ondan sonra bir şeyler olacak. “AKP’nin bir bütün olarak devamı halinde neler yapılacak, AKP’nin dağılması halinde neler yapılacak?” “‘Evet’, ‘hayır’ ve ‘boykot’ konusunda kimin gücü neye yetiyor?”, bunu ölçecekler. “Birilerine ‘evet’ dedirtmek, birilerine ‘hayır’ dedirtmek için harekete geçenlerin etki sahası nereleri kapsıyor?”, bunu ölçecekler. Bir de boş bıraktıkları alanlarda temayüllerin nasıl belirdiğini de ölçecekler. Kime ne yaptırırız? Etnik taleplerin şiddeti ölçülecek bu referandumda. Kürt meselesi değil. Türkiye’de insanların zihnini karartan husus budur. Türkiye’de hiçbir şekilde ciddi bir Kürt meselesi yoktur. Türkiye’de bir etnik mesele vardır ve bu bilhassa Kürtlerin dışındakileri ilgilendirir. Türkiye’de Gürcülerin, Boşnakların, Pomakların, Arnavutların, Çerkezlerin hangi plana dâhil oldukları ve ne için çalıştıkları önemlidir. Kürtlerin istekleri diye bir şey yoktur Türkiye’de. Ve bu tarihî vakıa bugünlere gelelim diye bir yerlerde işlendi. Oya gibi işlediler. Bizi İstiklâl Marşı Derneği olarak ilgilendiren kısım pratik olmaktan ziyade teorik olan kısım. Bu teorik kısmı anlamak için bir hususu göz önüne almamız lâzım. İstiklâl Marşı’nda “Türk” kelimesi geçmiyor, “Allah” kelimesi geçmiyor, “İslâm” kelimesi geçmiyor. İstiklâl Marşı bir milletin akıbeti konusundaki endişenin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu milletin adını İstiklâl Marşı zikretmiyor. Bunun Türk milleti olduğunu İstiklâl Marşı söylemiyor ama bir milletin akıbetinden bahsediyor. “Allah” kelimesi İstiklâl Marşı’nda geçmiyor ama “Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” diyor. “Hakk” kelimesi öne çıkıyor. Bununla Allah mı kastediliyor? Yoksa bununla, “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resulullah” demeyi hayatlarının tek gerçeği sayan insanların akıbetine dair bir şey mi işaret ediliyor? Küfür âleminin Kur’an devletini ortadan kaldıracağı korkusunu içinde taşıyan insanlar bir adaptasyonla bundan kurtulabileceklerini ümit ettiler. “Biz Kur’an devletini kâfirlerin belâsından bir şekilde modern dünyaya adapte olarak kurtarabiliriz.” düşüncesi vardı. Onun için bu tarz beklentileri olan insanlar çocuklarına “Abdullah” ismini koymak yerine “Abdülhak” ismini koydular. İşte Abdülhak Hamit de “Tarık” diye bir piyes yazdı, Mağrip’te Hıristiyan dünyasıyla olan temas doğrudan doğruya Hıristiyanların geriletilmesiyle vatanlaştırılmış toprak meselesinin yerine konuldu. Bu tavır bizim 1918’de kaybeden tarafta yer almamız sebebiyle, artık tarihten silinme tehlikesiyle yüz yüze gelmemizle ortaya çıkıyor. Hiç olmazsa yangından, üzerini örtecek kadar, o gün aç kalmayacak kadar bir şey kaçırabilmenin sonucu olarak “Hakk” kelimesinin İstiklâl Marşı’nda da “Allah” kelimesinin yerini tutması bekleniyor. “İslâm” kelimesi de geçmiyor İstiklâl Marşı’nda. Nasıl geçsin ki? Kâbe’yi kendi elinle teslim etmişsin, ne İslâm’ından bahsediyorsun sen? Ama, “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-” denebiliyor. Oradan dolaştırarak anlatmaya çalışıyor. Zinhar dinimizi terk etmedik ama İslâm’ı temsil edemiyoruz. Onun için İstiklâl Marşı’nda İslâm sözü geçmiyor. Biz İslâm’ı temsil edecek şerefte değiliz, o şerefi kaybettik. Ama dinimizi de terk