22 Haziran 2013 Cumartesi günü Konya'da yapılan “İSTEMEZÜK” adlı panelimizin konuşma ve tebliğ metinleri aşağıdadır.
İsmet ÖZEL:
Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik. Türkiye’nin varlığının ciddi bakımdan, ciddi bir şekilde hırpalandığını fark ettiğimiz için böyle bir ses vermek istedik. İstiklâl Marşı Derneği çünkü burası ve İstiklâl Marşı da Türklerin bir vatan sahibi olmaları endişesi, bu sonuca varmanın beklentisiyle yazılmış bir metin. Dolayısıyla İstiklâl Marşı Derneği, Türklerin vatan derdiyle ne kadar irtibatı varsa o irtibatın merkezinde bulunmayı önemli saydığı için böyle bir toplantı düşündü. Fakat bu toplantı gerçekleşmeden Reyhanlı’da bir patlama oldu. Biz de bu patlamanın bizi ilgilendirdiğini düşünüp Ankara’da tasarladığımız toplantıyı Reyhanlı’da yapmak istedik. Reyhanlı da idari makamlara mürâcaat ettik. Toplantı yapmamızda bir mahsur olmadığını bildirdiler bize. Biz de orada bir salon ayarladık toplantı yapmak için. Fakat toplantının gerçekleşmesine iki gün kala bize idari makamlar, bu toplantıyı yapmamızın mümkün olamayacağını bildirdiler. Biraz da bizim gönlümüzü almak için olsa gerek; bunu bizim güvenliğimiz için düşündüklerini, o toplantıyı yaptığımız takdirde bize karşı birtakım grupların harekete geçebileceğini falan filan söylediler. Biz de yapamayınca o toplantıyı, toplantıdan vazgeçmeyi de düşünmediğimiz için kendimizi daha iyi hissettiğimiz bir yerde yapalım dedik. Ankara’ya dönmektense Konya’da kendimizi iyi hissedebiliriz, diye düşündük ve buraya geldik. Ama bu arada patlamanın üzerine “Taksi-Gezi” bindi.
Türkiye’de bir şeyler oluyor. Ama ne zamandan beri oluyor? Bilhassa 1908’den beri oluyor. Biz belli mecburiyetlerin altına Tanzimat’tan çok II. Meşrutiyet ile girdik Türk Milleti olarak, eğer böyle bir millet varsa. Biz kimiz, neyiz? Bunu kendi kendimize sormamız gerekiyor. Birileri kim olduklarını ne oldukların bilerek hareket ediyorlar ve böyle yaptıkları için de sonuç alıyorlar. Miladi olarak 1908 tarihi, eğer açıp bakarsanız Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in “Devlet ve Devrim” kitabının başlangıç sayfalarında Türklerin “Milli Demokratik Devrimi” olarak zikredilir. Lenin 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan hadiseyi Türklerin “Milli Demokratik Devrimi” diye not eder. Bugün demokrasi için bir şeyler yapılıyor ya; demek ki o, o zaman başlamış. Bu tarih, aynı zamanda, eğer tarih atlaslarını açıp bakarsanız veyahut tarih kitaplarının belli yerlerine nazar atfederseniz Türkiye topraklarında Yahudilerin “Kurtuluş” tarihidir. Bunu Yahudi tarihçiler kendileri beyan ederler. Yani Jewish Emancipation, 1908 bu topraklardaki Yahudi Kurtuluş vakasıdır. Yahudiler neden kurtuluyorlar onu anlamak için uzun uzun konuşmak lazım tabii. Ama dünyada yürürlükte olan dünya finans sisteminde Yahudilerin özel bir yeri varsa -yok diyebilir bazıları- buradan Yahudi kurtuluşuyla doğrudan doğruya o topraklardaki mali hâkimiyet konusunda bir fikir edinirsiniz. O topraklarda bir mali hükümranlık nasıl tesis edilmiş kimlerin eliyle tesis edilmiş bunu tarih kitaplarına bakıp öğrenmek mümkündür. Fantezi gibi görünür birçok şey bize. Fakat biz öyle bir dünyada yaşıyoruz ki... Belki dünya hep böyle oldu. Ama bugün iyice yoğun bir şey bu: En doğru şeyler fantezi gibi, en fantezi şeyler doğru gibi görünüyor. Biz tabii ki karnımızı doyurmaya, günlük düzenimizi devam ettirmeye uğraşan insanlarız. Ama birileri, ancak başkalarını etkisiz bıraktıkları zaman rahat edebildikleri bir yolu yürümeyi tercih etmişler. Bunlar özel düzenlemeler olmadığı zaman toplumda kendilerine itibarlı bir yer bulamayacak olan insanlar. Egemen Bağış, Angela Merkel’e “Sarkozy’nin başına gelenler, dikkat et, senin de başına gelebilir! Gidip onunla balık tutarsın!” dedi ve bunun manası hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Angela Merkel Gezi Parkı eylemcilerinin yanında bir beyanda bulundu bu da şu anda Türkiye’deki AKP iktidarının karşısında bir tutum tabii ki. Bir yerde yazıldı mı yazılmadı mı bilmiyorum ama yani Egemen Bağış denen zat, şu anda Avrupa Birliği Bakanı falan filan değil mi? Bunun Amerika’da “Lağıma süpürmeyin bu adamı, kullanın!” diye haykırdığını bilenler vardır herhalde. Duymuş muydunuz? Çok gençsiniz herhalde duymadıysanız. Demek ki birileri birilerinin başına ne geleceği konusunda... Bu adam böyle meraklı bir adam yani. “Merkel şutlanabilir, öbürünü de lağıma süpürmeyin” diyor işte. Dünyada olan biten şeylerden haberdar olan birileri var ve bunlar kendi işlerinden haberdardırlar. Habertürk televizyonunda, bilhassa Türklük falan meselelerini konuşmaya beni davet ettikleri zaman “Egemen Bağış’ı çağırın” diye programı yapana söyledim. Ama sonunda ancak, neydi o adamın adı, Ahmet Turan Alkan’ı ancak çıkarabildiler.
Arkadaşlarımız uzmanca, size bu panelin konusuyla ilgili doyurucu bilgiler verecekler. Ben sadece meselenin mahiyetinin ne olduğuna dair bir çerçeve çizmek istiyorum. Bu bir dünya meselesi yani dünyanın hali meselesi. İnsanlık tarihi iki büyük dönüşüm geçirdi. Bunlardan bir tanesi ve ilki Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıdır. İkincisi de Küçük Asya diye bilinen toprakların Türkler tarafından vatan edinilmesidir. Bu iki hadise yani Kur’an-ı Kerim’in nazil olması ve Küçük Asya diye bilinen toprakların Türklerin vatanı olarak tescil edilmesi, âdem Aleyhisselam yaratıldığından beri dünya ahvali denilen şeyde sapma uyandırmıştır. Bir şekilde insanoğlu Allah’ın onlara gösterdiği yolu kendine benzeterek yeniden organize etmiş ve bu reorganizasyonun geçersiz olduğu Kur’an’ın nazil olmasıyla insanların ıttılaına dâhil olmuştur. Türklerin Küçük Asya dediğimiz -burada da Konya’nın çok önemli bir yeri var- sahanın Türk vatanı olması halinde, dünyada bütün kavimlerin hayatı âdem Aleyhisselam yaratıldığından o ana kadar XIII. asra kadar olan bitenden farklı bir istikamet tutturtmak zorunda kalmıştır. O gündeyiz ki, bunu lağvetmeye çalışıyorlar. Yani hem Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasının insanlara sağladığı faydayı yok etmek, hem de Türklerin Küçük Asya diye bilinen toprakları vatan haline getirmeleri vakasına son vermek. Bu ikisini şu anda bilhassa yapıyorlar. Bunu “gâvur aklı”yla yapıyorlar. Ve bunu “pax barışı”yla yapıyorlar ve bu bize Anayasa mukabili ödetilecek. Bizim onların zaferine ödediğimiz fiyat yeni bir anayasa olacak. Gâvur aklı dediğimiz zaman Allah’ın bizi akletmeye davet ettiği sahanın dışındaki akıl düzenini anlıyoruz. Bu da, aslında Aristoteles’e indirgenebilir. Aristoteles mantığı bizim medreselerimizde de muteber olan bir mantık idi ve gâvur aklının içine İslam Medeniyeti’nin aklı da girer. Biz Gazali ile İbn Rüşd arasındaki tartışmaya atfen, sanki kafamızın çalışma biçiminin bu ikisinden birinin haklı olması halinde doğru bir yere oturacağını düşünerek geldik bugüne kadar. Antik Yunan’da geliştirilen düşünme biçiminin geçerliliğini saymak ve bunu reddedip mistik bir düşünme biçimine kendini angaje etmek... Bu ikisi arasında bir tercih yapabileceğimizi düşündük. Kulluk şuuru diyebileceğimiz şeyin neye tekabül ettiği konusunu tıpkı İstiklâl Marşı’nın rafa kaldırılması gibi rafa kaldırdık.
İnsanlara, dünyanın son aldığı şekle uygun olarak geçmişten mazeret veyahut bahane uyduran aklı deşifre etmek çok zor değil. Ama bunun için buna başlamak lazım. Buna henüz başlanılmış değil. Dünyanın şu anda var olduğu şekli mazur göstermek veyahut yutturmak üzere bir argüman geliştirilebiliyor. Bugün herkesin karşı karşıya kaldığı şey bugünkü durumu haklılaştırmak. Bunun böyle olmayabileceğini anlamak için Kur’an’ın bize ne söylediğini fark etmemiz lazım. Bunu fark etmeye mani olan İslami bir söylem üretildi Türkiye’de. Yeni değil başından beri, yani Osmanlı Devleti’nin tesisiyle beraber Türkiye’de İslam, “devletin lehine olan her şey” manasına geldi. “Devletin aleyhine olan her şey”de gayri İslami olarak yaşandı. Türkiye’de İslam denilince sadece devletin tebaası olma şartlarını tayin eden düzenlemeyi anladılar. Hala öyle anlıyorlar.
Geldiğimiz yerde Türkiye’nin ortadan kalkması, Türklerin tarihten silinmesi sonucunu almaya yarayan bir faaliyet başladı. Eğer Gezi Parkı eylemcileri gayri Müslim karakterde olmanın zaferi peşindeyseler bu zaferi elde edecekler. Eğer Gezi Parkı eylemine muhalefet edenler İslami kampın temsilcileri olarak görülecek olurlarsa onlar da mağlup olacaklar. Bunun sonucu da Türkiye’nin haritadan silinmesi olacak. Başka bir vesileyle belirtmiştim İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında; Sovyetler Birliği haritadan silindi ama Rusya Federasyonu dünya siyasetindeki önemini, tabii ki bir miktar azalttı ama kaybetmedi. Bu Türkiye Cumhuriyeti haritadan silindikten sonra olabilecek bir şey değil. Türkiye ortadan kalktıktan sonra ne olacak? Neden bahsedeceğiz? Hiçbir şeyden bahsedilmeyecek. Yani büyük bir Yunanistan, büyük bir Ermenistan ve bugünkü Türkiye topraklarının ‘az’ bir kısmı Kürdistan olmak üzere. Yani Sevr Anlaşması’yla Osmanlı Devleti’ne bırakılan saha bugün artık söz konusu değildir. Ciddi, büyük bir Pontus hâkimiyeti gündemdedir. Adamların planlarının ne olduğunu tabii ki bilemiyoruz. Çünkü o planların dâhilinde değiliz. Ben değilim. Ama birileri gayet iyi biliyorlar neyin ne olacağını. Buna karşı bir şey yapılabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti ilan edildikten sonra tutulan yol fark edilirse neyin noksan olduğu anlaşılabilir. Ben, yine birçok vesileyle diyorum. Cumhuriyet’in ilanı biz Türkler için ve bütün Müslümanlar için İkinci Hicret olmalıydı. Çünkü biz Birinci Hicret’le Mekke’den Medine’ye hicret ettik ve sonradan Mekke’yi fethettik. Bu İkinci Hicret’te Medine’den de çıkarıldık. Dolayısıyla bu sefer İkinci Hicret’in hedefinin hem Mekke’yi hem Medine’yi fethetmek olması gerekirdi. Bu bugün yaşayan insanlara anormal gibi görünüyor. Çünkü bazı şeylere dikkat etmiyorsunuz. Bugün evden çıkmadan önce BBC tarafından hazırlanmış Pakistan’da insansız uçaklarla Müslümanların öldürülmesi belgeselini seyrettim. Ben bunu Her fırsatta söylüyordum. Her gün düzenli olarak Amerikalılar, CIA Pakistan’da bilfiil Müslüman öldürüyor. Her gün! Sayısını da hiç kimse bilmiyor. Ama bu dünya basınının gündemine gelmiyor. Dünya basınının gündemine Dünya Sistemi’nin yeni projeksiyonlarına yarayacak işler geliyor. Filistin, falan filan gibi. Kimseler, ne olduğunu bilmeden ortalıkta dolaşmasın.
Dünyada insanların kontrol altında tutulmaları için yapılan şeylerin ne olduğuna dair birtakım bilgilerimiz olması lazım ki ahmaklıktan uzaklaşabilelim. Şimdi Gezi Parkı eylemcilerine karşı Recep Tayyip Erdoğan diyor ki “Siz çevreci Başbakan istiyorsanız, alın size çevreci Başbakan! Eğer demokrasi istiyorsanız, alın size demokrat Başbakan!” Bir insan bunları hiçbir şeyden haberi olmadığı için söyleyebilir ancak. Birçok insan dünyada hiçbir şeyden haberi olmadan bir şeyler yapıyor. Dünyada çevrecilik dediğimiz görüşün en statükocu görüş olduğunu söylesem ben size “Bu herif fantezi peşinde!” diyeceksiniz. Bu çevrecilik dediğimiz şey -bunu da defalarca anlattım ama hala kimseye ulaşamadığımı düşünüyorum- ABD’nin 60’lı yıllarda uğradığı devrimci dalganın sönümlendirilmesi için icat edilmiş bir hadisedir. Amerika Birleşik Devletleri devlet olarak ortaya çıktığından beri zenci-beyaz meselesi var, işçi-patron meselesi var ve kültür tabanı meselesi var. Yani Amerikalılık nedir? Bunun dolayısıyla bir çatışma var. En son söylediğim entelektüel bir endişe. Walt Whitman’dan Ezra Pound’a kadar giden, hatta Latin Amerika sanatçılarının da asıl meselesi olan “Hangi sebepten dolayı Amerikalıyız? Bizim Amerikalı olmamıza para sahibi olmamız dışında bir temel var mı? Varsa eğer ona rağbet edelim. Amerikalı olmak para sahibi olmaktan ibaret değildir.” diyenler var. Bir de “Hayır Amerikalı olmak para sahibi olmaktır, sen öbür tarafını boş ver!” diyenler var. Bunların arasında bir çatışma var. Ama bu çatışmayı Amerikan federal gücü bertaraf etmeyi ve bu çatışmadan kendine zarar gelmesini önlemeyi başından beri becerebilmiştir. Zenci-Beyaz meselesinin de sadece zenci-beyaz meselesi olduğu zaman halledilebilmesi imkânlarına sahip olmuştur. İşçi-patron meselesi de Amerika’da federal devletin tedbir almakta zorlanmadığı bir meseledir. Amerika’da bilhassa XIX. yüzyılda zaman zaman çok güçlü işçi hareketleri oldu. 1 Mayıs İşçi Bayramı bu Amerikan işçilerinin dünyaya kabul ettirdiği bir şeydir. Yani Sovyetlerle falan hiç alakası yok. 60’lı yıllarda bu entelektüel kaygılar, siyah-beyaz meselesi ve işçi-patron meselesi birbirleriyle bir dirsek temasına geçmeye başladılar. İşte bu birbiriyle dayanışarak, birbiri içerisine geçmiş olarak federal yönetimin karşısına çıktığı takdirde bu problem, bunu halledecek bir hazırlığı yoktu Amerikan federal gücünün. O sırada üniversiteden çevrecilikle ilgili bir destek geldi federal hükümete yani Amerikan “intelligentsia”sının bir kısmıyla federal yönetim beraber çalıştılar çevre sorunlarının zenci-beyaz meselesinden, işçi-patron meselesinden ve Amerikan kimliği meselesinden çok daha önemli olduğunu ortaya attılar. Dediler ki “Atmosfer kirleniyor, toprak kirleniyor...” Rachel Carson diye bir kadın “Silent Spring” diye bir kitap yazdı. “Amerika’da böcek öldürücüleri öyle etkili oluyor ki bir gün bahar gelecek ama ne bir çiçek açacak, ne bir kuş ötecek. çünkü siz zararlı böcekleri öldürmek için öyle bir ilaçlama yapıyorsunuz ki o sırada faydalı böcekler de ölüyor. Ve sonunda siz bir kuraklık, kıraçlık doğuracaksınız” Bu, kimyasalların kullanımıyla ilgili tehlikeyi haber veren bir şeydi. Bugün de işte hepinizin beynini yıkıyorlar. Kolesteroldü, carttı, curttu, salak salak şeyler... Zaten hayatımızın sıhhatten kâr amacıyla uzaklaşmasını temin eden bir dünyayı çiziyorlar. Ondan sonra da “Bak, bu daha iyi geliyor!” deyip milletin parasını bir daha alıyorlar. Önce sıhhatini bozmak için adamları kandırıyorlar, ceplerinden paralarını alıyorlar. Sonra ceplerinden daha fazlasını bozdukları sıhhati “Geri vereceğiz!” vaadiyle alıyorlar. Hele Türkiye’de de çok etkili bir sağlık sektörü var. Müthiş bir şey! Giriyorsunuz hastaneye, evinizi satmış olarak çıkıyorsunuz! çünkü o masraf ancak öyle karşılanabiliyor. Böyle bir hadise var. Buna benzer çok şey var. Amerika’da çevrecilik ideolojisi gerek tabiatın tahribi, gerekse kültürel varlıkların tahribi bahaneleriyle, bunların amacı “Kardeşim çok daha büyük belalar var karşımızda! Hem işçi ölecek, hem patron ölecek eğer atmosfer kirleniyorsa! Şimdi bu işçi-patron meselesini bırakalım! Buna bakalım!” dediler. Netice itibariyle çok da başarılı oldu tabii. Ama dikkatinizi çekmiyor, tabii çekmesi lazım: Kyoto Sözleşmesi’ne Amerika imza atmıyor. Başka ekonomilerin maliyetlerini artırmak için baskı yapıyor. Herkes pahalı pahalı üretim yapıyor. çünkü kirlenmeye, şuna buna karşı para harcanıyor. Her halükarda bu işin sadece küçücük bir kısmı.
Bizim daha mektebe giderken zihnimiz dünyanın bugünkü halini sadece tasdik etmek değil, korumak, müdafaa etmek, onun bekçiliğini yapmak üzere şartlandırılıyoruz, “Başka türlüsü olmaz!” diye. Başka türlüsünün olabileceğini öğrenebileceğimiz tek kaynak Kur’an’dır. Başka bir bilgi merkezi yok. Dünya’nın aldığı şeklin dışında bir şeklin olduğunu fark edebilmemiz için. Ya da nasıl bir geleceğe oynamamız, nasıl bir gelecek için kendimizden bir şeyler vermemiz gerektiğini ancak Kur’an’dan öğrenebiliriz. Başka bir bilgi kaynağı yok.
