İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel : Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için. Yoksa size nazik sözler söyleme ruh durumunda değilim. Tabii, buraya bu paneli dinlemek üzere geldiğiniz için samimiyetle teşekkür ediyorum. Bu panelde konuşmacı olma teklifini kabul ettikleri için panelistlere de teşekkür ediyorum. Ama İstiklâl Marşı Derneği’nin beş yıl sonunda geleceği yer burası olmamalıydı. Berbat bir yerde miyiz? Hayır, değiliz. Benim kanaatimce İstiklâl Marşı Derneği’nin beş sene ömrünü sürdürebilmesi bile fevkalâde bir şeydir. Bunun çok kestirmeden bir gerekçesi, bir izahı var. O da şu: Biz -kaç kişiysek eğer- Türkiye’ye ve dünyaya söz geçiren iktidar odaklarının bahşedeceği şeye talip olmadığımız için bu işe başladık. Bu yüzden Türkiye’de yapılan bütün kültürel faaliyetler dünyada hükmünü yürüten iktidar odaklarının -ocaklarının da aynı zamanda- lûtfunu talep eden insanların yürüttükleri faaliyetlerdir. Türkiye’de başka bir şey yapılmıyor. Dünyada da başka bir şey yapılmıyor. Ama dünyada ve Türkiye’de beş senedir biz, dünyayı zulmü altında inleten iktidar odaklarının bize tebessüm etmesini beklemeden, bunu kendimiz için küçültücü sayarak yaşadık. Bu yüzden de bundan sonra ne yapacaksak, beş yıllık ömrümüzün bize kazandırdıklarıyla yapacağız. Türkiye’nin var olması yolunda her şeyini ortaya koymuş insanların tebcil ettiği bir metin İstiklâl Marşı. Uzlaşmaların değil, iradenin hükmünü yürüttüğü bir çağı açmak üzere doğmuş olan bir metin İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı 1921 yılının Mart ayının on ikinci gününde alkışlarla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milli marş olarak kabul edildi. Fakat aynı gün oylama sırasında aynı mecliste “Red! Red!” nidaları da yükseldi. Ve İstiklâl Marşı kabul edildiğinden itibaren birçok tenkide maruz kaldı. Alternatifler üretilmeye çalışıldı. Mesela Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu Marşı” bu alternatiflerden bir tanesidir. Nasıl İstiklâl Marşı metin olarak bir direnç gösterdiyse İstiklâl Marşı Derneği de aynı direnci beş yıl boyunca gösterdi. Nelere rağmen? Bunları bilenler bilir. Bugün Namık Kemal’in bir mısraından istifade ederek aramızda bir konuşma cereyan edecek, inşaallah. Nasıl bir halden nasıl bir hale geçmemiz gerektiği konusunda bilinç sahibi olmamız gerekiyor. Namık Kemal’in mısraının geçtiği şiir “Vaveylâ” adını taşıyor. Vaveylâ; kötü bir durum karşısında çıkarılan ses, bir çığlık, bir feveran. Ve bu şiir dört nevhadan oluşuyor. Nevha, bilhassa ölüm sebebiyle bağırıp çağırma, üstünü başını yırtma, saçını yolma gibi bir hadiseyi anlatan kelime. Mezhep imamlarımız tarafından da haram kılınmış bir şey. Ama biz nevhadan, nevhalardan bahsedeceğiz. Bazı şeyleri anlamamak üzere yetiştirildik. Bizim aldığımız tahsil, bazı şeyleri anlamamamız için. Namık Kemal, on altı yaşında İstanbul’a bir kolunda karısı, bir kolunda divanı olarak gelen Namık Kemal, nevhanın mezhep imamları tarafından haram addedildiğini bilmeyecek kadar körkütük bir adam değil, öyle değil mi? Ama böyle bir şey var. Yani biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak Haçova Meydan Muharebesi’nde yağmaya dalan kâfirlerin üzerine satırlarla, nacaklarla varan insanların yerine koyuyoruz kendimizi. Bir taraftan yağmaya dalan kâfirleri tepelerken, bir taraftan “Kâfir kaçtı!” diye bağırıyoruz. Şimdiye kadar bizim nidamıza inanan insanlar sayıca çok değil. Biz “Kâfir kaçtı!” diye bağırmaya devam ediyoruz. Bundan sonra bakalım kaç kişi duyacak. “Ulan! Madem kâfir kaçmış; avantayı kaybetmeyeyim” diye mi burada olacaklar, onu bilmiyoruz. Ama hadise budur. Modern çağda Türklük Haçova Meydan Muharebesi’yle başlamıştır. Haçova Meydan Muharebesi, devletin küfürle mücadele için yetiştirdiği unsurların bozguna uğradığı fakat devletin hiç hesaba katmadığı milletin küfürle uzlaşmayı reddettiği muharebedir. Haçova Meydan Muharebesi milletin devlete rağmen kazandığı zaferdir. Bu yüzden de o zaferin hiçbir faydası ele geçmemiştir. Saray heba etmiştir bu kazancı, birçok zamanlarda olduğu gibi.