etmiyoruz. Terk etmemekte kararlıyız. Bu referandum artık bunların tarihe gömülmesi gerektiğini insanlara kabul ettirmek üzere yapılan bir referandumdur. İnsanlar “evet” de deseler, “hayır” da deseler, bu referandumu “boykot” da etseler, “bahsettiğim hususların konu edilmemesi, bu defterin kapağının açılmaması ile bundan sonraki hayatlarını devam ettirmeyi kabullenmiş insanlar” olacaklar. Bu referandum bir dönüm noktası değil, bir dağılma noktasıdır, bir bitiştir. Gâvurla mukatele ettik, gâvur bize mübadele uyguladı. Şimdi aynı gâvur referandum yaptırıyor. Bizi boğazlayamayanlar, bizi kimlikten sıyırıp çıplak bırakamayanlar bugün beslenmiş, hem de sağlıklı beslenmiş; bugün giyinmiş, hem de marka giyinmiş olarak Türklüğümüzü sonlandırıyorlar. Referandum bundan sonra Türk olduğunu söylemenin alay konusu olacağı bir sonuca ulaştıracak Türkiye’yi. Teorik meseleyi anlamamız için kanunların neden var olduğunu, anayasaların neden var olduğunu düşünmemiz lâzım. Türkiye’de zihinler öyle karartılmıştır ki bütün konuşulan şeylerin saçmalık ve ihanetten başka hiçbir şey olmadığını söylediğiniz zaman kimse bundan bir şey anlamıyor. Bütün bu referandum dolayısıyla söylenen her şey saçmalık ve ihanet. Hepsi. Neye ihanet? Vatana ihanet. Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman bir “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” çıkarıldı. Bu Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda deniyordu ki, “Ecnebilerin elinde esir olan padişahı kurtarmak üzere açılmış olan meclise kötü söz söylemek vatana ihanettir.” Bu meclis niçin var? Halifeyi, padişahı kurtarmak için var. Cumhuriyet’ten sonra saltanat gitmiş, 1924’te de hilâfet gitmiş. Hıyanet-i Vataniye Kanunu devam ediyor. Nasıl devam ediyor? Meclise söven vatan hainidir. Bu meclis neden var: O yok. Kanunlar nasıl şeylerdir buradan anlarsınız. Kanunlar böyle şeylerdir. Kanunlar içinde ne yazarsa yazsın, uygulanış şekliyle kanundur. Anayasa meselesinde, meselâ bu anayasa bu kadar konuşulurken dünyada hiç anayasası olmayan Britanya’dan ve bol bol anayasa değiştiren Fransa’dan bahsedilmiyor. Anayasan olmasa da oluyor, adım başı anayasa değiştirsen de oluyor. Bu işlerin aslı, bir şeylerin kabulü ve reddiyle oluşmuyor. Bu işlerin aslı o milletin neye boyun eğdiğiyle alâkalı. Britanya adası geçirdiği birçok tecrübe sonucunda adalı olmanın her şeyin üstünde olduğu bir değer üretmiştir. Onun için Britanya’da kanunları cebren uygulamak diye bir şey yoktur. Sadece neyin yasak olduğu, neyin yasak olmadığı bildirilir ve insanlar buna riayet ederler. Çünkü adalı olmanın bir üstünlüğü vardır. Herkes birbirini aynı adada yaşıyor olmaktan dolayı kabullenmiş durumdadır. V. George’a sormuşlar, “Siz ülkenizin komünist bir idareye kavuşmasından endişe etmiyor musunuz?” Çünkü bilhassa aristokratlar arasında sosyalizm hızla yayılıyor. Herkes, “Ben de sosyalistim.” demeye başlıyor. Zaten çok kuvvetli bir işçi sınıfı var: Working class. V. George, “Hayır, ben ülkemin komünist olmasından hiç endişe duymuyorum. O zaman Büyük Britanya Sovyetleri Kralı olurum.” diyor. Böyle bir rahatlık var. İngiltere’de maden işçileri bir greve girdiler. Fakat sendikanın greve giden işçileri besleyecek parası yoktu. Bu arada Amerikalı