Gâvur aklı neden istemiyoruz? Bizi mahvettiği için. Besbelli bir şey bu. Bizi gâvurlaştırdığı için netice itibariyle. Pax Latince, ‘barış’ kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor. Fakat pax dediğimiz zaman ‘sulh’ demiş olmuyoruz. Çünkü Arapçada sulh kelimesi aynı zamanda kurtuluşu da ifade eden bir şeydir. Sulh ve salah beraberdir. Hâlbuki pax dediğimiz zaman barış da değildir. Barış dargınların barışmasıdır. Önce savaş olacak ki sonra barış olsun. Pax Barışı dediğimiz zaman çatışmanın namevcudiyetini anlıyoruz. Bu da dünya literatürüne Pax Romana olarak geçmiştir. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz havzasını hâkimiyeti altına aldığı zaman kavimlerin birbirleriyle çatışmasına mani oldu. Roma gücü var; hiç kimse hiç kimseyle savaşamaz. Bir sosyal hâdise veyahut kavimler arası bir hâdise çatışmaya dönük bir gelişme gösterdiğinde Roma duruma el atar, kimin haklı veya haksız olduğuna karar verir, orada biter. Bugün bize Türkiye’de Pax Barışı dayatılıyor. Türkiye’de silahlı mücadeleyi başlatan insanlar silahlı mücadeleyi bitirdiklerini söylüyorlar. Bu başlatanlar PKK savaşçıları falan değil. Türkiye’de yıllar yılı çekiç Güç diye bir unsur vardı. Bu, topraklarımızda faaliyet gösterebilmesi için her sene TBMM’den onay alıyordu. Onun doğurduğu bir şey. Şimdi çekiç Güç bir dönem insanları en makbul köle haline getirmek için hazırlığını yaptı ve bir yerden bir yere götürdü. Bu birçok cana ve mala mal oldu. Birçok insanın ıstırap çekmesine sebep oldu, şimdi Pax Barışı geliyor. “Tamam, ben yaptım, sana ne! Şimdi barışın bakayım!” Kim kimle barışıyor? Herkesin canı yanmış. Tabii canı yanmış insanlar da daha fazla can yansın istemiyorlar. Ortaya bir Pax Barışı çıkıyor.
PKK Anayasası meselesi de Suriye’yle alâkalı bir şeydir. Beşar Esad’ın iktidarına karşı mücadele başladığı zaman PKK rejimin yanında yer aldı. 1974 yılında, Leonid Brejnev ve Gerald Ford bir zirve toplantısı yaptılar, Sovyetler Birliği’nin en doğusundaki büyük şehir Vladivostok’ta. Brejnev ve Carter, dünyanın yeniden bölüşülmesini konuştular, Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki nüfuz bölgelerini bir daha ayarladılar. Bu ayarlamalar içinde Suriye ABD’nin payına düştü. Bu durum karşısında Beşar Esad’ın babası olan Hafız Esad hemen uçağa atlayıp Moskova’ya gitti ve Ruslara eğer Suriye’yi bırakırlarsa bunun Rusların canını nasıl yakacağını, Rus topraklarının nasıl zarar göreceğini anlattı. Ruslar da Amerika’ya dönüp dediler ki senin hukukî hâkimiyetini Suriye topraklarında kabul ediyoruz. Fakat ben buradan fiilî gücümü çekmeyeceğim. Amerika da ister istemez buna razı oldu. Daha sonra Sovyetler Birliği çöktü fakat Sovyet menfaatleri değil, Rus menfaatleriydi tehlike altında olan. O yüzden bugün Putin de, “Biz Esad Rejimi’ni değil, kendimizi savunuyoruz Suriye’de.” cümlesini kullandı. Böyle bir düzen var orada. Bu düzen Amerika’ya İkinci Vietnam mağlubiyetini yaşattı. Amerika Birleşik Devletleri kestaneleri ateşten maymuna aldırmak için AKP’yi kullandı. AKP Amerika adına kestaneleri ateşten almak üzere harekete geçti ve başarısız oldu. Başarısız olduğu için Suriye ABD’nin İkinci Vietnam’ı oldu. Onun için Amerikalılar da AKP’ye dönüp “Verdiğimiz en basit işi yapamadınız, sizi daha ben ne çekeceğim!” deyip burun kıvırdı onlara. Neden? Çünkü sonunda Ankara’yı bombalayabilmek için Recep Tayyip Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.
Ama Türkiye’deki insanlar laylaylom... Buldukları üç kuruşluk işle, aldıkları üç beş ev eşyasıyla her şeyin güllük gülistanlık olduğunu sanıyorlar ve bunun Türkiye’ye kaça patlayacağını bilmiyorlar. Bizim için bir kamuoyu oluşturmak mümkün değil. Çünkü insanlar, İslam’ı istemiyorlar Türkiye’de. Eğer İslam’ı istiyor olsalardı bu modernleşme süreci içinde Müslümanca hayatın gereklerine uygun bir çerçeve sahibi olurduk. Asla böyle olmadı. Bunlar, Türkiye’de ortada “Müslüman’ım” diye dolaşan insanlar yeşile boyanmış bir küfür istiyorlar. Yeşile boyandığı için gözükmüyor. “Yeşil işte! Ne kadar güzel!” Ondan sonra bu bir tiyatro olsun istiyorlar. İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şamanizm gibi bir şey değildir. Allah katındaki dindir İslam. Biz “Hak geldi batıl zail oldu” dediğimiz zaman yürürlükte olan Kur’an-ı Kerim’in bize gösterdiği, bize öğrettiği neyse ondan, Resul-i Ekrem’in sünnetinden başka bir şeyin hiçbir şartta geçerli olmayacağını benimsemiş oluyoruz. Müslüman olmak için şirkten arınmak gerekir. Şirkten arınmak demek “La İlahe İllallah” demektir. Yani Allah’tan başka hâkim olacak, karar verecek ya da tayin edecek bir unsur, canlı cansız ne olursa olsun, kabul etmiyoruz. “La İlahe İllallah” tek başına bir mana ifade etmez. Çünkü “Allah’tan başka ilah yoktur” demek eğer Resulullah’ın sünneti yoksa “Muhammeden Resulullah” değilse, fantastik bir televizyon dizisi haline gelir “La İlahe İllallah.” Bugün Türkiye’de insanlar neden İslam’ı istemiyorlar. Çünkü bunlar, Müslümanlık olarak maddi menfaat temin etmekten başka bir şey bilmemişler. Yüzyıllar boyunca. Çünkü Müslümanlık avanta sağlıyor. Sağlamış! Müslümanlar Osmanlı klasik düzeninde toplumun en üst tabakası. Onun için Cumhuriyet’in ilânı ile beraber İkinci Hicret’imizi yaşadık. Çünkü “hâkimiyet bilakaydüşart milletindir” dediğimiz zaman biz Osmanlı klasik düzenindeki millet-i hâkimeden bahsediyoruz. Yani gayri müslimlerin üzerinde ve onlara hükmeden milletten bahsediyoruz. “Hâkimiyet bilakaydüşart milletindir” dediğimiz zaman “Müslüman olmayanlara söz hakkı tanımıyoruz” demektir. Biz İstiklâl Harbi’ni bu ideolojiyle kazandık. Ondan sonra da birtakım insanlar bütün Türkiye’de “Bizi zorla Müslüman ettiniz, biz de size gününüzü göstereceğiz!” deyip bizi bugüne getirdiler. Yani biz Hıristiyanlıkmış, Yahudilikmiş gibi bir dini, din diye tanıyoruz. İslam’ın bizim aldığımız her nefes dolayısıyla bize yakın olduğu gerçeğinden tecrit edilmiş olarak bir şeyden bahsediyoruz; politik olmayan bir şeyden bahsediyoruz; insanların vicdanlarında hapsolmuş bir şeyden bahsediyoruz ki bu tamamen Hıristiyanî bir şeydir.
Durmuş Küçükşakalak:
Selamün Aleyküm. Son hadiselerle bugünkü panel konumuz arasında çok girift irtibatlar var. Bu irtibat bir kör tesadüf olmadığı gibi tevafuk da değil. Küfürle iman arasındaki çatışmanın bir işareti, çatışmayı göze almanın ortaya çıkardığı bir vakıa...
Gezi Parkı olayları Hareket Ordusunun ne kadar hareketli ve canlı olduğunu da gösteren bir şey... İstiklâl Marşı Derneğinin ne söylediğinin anlaşılmaması, söylediğinin çarpıtılması için son hadiseler alelacele çıkarılmış, alelacele organize edilmiştir. Panel konumuzda geçen her argüman bu hadiselerde kullanıldı, yerinden edildi. Kronoloji üzerinden giderek bu durumu izah edeyim:
Bugünkü üzerinde konuşacağımız panel başlığının, Genel Başkanımız İsmet Özel tarafından telaffuz edildiği tarih 2 Mayıs 2013. İnternet sitemizde panelin 8 Haziran’da Hatay-Reyhanlı da yapılacağını ilan ettiğimiz tarih 25 Mayıs 2013. Gezi Parkı hadisesinin fitilinin ateşlendiği tarih 28 Mayıs. Başbakan’ın parkçıları “çapulcu” ilan ettiği tarih 31 Mayıs. 1 Haziran’da ise bu gezicilerden bir kısmı “Hareket Ordusu” olduklarını söyledi. 8 Haziran’da (yani Hatay-Reyhanlı’da yapılmasına izin verilmeyen panelin yapılacağı gün ve aynı zamanda İstanbul şubemizde konuya istinaden yapılan basın toplantısının olduğu gün) hükümet sözcüsü Hüseyin çelik MKYK toplantısı çıkışında “İstemezükçü lobisine teslim olmayacağız” dedi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu gayet yerinde bir tespitle şunu söyledi: “Bu gençlik AKP döneminde yetişti.” Yaşanan olaylara “Türk baharı” falan filan diyenlere başbakan: “Türk baharı 2002’de yaşandı” dedi. “Türk baharı” yakıştırması uydurukça olsa da başbakanın yaptığı veya bir yerlerden duyduğu bu tespit de yerli yerinde idi. Birçok ülkede cereyan eden baharlı hadiseler Türkiye’de AKP’nin iktidara getirilmesiyle başladı. Türkiye’de iş bittikten sonra Irak, Afganistan işgal edilebildi. Pakistan, Tunus, Libya, Mısır, Suriye... diye gitti bu iş. Ve bugün Hareket Ordusu’na pervasızca hareket etmesi için güç takviyesi yapıldı. Biz de İstiklâl Marşı’ndan güç alarak “Hareket Ordusuna hodri meydan!” diyoruz. Ne kadar Müslüman rengine girmeye çalışırsanız çalışın, hangi boyaya girerseniz girin boyanız Allah’ın vurduğu boyanın yanında sırıtıyor. Özetle şunu söyleyeceğim: Hareket Ordusuna güç vermek için; münafıklığa lüzum yok, küfrü direkt dayatabiliriz diyebilmek için bu gezi hadiseleri sahnelendi.
Bu son olaylar kimin kimden ne istediğini, kimin kiminle ne düzeyde ilişkisi olduğunun işaretlerini verdi. Bu hadiseleri gâvur aklını tahkim etmek için, pax barışını Türkiye’ye yedirmek ve sindirmek için, nasıl yapılacağını bilemeyecekleri kadar acze düştükleri anayasayı PKK bahanesiyle bir şekle sokmak için önceden planlanmış idi, Hareket Ordusunun deşifre olacağının korkusuyla bir an önce bu oyun sahnelendi.
Hareket Ordusu’nun neyin nesi olduğunu anlamak için 31 Mart hadisesine bakmakla elimize pek bir şey geçmez. Ama çok karışık bir hadise olan 31 Mart hadisesini Hareket Ordusunun ne olduğunu bilerek değerlendirebiliriz. 31 Mart 1325’de (miladi olarak 13 Nisan 1909) başlayan hareket Meşrutiyet’in ilanından 9 ay sonra payitahtın merkezinde ortaya çıkmış bir isyandır. 31 Mart hadisesine genelde iki zaviyeden bakılır: Ya Osmanlıcılar (sağcılar) gibi Abdülhamit’i tahttan indirmek için İttihat Terakkinin bir oyunu olarak; ya da Kemalistler (solcular) gibi istibdat dönemine geri dönmeyi isteyenlerin çıkardığı ve Abdülhamit’in desteklediği irticaî bir hareket olarak... Hareket Ordusunun yapısını ve amacını hesaba katmadan, sadece isyanı bastırmak için Selanik’ten gelen bir ordu olarak görmek bu iki zaviye arasına sıkışıp kalmaktır. İrtica kavramı siyasî hayatımıza 31 Mart hadisesiyle girmiş ve yakın zamana kadar da siyasî bir malzeme olarak tepe tepe kullanılmıştır. AKP iktidarıyla “irtica elden gitti”, birilerinin elinden gitti. O eski kadronun tasfiye edilmesiyle irticanın yerine Ergenekon gibi şeyler ikame edilmeye çalışıldı.
31 Mart isyanının birçok sebebi olduğu söylenir ama asıl sebep Meşrutiyetle gelen ve özelde Yahudilerin genelde tüm gayr-ı Müslimlerin yelkenini dolduran hürriyet rüzgârıyla alakalıdır. Meşrutiyetin ilanıyla başta gayr-ı Müslimler olmak üzere bir anda herkes bayram havasına girmiş, sevinç gösterileri tüm İstanbul’u kaplamıştır. Çünkü Meşrutiyet Tanzimat’ın pratiğe dökülmüş halidir. Tanzimat’la sağlanan bütün tebanın eşitliği meşrutiyetle bir adım daha ileri götürülerek Tanzimat öncesine göre tam tersine çevrilmiştir. Tanzimat’a rağmen gayr-ı Müslimler devlet işlerinde hala kripto gayr-ı Müslim olarak görev alabiliyordu. Ama Meşrutiyetle birlikte Meclis-i Mebusanın yarısını alenen gayr-ı Müslimler teşkil etmeye başladı. Hareket Ordusunun İstanbul’u işgal edişinden sonra yapılan seçimlerde bu gayr-ı Müslim mebusların çoğu (o zaman Hahambaşı olan Hayım Naum’un kefaletiyle) Yahudilerden seçildi. Hatta Hayım Naum efendiye hem mebusluk, hem de maarif vekâleti teklif edilir. Mebus olur fakat Yahudi cemaatinin ileri gelenleri dışarda kalıp işi diplomasi ile götürmesinin daha kârlı olacağını telkin etmesiyle vekalet görevini kabul etmez.
Meşrutiyetin ilanıyla oluşan hürriyet havası gayr-ı Müslimlerin lehine, Müslümanların aleyhine işleyen bir mekanizmaya çok kısa sürede dönüştü. Psikolojik olarak bugünkü havaya çok benziyor. Her yerde bıtırak gibi dernekler/cemiyetler kuruldu; Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Çerkesler teşkilatlanmaya, dahası silahlanmaya başladı. Hatta artık cephaneliği bile olan Hınçak, Taşnak teşkilatları vardı. Dergi, gazete, kitap basımları bir anda patladı.
Meşrutiyetle gelen ve kimin hürriyeti olduğu gayr-ı Müslimlerce gayet iyi bilinen havaya karşı Müslümanlar temkinlidir, aklı başında olanlar heyecana kapılmazlar. Mesela Abdülhamid’le arası hiç iyi olmayan Mehmet Akif yeniden ilan edilen Meşrutiyetle de istihza eder:
Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, Pazar Nâradan çalkalanıyor! öyle ya... Hürriyet var! Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Tevfik Fikret ise Meşrutiyetten önce İstanbul’daki zulmeti anlatan Sis şiirini yazmıştır. Meşrutiyetin ilan edildiği gün ise büyük bir ferahlıkla Rucû’ şiirini kaleme alır: Ne sis yüzünde, ne zül; bilakis sefa ve vekar / Doğan güneş gibi sâfi bir infilakın var. Der. Fakat bir yıl sonra ise o meşhur olan “Han-ı Yağma” şiirini kaleme alır: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin” der.
Meşrutiyetin ikinci defa ilan edilişi, yok olma belirtileri alenen ortaya çıkmış, batması muhakkak görülen devleti ne yapar da kurtarabiliriz sorusuna verilmeye çalışılmış bir cevap. Bu soru Müslümanlardan ziyade asıl Yahudilerin sorusuydu. Çünkü Yahudilerin tarih boyunca yaşadıkları en rahat yer Osmanlı idaresindeki topraklar olmuştu. Kendilerini en rahat hissettikleri kimlik Osmanlı kimliği olmuştu. Osmanlının akıbetiyle en yakından ilgilenen onlardı. Osmanlı Devletinin çöküşünü geciktiren saik Türkler kadar Yahudilerin de gayretleridir. Meşrutiyet de bir Yahudi organizasyonuna gidebilmek için ilan edildi ve bu oldu. Kanunî Sultan Süleyman’dan itibaren devlet teşkilatının etkili yerlerinde Yahudileri görmeye başlarız ve bu, etkisi artarak devam eder. Meşrutiyetle birlikte, özellikle Hareket Ordusunun İstanbul’u işgalinden sonra devletin en aşağı kademeleri bile artık Yahudi kontrolüne alınmıştır. Hareket Ordusunda görevli bazı isimleri Türkiye Cumhuriyetinde de etkisi giderek yükselen isimler olarak görmeye devam edeceğizdir...
Hareket Ordusunun İstanbul’u işgal etmesinin hemen akabinde Abdülhamit tahttan indirilir. Abdülhamit’in hal fetvasını yazanın Elmalılı Hamdi Yazır olduğu söylenir. “O fetvanın müsveddesini yazdı ama Fetva Emini o müsveddeyi temize çekerek işleme koydu...” falan denir. Bu hal fetvasını Abdülhamite tebliğ eden heyetin başında ise Emanuel Karasu var. II. Meşrutiyet’ten sonra Yahudi hâkimiyeti göze sokulurcasına gösterilmiştir. Bugün bu durum çok daha geniş alanlarda, siyasî alandan edebiyat alanına kadar bütün alanlarda göze sokulmadan yürürlüktedir. Göze sokulamıyor; çünkü burası Osmanlı Devleti değil, sadece lafzı kalmış olsa da hâlâ Türkiye’dir. Hâlâ Türk korkusu mevcuttur.
Meşrutiyet rejiminin başına bir şey gelmesin diye de Rumeli’den avcı taburları getirilerek İstanbul’a yerleştirildi. Devrim muhafızları niyetiyle... Ama bu askerler Müslüman’dı ve Meşrutiyet nedir, ne değildir bilmiyorlardı. Devletimize milletimize hizmet ediyoruz duygusuyla bu işi yapıyorlardı. Müslüman olan bu askerler İstanbul’a geldiklerinde sukut-u hayale uğradılar. Çünkü payitahtın merkezinde, halifenin yaşadığı şehirde İslâm’dan eser yok. Namazlarına, abdestlerine karışılmaya başlanmış, gayr-ı Müslimler gayet havalı, istediklerini yapabiliyorlar... Yine Müslüman ahalide, medrese hocalarında ve talebelerinde, darülfünun hocalarında ve talebelerinde rahatsızlık hat safhadadır. Ve 31 Mart gecesi Meşrutiyetin muhafızı olmaları için İstanbul’a yerleştirilen bu askerler komutanlarını bir gece operasyonuyla toplayarak hapsederler. Silahlarını ateşleyerek Ayasofya Meydanına toplanırlar. İsyanın baş aktörleri adı sanı duyulmuş insanlar, subaylar değil, Yaşar çavuş, kamacı ustası Arif... falandır. Tüm medreseler Darülfünunun ve İstanbul’daki Müslüman ahali isyana katılır. İskilipli Atıf Hoca gibi âlimler de isyanın içindedir.
İsyancılar hep bir ağızdan şeriat isterler. Hem sarayın hem de hükümeti elinde bulunduran İttihat Terakki Cemiyeti’nin elinin kolunun bağlandığı, diyecek laf bulamadıkları bir durum ortaya çıkar. Hem saraya hem de hükümete karşı bir isyan... önce silahla bastırmayı düşünürler fakat askerlere ateş emri verilince kimisi havaya ateş ediyor, kimisi de isyancıların safına geçiyor. Asker “şeriat isterüz” diyenlere kurşun sıkmıyor. Ne sarayın ne de hükümetin emrindeki askerlerle isyanın bastırılmasının imkânsız olduğunu görüyorlar. Bu işi ancak dışarıdan gelecek ve gayr-ı Müslim vasfı baskın bir ordu halledebilirdi. Müslüman askerlerle bu isyanı bastırmak imkânsızdı.