Tanzimat Edebiyatı’nın bir metniyle karşı karşıyayız. Tanzimat demek Türk devletinin yeniden tanzim edilmeye muhtaç olduğunun ilanı demek. Bu bakımdan da bizim millet olarak mevcudiyetimizi kayda geçiren Divan Edebiyatı geride bırakılmıştır. Bu metnin yazarı Namık Kemal de Divan Edebiyatı’na birçok kötü söz söylemiştir. Ama bütün bunları konuşmanın yerini ayrıca ayarlarız. Bugün bunları geçelim. Divan Edebiyatı’ndan değil, yeni bir edebiyattan; yüzünü Batı’ya çevirmiş bir kültür hareketinin ürünü olan edebiyattan bahsediyoruz. Onun ürünü bu “Vaveylâ”. Önce şiiri okuyacağım, sonra üzerinde konuşmaya çalışacağım.
Vaveylâ
Nevha 1 Feminin rengi aksedip tenine Yeni açmış güle misâl olmuş İn'itâfiyle bak! Ne âl olmuş! Serv-i sîmin safâlı gerdenine O letafetle ol nihal-i revan Giriyor göz yumunca rü'yama Benziyor aynı, kendi hülyama. Bu tasavvur dokundu sevdama Ah böyle gezer mi canan? Gül değil arkasında kanlı kefen Sen misin, sen misin garib vatan!
Nevha 2
Bu güzellikte, hiç bu çağında Yakışır mıydı boynuna o kefen? Cisminin her mesâmı yâre iken Tuttun evladını kucağında Sen gidersen bizi kalır sanma Şühedan oldu mevt ile handan Sağ kalanlar durur mu hiç giryan? Tende yaştan ziyadedir al kan Söyleyen söylesin sen aldanma! Sen gidersen bütün helâk oluruz Koynuna can atar da hâk oluruz
Nevha 3
Git vatan! Kâbe’de siyaha bürün Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat Birini Kerbela’da Meşhed’e at Kâinatta o hey’etinle görün! Bu temaşaya Hak da âşık olur Göze bir âlem eyliyor izhar Ki cihandan büyük letafeti var O letafet olunsa ger inkâr Mezhebimce demek muvafık olur Aç vatan göğsünü İlah’ına aç! Şühedanı çıkar da ortaya saç!