milyoner Paul Getty Britanyalı madencilere maddi yardım yaptı. Sendika kendi işçilerinin karnını doyurabildi grev devamınca. Bunun sonucu ne oldu, biliyor musunuz? İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth Paul Getty’ye “sir” unvanı verdi, “Benim insanlarıma yardım ettin.” diye. Anlıyorsunuz değil mi? Böyle bir hayat yaşıyorlar. Onun için herkese posta koyabiliyorlar. Bu ülkede anayasa yok. Öbür ülkede de, Fransa’da -ben tahsil ettiğim yıllarda öğrenmiştim- boya reklamlarında kullanılırmış Fransız Cumhuriyetleri. Her cumhuriyetin anayasası oluyor. Boya reklamı –diyelim ki dyo olsun, ÇBS mi olsun?- “Cumhuriyetler gelir geçer, ÇBS kalır!” diyor. Orada da böyle bir hayat var. Türkiye’de yaşayan insanlar kâfirler tarafından tanzim edilmiş planların elemanları olmadıkları taktirde olgun birer fert yerine geçerler ve olgun fertler olarak da başlarına referandum gibi alçaltıcı şeylerin getirilmesine itiraz ederler. Ama bugün böyle bir topluluk yaşamıyor Türkiye’de. Çünkü bu topluluğun adı yok. Türk milleti dendiği zaman, “Ben Türk milletine mensup değilim.” diyecek insanlar çoğunlukta bu ülkede. Kanunlar ve kanunların değişmesi, anayasalar ve anayasaların değişmesi hiçbir insanî meseleye çare olarak gösterilemez. Çünkü eğer kanunları, anayasaları vatandaşı sıkı kontrol altında tutan bir biçimde yaparsanız, o zaman kimileri bu kanunlara harfiyen uyuyormuş gibi, en disiplinli insanlarmış gibi hareket edip bu kanunların bütün boşluklarından istifade ederler ve dürüst insanlar kanunların bu kadar şiddetli oluşundan zarar görür. Canlarından ve mallarından olurlar. Ama birileri kanunların bu kadar şiddetli olmasından zarar görmez. Onlar kanunlara uyuyormuş gibi yapıp her boşluktan istifade ederler. Çünkü boşluksuz kanun yapamazsın. İnsan lisanı buna müsait değildir. Diğer taraftan, “Madem bu sert kanunlar işe yaramıyor…” deyip herkesin elini kolunu sallaya sallaya rahatça hareket edebileceği bir kanunî düzenleme yaparsanız o zaman aynı insanlar bütün imkânları gasp eder; pislik peşinde olmayan dürüst insanlar ise mahrumiyet içinde kıvranırlar. Bazılarının,“Memlekette demokrasi var.” deyip alikıran başkesen olmaları sonucunda yine canlarından ve mallarından olurlar. Yani kanunların şöyle ya da böyle düzenlenmesi bir toplumun şöyle ya da böyle vasıf taşımasına yol açmaz. Kanunlar elbette birtakım sınırlar koyar, bir yol düzenler. Ama bu yol elinde gücü ve maddi imkânları bulunduranların düzenlemesidir. Kanunlar başka işe yaramaz.
Kanunlar zaten işi götürenlerin daha rahat götürmelerine yarayan ifadelerdir. Onlar programlarındaki meselenin ne olduğunu bilip kanunları ona göre düzenlerler. Bu tabii bilhassa Avrupa tarihinde büyük rahatsızlıklara sebep olduğundan Avrupa 1789 Fransız İhtilâli’nden sonra 20. yüzyıla kadar dalga dalga ihtilâller yaşamıştır. Büyük Fransız İhtilâli’nden sonra “ihtilâl sonrası dönem” diye bir şey yoktur. Avrupa devamlı olarak sarsıntılar içinde oldu. Bu sarsıntıların en iri olanları iki tanedir: 1830 ve 1848. 1848 hareketleri hem Fransa’da hem Almanya’da -o zaman henüz Almanya diye bir ülke yok, Alman ülkeleri var- daha ziyade sosyalizan karakterli ihtilâllerdi. O ihtilâller sonunda Fransa’da kurulan hükümet anayasaya şöyle bir madde koymak mecburiyetinde kaldı: “Devlet her Fransız yurttaşına iş bulmak mecburiyetindedir.” Çünkü ihtilâlden çıkıldı, insanlar böyle şeyler istiyorlardı. Bu madde olduğu için devlet herkese iş bulacak. Nasıl oldu? Paris’in bütün kaldırımları söküldü, tekrar takıldı. Aynı taşlar! Çünkü devlet insanlara iş bulmak zorundaydı.