31 Mart’ı yorumlayan herkes şunu söyler: İsyancılardan kimisi maaşını düzenli alamadığı için, kimisi alaylı-mektepli çekişmesi içinde olduğu için, kimisi ordudan ihraç edildiği için, medreseler eskisi kadar önemsenmediği için... falan diyerek bir sürü sebep sıralarlar. Aslında “şeriat isteriz”in eşitlik isteriz, insan hakları isteriz, adalet isteriz gibi manalara geldiğini söylerler. Hâlbuki Mebusan Meclisini kuşatan isyancılardan bir heyet meclise girerek isteklerinin ne olduğunu sıralarlar ve bu isteklerin hiç de öyle eşitlikle, insan haklarıyla alakası yoktur:
1. Meclis-i Mebusanda gayr-ı Müslim mebus olamaz 2. Kanunların İslâm Fıkhından alınması ve özellikle ceza fıkhının uygulanması 3. ülkenin bütünlük şartının İslâm birliği olması 4. Gayr-ı Müslimlerin devlete bağlılığının Osmanlılıkla değil adaletle sağlanması (ki bu adaletin ne olduğu yüzyıllarca uygulanmış bir şeydi)
İsyan edenlerin isteklerine biraz dikkat edersek aslında istenen şey Türkiye Cumhuriyetidir. Bir geriye dönüş / irtica değil, ileriye bakıştır. Alelade, gündelik çıkar hesaplarına dair bir kalkışma olmadığını, isyancıların ortada dönen ve ayyuka çıkmış olan münafıklığa isyan ettikleri anlaşılınca, bu tehlikeyi bertaraf etmek için paçaları tutuşan Meşrutiyet yönetimi Edirne ve Selanik’ten yardım isterler. İstanbul’u işgal etmek üzere hızlı şekilde özel bir ordu hazırlanır. Bunu temin etmek için Selanik’te mitingler yapılır.
Hareket Ordusuna bugün biz “hareket ordusu” diyoruz. Harflerimizin değişmesinden sonra birçok isimlendirmeden bir şey anlayamadığımız gibi bu isimlendirmeden bir şey anlayamıyoruz. Hareket Ordusu? Kim kime hareket çekiyor, bu ordu ısınma hareketleri yapan bir ordu mu? Aslında o orduya Mustafa Kemal bu ismi koyarken Harekât Ordusu olarak koyuyor. Gâvurca “operasyon” kelimesinin Türkçe karşılığı olarak... Ama yine de harekât desek de hareket desek de pek bir şey anlayamıyoruz. Gâvur tarihçilerden işin aslını öğreniyoruz: Kurtuluş Ordusu? Liberation Army ya da bazı yerlerde Emancipation Army olarak geçer. Neden kurtuluş? Şeriat isterük, başka şey istemezük meydan okumasından kurtuluş... Kimin kurtuluşu? Yahudilerin kurtuluşu! İnkılaplardan sonra birilerinin neden İstiklâl Harbi’ne ısrarla Kurtuluş Savaşı dediklerini de buradan çıkarabiliriz. önce İstiklâl Harbi idi, İstiklâl Harbi’nin getirisi, inkılapların gerçekleşmesi ile birlikte gâvurların kurtuluşu oluverdi.
Hareket Ordusu hazır kıt’a bekleyen bir ordu değildir. Mesela bugün Ege Ordusu dediğimizde hazır bir ordudan bahsederiz. Böyle bir şey değil. 31 Mart isyanını bastırmak için özel olarak hazırlanmış, devlet kaynaklarından bağımsız olarak, şahsi kaynaklar kullanılarak hazırlanmış bir ordudur. Ordunun kimlerden müteşekkil olduğuna bakarsak bugün Türklere hareket çeken Hareket Ordusunun da nasıl bir ordu olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Aynısıdır, belki orduyu teşkil eden etnik yapı oranları bile bugünkü ile aynıdır: Ordunun yarıdan fazlası muvazzaf değil, gönüllü askerlerden oluşuyor. Bu gönüllülerin sayıca en kabarık olanı Yahudilerdir. Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar, Sırp çetecileri işin içindedir. Hatta çingeneler bile var. Ordunun içinde yarıdan az olan Müslüman askerler de Payitaht işgal edildi, vatan elden gidiyor diyerek kandırılmış erattan müteşekkil. İstanbul’a yaklaştıklarında bu orduya İzmir’den, Bursa’dan ve Eskişehir’den de gönüllü olarak katılanlar olur. Hareket Ordusu, bilumum gayr-ı Müslimlerin ve bazı dolmuşa binmeye hazır Müslüman askerlerden müteşekkil bir Yahudi organizasyonudur. Hem organizasyon hem de sayı bakımından bir Yahudi ordusudur. Bu topraklarda ilk defa Yahudiler bu kadar organize olabilmiştir. Bu Ordu İstanbul’u işgal ediyor, yalnız büyük çaplı çatışmalarla veya savaşarak değil! İstanbul’da bu orduyu kısa bir sürede yok edecek kadar saraya bağlı asker ve silah var. Bazı paşalar Abdülhamit’e “bunlar çapulcu ordusu, izin verin biz bunları tükürüğümüzle boğarız” diye yalvarsalar da, Abdülhamit Hareket Ordusunun başında Hızır Aleyhisselamı gördüğünü söyleyerek ısrarla karşı koyalım tekliflerini geri çeviriyor. Demek ki şeytan Hızır suretine de girebiliyor.
Hareket Ordusunun (hem dünkü hem de bugünkü) dört yüzü var. Türkçe’de münafıklık ikiyüzlülük anlamında da kullanıldığı için münafıklığın karesi olmuş oluyor. Birinci yüzü orduyu organize edenlerin yüzü ki başta Mahmut Şevket Paşa olmak üzere ekseriyetle Yahudi. İkincisi orduya gönüllü olarak katılmış gayr-ı Müslimlerin yüzü ki en büyük kitle yine Yahudilerden oluşuyor. üçüncüsü İstanbul’daki ayaklanmayla devletin, hilafetin, vatanın tehlikede olduğuna ikna edilmiş Müslüman askerlerin yüzü, bir de bu işten nemalanmayı isteyen ve her türlü lojistik desteği veren Avrupa devletlerinin yüzü...
Türkiye’den bahsetmek İslâm Şeriatından bahsetmek manasına gelmiyorsa bir Yahudi ülkesinden, büyük bir İsrail’den bahsetmek manasına gelir. Bir İslâm Devleti olarak kurulabilmiş olan Türkiye’nin yaşamasının tek şartı Kur’an ahkamını tesis etmesinden geçer. Arınma olmadan, bugün iyi olarak sunulan bir çok şeyi reddetmeden, istemezük demeden, iyiliğe yer açmadan o tesis gerçekleşmeyecek. İlk Meclisin çıkardığı kanunlara bakarsanız mesela men’i müskirat kanunu vardır, Dar-ül Harpte bulunan suçluların affına dair kanun bulursunuz. çünkü bugünkü gibi “Türkiye İslâm ülkelerinden bir ülkedir” diyen tarih dışı, saçma sapan bir tuhaf mantık yoktu o zaman. Tarih okumuş değil, tarih yazmış ya da yazılan tarihe şahit olmuş adamların çıkardığı kanunlardı bunlar. Dar-ül Harpte bulunan suçluların affına dair kanun çıkarmak demek “Dünyada bir tek İslâm ülkesi kalmıştır o da Türkiye’dir” demektir. Türkiye idame edecekse eğer Meşrutiyetten beri bir malzeme olarak kullanılan ve 10 sene önce elden giden irticanın hasını, hâlisini icra edip, aslımıza rucû etmekle idame edebilir. İrtica elden gittikten sonra, yani 2003’den sonra, yani İsmet Özel “sizin bulunduğunuz yerden tedirgin oldum ben başka bir yere gidiyorum”, dedikten sonra İstiklal Marşı Derneği dışında İslâmcılık arayan İslâmcılığın posasını, kazuratını bulabilir. Bugün İslâmcılığın posasını al gülüm ver gülüm elden ele dolaştıranlar Amerikalı olduklarını ilan ettiler, ediyorlar ve edecekler. İstiklâl Marşı Derneği dışında bir ses aranıyorsa boşuna enerji sarfediliyor demektir. Hele bir ses bulduğunu iddia eden varsa kulakları ifsat olmuş demektir.
XX. asır her bakımdan bir Yahudi asrı idi. XXI. asrın ise bir Türk asrı olup olmayacağını Türkiye’nin akıbetiyle sıkı sıkıya irtibatlıdır. Hareket Ordusundan bahsetmek Türkiye’de Yahudiliğin çok ilginç ve değişik formlarından bahsetmek manasına gelir. Hareket Ordusunun akıbetine dair müttefekun aleyh bir hadis-i şerifi okuyarak hutbeme son vereceğim: “Müslümanlarla Yahudiler arasında bir harb kopmadıkça kıyamet kopmaz. Bu harbte müslümanlar, yahudileri tamamiyle mahvedecek. Hatta Yahudilerden biri taş ve ağaç arkasında gizli kalsa bile o taş ve ağaç dile gelerek: Ey Müslüman! Arkamda saklanan Yahudi’dir. Gel onu da öldür, diyecektir. Yalnız (Beyt-i Makdis’de ma’ruf) Garkad denilen dikenli ağaç müstesnâdır. çünkü o, şecere-i Yahuddur.” Sadaka Resulullah.
Lütfi Özaydın:
Benim burada anlatacağım konu “Gâvur aklı istemezük”. Niçin gâvur aklı istemezük? Daha ilkokulda öğrenci iken okuduğum, Aynî Efendi’nin yazdığı Sevadül Azam’da Ehl-i Sünnet olmanın esasları anlatılıyor. Aynî Efendi bu risalede 35. madde olarak şunu zikrediyor: “Enbiya-ı izamın ve müminin akılları, küffarın akıllarından ala olduğunu hak bile.” Yani büyük peygamberlerin akıllarının ve müminlerin akıllarının, kâfirlerin hepsinin akıllarından daha yüce, daha üstün, daha büyük olduğunu Ehl-i Sünnet bir Müslümanın hak bilmesi gerekir. Ehl-i Sünnet “Gâvurların aklı ne kadar iyi, bizden fazla iyi çalışıyor” dediği zaman, Ehl-i Sünnet dışına çıkar. Bunu şerh ederken bir de şunu söylüyor: “Mü'min olan kimesneye vâcib olan, enbiyâ-i i'zâmın ve mü'minînin aklı ile küffârın aklının müsâvî olmadığını hak bilmekdir. Eğer bir kimesne müminin aklı ile kâfirin aklı müsavidir derse mübtedi'dir.” ifadesini kullanmış. Eğer mü’min ile kâfirin aklı eşittir der ise bidatçidir. Bidatçı, sonradan, İslam itikadını çiğnetmek üzere harekete geçen insandır. Bundan hareketle diyoruz ki: Gâvur aklı istemezük. Bizim itikat kitabımızda böyledir. Hiçbir zaman peygamberlerin öğrettiği akılla, müminlerin bize öğrettiği akıl, Ehl-i Sünnet ulemasının bize öğrettiği akıl kâfir aklıyla bir değildir. Akıl arıyorsak Müminde ararız, Kitab’da ararız, Sünnet’te ararız, müminlerin arasında ararız. Kâfirden akıl istediğimiz zaman bir bidatçı olmuş oluruz. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet dairesinden çıkarız, artık bize Ehl-i Sünnet denmez. Peki Ehl-i Sünnet neden acaba bu esası benimsemiş? Ehl-i Sünnet kimlerden oluşur, Ehl-i Sünnet kimdir, diye bir araştırma yaptığımızda âlimlerimiz tarafından söylenen şeyler olmuş ama ben özellikle birkaç ifadeyi zikretmek istiyorum. Mesela İmam Malik diyor ki “Hiçbir fırkaya tabi olmayan Mümindir.” Yani Müslümanların içerisinde bir fırka sahibi olmayan. Yani Şii olmayan, Mutezile olmayan, Haricî olmayan, Yezidî olmayan, Kaderî olmayan, gibi. Selbî sıfatlarla, olumsuz sıfatlarla bunu ifade etmiş. Büyük bir mutasavvıf da, “Kâfirlerle gaza edenler” maddesini zikretmiş. Yani “Küfürle daima kavga eden ve cihat eden müminlerdir.” Evet, neden bunu söylüyoruz? çünkü Ehl-i Sünnet’in dışında hiçbir fırka kâfirlerle cihat etmemiştir şimdiye kadar. Hala da etmemektedir. Bundan dolayı, kâfirlerle cihat etmek Ehl-i Sünnet’in görevidir. Bir kısmı da daha genel bir tarif yapmışlar, demişler ki. “Resul-i Ekrem’in ve ashabının yolunu takip eden şeriata bağlı Müminlere denilir” Tabii böyle olması gerekir ama bunun zikredilmesi çok dikkat çekici. “Şeriata bağlı, müminlere denilir” demesi daha dikkat çekici bir şey. Aynî Efendi’nin bize ifade ettiği şeye göre Kâfir aklına prim vermek, Ehl-i Sünnet dışına çıkmaktır. çünkü Müslim olmak Tehvid’i kabul etmektir. Tehvid, nefiy ve ispattan oluşur. Tevhidin iki yüzü, Tehvid Allah’ı birlemek diye adlandırılır ama nefiy nedir? Olumsuzlamak. Tehvidde “La ilahe İllallah” diyor, yani nefyediyoruz. Yani “La” ile başlar. Kabul etmiyoruz. Allah’tan hiçbir başka hiçbir otoriteyi, hiçbir kanun koyucuyu, hiçbir akıl vereni kabul etmiyoruz. Ancak Allah’ın bize gönderdiğini kabul ediyoruz. Ancak Allah’ın bize öğrettiği aklı kabul ediyoruz. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat kâfirin aklına itibar etmez ve hiçbir zaman da etmemiştir. Tam tersi, yani kâfirin aklı pistir, necistir. çünkü kendileri necistir. Ayet-i Kerime’de var. Kur’an-ı Kerim müşriklerin necis olduğunu söyler. Ve Allahü Teâla’nın Tehvid’i, Kur’an’ı göndermekle Müminleri arındırdığını, onları kirlilikten kurtardığı ifade edilir. Dolayısıyla Aynî Efendi işte bu esaslara dayanarak hiçbir zaman kâfir aklıyla Mümin aklının bir olmadığını söyler. Dolayısıyla kâfir aklına pirim vermeyi, kâfir aklına değer vermeyi, onu güzel görmeyi çirkin gösterir. Şimdi Ehl-i Sünnet ne demek? Ehl-i Sünnet için “Sevadül Azam” da denir. “Ana karaltı”, “ana patika” da derler. Zaten Ehl-i Sünnet kelimesinin anlamı da budur. Yani bütün Müminlerin, Allah’a iman eden Müminlerin, Ahirete iman eden Müminlerin, Peygamberin izinden giden Müminlerin yürüdüğü ana caddedir. Ehl-i Sünnet tabiri budur. Herkesin gittiği anayol, herkesin kullandığı yol. Fırka da, anayoldan çıkanlar için söyleniyor. Dilimizde Şia Fırkası, Mutezile Fırkası gibi sözler var. Kâfirlerin necis akılları bu fırkaların arasında dolaşıyor. Hatta suyu kirlettiklerini, toprağı kirlettiklerini, insanları kirlettiklerini zaten kendileri de itiraf ediyorlar. Acaba niye kirletiyorlar? çünkü akılları da kirli olduğu için, behimî akıl olduğu için, hayvanî akıl olduğu için. Sadece hayvanlar gibi karnını doyuruyor, mideye indiriyor. Haram helal bilmez, tanımaz. çünkü hayvanlar da öyledir. Onun için sadece bir yiyeceği bir eti, otu görür ona saldırır. Bunun sonunda neler olur, onu düşünmez. İşte kâfir hâkimiyeti sonunda dünyanın geldiği durum. Har vurup harman savurarak, bütün insanların hakkını hukukunu çiğneyerek Hakkı hukuku, her şeyi kirletmişlerdir. Biz de bundan dolayı hiçbir gâvur aklı istemezük. Biz Müminlerin aklına talibiz. Ki bunu dile getirdiğimizde İsmet Bey, şöyle demişti. O mümin nerede bulsak da aklına tabi olsak? Bunu bulur, biz de bu akla tabi oluruz. Müminler için din tamamlanmıştır. Allahü Teâlâ bize din olarak İslam’ı, yol olarak da Resul-ü Ekrem’in şeriatını seçmiştir. Akıl arıyorsak Resul-ü Ekrem’in ve onu takip eden Müminlerin aklı bize yeter. Hatta artar bile. Akıl ancak Müminlerin aklıdır. Akıl ararsak onların aklıdır. Mümin aklı nedir? Biraz önce “Türkiye nedir? Türkiye nasıl olmuştur?” diye bir şeyler söyledi İsmet Ağabey. Bu toprakları bize vatan haline getiren insanların aklıdır uyulması gereken. Bu insanlar çok az bir nüfusla, haçlıları durdurup, durdurduğu gibi geriletip, onları kendi hâkimiyetlerine aldılar ve bu toprakları Dar’ül İslam haline getirmek yoluyla vatan kıldırlar. Ve işte biz ne diyoruz? Cennet Vatan diyoruz. öyledir. çünkü biz biliriz ki Cennet’e girebilmemiz için bu vatanı müdafaa etmemiz lazım gelir. Allahü Teâla her insanı, kendisi için en hayırlı olduğu bir mekânda ve zamanda dünyaya göndermiştir. Bu mekân bize emanet, bu emanette bizim sorumluluklarımız var. Bundan dolayı bu toprakları vatan yapan akıl, kendine tabii olunmaya en layık olan akıldır. Ama daha sonra ne oldu da bir şeyler oldu? Türkler durduruldu ve geriletilmeye başlandı. Ve akillerden bazıları dediler ki “Biz bundan, bu gerilemeden kurtulalım” ve kendilerini yücelten o aklı terk ettiler. Sonra “Devleti kurtaralım, milletimizi kurtaralım” diye Avrupa’ya adamlar saldılar. Raporlar sundular. Gittiler Avrupa’ya orada kâşaneler gördüler. Kendi memleketlerine geldiler, viraneler gördüler. Ve bizim kurtuluşumuzun ''Gâvur aklına tabi olmaya bağlı'' olduğunu söylediler. “Buna insanlarımızı ikna etmeliyiz, milleti buna ikna etmeliyiz'' dediler ve bunda herhalde başarılı oldular. Başarı birilerinin kâşanelerde oturmasıysa onlar ücretlerini aldılar. Bu topraklarda İslam’ın tesir etmediği, kâfir hâkimiyetinin tesir ettiği günümüzde ücretlerini almaya hala da devam ediyorlar. Kâfirlerin aklı kendine yarar. Yani Kâfirin aklı zaten kendi itikadından veya kendi inancından çıktığı için o ancak kendine hizmet eder. O ancak kendi lehine olan duruma yarar. Bir Müslüman buna tabi olduğu zaman bu Müslüman’ın aleyhine olur. Ve sonunda da onlar gibi olur. Dolayısıyla şu anda kâfirin aklına uyup, bu topraklarda zenginleşenler var. Gâvur aklına uyup zenginleşenler var. Onlar var güçleriyle çalışmaktadırlar. Şeytan insanların amellerini kendine süslü gösterir. Bugün kâfirin aklının Müslüman aklından üstün olduğunu iddia eden ve onlar gibi düşünmemiz gerektiğini iddia eden, İslamcılık iddiasında bulunan insanlara rastlıyorum. Hatta en son toplantımızda, Amerika’ya giden bir bayan öğretmenin teklifiydi; Amerika’dan öğrendiği bir yöntemle bize dini öğreteceğini ifade etti. Yani biz ne yapacakmışız? Amerika’dan, Avrupa’dan, gâvurlardan “Acaba İslam’ı nasıl öğreneceğiz” diye akıl öğrenecekmişiz. Aklınız hayırlı olsun diyelim mi? Artık bilmiyorum ne diyelim? Aklımızı başımıza alalım diyorum. Aklımızı başımızın üstüne alalım, diyorum. Başka bir yere almayalım. Son olarak şöyle bir madde daha ekleyeceğim. Müminlerin kâfirlere benzememek diye bir kaidelerinin olması gerekiyor. Hadis-i Şeriflerden bunu öğreniyoruz zaten, biliyorsunuz. Yani peygamberimiz ve ashabı, müşrikler nasıl hareket etmişlerse onlar da tersine hareket etmişler. Yani kâfirler nasıl giyinmişse, onlar öyle giyinmediler. Kâfirler nasıl tırnaklarını kesmişse, Müminler o şekilde tırnaklarını kesmediler. İslam'ın şiarlarından dolayı küfre muhalefet ettiler. Burada Allah’ın iradesiyle bulunuyoruz. Hepimiz Allah’a hesap vereceğiz. Yaşadığımız topraklardan hesaba çekileceğiz. Ahiret hayatı için Tehvid’i ikrar ediyoruz. “La ilahe İllallah Muhammed un Resûlüllah” diyoruz. Ve kâfir aklına hayır diyor, gâvur aklı istemediğimizi beyan ediyoruz.