Nevha 4
De ki Yâ Râb bu Hüseyn’indir Şu mubârek Habîb-i zîşânın Şu kefensiz yatan şehîdânın Kimi Bedr’in kimi Huneyn’indir Tazelensin mi kanlı yâreleri? Mey dökülsün mü kabr-i eshâba? Yakışır mı sanem şu mihrâba? Haç mı konsun bedel şu mîzâba? Dininin kalmasın mı bir eseri? Âdem evlâdı birtakım cânî Senden alsın mı sâr-ı şeytânî? “Sâr” kelimesi lügatlerin bazılarında “öç” diye manalandırılıyor, karşılık olarak “öç” veriliyor. Burada “intikam” kelimesi kullanılmıyor. “Sâr” kelimesi kullanılıyor. Yani vahşice saldırma, hasmını yok etme manasında bir “sâr” bu. İntikam ise - Allah’ın adlarından birisi Müntekim’dir - bir hakka istinaden alınır. Haklının yaptığı iştir intikam almak. Hâlbuki burada hakkı olmayanların vatandan aldıkları şeytânî bir iş. Bir saldırı, şeytânî bir saldırı. Bu, bugün aynen cereyan eden bir şey. Bahis konusu olan, Tanzimat Fermanı’yla Türklerin başına gelen şeyin bugün daha ağır bir şekilde başlarına gelmiş olmasıdır. Bugün dünyada nizam verici rolünde iş gören insanların yaptıkları, Türkleri Tanzimat’a icbar etmekten daha ağır bir şeydir. En büyük zararı bütün dünyada Türkler görmektedir. “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” mısraını seçtik bu konuşmamızın başlığı olarak, bütün şiiri değil. Yani “Vaveylâ” değil konumuz. Ama vatan deyince önce Kâbe’yi hatırlamamızın manasını kavramamız lazım. Neden Kâbe deyince vatan anlaşılır? Bunun kimle, ne alakası vardır? Kâbe, kâinatın merkezinin izdüşümüdür. İlk mektepten itibaren çocuklara dünyanın en yüksek yeri olarak Everest Tepesi’ni öğretirler. Bu yanlıştır. Dünyanın en yüksek yeri Kâbe’dir. Çünkü Kâbe kâinatın merkezinin izdüşümüdür. Yani dünyada her şey Kâbe’nin altındadır. Onun için bizim vatanımız Kâbe’dir. Ayrıca Türklerin vatanı da Kâbe’dir. Çünkü Türk diye adlandırılan insanlar tarih sahnesine çıktıkları zaman ilk işleri Kâbe’nin güvenliğini temin idi. Kâbe’nin kâfir tasallutundan arındırılması Türklüğün ilk şartıdır, daha başında. Ve Mekke Kalesi’nde Türk Bayrağı dalgalandığı sırada, bugün o şehirde olan melanetin hiçbiri cereyan etmiyordu. Bu bir insanlık meselesidir, siyasi bir manevra bahis konusu değildir.
Bu metin, “Vaveylâ” şiiri, aslında Batı’da gelişmiş olan edebiyat teorileri ve edebi tenkit ekolleri de hesaba katılarak çok parlak bir şekilde incelenebilir. İlk kelime “fem”. Fem, ağız demek. “Feminin rengi aksedip tenine / Yeni açmış güle misal olmuş”. Vatandan bahsediyoruz ve vatanın ağzından bahsediyoruz. Yani başlangıç, yani giriş, yani istifade edilecek her şeyin dâhil edildiği yer, ağız. Vatandan bahsettiğimiz zaman en müspet başlangıçtan bahsediyoruz. Onun için, onun küçücük menfi bir tarafı olmaması lazım. Onun için feminin rengi aksedip tenine, bütün diğer tarafına; yeni açmış güle misal olmuş. Yani sen ter ü taze bir şeysin; çünkü vatansın. Vatan olman, yepyeni, hiç dokunulmamış olman için yeterli bir şeydir. Vatan isen ter ü tazesin. Şimdi, bunu hemen Ondokuzuncu Asır'a taşıyalım. İngiliz başvekili Gladstone, “Türkler pılısını pırtısını toplayıp, çekip gitsin Avrupa’dan!” demiş. Namık Kemal de “Vatan Yahut Silistre”yi yazmış. Silistre, işte o Avrupa’da bir yer. Bütün Avrupalılar, Almanlar da dâhil… Neden Almanlar da dâhil diyoruz, çünkü bütün Avrupalılar Türklerin Avrupa topraklarından tamamen yok edilmelerinde hemfikirdirler; hangi görüşte olursa olsun bütün Avrupalılar. Almanlar da dâhil deyişim şundan: Prens Otto Von Bismarck, bütün Avrupa siyasetçilerinin aksine olarak İstanbul’un Türklerin elinde bırakılması ve bugün 780.000 km2 dediğimiz arazinin de Türklere verilebileceği konusunda fikir beyan eden tek kişidir. Yani Ruslara İstanbul’un verilmesi esastır, herkes bunu kabul eder. Ama İngilizlerin, Fransızların; “Hepsini Ruslara vermesek, biz de birazcık hâkim olsak” diye Çanakkale’den geçmek istemelerinin sebebi odur: Eğer İstanbul’a varabilirlerse, ilk onlar varmış olacaklar ve Ruslar kadar hakları olacak. Her neyse.