Anayasalar, kanunlar hayatın nasıl aktığı meselesiyle alâkalıdır. İnsanların kafalarında neler olduğu, insanların dünyalarını nasıl şekillendirdikleri, neye razı oldukları, neye itiraz ettikleriyle alâkalı şeylerdir. İnsanlar içlerinden gâvur iseler ama dışlarından Müslüman görünüyorlarsa gâvur kanunlarının geçerli olduğunu bahane ederek yaşayacaklardır.
Hangi referandum olursa olsun, referandum denen şey neden yapılır? Halkın oyuna başvuruyorsun. Neden halkın oyuna başvuracaksın? Halkın oyuna, aslında halk desteği sahibi olmadığı halde ipleri elinde bulunduranlar başvurur. Bunlar hâlihazırda toplumun tepesinde, ona istediğini yaptırabilecek bir yerdedir. Zulmü görenler tarafından tastikini sağlamak üzere referandum yapılır. Bunun iki örneğini biliyoruz. Birincisi Hitler’in referandumudur. Hitler yüzde otuz üç oy alıp Hindenburg onu şansölye yapınca partisi iktidara geldi, yüzde otuz üç oyla. Ondan sonra ne yaptı Hitler? “Alman halkı, bana ‘evet’ diyor musunuz?” diye bir referandum yaptı. Martin Heidegger de, “Bize kendisine ‘evet’ deme şerefini bahşediyor.” diye bir bildiri yayınladı. O sizin Heidegger’iniz. “Niye bizim diyorsun, senin desene.” diyeceksiniz bana. Yani ben bunu söylüyorum ki biz öyle gözü kapalı hareket etmedik hiçbir zaman. Alman hâkimleri topluca Hitler’e bağlılık yemini ettiler. Yargı bağımsızlığı falan… Yani bir referandum her zaman zalimin ihtiyacı olan bir şeydir. O zulmünü, zulümden zarar gören insanların güle oynaya karşılamaları için referandum yapar.
Diğer örnek Bulgaristan. 1945 yılında, yani Almanlar savaşı kaybettikten sonra Kızıl Ordu Bulgaristan’a girdi ve sayıları çok az olan ve toplumda hiçbir itibarları olmayan komünistleri hükümet yaptı Bulgaristan’da. Bulgaristan’daki komünistler Yunanistan’daki gibi toplumla organik bağları olan insanlar değildi. Dolayısıyla bunlar bütün ülkenin başına giydirilmiş oldular. Tabii Bulgar komünistleri aptal insanlar değillerdi, -olmadıklarını orada Türk bırakmayarak ispat ettiler-. İki sene Bulgaristan’da işleyen kapitalist mekanizmanın kılına dokunmadılar. İki sene boyunca iktidarda Komünist Partisi vardı ve her şey eskiden olduğu gibi işliyordu. Fakat bu iki sene boyunca komünistler köy köy dolaşarak, “Bizim iktidarda kalmamızın size şu faydaları olacak, şunları yapacağız.” diye propaganda yaptılar. Ve bu iki senenin sonunda bir referandum yaptılar: “Bulgar Komünist Partisi’nin iktidarda kalmasına ‘evet’ diyor musunuz?” İki sene boyunca kapitalist işleyişin kılına dokunmadılar, üstelik, “Daha iyisi olacak.” diye insanları ikna ettiler. Tabii ki kahir ekseriyetle “evet” oyu aldılar. “Evet” oyu alır almaz ne yaptılar biliyor musunuz? Hemen o gün radyodan ilân ettiler: “Elinizdeki bütün paralar geçersizdir. Paranızı yeni paralarla değiştirmek için Merkez Bankası’na getirebilirsiniz.” O zaman insanlar ancak götürebileceği kadar para götürdü. Normal olarak bir esnaf, bir