Mustafa Tosun:
Barış yenen tarafın yenilen tarafa şartlarını kabul ettirmesi demektir. Yani önce bir çatışma olacak ki çatışmanın bir galibi ve mağlubu olsun. Ortada kuvveti ve yaptırım imkânları olan bir baskı uygulayıcısının olması gerekir ki; barış güvenceye alınsın. Zaten denk güçlerin olması gerekir ki; bir çatışma olabilsin. Yoksa güç dağılımında dengesizlik olması halinde bir çatışmadan ve tabii ki barıştan söz edemeyiz. Bu şekilde barış ancak eşitliğin bozulmasıyla ve “bir egemen unsurun” dediğini yaptıracak kadar baskı uygulamasıyla sağlanabilir. Sayesinde ortalığın süt liman olmasını sağlayan bir baskı uygulayıcısı yoksa barışın güvencesi hiçbir yerde bulunamaz. Ayrıca çatışan tarafların üstünde söz sahibi olabilecek kadar bir üstün güç sahibi sopasını (paxını mı desek) aba altından veya üstünden sallayarak suların durulmasını sağlayabilir. “İnsanlar birbirlerinin boğazına sarılmıyorsa, birbirlerini yıkmaya çabalamıyorsa orada barış vardır. Herkes eşitsizliğe razı olmuştur.”
Barış düzeninde esas olan tarafların üzerinde hâkimiyet kurabilen yeri geldiğinde hem savaştırıp hem de barıştırabilme gücüne sahip olanın konumudur. Yoksa ister çatışsın ister barışsın diğer taraflar arızi konumdadır. Kasabanın şerifi konumunda olan bu güç zaman zaman isteklerini (Wanted) ilgililere ilan eder. Bu durum western filmlerinde de sık gördüğümüz bir durumdur. Şu şekilde: Duvarda asılı bir ilan bulunur. İlanda “wanted” yazar. Yani aranan ve yakalanması istenen bir eşkıya ya da mahkûm vardır. İlanda resmin altında bir miktar ödül olarak belirtilir. İlanda bir de “Dead or Alive” yazılıdır. Yani kişi “ölü ya da diri” olarak istenmektedir. Getirene de ödül vaad edilmektedir. Savaş ve barış düzeni sahipleri ölülere ihtiyaç duyduğunda gereken savaşı çıkarır, (not ballots, but bullets) dirilere ihtiyaç duyduğunda ise şapkadan bu kez barış tavşanını çıkarır. Bu durumlar aslında bir siyaset tarzının devamıdır. Maksat belirli bir odağa en fazla karı sağlamak ve bu kar getirme halini sürekli ve problemsiz hale getirmektir. Zaten sistem “Where life had no value, death, sometimes, had its price. -”Hayatın bir kıymetinin olmadığı yerde, ölüm bazen para edebilir.” mantalitesindedir. Price (fiyat) her şeydir. Gerisi teferruattır.
Bu şekilde yaşatılan Pax dönemleri ve Savaş dönemleri de bu şekilde kurgulanmış dönem ve düzenlerdir. Pax dönemleri kurbanın nispeten canlı tutulmasının istendiği ve buna ilişkin düzenin korunabildiği zamanlara koyulan isimdir. Bu şekilde sistem kurbanını ölü olarak istiyorsa savaş çıkartıyor, diri olarak işini görmek istiyorsa da bir Pax dönemi bir barış dönemi ayarlıyor. Savaş dönemleri yeni imkânlara kavuşma ve ortaya çıkan pürüzlerin izalesi için tutuşturulan meşale ile yapılan kundaklamalara ihtiyaç duyulan zamanlara koyulan isimlerdir. Para- savaş- barış çarkı öylesine iç içedir ki; baskı, şiddet, aldatma, şartlandırma, uyuşturma, köleleştirme, istihbarat gibi onlarca metot silah olarak kullanılır. Bu metotların ne kadar çok kullanıldığını çok iyi bildiğimiz zannettiğimiz olayların ve mekanizmalara yakından baktığımızda görebiliriz. Tabii ki “görmek”te gözümüz varsa.
Dünya sistemi Dünya savaşları mekanizması yoluyla kundaklama işini “global” düzeye ulaştırılarak paranın ve de para düzeninin sistem haline gelerek önündeki gerek imparatorluk gerekse milli inisiyatif ihtimallerini gerekse de hesabını görebilecekleri tasfiyeyi amaçlamıştır. Dünyaya bir şekilde hakim olan iktidar sahipleri bu dönemleri ve ortaya çıkan yan etkileri kurgulamak ve imha etmek üzere güçlerini harekete geçirirler. Sistem “herkesin ve her şeyin bir fiyatı vardır” sözünün edilmediği bir ortama tahammülü yoktur.
Bu manada Pax dönemleri egemen güç tarafından dizginlerin sağlamca elde tutulduğunun düşünüldüğü dönemleri ifade eder. Bu kavram modern çağlarda ortaya çıkmakla birlikte kendine referans olarak Roma hükümranlığını almıştır. Bu şekilde Pax kavramı; Yunan mitolojisinde Eirene (İrini) isimli barış tanrıçasının müadili olarak Roman mitolojisinde “Pax” adı verilen ve heykellerinde zeytin dallarıyla tasvir edilen barış tanrıçasından mülhem barış’ı (peace) ifade eder. Tamamiyle batı dünyasının putperest zihninin bir ürünüdür. Zaten yunan ve Roma mitolojileri entrika ve mücadelelerinin tasviri üzerine kuruludur. Bu manada “Pax –; Eirene” aktörlerden biridir. Karşısında Roma mitolojisinde “Mars” Yunan mitolojisinde ise “Ares” adını taşıyan “Savaş Tanrısı” yer alır. Yine kavram önceleri ticaret ve ticaret yolları üzerindeki hâkimiyeti ifade ederken; kapitalizmin mutlak hükümranlığının teminini sağlayan düzeni ifade ettiğini gözlemlemekteyiz.
“Pax Romana” kavramı Roma İmparatorluğu'nun uzun soluklu barış dönemini ifade için kullanılır. Pax Romana (Roma Barışı) döneminde 5 milyon kilometrekarelik bir alan üzerinde hâkimiyet sözkonusudur. Zaten o dönemde tüm yollar Roma’ya çıkmaktadır. “Omnes viae Romam ducunt - Omnibus viis Romam pervenitur” Not: Bu yolların Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’daki kısımları biz Türkler tarafından battal (iptal edilmiş, kullanılmaz) kılınmıştır. Bu topraklarda Türklerle birlikte bütün yollar Roma’ya çıkmamaktadır. Bu kavram (concept) ilk olarak İngiliz tarihçi Edward Gibbon’ın 1776-1788 yılları arasında yayınlanmış olan 6 ciltlik ünlü eseri The Decline and Fall of the Roman Empire (Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve çöküş Tarihi) eserinde kullanılmıştır. Pax Romana kavramından türetilerek Pax Sinica (çin Barışı) (Mö 206 - MS 1644), Pax Mongolica (1200-1400), Pax Ottomana (1500-1700), Pax Hispanica (1598-1621), Pax Britannica (1815-1914), Pax Americana (1945-Günümüz) şeklinde dönemlerinden bahsedilir. Ancak Pax Romana, Pax Britannica, Pax Americana dönemleri kavramın karakterini ortaya koyar.
Pax Romana (Roma Barışı) döneminde Roma yönetimi altında, aralarında kavga eden liderlerin ve eyaletlerin, bazen özellikle sert bir şekilde, barıştırılmasından çıkmıştır. Bu dönemde Roma'da ticaret korsanlar tarafından engellenmeden ya da düşman kuvvetleri tarafında yağmalanmadan yapılabilmiştir. Güç ve düzen sağlayıcılığının tek elde tutuluşunu ifade eder.
“Pax Britannica” (İngiliz Barışı) (1815-1914) 1815 Waterloo Savaşı'ndan sonraki rakipsiz kalan İngiliz emperyalizminden denizaşırı İngiliz yayılmasına kadar giden ve 1. Dünya savaşının çıkış tarihi olan 1914 yılına kadar olan döneme atfedilir. Terim, bu dönemde Avrupa'da oluşan görece barış ve İngiliz İmparatorluğunun önemli deniz ticaret yollarını kontrol etmesini ve karşı konulamayan deniz gücünün keyfini çıkarmasını kapsar. Ancak Pax Britannica yürüyüşünde yalnız değildir. “You'll never walk alone.” Yanında kapı gibi Rothschild'ler vardır.
1815 yılı birçok yönden kritiktir. 1815 tarihli Waterloo Savaşı Napolyon Bonaparte’nin son savaşı olmuştur. Bu savaşta İngilizlerin yenilmesi Londra borsasında dahi beklenmektedir. 1815'te, Waterloo savaşı sırasında, spekülatörlerin gözü, kimin kazanacağını tahmin edebilmek için, Rothschild'lerin üzerindedir. Savaşın bitmesine yakın bir zamanda, Rothschild'ler ellerindeki hisse senetlerini satmaya başlarlar. Bu savaşı Napolyon'un kazandığı, yani Avrupa'nın kaybettiği şeklinde yorumlanır ve panik satışları başlar. Herkes aynı anda satışa geçtiği için fiyatlar oldukça düşer. Rotschild'ler düşük fiyattan tüm senetleri alırlar. Napolyon savaşı kaybeder, Rotschild'ler bütün piyasayı ele geçirirler. Rotschild'ler kurmuş olduğu erken istihbarat ağı aracılığıyla savaşı İngilizlerin kazandığını herkesten önce öğrendiği için bu oyunu oynayabilmiştir. Bu tarihten sonra İngiliz ekonomisi yanında nerdeyse tüm dünya ekonomisi bu banker ailenin eline geçmiştir. Fransa bu tarihten sonra 1789 yılında kaybettiği milli odağını tekrar ele geçirebilme imkânını kaybetmiş ve ekonomik hayatiyetini İngiltere’nin bir alt basamağında ona bağlı olarak devam ettirmek zorunda kalmıştır. Bu durum bugüne kadar da değişmiş değildir. ünlü Alman tarihçi Werner Sombart, “1820 sonrası dönem Rothschildler’in çağı olarak bilinir” diyor. Yine tarihçi John Reeves ise “Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschildler'in yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki, bir anlamda Avrupa’nın diktatörleri oldular” demekten kendini alamıyor. Osmanlı Devleti'ne bu aile tarafından £600,000 borç dahi verilmiştir. Aslında Pax Britannica bu ailenin kontrolünde kapitalizmin serpilmesinin adıdır. Sonrasında Pax Americana’ya dönüşürken ana gövde varlığını daha da güçlendirerek sürdürmüştür.
Bu dönemde ticari, siyasi ve askeri hegemonya tüm dünyaya dayatılmış esasında ilk globalleşme bu suretle başarılmıştır. Bu dönemde bir “şark meselesi” (eastern question) ilginçtir 1815 Viyana Konferansında çar Alexandre tarafından ilk kez dile getirilmiştir. Avrupa’nın hasta adamı olarak görülen Türklere bir Deniz Ticaret Anlaşması ve bir Tanzimat düzeni kakalanmıştır. Bu iki düzenleme Osmanlı’nın mezarını kendisinin kazması anlamına gelmektedir. Aynı güç Osmanlı’yı Kırım harbine sokmuş, sonrasında büyük ekonomik çöküntünün ve yabancı sermayenin ve bankaların tüm bölgeyi ele geçirmesi ile sonuçlarını almıştır. Osmanlı Bankası, 1856'da kurulan İngiliz sermayeli Bank-ı Osmani (Ottoman Bank) ile 1862 istikrazını üstlenen Rothschild eşit ortaklığıyla, 1863'te İstanbul'da “Bank-ı Osmani-i Şahane” adıyla kurulan bankadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun malî krize girmesi sonucunda, banka bu duruma çare olarak görülen Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin 1881'deki kuruluşunda etkin rol almıştır. Osmanlı bankası Osmanlı kalktıktan sonra bile varlığını 2001 yılına kadar sürdürebilmiştir.
Pax Britannica dönemlerinde çin ve Hindistan bilhassa talan edilmiştir. çin’in afyonu yasaklaması karşısında meşhur Afyon Savaşları (Opium Wars) sonunda çin’e diz çöktürülmüştür. Bu yapılırken İngiliz kraliyet ailesini çin'le savaşa ikna etmeyi başaran Lord Rothschild, finans için de söz vermişti. Bunun karşılığını “afyon savaşı”nın ardından, 1839 yılında aile Hong Kong'un kontrolünü ödül olarak kendine aldı. Rothschildler 1865 yılında burada kurdukları HSBC “Hong Kong Shangai Banking Corporation” aracılığıyla para baronluğunun tescillenmesini sağlamıştır. Rothschildler her dönemde ve özellikle savaşta bir şekilde her taşın altından çıkıyordu. Rothschildlerden bahsetmek başlı başına bir uzmanlık alanı olsa gerektir.
Rothschildlerin desteğini yanına alan ve Sanayi devrimini (Industrial Revolution) 18. asrın sonlarına doğru gerçekleştiren İngiltere (Britanya) bu gelişmesinin neticesinde büyük bir ticari ve askeri kompleks kurmayı başarmıştı. Yine bu dönemde İngiltere denizaşırı ticarete hâkimdi ve gayri resmi sömürgecilik stratejisi olarak, çin gibi piyasaları doğrudan sömürge yönetimi kurmadan kontrol ediyordu. İngiltere aynı zamanda denizlerin ötesine gitti ve Evrensel Posta Sistemi'ni geliştirmiştir. Ancak Pax Britannica, Viyana Kongresi'nde tesis edilen kıta düzeninin bozulması ve İtalya ve Almanya'nın birliklerinin kurulması, Almanya ve Birleşik Devletler'in endüstrileşmesinin ardından İngiliz hâkimiyeti zayıfladı. 6 ay gibi kısa bir sürede sonuç alınacağı düşünülen 1. Dünya Savaşı’nın uzaması dünyanın tek süper gücü sayılan İngiltere’yi dahi yıpratınca Pax Britannica döneminin 1914 yılında sona erdiği kabul olundu.
Pax Americana (Amerikan Barışı) (1945- ) II. Dünya Savaşı'nın ardından 1945'den günümüze kadar batı dünyasında süre gelen ve ABD’nin dünyanın en büyük askeri ve diplomatik gücü olduğu döneme rastlayan görece barış dönemini tanımlamak için kullanılan terimdir. İngiltere’nin Amerika ile olan ilişkisi için, “Amerika, Roma'sının Yunan atası” şeklinde benzerlik hep kurulagelmiştir. İngiliz egemenliği sırasında Amerika, İngiltere ile aralarında “özel ilişki” olarak bilinen sıkı bağlar geliştirdi. İki millet arasında birçok ortak payda (dil ve tarih gibi) onları müttefikliğe sevketti. Birçok gözlemci zaten Pax Americana’nın kısmen çöken Pax Britannica’nın parçalarından oluştuğunu belirtir.
Bu şekliyle kavram Birleşik Devletlerine İngiliz İmparatorluğu'nun ardından askeri ve diplomatik olarak Pax Britannica’nın mirasçısı olarak modern zamanların Roma İmparatorluğu rolünü ABD’ye yükler. Bu şekilde barışla kastedilen tek şey askeri, tarımsal, ticari ve üretimsel gelişmeler üzerindeki tahakkümdür. Pax Americana kısmen Birleşik Devletlerin doğrudan müdahaleleriyle ama önemli olarak daha fazla Amerikan sermayesi ve diplomasisi tarafından desteklenen uluslararası kurumlar vasıtasıyla vücuda getirilmiştir. Zaten dünyadaki en büyük ekonomi olarak, Birleşik Devletler II. Dünya Savaşını, neredeyse hiç zarar görmeyen etkin altyapısı ve çok güçlü Silahlı Kuvvetler'iyle sona erdirmiştir. 1945’ten sonra varlığı inkar edilemez olan Pax Americana’nın merkezi New York’tur. Esasında 1944 yılında her şey belli olmuştur. Bu nedenle Bretton Woods Para ve Finans konferansında (Bretton Woods Conference) Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Keynes’in tabiriyle Britanya artık “uluslararası orkestranın şefi” değildir. Sonucu itibarı ile Birleşik krallığın dünya üstündeki hegemonyasını bitiren ve bu görevi ABD’ye veren ekonomik istişare ve devir teslim toplantısıdır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına (dolarizasyon) karar verilmiştir. Bu anlaşmanın sonucu olarak Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası gibi organizasyonlar kurulmuştur. Yine 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler’in de (United Nations) merkezi New York’tur. 1945’te kurulan Uluslararası Para Fonu yani IMF (International Monetary Fund) ve Dünya Bankası’nın (The World Bank) merkezleri ise bu kez Washington, D.C’dir. 1945 yılında Yalta (şimdi Ukrayna sınırları içerisindedir) şehrinde Churchill (Birleşik Krallık Başbakanı), Roosevelt (Amerika Birleşik Devletleri Devlet Başkanı) ve Stalin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri) olmak üzere “üç Büyük” (Big Three)'ün katıldığı konferansla uluslararası düzenek daha savaş bitmeden kuruluyordu. Daha sonrası manivelası birilerinin elinde olan bir nevi danışıklı”Pax americana et sovietica” dönemi yaşatılıyordu. Hatta bu dönemde uzay savaşları yaşandığı iddia ediliyordu. ABD aya yak bastığı yalanını 1967 yılında vizyona koyuyordu. Tam bir sahtekârlık olan gösteri, birçok mantık ve fiziki hatalar içeriyordu. Bir de 45 yıldır bu iddiaları yalanlamak adına dahi olsa neden aya ayak basılmadığı sorusu bile durumu izah ediyor. Tam bir göz bağcılık.
Bu dönem boyunca, büyük batılı devletlerin kendi aralarında (1947'den 1991'e kadar süren soğuk savaşa rağmen) herhangi bir silahlı çatışmanın çıkmadığı, lokal huzursuzlukların (Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Falkland Savaşı (İngiltere), Afganistan Savaşı ve Irak Savaşı gibi) bulunduğu ve barış düzeninin casusluk ve çeşitli bölgelerde gizli harekatlarla korunduğunu iddia edilir. Ancak bu dönem bağrında adı konmamış ve saklanmış III. ve IV. Dünya savaşlarını barındırır.