Bir “vatan” derdi var birilerinin Türkiye’de. Ama kimin? Bu hiç belli değil. Onun için vatan fikrini kafasında, hiç olmazsa taşıyan birisi olarak, “Bu letafetle ol nihal-i revan / Giriyor göz yumunca rü'yama” Buradan başka bir alana atlayalım. Ben atlaya atlaya konuşacağım. Sizden de feraset bekliyorum. Meselenin aslı şudur: Türkler İstanbul’u ele geçirdikleri zaman Orta Çağ sona ermedi, Antik Çağ sona erdi. Çünkü Orta Çağ -adından da anlayabileceğiniz gibi- neyin ortası? Hiç belli olan bir şey değil. Uydurulmuş bir şey. Yani önemli olan Antik Çağ’ın bitip bitmediğidir. Antik Çağ bitti, yeni bir çağ başladı. Bu İbrani- Hıristiyan anlayışı içinde önemli bir şey, yeni bir çağın başlaması. Ama asıl önemli olan, Türklerin İstanbul’u ele geçirmeleriyle beraber, dünyada yaşanmaya değer bütün topraklara hâkim olmalarıdır. Diğer yerler, Türklerin hâkim oldukları yerlerin taşrası haline geldiler. Ve Avrupalılar, bu işin tersine çevrilmesi duygusunu bilhassa kışkırttı. Bunun için hiç aralıksız bir çalışma yürütüldü. Ama bu ümitsiz bir çabaydı. Ne zamana kadar? 1571 yılına kadar. 1571 yılında “Türkler mağlup edilebilir” fikri Avrupa’da seslendirildiğinde, artık Avrupa medeniyeti yükselişe geçti. Bu yükselişe geçme hadisesi öyle bir özgüven sağladı ki Avrupa’ya, kendilerini dünyanın hâkimi kabul ettiler. Bunu da fiilen gösterdiklerini savunuyorlardı. Hâlbuki sanayi inkılâbı dediğimiz zamana kadar Avrupa’nın dünyaya etkisi marjinaldi. Sanayi İnkılâbı mali gücün maddi bir gerekçe temin ettiği zamandı. İtalyan site devletlerinde kapitalizmin temelleri atıldığında ve Onyedinci Yüzyıl’da bunun Hollanda’ya taşınmasında henüz bu finans hâkimiyetinin dayanağı olan şey yoktu. Bir finans hâkimiyeti vardı; işlerini para ile halledebiliyordun. Ama finans hâkimiyetine karşı çıkmak çok kolaydı. Sanayi inkılâbı bu karşı çıkmayı zorlaştırdı. Çünkü ellerinde sanayi mamulü mallar vardı ve insanları bunlara sahip olmaya özendirdiler. Bizim kültürümüzde “Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl!” diye bir tabir vardır. Şuna inandırdılar insanları: “Bizimki sağlamdır!” İnsanlar da onların sattıklarını ele geçirmeye özendiler. Bu özenle finans hâkimiyetine maddi dayanak elde ettiler ve bu dayanakla Ondokuzuncu Yüzyıl’da gerçekten dünyaya hâkim oldular. 1571 yılında Türkler, donanmalarının yakılması suretiyle İnebahtı’da mağlup edildikten sonra, Avrupalıların yaptıkları ilk iş Türkiye’de hak ve söz sahibi olan, etkili ve yetkili olan insanları kendi devletlerinin yıkılacağına inandırmak oldu. Bununla uğraştılar: “Bu devlet çökecektir!” Şimdi, Namık Kemal diye bir adam var karşımızda... Alphonse de Lamartine de buralara kadar gelip bir Osmanlı Tarihi yazmış. Tarihin son üç cildi Osmanlı Devleti’nin çöküşünü anlatıyor! Yani Osmanlı Devleti ortada, ayakta fakat Lamartine’in tarihinin son üç cildi… Eğer evinizde varsa gidip bakın. “1001 