köylü ne kadar parası varsa götürdü, yenisini aldı. Ama kara para dediğimiz paraların sahipleri ellerindekini götüremedi. Ve o iki sene boyunca Bulgaristan’da hiç rahatsız olmayan insanlar bu hadiseden sonra hemencecik Bulgaristan’dan kaçmaya başladılar, “Bundan sonra bize burada ekmek yok.” diye. İlk kaçanlar da fahişeler oldu. Yeni para işe yarayabilirdi ama orada çok da para vermiyorlardı. Biliyorsunuz bir naylon çorap işe yarıyordu. Benim çocukluğumda soğuk savaş sırasında, “Hangi komünist ülkeye giderseniz gidin, cebinizden bir naylon çorap çıkarırsanız istediğiniz kadınla yatarsınız.” derlerdi. Şeffaf kadın naylon çorabı bulunmayan bir şeydi oralarda.
Bilmemiz gereken şey referandumun zalimlere gerekçe temin etmek için yapıldığıdır. Sadece bugün Türkiye’deki değil, hangisi olursa olsun. Türkiye’de ise bu hadise korkunç bir şeydir. Sekiz senedir Türkiye akıl almaz bir Amerikan diktatörlüğünün –Recep Tayyip Erdoğan diktatörlüğü değil, doğrudan doğruya Amerikan diktatörlüğü- ceremesini çekiyor ve bize bu Amerikan diktatörlüğünün işimize yaradığı konusunda bir zorlama yapıyorlar. Amerikalılar AKP iktidarının altının boş olduğunu biliyorlar. Bilmeselerdi geçtiğimiz mahallî seçimlerin hemen arifesinde Gazze hikâyesi patlak vermezdi. Mahallî seçimlerde AKP hapı yutacaktı ama o işi başlattılar, arkasından “One Minute” çıkardılar. Bu AKP’nin diktatoryası falan filân değil, bu doğrudan doğruya Amerikan diktatoryası. Şunu hatırlatırım size: Irak işgal edilirken “işgal” kelimesi aşağı yukarı üç ay boyunca yazılı, sözlü, görüntülü basında geçmedi. Hep askerî harekâttan bahsedildi. “İşgal” kelimesi telâffuz edilmedi ve o günlerde ben de işte şiir miir falan filân konulu şeyler konuşuyordum. Ama o günlerde gerçekte işgal edilenin Türk topraklarını olduğunu söyleyen yegâne insan bugün İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olan insandı, yani bendim. Niye “yani bendim” diye ekledim? Çünkü kendinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsedenler şizofrenlerdir. “Bu satırların yazarı…” diyorlar ya. Amerika AKP’nin altının boş olduğunu biliyor: “Acaba daha çok işime yarayan, AKP dışında bir iktidar temin edebilir miyim?” Referandumun “hayır”ı bu yoklamaya yarayacak bir şey. Anayasa manayasa kimsenin umurunda değil. Bu referandumda “evet” diyenler AKP’ye “evet” diyecek, “hayır” diyenler AKP’ye “hayır” diyecek. Bir de ne var? Boykot. O da Kürt açılımı meselesinin AKP’nin tekelinde olmadığını gösterme imkânını birilerine verecek. Nerelerde boykot olursa oralarda devlete bağlı Kürtçü hareketin devamının mümkün olduğu anlaşılacak. Anlatabiliyor muyum? Amerika’ya bağlı Kürt hareketi var, bir de devlete bağlı Kürt hareketi var. Bu ikisi arasındaki çizgiyi boykot çizecek. “Kirli Evet, Kirli Hayır, Kirli Boykot”la karşı karşıyayız. Peki, biz neyi teklif ediyoruz? “Evet” demeyeceğiz, “hayır” demeyeceğiz, “boykot” etmeyeceğiz. Bizim teklif ettiğimiz bir şey yok. Eğer oyunun kurallarının değişmesini teklif etme pozisyonu edinebilirsek Türkiye’de referandum belâsı atlatılabilinir. Referandum dolayısıyla uğrayacağımız belâlar atlatılabilinir. Bunu nasıl yapacağız? Onu da siz bana söyleyin. Türkiye’de hâlâ bir milletin yaşıyor olup olmadığını cevaplandırdığımız