III. ve IV. Dünya Savaşları da nereden çıktı. Daha doğrusu neden çıkartıldılar. Şöyle ki I. Dünya Savaşı, dünya sisteminin önündeki paradan başka şeylerde var diyen büyük birimleri ortadan kaldırmak için planlandı. Bunun için Rus çarlığı, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu ve Osmanlı tarihe gömüldü. II. Dünya Savaşında ise muhtemel milli inisiyatiflerin kendi başına bir şey yapabilme ihtimallerine karşı; sistem tarafından kendi ürettiği veya üremesine göz yumduğu örneklemelerle bu ihtimallerinin sonunun hüsran olacağını cümle âleme gösterilmek suretiyle halledilmiş oldu. III. Dünya Savaşı nasıl oldu diye sorarsanız. Sömürgecilik döneminden alacaklı olacağını düşündükleri sömürülmüş, talan edilmiş ve katledilmiş 3. Dünyanın üyesi sayılan toplumların sistemden intikam alamaz hale getirildiği bir dönem yaşandı. IV. Dünya Savaşı ise dünyadan İslam’ın politik ve bütüncül duruşunu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir şeydi ve neredeyse başardılar. Dünya Savaşlarına yakından bakarsak:
I. Dünya Savaşı’na giden yolda Fransızların ticaret kapitalizmini, İngilizlerin (Britanyalılar demek daha yakışık alır) birinci sanayi devrimini, Almanların millet olma sürecini, ABD’lilerin ikinci sanayi devrimini kendi bünyeleri içinde nihayete erdirdiklerini görürüz. Almanların atılım ve birlik yolundaki başarıları, “Weltpolitik” ve “drang nach osten” politikaları dünya sistemi sahiplerini endişeye sokuyordu. İlginçtir 1914 yılında The Rothschild’ler 3 büyük haber ajansını kontrolü altına alıyordu. Wolff (Almanya), Reuters (İngiltere), Havas (Fransa). Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda Franz Ferdinand, 1914'de imparator olmayı bekliyordu. Franz Ferdinand'ın, sadece imparatorların giyebileceği kuşak ve nişanlarla bezenmiş resmi portresi bile hazırdı. Hayalinde “Büyük Avusturya Birleşmiş Devletleri”ni kurmak vardı. Almanya İmparatorluğunda ise 1914 öncesi dünyaya ilham kaynağı olacak şekilde modern bir devlet olmuştu. Almanya, 15 yıl önce bir imparatorluk kurmaya çalıştığını belli etmişti. Aynı zamanda bir Alman amirali olan Kayzer, ülkesini 20.yüzyıla dünya çapında bir donanma kurarak taşımıştı. “Weltpolitik” önemli bir tasarıydı; denizaşırı emperyalizm politikası birilerini kaygılandırıyordu. “Almanların, karaları bir komşusuna, denizleri diğer komşusuna bırakıp kendisine sadece gökyüzünü ayırdığı günler sona erdi. Kimseyi gölgede bırakmak istemiyoruz ama artık biz de güneşteki yerimizi istiyoruz” sözü sarf ediliyordu. Tüm bunlar dikkatleri üzerine çekiyordu. Bu yüzden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand Saraybosna ziyareti sırasında suikast sonucu öldürüldü. Kendileri için tehlikeli görülen gelişmeler önlenmek isteniliyordu. Bir suikastin dünya savaşı haline gelmesi için olabilecek tüm anormal şeyler üst üste meydana geliyordu. Eğer bu zincirleme anormalliklerden birisi olmasa savaş bu boyuta çıkmayacaktı. Ama bu işin görünen kısmıydı. Bir kere savaş planlanmıştı. Bir kere 1913 yılının son günlerinde 23.12.1913 –; Noel günü bir oldubittiyle ABD’de Federal Reserve Sistemi ile tüm ABD ekonomisi bir gurup ailenin eline geçiyordu. Hatta savaşın ilanı üzerine filozof Ludwig Wittgenstein, “Savaş hayatımı kurtardı, savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum.” diyor ve derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü olarak yazılıyordu. Ancak ilginçtir Hitler’in anlaşamadığı sınıf arkadaşı olan Ludwig Wittgenstein II. Dünya savaşında İngilizlerle birlikte çalışarak Alman şifrelerinin çözülmesini temin ederek Hitler’e en büyük darbeyi vuruyordu. Anlaşılan savaş birilerine yaşama amacı ve alanı temin ediyordu.
Savaş içine topraklarının üçte birini talihsiz savaşlarda kaybeden, meteliksiz ve çökmenin eşiğinde olan Avrupa'nın hasta adamı kabul edilen ve 1909 yılında iplerini dünya sistemine kaptıran Osmanlı İmparatorluğunu da içine alıyordu. Ayaklar altında kalmamak için bir şekilde Almanların yanına yanaşmak zorunda kalan Osmanlı Göben ve Breslau'nun kılavuzluğunda savaşa dâhil oluyordu.
Aslında savaşta Alman tarafı büyük bir zaafa uğramıştı. Şöyle ki; Alman mesajları İngilizlerin en gizli departmanlarından birinde çalışan şifre çözücü bir gruba iletiliyordu. Bu grupta her türden adam vardı. Geleneksel Alman edebiyatını bilen kişilerdi. Bu kişilere ele geçirilen şifre kitabı verilince her şey Almanların aleyhine dönmüştü. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı'nda İngilizler Alman Enigma şifreleri kırılacaktı. İşin kötü tarafı şifrelerin kırıldığından Almanlar haberdar olamayacaktı. Almanlar aslında her iki savaşta da baştan yenik düşecekleri bir kumpasa mı düşürülmüştü.
Diğer yandan I. Dünya savaşı sırasında ABD’nin ve ABD halkının durumu ilginçlik arz ediyordu. Ama I. Dünya savaşı esnasında 8 milyon Amerikalının annesi-babası, büyükanne veya büyükbabası Almandı. çoğu Savaş patladığında binlerce Amerikan vatandaşı Alman ordusuna katılmaya dahi çalışmıştı. Amerika ekonomik patlamanın keyfini sürüyordu. İngiltere savaş bütçesinin yarısını Amerika'da harcamıştı. Bethlehem çelik gibi şirketlerin işi başından aşkındı. Savaştan önce yaptıkları karı 6'ya katlamışlardı. Almanya diğer iyi müşteriydi. Hatta savaş çıktıktan sonra Amerika’yı ziyaret eden Deutschland gemisinin mürettabatı kahramanlar gibi karşılanıyordu. Peki ne oldu da Almanlara gönülden bağlı bir halk 1917 yılında onlara karşı savaşa girdi. Tabî ki; planlanmış tezgâhlar sonucunda. önce 1915 yılında dünyanın en büyük gemisi olan Lusitania tek bir torpille vuruluyordu. Almanlara yüklenen saldırı sonucu 128'i Amerikalı olmak üzere 1.200 kişi öldü. İngiltere propagandası öfkeyi tahrik etse de Buna rağmen ABD savaşa giremiyordu. ABD Başkanı Woodrow Wilson bile Almanya'yı “dünyanın kudurmuş köpeği” olarak ilan etmişti. Lusitania'nın batırılması feci bir olaydı ama uzaktaki bir savaşa katılarak daha fazla hayatı ve ticari karı heba etmek için yeterli bir sebep gibi görünmedi. Ama hiçbir şey New York borsasında işlemlerin devam etmesine engel olamadı. Almanya bir muharebeyi kazandığında müttefik hisseleri düşüyordu. İngiltere kazandığın hisseler artıyordu. Amerikalı yatırımcılar savaş üzerine oynuyorlardı. İngiltere Kabine Bakanı David Lloyd George'a göre savaşla banka arasında direkt bir bağlantı vardı. Başarı, kredi demektir. Finansörler başarılı bir şirkete kredi vermekte asla tereddüt etmezler. Fransa ve Rusya, savaşı İngiltere'ye borçlanarak finanse ettiler. İngilizler ise Wall Street'te ki bankerleri JP Morgan aracılığıyla Amerikan borsasından para topladılar. Para, Amerika'dan teçhizat almak için harcandı. Amerika'da savaşı finanse etmek için toplanan paranın yüzde 99'u müttefiklere gitti. Bu durum birçok Almanı, Amerika'nın tarafsızlığı konusunda kaygılandırıyordu. 1916'nın sonuna gelindiğinde Amerika o kadar fazla borç vermişti ki Merkez Bankası İngiltere üzerine büyük oynayanları uyarmak zorunda kaldı. Şayet müttefikler kaybederse paralarını geri alamayabilirlerdi. Bir hafta içinde müttefik hisselerinde batan 1 milyar dolar Amerika'nın yanlış tarafa mı oynadığı gibi düşünceler yaratabilirdi. Bu arada Almanya Aralık 1916'ta kazandıklarını elinde tutacağına inanarak müttefiklere barış bildirisi yayınladı. Paris'te buluşan İngiliz ve Fransız liderler öneriyi red ettiler.
Kritik “1917” yılına gelinmişti: 1915’de çanakkale’de ummadıkları dirençle karşılaşan ittifak güçleri; 1917 yılında Rusya’da rejim değişikliği ve Rusya’nın savaştan çekilmesi nedeniyle riskli duruma gelmişlerdi. (İsviçre’de bulunan Lenin Rusya’da gerçekleşen devrimin üstüne konmak için Almanlar’la anlaşması gereği diğer Bolşeviklerle beraber 10 Nisan 1917'de Almanya'ya gitmek için trene bindiler. Rakip sosyalistler ''Yolculuğun parasını Kayzer ödüyor'' diye alay dahi ettiler. ''Alman casusları olarak asılacaksınız'' denilmesi üzerine Lenin “İstediğiniz kadar dalga geçin, Biz Bolşevikler kartları karacağız ve oyunuzu bozacağız.” diyerek bindirildiği mühürlü tren vagonu ile Rusya’ya gidiyordu. Bu şekilde çarlık Rusya’sı yerini Sovyetler Birliği’ne bıraktığı zaman o ülkede yapısal bir değişim gerçekleşiyordu. çünkü 1917’de o topraklar artık Rusya’ya ait olmayan, daha doğrusu mahreci Rusya’da bulunmayan bir gücün yönetimi altına giriyordu.)
Bu durumda ittifak güçlerine ABD’nin askeri desteği gerekiyordu. 19. asırdan kalan “Monroe Doktrini” çerçevesinde Avrupa’nın sorunlarından uzak kalmaya çalışan ABD halkını ikna etmek için başka bir şey daha gerekiyordu. Aranan darbe Almanlar tarafından Meksika Hükümetine gönderilen telgrafta Almanya'nın, Meksika'nın Amerika'yı işgal planı özetleniyordu. Plan aptalcaydı. Meksika devrimin ortasındaydı. Amerikan birlikleri zaten sınırdaki haydutlarla uğraşıyordu. Meksika hükümeti kesinlikle daha fazla bela istemiyordu. Ama Almanya'nın teklifi İngiltere için bir lütuftu. Sonuçta 6 Nisan 1917'de Amerika, Almanya'ya savaş ilan ediyordu. Bu şekilde savaşın seyri değişiyordu. Yine 1917 yılında Yunanistan da bir iç darbe sonucunda müttefikler yanında savaşa dahil oluyordu.
1917 de yine çok öneme haiz olan “Balfour Deklerasyonu” yayınlanmıştır. Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild'e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson, Ekim 1918 ayında deklerasyonu desteklediklerini açıklamıştır.
Bu arada 1916 yılında düşen Mekke-i Şerif’in ardından 1917 yılında Bağdat, Gazze ve Kudüs düştü. Buna karşılık Medine şanlı müdafaasını 1919 yılına kadar sürdürebiliyordu. Diğer cephelerde mağlubiyetler alan Osmanlı I. Dünya Savaşı'nı kaybetti; Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı ve antlaşma hükümlerine göre Osmanlı Orduları terhis edilmeye başlandı. Antlaşma haberi Medine'ye de gönderildi ve Fahrettin Paşa'ya ordusuyla birlikte en yakın İngiliz birliğine teslim olması emredildi. Ancak Fahrettin Paşa emri yerine getirmedi ve direnmeye devam etme kararı aldı. Yinelenen emirlere rağmen garnizon antlaşmadan sonraki 3 ay boyunca direndi. Türk askerlerinin bu umursamaz tavrı İngiltere'yi sinirlendirmiş, askerleri ikna edemeyen İstanbul'daki hükümet devrilmiş ve “Ahmet Tevfik Paşa” kabinesini kurulmuştur. Bizzat padişah araya girerek Medine'deki Türk kuvvetlerini şehri teslim etmeye güç bela ikna edebilmiştir. Fahrettin Paşa 10 Ocak 1919'da Medine'yi teslim etmiştir. Böylece Medine'deki Osmanlı garnizonu, silah bırakan son ittifak devletleri muharip birliği oldu ve I. Dünya Savaşı fiilen sona erdi. Bu suretle Şerif Hüseyin'in 1916'da İngiliz desteğiyle isyan ederek Medine'yi hedef alması üzerine başlayıp, 2 yıl 7 ay sürmüş oldu. Bu suretle aslında 1. Dünya savaşı fiilen ancak 10 Ocak 1919'da bitmiştir.
II. Dünya Savaşı’na bakalım. Acaba milletler için “Paris-Londra-Amsterdam” üçgeninde ihdas edilen sermaye hegemonyasının dışında bir hayat sahası açılabilir miydi? Bu sorunun cevabı II. Dünya savaşı yolu ile kapitalizmin bizzat kendisi lisân-ı hal ile bu soruyu cevapladı. Dünyanın büyük sermaye gücü Hitler'i ve Mussolini'yi ezdi. İşte bu savaşta inanılmaz gelişme ve komplolarla doludur. Ünlü İngiliz tarihçi A. J. P. Taylor savaşı Doğu Asya’daki çin-Japon Savaşı (7 Temmuz 1937- 9 Eylül 1945) ve Avrupa’daki İkinci Avrupa Savaşı olarak ikiye ayırır. Genel kabul olarak savaşın başladığı tarih olarak Almanya'nın Polonya'yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 kabul görür. Başlangıçta “Germano-Sovyet Paktı” gereği Almanya ile Sovyetler uzlaşma halindedir. Daha sonradan Alman- Sovyet paktı bozulur. Sovyetler özellikle ABD yardımlarıyla direnmeye çalışır. Bunun yanında ABD savaşa yine geç girecektir. II. dünya savaşında Amerikan bankalarının ve şirketlerinin parmaklarının her iki tarafta da bulunduğunu ortaya çıkmıştır. Amerikan tersaneleri her gün imal ettiği gemilerden birini suya indirmektedir, az zaman içerisinde savaş sanayi, ABD’yi bir süper güç haline dönüştürmüştür. Yine bir planla savaşa dâhil olacaktır. Bu da Japonya tarafından Pearl Harbor'a saldırı yapıldığı iddiası sonucu kesin olarak savaşa girmiştir. Oysaki Pearl Harbor’un bir tezgâh olduğu hem de Japonlara benzeyen Korelilerin uçaklara zorla zincirlendikleri ortaya çıkacaktır. Ancak bombalama görüntüleri Amerikan halkını şok edecek, onlar da artık ülkenin savaşa girişine karşı durmayacaktı. Tezgâh şuradan da belliydi ki; Japon güçleri Hawaii'de ne çıkarma yaptı ne de Pearl Harbour'ı aldı. Amerikan Filosu'nun bir kısmını batırmışlardı ama sadece, artık modası geçmiş savaş gemilerini. Deniz savaşlarında zaferin anahtarı uçak gemileri olacaktı ve Pearl Harbour üssünde konuşlu olması gereken üç uçak gemisi orada değildi. Hepsi de denize açılmışlardı ve öylece, mucizevî(?) bir şekilde, sağlam kaldılar. Ertesi gün, ABD başkanı Roosevelt, ilk iş olarak Kongreye gider. Konuşmasında “Dün, 7 Aralık 1941; alçaklıkla hatırlanacak bir tarihtir. Amerika Birleşik Devletleri'ne ani ve kastî biçimde saldırılmıştır. Bu planlı ve kasıtlı istilanın üstesinden gelmek ne kadar uzun sürerse sürsün; Amerikan halkı, hakperestliğinden doğan kudretiyle mutlak zaferi kazanacaktır.” diyecektir. Tanıdık geldi mi?
Bundan sonra Amerika Birleşik Devletleri, artık Sovyetler Birliği'ne devasa miktarlarda yardım sağlamaktadır. 1944 yılında artık Amerikan birlikleri savaşta başrolü üstlenmiştir. 6.6.1944 tarihinde Normandiya çıkarması yapılır. Ancak ilerleme hızlı olmaz. Almanlar savaşta akıl almaz bir saldırıya maruz kalmaktadır. Gündüz Amerikan ve gece İngiliz bombardıman uçakları “halı bombardımanı”yla Alman şehirlerini yerle bir etmektedir. Amerikan uçakları, 1,4 milyon ton bomba bırakmıştır. Almanya'nın savaş gücünün arkasındaki “sanayi ve insan potansiyelini yok etmek” amacında olan Müttefik bombardımanları yaklaşık “600.000” Almanın ölümüne ve yedi milyondan fazla evsize neden olur. Müttefiklerce gece gündüz sürdürülen halı bombardımanı Alman kentlerini yerle bir etmeye devam etmiş ve müttefik bombardıman uçakları Reich'ın en büyük sanayi şehri Dresden’i yok etmiştir. Fosfor bombaları içinde tahmini 25.000 kişinin yanarak öldüğü bir “yangın tayfunu” yaratır. Şehir, 7 gün boyunca alevlerle parlamaya devam eder. Churchill bu durum için şöyle demişti: “Alman halkına, insanoğlunun üzerine yağdırmış olduğu ızdırapların daha keskin bir dozunu tattırıp yudumlatacağız”. Bu arada büyük (?) bilim adamı Einstein, ABD başkanı Roosevelt'i, Almanlardan öne geçmenin önemi konusunda bizzat uyarmıştı. Büyük fonlar sağlandı ve bilim adamlarından oluşan bir ekip, ilk atom bombasını gizlice çalışmaya gitti. Atomu parçalamayı mümkün kılan bir metali, uranyumu kullanan bir bomba. Tarihin o güne kadar ki en büyük bombanın hedefi Berlin’di. Ama bu ilk atom bombası, Almanya için zamanında bitirilemeyecektir. Sovyetler Birliği ve Polonya kuvvetlerinin Berlin’i ele geçirmesini takip eden Almanya'nın 8 Mayıs 1945'de koşulsuz teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş sona erdi. 1945 yılında Alman kadınların içine düştükleri durum şudur: “Beni yakalayıp yere savurdular. Kafamı çarparak merdivenlere uzanıyorum. Diğerleri iç çamaşırlarımı çıkarırken askerlerden birinin nöbet tuttuğunu görüyorum ve biri vahşice üzerime yükleniyor. Ama yine de diyecektik ki başınızın üzerinde bir Amerikalı olmasındansa karnınızın üstünde bir Rus olması daha iyi”. Alman kadın, şehrini harabe haline getirene kadar döven Müttefik bombardıman uçaklarını kastediyordu.
Almanya artık halledilmiştir: ancak Japonya henüz düşmemiştir. İnsanoğlu Dresden'de kullanılan fosfordan bile daha gaddar bir şey icat etmiştir: Napalm, benzinle karıştırılmış yanıcı jöle. 1.700 ton napalm ahşap ve kâğıttan yapılı küçük evlerin üzerine bırakıldı. Bir milyondan fazla kişiyi evsiz bırakan ve 80.000 kişiyi öldüren bu saldırı Tokyo’da 9 Mart 1945’de yapılıyor. Daha atom bombasına gelinmedi bile. Temmuz 1945'e gelindiğinde ise Avrupa'daki savaş artık sona ermişti. Nazi Almanya'sı bozguna uğratılmıştı. Ama Pasifik'te, Japonya ile olan savaş bütün hızı ile devam ediyordu. Japonya'nın asıl askeri gücü, henüz mağlup edilmemiş bir bütün halindeydi. Amerikalılar, Japonlar'a boyun eğdirmek için yangın bombaları kullanmış şehirler birbiri ardına moloz yığınlarına dönüşmüştü ama Japonya, teslim olmayı hâlâ reddediyordu. üzerinde “Enola Gay” yazan bir B-29 uçağı “küçük çocuk” (Little Boy) adını taşıyan bombayı 6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroshima’ya atıyor. Tarihin ilk 2 nükleer bombası bir saniyede 100.000'in üzerinde insanı öldürür.
9 Ağustos 1945 tarihinde bu kez Nagasaki şehrine atom bombası atması olayıdır. İlk bomba atıldıktan 3 gün sonra, “Şişko Adam” (Fat Man) isimli bomba ile ikinci katliam gerçekleştirdi. Bu atom bombasıyla Nagasaki'nin toplam nüfusu yaklaşık 240.000 kişi içinde ilk anda 74.000 kişi hayatını kaybediyordu. Savaş bitirilmişti. Sonuçta “Pan-Amerikanizm” aşamasına varılmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte beynelmilel sermaye milletleri yere serdi, hatta ezdi. Böylelikle devletlerin şirketlerle bağlantıları siyasi ilişkilerdeki omurgayı teşkil edebilecek vasfı kazandı. Avrupa bile bu durumdan nasibini fazlasıyla aldı. Yeni bir döneme yeni düzeneklerle giriliyordu.