Temel Eser”de çıktı; bendeki o nüshadır. Türkiye’de yaşayan insanlar buna inandılar: “Bizim devletimiz gidecek!” Normal sıradan insanlar da çocuklarına, torunlarına şöyle konuşurlardı: “Bunlara acıyorum. Biz neyse geçtik gidiyoruz.” Hep böyle yaşadılar. Kendi imkânlarının tükeneceği, kendi güçlerinin söneceği ve kâfirlerin bu dünyayı istedikleri gibi çekip çevirecekleri inancıyla yaşamaya başladı insanlar. Onsekizinci Asır’dan itibaren Türkiye’de bilhassa mektep, medrese görmüş insanlar Batı hayranlığıyla büyüdüler; inançları ne olursa olsun: “Onlar muazzam! Onlar büyük!” Herkes böyle düşünüyordu ama “Ben de bir yerin insanıyım” diyen insan, kafasında bir vatan tahayyül ediyordu. O vatan da çok güzel bir şey! Peki bu tahayyülün kaynağı ne? Bu tahayyülün kaynağı yine Batı, Avrupa. Mektep kitaplarında çocuklara “ütopik düşünce” diye bir şey öğretirler. Campenalla’dan başlayan Thomas More ile zirvesine ulaşan bir şey. Türkler İstanbul’u aldıktan sonra, Avrupalılar “Türklerin elinde olan ülkeden daha iyi bir şey nasıl olur” sorusu üzerine kafa yordukları için ütopyalar ürettiler. “Türklerin elinde olandan daha iyisi olamaz!” Olmayan bir ülke ama “Olsa ne iyi olur” dedikleri… Buna ütopya diyoruz. Güneş ülkesi, Thomas More’un Adası falan filan. Bu fikir sanayi inkılâbından sonra. Çünkü sanayi inkılâbı dediğimiz şey bir trajedidir. Kime, neye mal olmuştur, bunu düşünmek lazım. Sanayi inkılâbıyla beraber Avrupa’da doğan fikir hangisidir? Sosyalizm. Çünkü yapılan her şey o kadar berbat bir şeydir ki bunun mutlaka başka bir çözüm yolu olmalıdır. Bir dinleyici: “Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var”… O daha 1848. Oraya gelmeden önce ütopik sosyalistlerimiz var, Saint Simon’umuz var. Bu insanlar Avrupa’da sanayi inkılâbı dolayısıyla yürürlükte olan işleyişin büyük çoğunluğa zarar verdiği, bundan çok az insanın istifade edebildiği fikriyle, bunun değiştirilmesi programına bel bağladılar. Bu yüzden “Avrupa’da yükselen medeniyetin mutlaka başka bir şeye inkılâp etmesi şarttır” fikri, Sovyetler Birliği’nin çökmesine rağmen dünyada Marksizm’in itibar kaybetmemesinin açıklamasıdır. Çünkü Batı Medeniyeti ancak, kendi varlığının mutlaka revizyona tabi tutulması fikriyle kendini beğendirebilir. Batı Medeniyeti şu andaki veyahut bir yüzyıl, iki yüzyıl önceki haliyle, “Bak! Ne güzel, gördün mü?” dedirtmeyen, “Daha iyisi olacak!” dedirten bir medeniyettir. Hâlbuki dünyadaki diğer bütün medeniyetler, “Gördünüz mü, biz esasız! Bizim yaptığımız her şey en mükemmel olandır” diyen medeniyetlerdir. Çin, Hint, Aztek, İnka, Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma Medeniyetleri kendilerini esas sayan ve yaptıkları şeyin asıl yapılması gereken şey olduğuna inanan medeniyetler. Ama Batı Medeniyeti, “Olacak olacak! Daha iyisi olacak!” diyen insanların medeniyeti oldu. “Şimdi sen bu tersliklere bakma! Bu böyle