zaman bizim eylemimizin alanı da tayin edilmiş olacak. “Türkiye’de bir millet yaşamıyor.” da bir cevaptır, “Yaşıyor.” da bir cevaptır. Bu cevabı elde ettiğimiz zaman bir hareket alanımız olduğu ortaya çıkacak. Meseleyi baştan almak gerekirse, başlangıcın Tanzimat olduğunu söyleyebiliriz. Tanzimat “düzenleme” demek, değil mi? Referandum da yeni bir düzenleme istiyor. Tanzimat dediğimiz şey eğer millî bir değer üretebileceği şekilde Türkiye’nin düzenlenmesi manası taşısaydı, böyle bir uygulama ile karşılaşmış olsaydık çoktan işler hallolmuş olacaktı. Ama işler hallolmadığı gibi biz Tanzimat’ın da gerisine düştük. Çünkü Tanzimat’la beraber insanların kafasında kurtarılacak bir devlet vardı. Ama şimdi anayasa değişikliğine “evet” diyenler devlete karşı olmayı bir iftihar vesilesi ediyorlar, değil mi? Diyorlar ki, “Vatandaşı devlete karşı koruyan bir anayasa istiyoruz.” Bizi Tanzimat’tan bugüne kadar getiren her şeye “evet” diyenler şimdi de “evet” diyorlar. Bunlar, “Küfrü Müslüman kisvesi altında savunabiliriz.” tezinin müdafileri: “Küfrü savunacağız ama Müslüman kisvesi altında savunacağız.” “Hayır” diyenler de Tanzimat’tan bugüne kadar Türkiye neler kaybettiyse bunların yüceltilmesini teklif edenler. Bu kayıpların tebcil edilmesini istiyorlar. Mübeccel kayıplarımız! Yani hem “evet” diyenler hem “hayır” diyenler Türkiye kaybettikçe kazananlar olmuş oluyor. Tanzimat’tan bugüne kadar Türkiye ne kadar kaybettiyse bunlar o kadar kazandı. Hâlâ da bu kazancın devamını istiyorlar “evet” diyenler de, “hayır” diyenler de. Bu bakımdan referandumun kendisi bir belâdır, bir musibettir. Referandumun vuku bulması bir musibettir. Onun için Allah nasip ederse 4 Eylül’de, referandum henüz gerçekleşmeden “Modernlik ve Türklük” başlıklı “Tartışmalı Konferans”ı yapacağız. Bu işler biraz daha derin orada konuşulabilecek. Bir sihrin bozulmasını arzu etmemiz gerekiyor. Bir sihir var. Sanki Türkiye’de her zaman milletin canına okuyan bir otorite olmuş ve millet bir türlü kendi gelişmesini bu otoritenin zorlamaları nedeniyle elde edememiş, gelişememiş. Çünkü ortada korkunç bir ceberut devlet var. Bu, Türk milleti kendi geleceğine sahip çıkma canlılığını gösterdiği zaman anlaşılabilir bir ifade. Türk milleti kendi canlılığına sahip çıkma temayülünü 27 Mayıs 1960’tan sonra gösterdi. Bugün Türkiye’de “hayır” propagandası kısmen de olsa yapılabiliyor. Sizin yaşınız hatırlamaya müsait değil, 1961 Anayasası oylanırken “hayır” lâfını ağza almak yasaktı. Şimdi bir şey aklıma geldi. Biliyorsunuz, 12 Eylül 1980’den sonra bütün siyasî partiler kapatıldı ve o siyasî partilerin önde gelen insanlarına siyaset yasağı kondu. Sadece genel başkanlarına değil, belli kadrolarına da. Bu siyaset yasağının kaldırılması için bir referandum yapıldı. Bu referandumun sonunda dedikodu olarak öğrendiğimiz şey şudur ki, o siyasîlerin siyasete dönmelerine Türk milleti “hayır” dedi fakat referandumda “evet” çıktığı ilân edildi. Bu benim konuşmaya başlarken söylediğim, “zalimlerin zulümlerini onaylatmak için referandum yaptıkları” görüşümü destekler bir sonuçtur. Çünkü pazarlık yapılmıştı. Kanun çıkmış, kanunu iptal edemiyorlar, referandumda iptal ettiler. Halk güya onların geri dönmesini… Hâlbuki halkı ilgilendiren