III. Dünya Savaşı ile ise yüzyıllarca sömürülenlerin kendilerini bir daha toparlayamayacakları bir vaziyete raptedilmesiyle sonuçlandığı bir dönem yaşanmıştır. önce az gelişmiş ülkeler denilirken ve 3. Dünya ülkeleri denilirken artık gelişmekte olan ülkeler (çoğu zman ekonomiler) terimi kullanılmaya başlandı. Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. II. Dünya Savaşı sonunda merkezi ABD'ye taşınan sermaye hegemonyasının dışında bir hayat sahası bırakılmayarak Sermayenin ateşli silâhları Stalin'i ve Mao'yu ihtiyacı olan atış tatbikatında bir nişangâh olarak kullandı. Dünya sermayesinin kurtlar sofrasında Nehru-Nâsır-Tito üçlüsünün heves ettiği “tarafsızlar bloku” bütün menhûs manipülasyonların bahanesi haline sokuldu. 1947 yılında Nazi Almanya’sından transfer edilen istihbaratçıların üzerine CIA kuruldu. Soğuk savaş icat olundu. NATO’nun kuruluşu ve onlarca savaş (Kore, Vietnam, Süveyş, Arap-İsrail gibi savaşlar, krizler, darbeler, askeri, ekonomik operasyonlar, uzay yarışları, bağımsızlığını kazandığını zanneden sömürgelerin sisteme gönüllü köleler haline getirilmesi gibi büyük bir istihbarata sahip “Military–;industrial–;media complex”i kuruldu. Artık yerküre üzerinde sistemin değirmenine su taşımaksızın günlük ekmeğini kazanabilen bir toplumsal işleyişten iz ve eser kalmamıştı. Bu savaş da bitmişti.
IV. Dünya Savaşı ile dünyadan İslâm’ın politik ve bütüncül duruşunun ortadan kaldırılması istikametinde büyük bir hazırlık yapılıyor. İslam karşısında ve hatta ayakları altında ezilmekten korkan Dünya Sistemi İslam hakikatinin üstünü örtebilmek için, zihinleri ve toprakları işgal ediyor. Genel Başkanımız İsmet Özel’in yıllar önce belirttiği gibi “1977 yılında ABD’de toplanan Siyonist kongre İsrail’in devlet olarak güvenliğinin, Ortadoğu’da milliyete ve mezhebe dayalı devletçikler kurulmasına bağlı olduğu kararına vardı. Bu bölünmenin de örnek alınacak şeklinin Osmanlı vilayet sisteminde bulunduğunu ikrar ettiler ve planın uygulamasını Saddam’ı Kuveyt’e saldırtanlar başlattı.” Bugün gelinen noktada planın tıkır tıkır işlediğini görmemek mümkün değil.
Aslında 1979 İran devrimi tezgâhıyla başlayan çalışmalar, 1. Körfez Savaşı, Yugoslavya’nın parçalanışı (Belgrad’ın bombalanması beynelmilel müdahalenin önünün açılması) tam bir tezgâh olan 11 Eylül 2001 saldırısının ardından Irak’ın ve Afganistan’ın işgali; BOP planı, Arap Baharı denilen düzenek ve Türkiye’de Siyasal İslam’ın hormonlanması ve patlamak üzere şişirilmesi suretiyle İslam’ın tasfiyesinin son merhalesine gelinmiştir. Türkiye’ye hem gâvur aklı, hem pax barışı hem de PKK anayasası dayatılmaktadır. Barışmak ve savaşmak sarkacının dışında kalmak suretiyle “cihad”ını yapmak zorunda olan Türk Milleti, Maide Suresi’nin 54. ayetinde mealen “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” şeklinde vahyeden Rabbine kulak vermelidir.
Mehmet Kendirci:
28 Şubat sürecinde Nasuhi Güngör Gaziantep’e geliyor. Diyorlar ki “Müslümanların üzerine gidiliyor, baskı var. Bunun sonu nereye varacak?” O da “Siz rahat olun, 2004’ün başbakanı, 2007’nin ise Cumhurbaşkanı Milli Görüşçü olacak” diyor. Tabii Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı dolayısıyla bir buçuk senelik yanılma payı oluştu. İstanbul’da üniversitede okurken Beyazıt’ta bir kapkaç olayına şahit oldum. Gencin biri yaşlı bir kadının çantasını alıp kaçtı. Tam insanlar kapkaççıyı kovalayacaklardı ki biri onu ağza alınmayacak küfürler ederek kovalamaya başladı. Hatta ben dedim ki “Şimdiye kadar onu mahvetmiştir!” Aslında onu kovalayan, kimse onu kovalamasın diye kovaladı. Ve gerçekten kimse de peşlerine düşmedi. Bir fıkra var. Vatikan’da Papa’nın katıldığı bir ayinde aşırı bir kalabalık varmış. Ayin yerinin çıkışında iki kişi oturup dileniyormuş. Biri bir kaldırımda, diğeri ise karşı kaldırımda. Biri göğsüne tabela asmış “Ben Hıristiyanım! Çok muhtacım! Bana yardım edin!” Diğeri de göğsüne şöyle bir tabela asmış: “Ben Yahudiyim! Çok muhtacım! Bana yardım edin!” Her çıkan Hıristiyan olduğu yazılı olana para veriyor, diğerine kimse para vermiyor. Oradan geçenlerden biri diyor ki “Bak karşıdaki gibi sen de Hıristiyan olduğunu yazsana, kimse sana para vermiyor böyle!” Bunun üzerine dilenci karşı kaldırımdakine sesleniyor: “Hey Solomon! Bak bu adam bize ticareti öğretiyor!” Bunlar da işlerini böyle yapıyorlar.
“İstemezük” demek ne anlama geliyor? Antep’e Fransızlar geldiğinde Anteplilere diyorlar ki “Biz buraya padişahınızın izni ile geldik.” Tabii Anteplilerin savaşması ne anlama geliyor, “Padişah izin vermiş olabilir ama biz vermiyoruz!” Bu önemlidir. Antep Harbi’nde Karayılan diye bilinen Molla Mehmet var. Binbeşyüz koyununu satarak yüz küsur atlıyla Antep’te kuşatmayı yararak şehre giriyor ve her cephede savaşıyor neredeyse. Kahraman oluyor. Antep’te o zengin diye bilinen insanlar şöyle diyorlar: “Bu adam Fransızlara bu şehri bırakmıyor, savaştan sonra bize de yedirmez. İyisi mi onu biz öldürelim.” önce bir yemeğe davet edip öldürme teşebbüsünde bulunuyorlar, oradan kurtuluyor. Sonra bir çatışma anında onların ayarladıkları bir adam tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Antep’e ilk geldiği zaman bunu öldürenlerden biri şöyle diyor: “Bu adam da nereden çıktı? Biz Fransızlarla bir şekilde anlaşabilirdik...” Tabii bir şekilde anlaşamıyorlar çünkü Fransızlar çekip gidiyor. Bu “Fransızlarla anlaşırdık” diyenler sonradan İstiklâl Madalyası da alıyorlar. Çünkü madalya için dört altın isteniyor. Diğer savaşanlarda dört altın nerede... Onlar “Madalya için mi savaştık?” diyorlar. Ama bunlar dört altını verip madalyalarını da alıyorlar. Az önce İsmet Bey’in söylediği gibi bunların kim oldukları açıklanmalı. Bunlar Antep’te bilinmeyen insanlar değiller. Türkiye’de de bilinmeyen insanlar değiller. Açıklanmıyor. Gaziantep’te bol parası olan bir vakıf gitti Fransa’dan 30 bin Euro karşılığında Antep dönemindeki arşivlerini istedi. Kopyalarını alıp tercüme ettirdiler. Kimler ne yapmış, kahraman diye bilinen bazıları, işbirlikçilik edenler, para alanlar, hepsi belli. Ama söylenmiyor.
Birecik’te bir akrabam vardı. Anlatıyor; ağabeyi gözleriyle görmüş. Fransızlar geldiğinde halkın bazıları savaşıyor Fransızlarla. Otuz küsur evliya mezarı olduğu söyleniyor Birecik’te. Bir sabah namazı sonrasında o kadar sayıda yeşil sarıklı atlarıyla Fransızlara hücum ediyor ve Fransızlar orayı terk ediyorlar. Bunu neden anlattım? Türkiye’de derin devlet var mı yok mı konusu var. Ben de merak ederdim. Bu ülkenin derinliğinde bir devlet var. Bundan kimler rahatsız? Naci Bostancı, mecliste çözüm süreci inceleme komisyonu başkanıymış. Komisyonun ilk toplantısında şöyle diyor: “Bu vatan toprağın altında yatanların değil üstünde yaşayanlarındır.” Yani şunu söylüyor, “Bunlar da olmasa biz bir şekilde anlaşacağız.” ama engel olarak bunları görüyorlar. Bunlar kim? Bakara Suresi’nden bir ayet meali okuyayım: “Hem onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiğinde ‘Biz ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar. Onlara: ‘Müslümanların inandığı gibi inanın.’ denilince, ‘Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?’ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir bilmezler. Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: ‘İnandık’ derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: ‘Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz’ derler. Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.”
“İstemezük” derken neyi istemeyeceğiz. Ben kütüphanecilik bölümü mezunuyum. İskenderiye kütüphanesini çok araştırmıştım. üniversitede bize öğretilen şuydu: “Bunu kimin yaptığı belli değil.” Avrupa’da “Müslümanlar yaptı” derler, Müslümanlar “Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyanlar yaptı” derler. Böyle belli olmayan bir şey. Ben Hz. Ömer’in kütüphane yaktırdığını biliyordum. Ama Genel Başkanımızdan bunun İskenderiye Kütüphanesi olduğunu öğrendim. İskenderiye Kütüphanesi yakıldığı zaman dünya, tarihinden kopuyor. Geçmişinden tamamen kopuyor. Geçmiş unutuluyor. Dünyanın neresinde yazılı bir bilgi varsa orada mutlaka bir kopyası oraya getiriliyormuş. Hz. Ömer’e, Mısır fethedildiğinde soruyorlar “Burada bir kütüphane var, ne yapacağız?” O da diyor ki “Kur’an’da olmayan şeyleri yakın!” Daha sonra kalanları da yakmalarını emrediyor, “çünkü bizim Kur’an’ımız var.” Ve hepsi yakılıyor. Mustafa Kemal İzmir’e Türk ordusu geldiğinde demiş ki “Hektor’un intikamını aldık!” Onun düşüncesine göre Türk ordusunun İzmir’e girişi Hektor’un intikamıysa, yazımızın elimizden alınması da İskenderiye Kütüphanesi’nin intikamıdır. İskenderiye’nin intikamı o şekilde alınmış oluyor.
Böyle konuşmaya gelmeden önce strese girerim. Sürekli düşünürüm, aklıma bir şey gelse o kalıbın dışına da çıkamam. Ama bazen Allah nasip eder bir rüya görürüm. Bu sabah da bir rüya gördüm. Yorumlayamadım ama anlatayım. İsmini de vereyim, hiç canlı görmemiştim, Mehmet Altan bir berber koltuğunda oturmuş, elinde bir gazete. Gazetenin manşetinde şu var. “Türkiye’nin Türkiye’den kurtarılması lazım!” Yorumu size bırakayım.
Mustafa Deveci:
Bugün Türkiye’de insanlar sahte veya içi boşaltılmış ideolojilerini terk ettikleri için bir şeyi istemek ve istememek salahiyetlerini kaybettiler. Davalarını kaybeden insanlar aslında dinlerini de kaybetmiş oluyorlardı. Fakat bu husus Türkiye üzerinde külli olarak icra edilen bir faaliyetle hissettirilmedi. İnsanlar dalga dalga davalarından ve bu itibarla dinlerinden döndüler de fark etmediler.
Yeni hazırlanan Anayasa meselesinde insanların suskunluğu ve bönlüğü bunun en aşikâr işaretidir. İnsanlar kendilerini idare edecek olan en esaslı kanun hakkında hiçbir fikir beyan etmiyor, moda kelimeler ve trende uygun beyanatlar dışında “şöyle olsun” bile diyemiyorlar. Kendilerinden duyulması istenen sesleri birer mırıltı şeklinde çıkarabiliyorlar. Başkaca da ellerinden dillerinden bir şey gelmiyor. Ne istediklerini söyleyemedikleri gibi neyi istemediklerini, neyi reddettiklerini de söyleyemiyorlar. Gözleri ve dilleri mühürlenmiş gibidir.
Yeni Anayasa meselesinde sesi çıkan sadece PKK’dır. Aslında o da asaleten bir şey söylüyor değil. O da kendisine verilen genel geçer rolü kaparak faaliyet yürütebiliyor. Siyaset yapmasına izin verilen siyasi partilerden bu manada farkı yok. Ancak eli silahlı olması sanki onu kararlıymış gibi gösteriyor. Gerçek oyunun %3'ler civarında olduğu tahmin edilen BDP %97'yi kuyruğuna takmıştır. Neden? çünkü karşısında prensibi olan itikadından taviz vermeyen bir kuvvet kalmamıştır.
Siyasal İslam diye tanımlanan siyasi hareket ve Turancılık/ülkücülük olarak genellenebilecek siyasi temayül bugün müdafaa edilemeyen taraftarı kalmamış ölü ideolojiler olarak karşımızda durmaktadır. AKP ise zaten iddiasızlığın, “davasızlığın” en akıllı ve olgun yol olduğu beyanıyla doğmuş, büyümüş ve hayatını devam ettirmektedir. Milliyetçiliğe karşıdır. Dinsel milliyetçiliğe (!) de karşıdır. -Bu arada siyasi literatüre dinsel milliyetçilik gibi bir mefhumu armağan ettiği için bu ifadeyi bularak parti programına koyanı kutlamak lazım.- Yani İslamcılığa karşı olduğunu, bu memleketin asıl vasfının İslam olduğunu beyandan geri duracağını ikrar etmiştir. Karşıyım demekten çekindiği şey kutsal (!) “modern dünya değerleri”dir. “Kopenhag kriterleri”dir.
CHP veya solcu temayül olarak tabir edebileceğimiz siyasi faaliyet ise gayrimüslimlerin haklarının Türkiye aleyhine yükseltilmesi davasına hizmet edebileceğini söyleyerek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. CHP “Bak biz de gavur olduk. Biz medreselerimizi kapattık. Siz de kiliselerinizde papaz yetiştiremezsiniz” diyen bir anlayıştan uzaklaşarak yaşatılabileceğini fark etmiş görünmektedir. “Kiliseler camilere önce eşit, sonra üstün olsun” gizli davasının hamisi olmaya aday görünerek var olmaya çalışmaktadır.
AKP, MHP, CHP’nin olmazsa olmazı kalmamıştır. Onlara göre her yol Roma’ya çıkmaktadır. Bu nedenle Anayasanın “şöyle mi, böyle mi?” olacağı konusunda ağızlarını açmış ne emredileceğine bakmaktadırlar. Bu itibarla sadece PKK’nın talepleriyle son şekli verilecek olan yeni Anayasa hükümetin, diğer siyasi partilerin, parlamentonun ve hazırladığı bir anayasa olmayacaktır. Bütün bu unsurların devre dışı bırakılarak hazırlandığı bir anayasa milletin önüne “Ya Allah bismillah” denilip sunulacaktır.
Kalbi ve dili açık tek teşkilat olan İstiklal Marşı Derneği temiz kelâm etme imkânı verilmiş bir teşkilattır. İstiklal Marşı Derneği, İstiklal Harbinin kaymağını yiyenlerle değil, İstiklal Harbi şehitleriyle aynı dîne, aynı ırka, aynı imana, aynı vatana, aynı davaya mensup yegâne teşekküldür. Bu imkânla; İstiklal Marşından aldığımız kuvvetle ilan ediyoruz: “PKK ANAYASASI İSTEMEZÜK!” Peki PKK ANAYASASI nedir? çözüm süreci olarak tesmiye olunan denaetle, Anayasa meselesinin tek faili kalmıştır: PKK: Partiya Karkerên Kurdistan
Bu sebeple yapılacak olan yeni Anayasa artık Türkiye Anayasası değil, Türklerin Anayasası değil, PKK’nın dayattığı Anayasadır. Bugün davasız ve idealsiz güruhun gezindiği bir saha olan Türkiye’de Türkiye’nin bir şekle girmesini ısrarla talep, takip eden ve bu hususta tehdit etmekten de çekinmeyen sadece PKK kalmıştır. PKK’nın bu ciddiyet ve istikrarı ise kendinden menkul olmayıp Dünya sisteminin ajanlarının talimatına ısrarla uymasından mütevellittir. PKK maskesi ile karşımıza çıkan şey dünya sisteminin histeri ve arzularıdır. Dünya sistemi bugün itibariyle dünyayı ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgeyi hangi şekle sokmaya çalışıyor? Bu hususları teşhis ettiğimiz zaman PKK Anayasası ile de Türkiye’nin hangi şekle sokulmak istendiğini anlayabiliriz. Bunu anlayabilmek için de “dünya artık böyle” demeyi bırakmak, başımıza gelen şeyleri tabi olağan kaçınılmaz saymamak gerekiyor. İnkâr ile işe başlıyoruz. Red ederek. Hristiyan Takvimine göre 21.Yüzyılda yaşayan bir Müslüman neyi reddederek işe başlayacaktır. Lat, Menat, Uzza’yı inkâr bize yetecek mi? Bugünün Lat, Menat, Uzza’sı “İnsan Hakları, Serbest Piyasa ve Demokrasi”dir. İnsanlar bu üç umdenin insanlığın tarihi mecrası neticesinde geldiği nihai kaçınılmaz bir mevki olduğunu zannediyorlar. Bu nedenle insanlara bu üçünün nasıl bir İslam düşmanı, vatan düşmanı olduğu gösterilmiyor. Ne olduğundan bihaber güruh; “Dünya bir köy oluyor abi” diye alık alık sesler çıkarmayı maharet sayıyorlar.
Türkiye’nin girmesi istenen şekil ticarete elverişli hale getirilmesi, paketlenmesi meselesidir. Vatandaşlar artık birer müşteridir... Kredisiz hiçbir alışverişin yapılamadığı, her şeyin sigortalandığı büyük bir alışveriş merkezi haline dönmüş Türkiye’nin mutlu, müreffeh, mesud, dangalak müşterileri. “Arap Baharı” (!) ile ne gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmek isteniyor ise Anayasa meselesiyle Türkiye’de tamamlanmak istenen şey odur. Baharın geçtiği yerlerde kredi kartı kullanmayanların oranı %5 iken bahar sonrası tefeci kuruluşları kredi çiçeklerini açacaklar. Ortalık güllük gülistanlık olacaktır... Türkiye’de hiçbir mana yaşamasın, Türkiye’nin manası uçsun, Türkiye birilerinin kendisine vatan kabul ettiği bir yer olmasın... Peki bu muameleyi neyle ikmal edeceğiz? “Yeni Anayasa” ile. Bu vaziyet bize şu sözleri hatırlatmaktadır. “Mekânımız piyasadır. İnsanlar dost değildir Hayatta hiç kimsenin akrabası kalmamıştır. İnsan kılığında gördüklerimizin hepsi müşteridirler.”
Türkiye bugünkü düşük derekesine Anayasalar ve kanunlar vasıtasıyla sokuldu. Bu teamül devam ediyor. Kötüden betere, beterden felâkete doğru sürükleniş devam ediyor. Yeni Anayasa bizi daha alçak bir mevkie düşüren 1982 Anayasasının düşürdüğü çukurun dibinde boğma faaliyetidir. “Yeni Anayasa’ya karşı çıkıyorsunuz, darbe Anayasalarını mı savunuyorsunuz?” diyorlar. Eski Anayasaları savunmuyoruz. “Yenisi de eskisinin istikametinde” diyoruz. Hepsi bu. Başımıza gelen şeyler kötüden felakete doğru bir gidiştir.
Yeni Anayasa çalışmalarında konuşulan meseleler, partilerin teklifleri, komisyona çağrılarak fikrine müracaat edilen kişiler, yeni Anayasa meselesinin sıkı takipçilerinin ısrarlı beyanatları, nasıl bir Anayasa istenildiği beyan edilirken kullanılan dil... Bunların hepsi kül halinde değerlendirildiğinde bu meselenin Türkiye’nin silinmesinin son hamlesi olduğunu fark etmemek için itikadı/kalbi bozuk olmak icap eder.
Şimdi Anayasa komisyonunda görüşülen maddeler ve siyasi partilerin Anayasa maddelerine ilişkin teklif ve görüşlerine bir göz atalım. Farklı siyasi partilerin nasıl aynı fikriyata mensup olduklarını görmek istiyorsanız siyasi partilerin Anayasa Komisyonuna sundukları teklifleri okumanız yeter. Aralarındaki renk farkı kalmadığı sadece tonlardaki farklılıklarla kendileri var etmeye çalıştıklarının bir göstergesi aynı zamanda bu faaliyet.