olacak, böyle olacak, böyle olacak; daha iyi olacak!” diyen bir yapı oluşturdu. Bizim Namık Kemal ne yapsın? Bir vatanı olması lazım. Ama bir türlü, onun neye dayandırılması gerektiği konusunu izah edemiyor. Onun için, o bir tasavvur olarak var. Fakat sevdasına dokunan bir tasavvur. Çünkü bu şiirin yazıldığı zamanda Batı Medeniyeti mutlak hükümranlığını ilan etmiş. Hele Türkiye üzerinde… Çok enteresan bir şey var: 1850’lerde İstanbul’da İngiliz Sefiri’ne “Küçük Padişah” denirdi. Çünkü işini İngiliz Sefareti’nden geçirerek yaptın mı Saray’dan geçirdiğin kadar sağlam oluyor. Onun için İngiliz Sefiri “Küçük Padişah”tır! Enteresan bir şeydir; bir problem dolayısıyla İstanbul halkı sesini yükseltip sokaklara çıkınca hem Padişah hem de İngiliz Sefiri Karaköy’e gidiyorlar gemiye binmek üzere. Ama olay çok kısa zamanda, yani yirmidört saat geçmeden hallediliyor; bunların da biri Sefaret’e biri Saray’a geri dönüyor. Ben kısa keseyim değil mi? Türklerin vatanının olması doğrudan doğruya Kâbe’yle alâkalı bir şey. Yani bugün bizim vatanımızın olması birinci derecede Kâbe ile alâkalı bir şey. Çünkü hac sırasında… O zamanlar, şimdiki gibi sefil insanlar hacca gitmiyorlardı. Şimdi para çıkıştıran sefil insanlar hacca gidiyorlar. O zamanlar Müslüman dünyasının meselelerini konuşabilecek seviyedeki insanlar hacca gidiyorlardı ve bunun için hacca gidiyorlardı. Ve bu hac dolayısıyla Kâbe civarında Türklerin gayr-i Müslimlerden toprak kazanarak onları gerilettikleri haberi dolaşıyordu. Bizim bu “Gazâ Beylikleri” dediğimiz beylikler bütün İslâm dünyasında çok prestijli kuruluşlardı. Bütün dünya Müslümanları diyorlardı ki “O Türkler yok mu! Onlar bütün gâvurları susturuyorlar!” Onun için bütün dünya Müslümanları onlara hem takdirle bakıyorlardı, hem de onların destekçisi olmaya kendilerini hazır hissediyorlardı. O yüzden Timur’un işi Yıldırım Beyazıt’a karşı kolaylaştı. Çünkü Timur Anadolu topraklarına gayr-i Müslimlerin toprak kaybetmeleri davasına hizmet ettiğini göstererek girdi. Ankara Savaşı sırasında da birilerini buna ikna edebildiği için İslâm davasını savunan askerler Timur’un tarafına geçti. Yıldırım Beyazıt’ın tarafında saltanat taraftarları kaldı. Anlatabiliyor muyum? Timur da, tabii, Müslümanların gözündeki prestijini kırmamak için üç aydan fazla kalmadı buralarda. Yani “Sen de buraya AKP’li gibi geldin” demesinler diye Timur üç ay sonra yerine geri döndü. İşte bizim kendi tarihimizde “Fetret Devri” dediğimiz, gazâ beyliklerinin topraklarının iade edildiği yeni bir dönem başladı. Kâbe bizim vatanımızın olduğu yerdir. Yani biz vatan deyince Kâbe’yi anlarız. Biz kimiz? Bazen Müslüman adını taşırız, bazen insan. İnsanların vatanıdır Kâbe. İnsan kisvesinde dolaşanların değil. Onun için “Sen gidersen bütün helâk oluruz / Koynuna can atar da hâk oluruz” Artık Kâbe’nin üzerinde durduğu toprak olmaktan başka bir şey düşmez bize.