bir şey yoktu, halk onların geri dönmesini istemiyordu. Ne Türkeş’in, ne Erbakan’ın, ne Demirel’in, ne Ecevit’in siyaset yapmasını Türk milleti istemiyordu. Ama “evet” çıktı. Çünkü Süleyman Demirel kendi irtibatları dolayısıyla “Ölmeden mezara girmem” havaları çaldı ve herkes de o çalınan havaya göre oynadı. Şimdi de belki bir şeyler dönüyor. Kim bilir nasıl? Deniz Baykal Genel Başkanlıktan ayrılmadan önce ne yaptı? Pensilvanya’dan süt aldı biberonla. Ama biliyorsunuz o plastik biberonlar sağlıklı değilmiş. Ne dedik? “Türkiye’de ceberut bir iktidarın olduğu ve milletin gelişmesine bu iktidarın mani olduğu” sözü, Türk milletinin bir gelişme talebiyle harekete geçtiği ortamda doğru olabilir. Nitekim önce yüzde 44 oranında 1961 Anayasası’na “hayır” denilerek bir direniş gösterildi. Akabinde Süleyman Demirel Demokrat Parti’yi hortlatmama şartıyla Adalet Partisi’nin başına getirildi. “Kabinede hiç Nurcu yok.” denilince, “Ben varım ya!” diyen adam. Neticede Türkiye kendi insanlarıyla kendini yükseltme imkânından mahrum bırakıldı. Benim size asıl izah etmek istediğim şey şu: Türkiye sosyalist bir dönüşüm geçirip sosyalist bir kuruluşa kavuşacak olsaydı, o zaman 13. asırdan itibaren gerçek katkısını bu topluma sunamayan insanlar sunabilecekti. Anlatabiliyor muyum? Adam, “Neden kendimi mahcur bırakan yapıya bütün gücümü vereyim?” dedi ve vermedi. Akabinde eğer Türkiye İslâmî bir dönüşüm geçirecek olsaydı, sosyalist bir dönüşüm geçirmesinden çok daha etkili olacağı için Türkiye’de yaşayan insanlar bu iş için ellerinde olmayanı bile verecekti. Gelecek kuşaklar onlara borçlu kalacaktı eğer böyle bir şey gerçekleşmiş olsaydı. Böyle bir gelecek olmadığı halde Türkiye’de ceberut bir iradenin olduğundan bahsetmek Türkiye’nin tamamen yok olması anlayışının, beklentisinin bir girizgâhıdır. Çünkü o ceberutluk diye adlandırılan şeylerin hepsi bir “beraber yaşama” dayatmasıydı. Bir dayatmaydı ama beraber yaşama dayatmasıydı. Meselâ neymiş: Hukukun üstünlüğüymüş de üstünlerin hukuku değilmiş! Türkiye’de Müslüman üstünlüğü kabul edilerek ancak birlikte yaşamak sağlanabildi. Türkiye’de birlikte yaşamak üstünlerin hukukuyla mümkündü ancak. Müslümanların üstünlüğünün kabul edilmediği yerde biz beraber yaşayamıyoruz, yaşayamadık bugüne kadar. İşte zaten Osmanlı Devleti ortadan kalktı diye Ermeniler kendi topraklarına sahip çıkmaya yeltendiler ve böyle bir sonuç doğdu. Ermenilerin etkisiz bırakılması sonucunda bir Türk-Yunan çatışması oldu -Yunan ordusu içinde ne kadar Ermeni olduğunu bilmiyoruz- o da akim kaldı, bu topraklarda Büyük Yunanistan kurulması fırsatı verilmedi. Ama bugün her şey değişti. Referandumla birlikte –daha sonra göreceksiniz- Kürt özerkliği bahane edilerek Batı Anadolu’nun Yunanistan’la entegrasyonu için büyük bir adım atılacak. İspanya 1980 yılında sekize bölündü. Kral İspanya’nın başına gelebilmek için Beyaz Saray’la pazarlık etti ve -büyük bir ayrılıkçı Bask unsuru var- Bask bölgesinin özerk bir statüye kavuşabilmesi için İspanya yedi özerk bölge daha üretti. Anlatabiliyor muyum? Baskların statüsü, Valencialıların statüsü önüne geçemedi. Bunu tabii ki kral istedi. Sadece Bask ülkesi muhtar olursa o zaman kısa bir süre sonra İspanya’dan kopacak demektir. Ama