Uzunca bir zamandır devam eden Anayasa görüşmeleri neticesinde hükümetin geldiği yer şuydu: Anayasanın değiştirilemez maddeleri ile meşgul olmayacağız. Diğer maddelerinde kapsamlı bir değişikliğe gideceğiz. Bu iradenin netlik kazanmasının hemen akabinde Reyhanlı patlaması ve bu Gezi Parkı eylemleri gündeme geldi. Yani Türkiye'nin haritadan silinmesi sürecindeki bir tıkanıklığa asla tahammül edemeyenler “biz buradayız” dediler. Gezi Parkı eylemleri başladığı gün dozerlerin önüne kahramanca atılan bir BDP milletvekiliydi. PKK destekçisi basın yayın kuruluşları da Gezi Parkı eylemlerini desteklediler. Bu bize Türkiye’nin gayr-i İslami bir karanlığa düşürülmesi işleminin kesintisiz olarak devam ettirilmesi muamelesindeki cephenin birliği ve kararlılığının göstergesiydi. Bu cephe güya karşısına AKP’yi almış. Bu sahte bir cepheleşmedir. Gezi Parkı eylemcilerinin düşmanı gibi görünen AKP, onların bir ortağı olan PKK ile yeni Anayasayı müzakereye başlamış bulunmaktadır. Yani Türk milleti aynı rengin tonları arasında varmış gibi görünen bir kavganın tarafı olmaya zorlanmaktadır. Gezicilerle tozucular aynı meşreptendirler. Hepsi Kopenhag çeşmesinden içmişlerdir. Kopenhag kriteri sarhoşudur hepsi.
Gezi Parkı eylemlerinin yeni Anayasanın PKK taleplerine göre şekillendirme konusundaki tereddütlü tavırların yok edilmesinde işe yaradığı bir gerçektir. “Toplumsal barış(!) için yeni bir Anayasa gerekiyor” denilirken “yeni Anayasayı çıkarmazsak bu ayaklanma durmayacak” fikrine gelinmiştir. Başka bir gaza getiriliş de “Şu anarşistlerin eline düşeceğine, AKP’nin elinde Türkiye daha iyidir” şeklinde tezahür etti.
Hülasa “Yeni Anayasa” “PKK Anayasası”na getirilmiştir. Bu anayasa’ya karşı çıkmak barışa ve huzura karşı çıkmak haline getirilmiştir. Seçimlerde resmi olarak %6 oy alan bir parti tüm Türkiye’yi keyfince şekillendirecektir. Buna karşı çıkanlar da huzur düşmanı olarak ilan edilecektir.
Anayasa Komisyonunda Partilerin Yeni Anayasanın Maddeleri Hakkındaki Teklifleri Ve Yorumlanması:
Başlangıç (AK PARTİ önerisi): “Herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlere sahip olduğu inancıyla her türlü ayrımcılığı reddeden, kültürel zenginliğimizin kaynağı olan etnik ve dini farlılıklarımıza saygı duyarak müşterek tarihimiz ve değerlerimiz etrafında birlikte yaşama arzusuyla hareket eden biz Türk Milleti; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan bu Anayasayı egemen irademizin ifadesi olarak kabul ve ilan ederiz.”
Yorum: Anayasa’dan ‘Türk’ kelimesinin men edileceği İstiklal Marşı Derneğince yıllardır ifade edilmektedir. Bu minval üzre bu hususta Türkiye’yi ikaz mahiyetinde ciddi çalışmalarımız olmuştur. Bu ikazlarımız neticesinde AKP, Anayasanın Başlangıç bölümüne “Türk Milleti” ibaresini teklif etmek zorunda kalmış ancak Anayasanın son maddesindeki “Başlangıç metni Anayasa metninden sayılmaz” diye bir hüküm de koyarak başlangıçta ikrar ediyormuş gibi göründüğü “Türk Milleti”ni gizlice inkar etmeye kalkmıştır.
Başlangıç (CHP önerisi): “...çatalhöyük’ten bu yana toprağı yoğurup, uygarlığı inşa eden, bin yıldır dostlukla yaşayan; Balkanlardan, Kafkaslardan, Orta Asya’dan, Mezopotamya’dan yollara düşen, Anadolu’da buluşan kadim uygarlıkların mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti Ahalisi; çanakkale’de, Sakarya’da, Afyon’da, “İstiklal Destanını” dünyaya haykırmış, mazlum uluslara rehber olmuş; Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde her türlü ayrımcılığı reddederek, farklılıkları ve kültürel çoğulculuğu, ulusal bütünlük anlayışı içinde zenginliklerin kaynağı olarak kabul eden eşitlik anlayışıyla ve “Türk Ulusu” adıyla...”
Yorum: CHP’nin bu teklifle Mustafa Kemal’in “Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” tarifini terk ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Harbinin galipleri tarafından kurulduğu için bu tarif Müslümanların kurduğu bir Cumhuriyeti işaret etmekte idi. Lozan’la da tescil edilen bu vasıfla Gayrimüslimler Türk Milleti tabirinin dışında yer alırlardı. CHP yeni vizyonu (!) gereğince “kadim uygarlıkların mirasçısı” “çatalhöyük’ten bu yana” “Mezopotamya’dan yollara düşen” gibi laflarla Türkiye’nin Müslümanlardan daha çok Gayrimüslimlere ait olduğunu beyan etmiş olmaktadır. Sadece son bin yılı değil çok öncesini esas alarak silinmiş bir Türkiye yani “Anatolia” halkına işaret etmektedir. Millet yerine “Ulus” tabirini kullanmayı da kendine daha münasip görmüştür.
Başlangıç (MHP önerisi) “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde yapılan Kurtuluş Savaşı ile kurulan Türk Devleti’nin...” (MHP Milletvekili yemin metni teklifi, 72.madde :) “... ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma”
Yorum: “İstiklâl” Harbini “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırmaktan çekinmeyen MHP, bu savaşın Atatürk devrimleri için yapıldığını işaret etmek için olsa gerek O’nun öncülüğüne şiddetle vurgu yapmıştır. Yemin metninde de Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlılık esas alması da “MHP, CHP’nin taşralısıdır” tarifinin haklılığını işaret etmektedir.
Başlangıç: (BDP Teklifi) Biz Türkiye Halkı, bütün bireylerin ve halkların, evrensel insan hak ve özgürlüklerine sahip olduğu inancını taşıyoruz. Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik köken ve benzeri hiçbir ayrım yapmaksızın herkesin eşit olduğunu kabul ediyoruz. Türkiye'de yaşayan tüm farklı kimlikler, kültürler, diller ve inançlar bu Anayasanın güvencesi altındadır. Farklılıklarımızı, toplumsal bütünlüğümüzün harcı olarak görüyoruz. ... Hiçbir ideoloji, din, inanç ve yaşam tarzı devlet tarafından himaye edilemez veya vesayet altına alınamaz.
Yorum: Yeni Anayasa faaliyeti neticesine vasıl olursa, Türkiye’nin aslının İslam olduğunu beyan etmek takbihi gerektiren bir kusur işlemek olacaktır. Alelhesap 1000 sene evvel başlayan Türkiye’nin vatanlaştırılması dar-ül İslamlaştırılması davası İstiklal Harbi ile yeniden hatırlanmış ve Lozan anlaşmasıyla da tescil edilmek zorunda kalınmıştır. Bu tescil ve ilan olunan prensip şudur: “Türkiye kâfirle çatışmayı göze alma tarihi rolünü üstlenen Müslümanların sözünün geçtiği yerdir. Türkiye İslam vatanıdır. Türklerin sözünün geçtiği yegâne yerdir.” İşte onca devrimlere, reformlara, Anayasalara rağmen kimsenin silemediği en azîm prensip... Bu prensibin silinmesi için yürütülen faaliyetler bugün neticesini vermek üzeredir. Bu faaliyetlerin en sonuncusu ve en azîmi yeni Anayasa hareketidir. Partilerin başlangıç hükümlerinde zikrettikleri şeyler okunduğu zaman nasıl bir Türkiye tasavvur edildiği gayet açıkça anlaşılıyor. Misyonerlerin gizlice cirit attığı bir ülkeden açıkça baş üstünde tutulduğu bir ülkeye doğru hızla koşmamız isteniyor. Homoseksüelliğin asıl cinsiyet kimliği kabul edildiği bir Türkiye’ye yelken açmamız isteniyor. Gayrimüslimliğin esas kabul edildiği, Müslüman ve Sünni olmanın ve bunu beyan etmenin en büyük suç kabul edildiği bir ülke isteniyor.
Eşitlik / Madde 3. ...(3) Hiç kimse, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep, (CHP ve BDP önerisi: etnik köken, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği)ve diğer sebeplerle ayırımcılığa tabi tutulamaz. (BDP ayrıca vatandaşlıkla alakalı madde ile ilgili olarak verdiği teklifte cinsel yönelim tabirini de eklemiştir.) Türkiye vatandaşlığının kazanılmasında, kullanılmasında ve kaybedilmesinde, dil, din, ırk, etnik köken, kültür, cinsiyet, cinsel yönelim ve benzeri farklılıklar gözetilemez.
Yorum: Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kavramları ile dünya sisteminin bütün dünyada uyguladığı bir ceberutluğu Türkiye’de de cari hale getirilmek istendiği anlaşılmaktadır. Bu kelimelerle eşcinsel, homoseksüel tabir edilen cinsel sapıklıkların normalleştirilmesi ve toplumda imtiyazlı bir hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu tür temayüllere sapıklık değil de “hastalık” denilmesine bile nasıl tepki gösterildiğini hatırlayınız... Şekilsizlik esas şekil haline getirilmek istendiği için cinsel kimliklerin de korunmaması en temel amacıdır dünya sisteminin. Bu yeni nizama göre homoseksüel okul müdürü, öğretmen, vali, kaymakam, general, bakan, başkakan olabilmeli değil, mutlaka olmalıdır. Görüldüğü üzere BDP’nin Kürtlerin haklarının korunması gibi bir meselesi olmadığı, homoseksüellerin haklarının, Kürtlerin haklarından daha önemli kabul edildiği anlaşılmaktadır. BDP’nin ve CHP’nin bu türden teklifleri, “Kürt meselesi”(!) denen şeyin aslında Türkiye’nin gâvur kalıplarına girmesi ve haritadan silinmesi gayesinin maskesi olduğunu en açık bir şekilde göstermektedir.
(4) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin hayata geçmesini sağlamak ve kadına yönelik her türlü şiddeti ve kötü muameleyi önlemekle yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (CHP ve BDP önerisi: Bir cinsiyetin üstünlüğüne dayanan kültürel veya toplumsal önyargılardan kaynaklanan uygulamaları ve hukuk kurallarını ortadan kaldırmak devletin ödevidir.)
Yorum: Kadınların ve kadın kimliğinin kadınsılığın hâkim olduğu bir toplumsal düzen dünya sistemi tarafından istenen bir düzendir. Bunun birçok sebebi vardır. Erkek hâkim/ Erkek kişilikli bir toplum Kadın/kadınsılık hâkim bir toplum haline niçin getirilmek isteniyor? çünkü o toplum daha kolayca şekillendirilebilen, müdahalelere daha yatkın, moda ve trendi daha çok önemseyen, tüketim kamçılarına karşı daha dayanıksız bir toplum düzeni demektir. Kadınlığın hâkim olduğu düzen çocuksu tavrın da hâkim olduğu bir düzene doğru ilerleyen bir toplumdur. Kolayca iğfal edilebilen ve örfi, dini prensiplerin daha kolay askıya alındığı, aile birliği için can feda edilmediği, ailenin namusunun dokunulmaz olmadığı toplum istenmektedir. Masum gibi görünen kadın erkek eşitliği talebi aslında bu madde teklifleriyle kadının hâkim olduğu bir toplum şekline dönüşmektedir. Zaten şu anda toplumumuzda ailenin mühim kararları kadınların açık gizli baskıları istikametinde alınmaktadır. Zaten 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumu ile kadınlar lehine pozitif ayrımcılık, yani kadınların üstünlüğü kabul ettirilmiştir. Bu düstur şimdi Anayasa’nın her prensibine sirayet etsin isteniyor. Bu nedenle mecburi kadın kotaları getiriliyor. TBMM, Belediye Meclisleri, Siyasi Partiler, üst Kurullar gibi birçok heyette kadın sayısının yarıdan az olamayacağına dair yeni Anayasa’da birçok hüküm yer alacak. Mesele kendimize mahsus aile ve toplum hayatının izlerinin tamamen silinmesi meselesidir.
(BDP önerisi: Siyasi partiler, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik Anayasal düzeni yıkmayı amaç edinemezler; savaş kışkırtıcılığı, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık veya kin ve nefret savunuculuğu yapamazlar.)
Yorum: “Yabancı düşmanlığı” tabirine Türkiye’de niçin gerek duyusun? Türkiye’de henüz böyle bir mesele ortada yok iken niçin Anayasada böyle bir tabirin yer alması istenmektedir? Bu şunu göstermektedir; ilerleyen zamanlar içinde Türkiye’de yaşayan yabancıların sayısının çok büyük oranlarda artması bekleniyor. Türkiye’nin bütün imkânlarından sadece yerli değil asıl itibariyle yabancı gayrimüslimlerin istifadesi amaçlanıyor. Bunun için şimdiden tedbir alınıyor. Katar’da yüzbinlerce İngiliz ailenin yaşadığı ve bunların bu ülke ekonomisinin en kaymak tabakası olduğu hatırlanırsa yeni Anayasanın kimler için bir yuva hazırladığı anlaşılacaktır. Ayrıca madde teklifinde yer alan “kin ve nefret savunuculuğu yapamazlar” tabiri ilk bakışta çok insani bir ifadeymiş gibi geliyor. Ancak iyi düşünüldüğü zaman “gâvura gavur demek yasak” namelerini hatırlıyoruz. Türkiye’de Türkiye aleyhine olan Türkiye düşmanı olan ne varsa baş tacı edilmesi için, onların ayak altına alınmaması için bir hukuki düzen öngörüldüğü açık.
BDP önerisi: Usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası anlaşmalar, Anayasal güvence altındadır. Bu anlaşmalar, mahkemeler ve diğer devlet organları tarafından doğrudan uygulanır.
Yorum: Uluslararası anlaşmaların üstün hukuk kaidesi olarak tanımlanması Türkiye aleyhine dünya lehine bir tavrın da beyanı manası taşımaktadır. Mer’i bulunan 1892 Anayasası'nda “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” denilmektedir. Milli iradenin temsil mercii kabul edilen TBMM’nin çıkardığı kanunları uluslararası anlaşmalardan daha aşağı bir itibar sırasına 2004 senesindeki değişiklikle zaten koyuldu. Ancak yukarıdaki ifade milletlerarası anlaşmaların millet iradesine karşı üstünlüğü daha pekiştirmekte ve mahkemelere doğrudan uygulama emri vermektedir.
(BDP Teklifi) “...Türkiye halkının kullandığı diğer ana diller bölge meclislerinin kararıyla ikinci resmi dil olarak kullanılabilir.”
Yorum: Dikkat edilirse “Ana dil” meselesinde BDP Kürtçe’yi savunmuyor. “Türkiye halkının kullandığı diğer ana diller” tabirini tercih ediyor. Bu tavrıyla “Kürtçe meselesi”nin de esas itibariyle Ermenice, Rumca meselesi olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
Bütün partilerin mutabık kaldığı bir madde metni ve “barış hakkı”: Madde 44–; (1) Herkes, barış içinde ve şiddetten korunarak yaşama hakkına sahiptir. Devlet ülke içinde barışı sağlamak ve korumak, dış ilişkilerini barışçıl hedef ve amaçlarla yürütmekle yükümlüdür. (2) Barış kültürünü geliştirmek, belli bir toplumsal kesime ya da gruba yöneltilmiş nefreti yayan, körükleyen, teşvik eden ya da meşrulaştıran tüm ifade biçimlerinin ve savaş kışkırtıcılığı, militarizm, antisemitizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile her türden ayrımcılığın önlenmesi için yasal düzenlemeleri yapmak etkin ve caydırıcı önlemler almak devletin yükümlüğündedir. (CHP önerisi) Barış İçinde ve Silahsızlanmış Bir Toplumda Yaşama Hakkı - Herkes barış içinde ve silahsızlanmış bir toplumda yaşama hakkına sahiptir. Devlet bu hakkı güvence altına almak amacıyla silaha erişimi zorlaştıracak önlemler ile silahın satın alınması ve el değiştirmesini kamuya açık olarak kayıt altına alır. Toplumda silahsızlanmayı sağlayacak eğitim programları ile etkili ve sürdürülebilir bir silahsızlanma politikası uygular.
Yorum: “Türkiye’de Türklerin sözü geçer. Türkiye Gâvur toprağı değildir. Türkiye bir İslam vatanıdır. Müslüman memleketidir...” gibi ifadelerin ve telakkilerin cezalandırılması için zemin hazırlanıyor. İstanbul’un Fethinden değil, Müslümanlar tarafından işgalinden bahsedilebilecek bir hukuk düzeni tasavvur ediliyor... Zira Ayrıca silahsızlanmış bir toplum acaba o toplumun düşmanlarını memnun mu eder, rahatsız mı eder? Silahı elinden alınmış Türk! Bu Türk kimin huzuru için icad edilmeye çalışılıyor?
Hakikat Hakkı / Madde 45 –; (BDP Teklifi) (1) Herkesin hakikate ulaşma, ülkenin tarihsel geçmişiyle ilgili gerçek bilgilere erişme, devlet arşivi dâhil bu geçmişe ilişkin belge ve bilgilerin açıklanmasını isteme hakkı vardır. (2) Hakikat hakkının kullanımını sağlamak için geçici ya da kalıcı kurumlar oluşturmak devletin yükümlülüğündedir. (3) Soykırım ve insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı işlemez.
Yorum: Bu madde de tamamen 1915 Ermeni olaylarının “soykırım” haline getirilmesine yönelik bir hazırlık görünümünde. 1.bentteki masum ifadenin asıl amacının ne olduğu 3.bende açıklığa kavuşmuş. Ermeni hadiselerine karıştın diye kişiler 100 sene evvelki vakıalardan dolayı Türk Mahkemeleri tarafından yargılanıp mahkûm edilecek ve malları müsadere edilecek. Hayal ve tasavvur bu: “Türklerden intikamımızı Türk Mahkemeleri (!) vasıtasıyla aldık” diyebilmek.
(BDP Teklifi) “Savaş Zararlarının Tespiti ve Tazmini İle İlgili önlemler Savaşın zararlarının saptanması, savaş yüzünden yerinden edilenlerin geri dönüşü ve ekonomik açıdan desteklenmesi, tahrip edilen yaşam alanlarının ve mayınlanan tarım arazilerinin iyileştirilmesi, zararların telafisi ve tazmini için bir meclis komisyonu kurulur. Komisyonun çalışma biçimi, oluşturuluşu, sivil toplumun katılımı tazmin telafi ve tespit yöntemleri ile bütçeden ayrılacak fon yasa ile düzenlenir.”
Yorum: Ermeni olaylarından dolayı devletin tazminat ödemesi müesseseleştirilmesi teklif ediliyor. Aynı zamanda PKK’lılara da tazminat ödenmesinin hazırlığı diye de yorumlayabiliriz.
Ailenin korunması Madde 46- (BDP Teklifi) (4) Her çocuğun anne ve babasını bilme ve ebeveynin de çocuklarla ilişkisini sürdürme hakkı vardır.
Yorum: Bu madde ile ne amaçlanıyor tahmin etmek hakikaten müşkül. Ana babası belirsiz çocukların sayısının arttığına mı, artacağına mı işaret ediyor? Nasıl bir Türkiye istiyorlar? Tahmin etmekte bile zorlanıyor insan. Yoksa gayrimüslim kökenden geldiği halde bir şekilde Müslümanlaşmış ve Türkiye’ye kendini mensup hissetmiş olanların eski itikadlarına geri çevrilmesinin meşru kılıfı mıdır? Bilmiyoruz.
... (6) çocukların ve kadınların aile içi şiddete karşı korunmasını sağlamak, kız çocuklarının erken yaşta ve zorla evlendirilmelerini önlemek için gerekli önlemleri almakla devlet yükümlüdür. CHP teklifi: Aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli önlemleri alır ve kurumsal yapıyı kurar. MHP teklifi: Erken yaşta evlendirilmeleri önlemek için gerekli tedbirleri alır.
Yorum: Buradaki Erken yaş tabiri nedir? Kime göre erken, kime göre geç? Mevcut ceza kanununu tatbik eden savcılar ve hâkimler mevcut mevzuattan şu an rahatsızlar. 16 yaşındaki iki gencin evlenmeleri halinde şikâyetten vazgeçmeleri bile ceza almalarına engel olamıyor. Uzun yıllar hapiste yatıyorlar. Geleneklerimiz ve dinimizin emirleri hiçe sayılıyor. Mevcut durum belki düzeltilir endişesi ile Anayasa hükmü haline getirilmesi amaçlanmış. Bu partiler arasında aslında bir ideolojik fark olmadığı da bu tekliflerinden anlaşılıyor.
Tarih, kültür ve tabiat varlık ve değerlerinin korunması / Madde 48- Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar; bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır... Gerekçe notu: 1. fıkra tüm uygarlıkları, farklı kültür ve inanç topluluklarının değerlerini ve varlıklarını da kapsar.
Yorum: Bu Anayasa maddesi ile devlete; yıkılmış, camiye çevrilmiş kiliselerin tamamını tamir etmek, asli fonksiyonlarına irca etmek, Roma hamamlarını korumak görevi verilmektedir. Türkiye’nin Türk Vatanı ve dar-ül İslam olmadığına dair ne kadar alamet varsa parlatılması görevi devlete veriliyor.
Kadın Hakları / Madde 53- ...Devlet, aile içi şiddet ve namus cinayetlerinin insanlık suçları olduğunu kabul eder. (3) Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir toplumsal düzenin koşullarının oluşturulması için kadınların tüm haklarının kullanımına ilişkin olarak devlet pozitif ayrımcılık hükümleri uygular. (4) Kadınların, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, il genel meclisi, il belediye meclisi ve büyükşehir belediye meclislerine eşit katılımını sağlamak amacıyla kota uygulaması da dâhil olmak üzere özel politikalar uygulanır. (5) (BDP ve CHP önerisi) Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak amacıyla, ulusal eylem planları hazırlayacak ve uygulanmasını denetleyecek, özerk bütçeli ve bağımsız bir Kadın-Erkek Eşitliği Konseyi oluşturulur.
Yorum: Yukarıda 3.maddedeki açıklamaya gönderme yapıyoruz. Kadın hâkim bir toplum inşasının keskin kaideleri. Bu memlekette yakın zamana kadar karısını başka bir erkekle zina halinde cürmü meşhud olarak yakalayan koca, ikisini de orada öldürse cezalandırılmıyor idi. İslam Fıkhına göre de böyle bir durumda zânileri öldüren kişi cezalandırılmaz. Babaların ve kocaların karı ve kızlarını fahişe olmaktan men etmelerinin önü alınmak isteniyor. Bu hususun ceza kanununda değil de Anayasada yer almasının istenmesi de bu meselenin Türkiye düşmanlarınca ne kadar mühim olduğunun bir göstergesi.
Kültürel Kimlik Hakkı / Madde 59- (BDP önerisi) (1) Herkes, insani varoluşun çoğulcu yapısından kaynaklanan farklı kültürlere ve kimliklere sahiptir. Herkesin kendi kültürünü ve kimliğini geliştirme hakkı vardır. (2) Devlet, bütün kimlikleri ve kültürleri tanır; bütün kültürlerin ve kimliklerin kendilerini özgürce ifade etme, koruma, geliştirme ve yayma hakkını güvence altına alır. (3) Devlet, bütün kültür ve kimliklere mensup bireyler ve topluluklar arasında hoşgörü ve diyalog kültürünün gelişmesini teşvik eder; karşılıklı saygı, anlayış ve işbirliğini sağlamak için eğitim, kültür ve medya alanlarında etkili tedbirler alır.
Yorum: Öyle anlaşılıyor ki; Türkiye dünya sisteminin istediği kıvama geldiği zaman tamamen bir yabancı cenneti olacak. Her türden gayrimüslimin cirit attığı bir ülke haline getirilecek. Bu madde de dünya sisteminin bu hazırlığına zemin hazırlamak için. Buradaki tabirler birbirleriyle düşman gibi görünen akımların nasıl olup da aynı şeye hizmet ettiklerini göstermesi bakımından da manidardır. “Hoşgörü ve diyalog” denilince akla gelen cereyana mensup olanların hayalindeki ülke ile BDP’nin hayalindeki ülke arasındaki ayniyeti gösteriyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kuruluşu ve Milletin Temsili / Madde 66-...(BDP önerisi) Türkiye Büyük Millet Meclisi, genel doğrudan, serbest, eşit ve gizli oyla seçilen beş yüz elli milletvekilinden cinsiyetler arası eşit temsil, çoğulculuk ve nisbi temsil esaslarına göre oluşur.
Yorum: Yukarıda kadının hâkim olduğu toplum meselesine atıfla iktifa ediyoruz.
Yasama Sorumsuzluğu ve Dokunulmazlığı / Madde 69- (BDP önerisi) Yasama sorumsuzluğu nefret söylemini ve ırkçılığı kapsamaz.
Yorum: Zihinlerimiz düşmanlarımız tarafından şekillendirildiği için bu kavramların ne olduğunu ve kimleri korumak için ortaya atıldığını anlayamıyoruz. Bunlardan birisi de “nefret söylemi”. Kur’an’ın birçok ayetini okumak bu kavram içinde suç olarak kabul edilebilecektir. “Kafirun Suresi’ni okumak yasaklanabilecektir. Bu hususta zaten çok büyük bir faaliyet yürümektedir. Ancak bütün bu faaliyete rağmen Türk Milleti “gâvur” kelimesini henüz terk etmemiştir. “Gâvura gâvur deme”nin tekrar yasaklanması tehlikesiyle karşı karşıyayız. Önceki anayasalar gibi. Tanzimat fermanının gösterdiği istikamette devam...
Savaş hali ilânı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme / (BDP önerisi: Güç Kullanımına İzin Verme) Madde 82- (1) Uluslararası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilânına ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların veya uluslararası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. (BDP önerisi) Türkiye Büyük Millet Meclisi, uluslararası hukukun meşru saydığı hallerde ya da uluslararası anlaşmalar gereğince ortak savunma yükümlülüğü çıktığında güç kullanımına izin verme yetkisine sahiptir.
Yorum: “Türkiye devleti kendi haline savaş ilan edemez” deniliyor. Ve bu hususta NATO’ya yekti devri teklif ediliyor. Başkaca izaha gerek var mı? Türkiye’de hakimiyet kime veriliyor?
İdarenin Esasları / Madde 96- (BDP-CHP önerisi) İdarenin organlarının oluşumunda cinsiyet eşitliği ilkesi esas alınır.
Merkezi Kamu İdaresi / (BDP Madde önerisi) (1) Türkiye, merkezi idare kuruluşu bakımından; ekonomik şartlarına, sosyal ve kültürel özelliklerine, coğrafya durumuna ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre bölgelere, bölgeler illere, iller de diğer kademeli birimlere ayrılır. (2) Bölgelerin ve illerin idaresi yetki genişliği esasına dayanır...
Yorum: Eyalet sistemi, özerklik, muhtariyet, infisah...
Radyo ve Televizyon üst Kurulu / Madde 112- (1) Radyo ve televizyon faaliyetlerini düzenlemek ve denetlemek amacıyla kurulan Radyo ve Televizyon üst Kurulu (CHP-BDP önerisi: ...çoğulculuk... ) özerklik ve tarafsızlık ilkelerine bağlı olarak (BDP önerisi: ...ve kültürel çoğulculuğun anadilinde yayınlarla korunmasını sağlayacak şekilde... ) çalışır.
Yorum: Ermeni, Rum, Yahudi kanalı açılmasını istiyor. TRT Türk kültürüne sırt çevirmekle kalmasın, Türkiye düşmanı ne kadar fikriyat varsa onların sesi olsun deniliyor.
Anayasa Mahkemesi’nin Görev ve Yetkileri / Madde 122- ...Anayasa Mahkemesi, kanunların (BDP önerisi: ... ve Bölge Meclisleri tarafından kabul edilen kanunların... ) Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün şekil ve esas bakımından, Anayasaya uygunluğunu denetlemek (3) (BDP önerisi) Anayasa Mahkemesi, devletin merkezi ve bölgesel organları arasında, bölgelerin kendi aralarında ve bir bölgenin kendi sınırları dâhilindeki kademeli birimlerle arasında çıkacak olan yetki uyuşmazlıklarını kesin olarak hükme bağlar.
Bütçe ve Kesin Hesap / Madde 136- (BDP önerisi) Bütçede kaynak dağılımında din ve mezhepler arasında eşitlik ve pozitif ayrımcılık ilkesi gözetilir.
Yorum: “Diyanet İşleri Başkanlığı; papazlara, hahamlara maaş bağlamalıdır” deniliyor. Hatta pozitif ayrımcılık yaparak, Aleviler ve diğer din mensupları için daha fazla kaynak aktararak Müslümanlar için yapılan harcamalardan çok daha fazla diğer dinlerin mensuplarına harcama yapılmalı ve kaynak aktarılmalıdır deniliyor. “Alevi dedelerine, papazlara imam maaşının üç katı verilmelidir, bu eşitsizlik anayasaya aykırı olmamalıdır” deniliyor... Mesela bir imamın din değiştirip papaz olması halinde ona daha fazla maaş bağlanabilecek... Taki, Müslümanlık Türkiye’de arızi bir unsur olana ve silinip gidene dek.
Merkezi Planlama örgütü / Madde 140- (BDP- CHP önerisi) (1) Anayasada öngörülen planlama ilkelerinin bilimsel temellerde gerçekleşmesini sağlamak amacıyla Merkezi Planlama örgütü kurulur. Planlama örgütü uzmanlık ve cinsiyet eşitliği ilkesi gözetilerek özerk bir kurum olarak yapılandırılır. (2) Kalkınma projeleri, Yerel ve Bölgesel Yönetimler ile Sivil Toplum, işçi, kadın ve meslek kuruluşlarının katılımı ile hazırlanır.
Yorum: 1961 Anayasası ile iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla (!) gerçekleştirmek için Kalkınma Planlarının hazırlanması hükme bağlanmıştır. Bu amaçlar doğrultusunda 30 Eylül 1960 tarihinde Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. DPT 27 Mayıs 1960’ın getirdiği zemin üzerine kurularak bütün devlet faaliyetlerinin galip devlet lehine kontrolünü amaçlıyordu. BDP yeni teklif ettiği Merkezi Planla örgütü ile bu mevziyi daha ileri götürerek millet lehine faaliyet yürütülmesinin önünü almak için çifte kontrol mekanizmasını teklif ediyor. Millet bütçesini kendisi teksif ve taksim edemesin.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası / Madde 144- (BDP önerisi) Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, özerk olarak yapılandırılır. Siyasi otoriteden bağımsız olarak, kamu adına ve uluslararası kurallarla uyum içinde para politikasını oluşturma ve uygulama işlevlerini yerine getirir.
Yorum: “Türkiye Cumhuriyeti” değil, “Cumhuriyet” Merkez Bankası... Macaristan’ın yeni Anayasasında Merkez Bankanın özerkliği kaldırılarak dünya finans sisteminin müessiriyeti törpülenmeye çalışılırken, BDP dünya finans sistemine tam olarak angaje olunmasını talep ediyor. Finans merkezlerinin hegemonyasına icbar edilen Dünyaya Türkiye’nin elsiz ayaksız bağlanmasını temin için çalışılıyor. Yeni Anayasa’nın ne için yapıldığının apaçık izhar eden bir talep.
Başlangıç / Madde 150- (AK Parti Madde önerisi) (1) Başlangıç metni ve madde başlıkları Anayasa metninden sayılmaz.
Yorum: Anayasa’dan ‘Türk’ kelimesinin men edileceği İstiklal Marşı Derneğince yıllardır ifade edilmektedir. Bu minval üzere bu hususta Türkiye’yi ikaz mahiyetinde ciddi çalışmalarımız olmuştur. Bu ikazlarımız neticesinde AKP Anayasanın Başlangıç bölümüne “Türk Milleti” ibaresini teklif etmek zorunda kalmıştır. Bu son hükümle de bu ikrarından gizlice döndüğünü göstermektedir. İkiyüzlülüğe devam.
Anayasa Komisyonunda Müzakere Edilen Anayasa Maddeleri Ve Partilerin Teklifleri Hususunda Külli Mütalaa:
Yukarıda hususen BDP tekliflerinin mercek altına alındığı bir mütalaa yer aldı. Zira çalışmamızın başlığı “PKK ANAYASASI İSTEMEZÜK!” idi. Bazı maddelerde diğer partilerin de görüşlerine yer verdik. Komisyonda yer alan metin genel olarak değerlendirildiği zaman görülmektedir ki 1960 ve 1982 Anayasasının küçük kardeşi doğdurulmaya çalışılmaktadır. Bu yeni Anayasa da diğer iki kardeşinin huyunda ve suyunda olacaktır. Anayasalar milleti yok sayan, milli karakteri imha eden yapıldıkları dönemde dünyanın icbar edildiği şartlara uyum sağlanmasına yönelik faaliyetler olagelmişlerdir. Bu sadece Türkiye’de değil bütün Dünya’da bu şekilde yürütülmüş bir faaliyettir. “2013 senesinde nasıl bir Anayasa yapılmalıdır?” sorusunun cevabı darbe Anayasası diye tabir edilen önceki Anayasaları esas alarak o iki Anayasanın tesis ettiği zihin istikametinde yürünerek cevaplandırılmaya çalışılmaktadır. Dünya sisteminin bu icbarına en net cevabı veren BDP ve CHP olarak görülmekle birlikte diğer iki partinin de bu suça iştirak ettikleri aşikârdır. “İstiklal Marşına sırt çevrilerek, Türkiye’nin İslâm’la olan bağını inkâr edilerek, Türkiye’nin haritadan silinmesi için faaliyet gösterenlerin işini kolaylaştıran bir Anayasa nasıl olmalı?” sorusunun cevabını öğrenmek istiyorsanız partilerin tekliflerine bakınız.
Çalışmamızı uzatmamak için tafsilat vermedik. Ancak vicdan, iman ve insaf sahibi kim okursa okusun yeni Anayasa teklif metinleri tam manasıyla kanımızı donduracak ifadelerle doludur.Eski Anayasamızda yer alan bazı kelime, mefhum ve ibareler yeni Anayasada yer bulamayacaktır: “Türk vatanı, Türk Milleti Türk Devleti, Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak Türkiye cumhuriyeti, Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, Türk milli menfaatleri, Türk varlığı, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, Milli kültür, milli gurur ve iftihar, milli sevinç ve keder, Milli varlık, Türk evlatları, Vatan ve millet sevgisi, millet hayatı, (bizim dernek olarak çok mühim gördüğümüz mefhum)Türkiye Devleti, milli dayanışma Türkiye Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütünlüğü, beyaz ay yıldızlı al bayrak, İstiklal Marşı, Milli marş, Türk milletinin bağımsızlığı, Türk Milletinin bütünlüğü, İnsanın maddi ve manevi varlığı, aile hayatı, genel ahlak, ahlak öğretimi, Türk baba, Türk ana, Vatan hizmeti, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milli dayanışma anlayışı, sadakat, büyük Türk milleti, namus, şeref, vatana ihanet, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi varlığı, milletin ve ülkenin ihtiyaçları, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk kültürü, Türk tarihi, Türk toplumu.”
Görüldüğü üzere yeni Anayasa millet hayatını, aile hayatını dışarıda bırakarak kapitalist toplum nizamının bir icabı olarak sadece ferdi ve onun şahsi ihtiyaçlarını esas alan hümanist bir anlayışı esas kabul etmektedir. Bu çerçeve bütün partilerin mutabık kaldığı en genel çerçeve ve en geniş maneviyatları. Maneviyatı insan haklarından ibaret bu yeni dünyanın temel umdeleri şunlardır: “İnsan hayatı hiçbir şey uğruna feda edilemez. İnsan bir kul, bir millet mensubu, bir aile ferdi değildir. İnsan fert olarak, en kutsal varlık olarak hayatın ve her şeyin merkezindedir” “Sen kendini kurtar gerisi önemli değil” . “Gemisini kurtaran kaptan”... Bundan önceki Anayasalarda millet varlığını zaptı rapt altına almak isteyen devlet anlayışı devam ede gelmiştir. Bu doğrudur. Ancak şimdi mademki normalleşiliyor ve darbe dönemleri arkada kalmıştır. O halde milletin varlığının tebcil edildiği yükseltildiği bir Anayasa yapılması gerekmez mi? Geldiğimiz menzil “devlet hâkimiyeti yok olsun, ama önce millet de yok olsun” menzilidir. önceki Anayasalar “milleti devletin istediği hudutlar içinde nasıl zapt ederiz” in cevabı iken; yeni Anayasa “devlet gücüyle milleti nasıl yok ederiz?”in cevabıdır. Yeni Anayasa, vatandaşı dünya sistemi ile gâvurlukla ferden ve çırılçıplak olarak karşı karşıya getirmektedir. Globalizasyonun bir neticesi olarak Türkiye ortadan kalksın da ne olursa olsun denilmektedir...
Ey dinini imanını henüz terk etmemiş olanlar; bir Müslümanın “Kur’an ve Sünnetten başka şari’ tanımayız” demesi gerektiğini hatırlayınız. İstiklal Harbini veren Gazi Meclisimizin yaptığı ilk Anayasa olan 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununun 7. Maddesinde; “Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir.” denildiğini hatırlayınız! Atanıza ceddinize çekiniz. Soysuzlara uymayınız! Gâvurun ekmeğine yağ sürmeyiniz. Vatanımıza, toprağımıza, dinimize, milliyetimize, mukadderatımıza diş bileyenlerin Kur’an ve İslam düşmanlarının size vereceği kurtuluş reçetesindeki hapları yutmayınız. Bunu yaparsanız intihar etmiş olacaksınız. Bunu biliniz! Şayet yeni Anayasa milletin anayasası olacak ise, Macarların yeni Anayasalarında yer verdiklerinin bir benzerini yeni Anayasanın en temel prensibi haline gelmelidir. Macarlar yeni Anayasaları ile “Macarların 1000 yıllık Hıristiyan Avrupa’nın muhafızı olduklarını” ikrar ve beyan ettiler. Ve bu milliyetleri ile iftihar ettiklerini yeni Anayasalarına yazdılar. Şayet Türkiye’de “MİLLET” bir Anayasa yapmış olsaydı yeni Anayasada aşağıdaki ifadelere benzer hükümler yer alırdı: “Türkiye 1000 senelik kâfirle çatışma gözü pekliği ile doğmuştur. Kâfirle çatışma tarihi rolünü üstlenen Türkiye’de yaşayan Müslüman ahaliye Türk Milleti denir. Yunus’un şiiriyle şuurlanan Türk Milleti İslam’ın kılıcı olarak varlık sahnesine çıkmıştır. Tarih boyunca İlay-ı kelimetullah uğruna mücadele edilerek temin edilen vatanımızın; Türkiye’nin aslı İslam’a dayanır. İslam Türkiye’nin direğidir. Cümle küffara üstünlük kurma mücadelesi olan tarihimize kendini ait ve mensup hisseden Müslüman unsurlar hangi etnik guruba ve kavmiyete ait olursa olsun Türk addolunur. Türkiye’de Müslümanların sözünün geçeceğinin ve gavurun sözünün geçmeyeceğinin ilanı amacıyla yapılan İstiklal Harbi neticesinde kurulabilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu tarihi role mensup Türk milletin emir ve hizmetindedir...”
Diyelim ki, bizim Türk dediğimiz şeyi siz hala bir kavmiyet olarak telakki ediyorsunuz. O zaman en azından “Türkiye’nin aslının İslam olduğu”nun Anayasada geçmesini temin etmelisiniz. Anayasadan Türk Milleti, Türk ordusu, Türk vatanı tabirlerini kaldırıyorsun, İslam’dan da asla bahsetmiyorsun... Ben de senin gâvur olmadığını söyleyeceğim öyle mi?