şu anda Katalanlar, Valencialılar, Endülüslüler falan filân sekiz tane federal birim var İspanya’da. Burada da oynanacak numara o. “Kürtlerin yaşadığı yerlere özerk statü tanıyalım; diğerlerinin yaşadığı yerlere, Pontus’a da özerk statü tanıyalım. Her yer böyle olsun.” Butros Gali 2. Habitat toplantısı dolayısıyla Türkiye’ye geldiğinde “Federal Türkiye Cumhuriyeti” ibaresini kullandı, kaç sene önce! Herkes bayıla bayıla buna razı olacak. “Federal bir devletimiz var: Federe Türkiye Cumhuriyeti”. Sezai Karakoç, “Adının da değiştirilmesinde mahsur yok.” diyor. Korkut Özal bangır bangır bağırıyor, “Ağabeyim Türkiye’nin adının değişmesini çok istiyordu.” diye. Siz duymadıysanız ben duydum. O zaman Küçük Asya Federal Devleti ya da Büyük Anadolu Cumhuriyeti... Hatta, “Daha alacağımız topraklar var; böyle bir federal yapı oluşturalım, Ermenistan’ı da içimize katarız.” falan. Velhasıl kelâm, sen miydin gelen, demiş. Sözlerimizi nasıl bitirelim? Bitecek gibi değil. Bu konuda o kadar çok yalan var ki! Size sadece rakamlar vereyim. Cumhuriyet’le birlikte 1921–1924 ilk anayasa. 1924–1961 ikinci anayasa, 37 sene. 1961–1982 üçüncü anayasa -arada değişmeler var- 21 sene. 1982–2010, 28 sene. Ben on sekiz sene pasaport alamadım Türkiye Cumhuriyeti devletinden. Şimdi anayasaya hüküm koyuyorlar, “Yurtdışına çıkma yasağı konamaz.” diye. Bu milleti aldatıyorlar. Bunu, “Yurtdışına çıkma yasağı konamaz”ı öyle düzenleyecekler ki, “Dışarıdan isteyen herkes Türkiye’ye girebilir, Türkiye’ye girme yasağı konamaz.” şekline getirecekler. Tabii yine istedikleri adamı dışarı bırakmazlar. Çünkü ben pasaport almak için müracaat ettiğimde bana, “Sana pasaport vermiyoruz.” demediler, “Pasaportunuz çıkmadı.” dediler. Ben onlara dedim ki, “Bana pasaport vermediğinize dair bir belge verin ki kanunî hakkımı…” “Hayır, öyle bir şey yok, biz sana pasaport vereceğiz.” dediler. “Sadece çıkmadı, yarın gel!” Bunu herkese uygulayabilirler. Böyle salakça şey olur mu? Böyle kanun düzenlemesiyle hiçbir şey olmaz. Dediğim gibi, birtakım insanlar ne cürüm işledilerse işlediler sekiz senedir. Şimdi hesap sorulmasından korkuyorlar. Bu hesabı iktidarı devrettikleri insanlar sormayacak. Çünkü iktidarı Amerika’yla daha çok anlaşmış olan adam devralacak. Eğer Amerika bunlardan hesap sorulmasını dilerse ancak o zaman hesap sorabilirler. Böyle olmayacağı için mesele yok aslında. Eğer bu ülkede Müslüman varsa bakalım onlar ne yapacak? Osmanlı Devleti iki ayak üzerinde duruyordu: Din ve despotizm. Cumhuriyet bu ayaklardan birini kaldırdı. Tek ayak üstünde duruyor Türkiye Cumhuriyeti: Despotizm. Despotizmle nereye kadar gidilebilinir? Biz İstiklâl Harbi sonunda bugünkü topraklarımızı İslâm’ın yaşanabileceği bir alan olarak temin ettik. Bugünkü topraklarımız hâlâ bizim topraklarımızsa, Kâbe’yi savunamayan insanların Müslüman kalabilecekleri topraklar olarak bizim Türkiye’miz var. Yoksa o tek ayak üzerinde duran rejim bu toprakları koruyamaz. Nitekim korumayacaklarını açıkça beyan ettiler. Komşularıyla sıfır sorunlu Türkiye demek, Türkiye’nin olmaması demektir. Zaten fiilen Türkiye yok. Ama bundan sonra ne şekle girer, göreceğiz.
İsmet Özel, İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı 14 Ağustos 2010, İstanbul