Vaveylâ şiirinde dikkatimizi çeken şey Bedr’in ve Huneyn’in adının anılmasıdır. Bizim dünyada insan olarak haysiyet sahibi olmamızı sağlayan iki gazâ. Yani, Bedr bu haysiyeti ele geçirmek için, Huneyn ise bu haysiyeti kaybetmemek için giriştiğimiz iki muharebedir. Şu anda Türkiye’de bu şiirde olan şey aynen oluyor. Yani “Âdem evlâdı bir takım cânî” Türkiye’den bir sâr-i şeytânî peşinde. Türkiye aleyhine, şu andaki Türkiye sınırları -Hatay da dâhil olmak üzere- aleyhine olan her şey Allah’la savaşın işaretidir. Kim bugün Türkiye’nin mevcut sınırları aleyhine bir işin içindedir; o Allah’la savaşıyor demektir. Çünkü biz İslâm’ın son ordusunun zaferi ile kurulmuş bir devletin sınırlarına sahibiz. Bu son ordunun da 27 Mayıs 1960 sabahı kendini ilga ettiği başka bir vakıadır. Ben ikinci turda bizi modern dünyanın gerçek tabiatı konusunda uğrattıkları yanılsamalara, illüzyonlara işaret etmek üzere şimdi ilk sözü İstanbul Şube Başkanımız Sedat Akyüz’e bırakıyorum. Sedat Akyüz:
Es Selâmu Aleyküm. Euzubillahimineşşeytanirracim bismillâhirrahmanirrahim. Elhamdulillah Allahümme salli ala Muhammed. Ben konuşmamda meramımı izah edebilmek için Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler üzerinde durarak Türk toprakları dediğimiz bu vatanın dar-ül İslâm olduğunu ve bu sebeple dünyanın sair yerlerinden hem meselelerimizin hem de bu mesailin halledilmesinde tutacağımız istikametin farklı olmasının gereğini vurgulamaya çalışacağım. Übey İbnu Ka'b’dan mervi olan ve Buhari başta olmak üzere hadis kitaplarında yer alan bir hadiste Resulullah “Şiirde hikmet vardır” buyurmaktadır. Hikmet, hakikate mutabık olan söz manasına gelirse de, kelime olarak aslen men etmek, istenmeyen, kötü şeylerden alıkoymak manasına gelmektedir. Mezkûr hadisten de şiirde kişiyi her türlü denaniyetten alıkoyan, onun bir duruş kazanmasında gıda olan bir şeylerin olduğunu istinbat edebiliriz. Bu mısrada da Namık Kemal bu vatanın Kâbe ile olan merbutiyetini muhteşem bir şekilde ifade ederek bu ümmetin -isterseniz milletin diyebilirsiniz- vatanı uğruna en zor zamanlarında da ne yapması gerektiğini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Buradan Türkiye’ye gelirsek; bir şey hangi sebebe mebni olarak var olmuş, vücut bulmuşsa aynı şeye sadık kalarak varlığını sürdürebilir. Bir millet hayat hakkını nereden alır ve millet olarak nasıl oluşursa ancak aynı şeye bağlı kalmak yoluyla hayatta kalabilir. Aksi takdirde o zaten artık başka bir şeydir. Şimdi, bilmemiz ve asla gaflete düşmeyeceğimiz şey şudur: Türkiye’de karşılaştığımız her müşkülat, insanın niçin halk edildiği, yeryüzünün neresi olduğu, Allah’ın Âdem’i halk etmesinden kıyamete kadar olan müddetin neyi ifade ettiği ile tamamen irtibatlı olduğudur. Nasıl ki biz, millet olmamızı sadece dinimize borçlu isek Türkiye de ancak dar-ül İslâm olarak vardır. Türkiye Türk Milleti’nin vatanıdır. Biz Müslümanların vatanıdır. Başkalarının değil. Ebette ki dar-ul İslâm olan bir yerde gayr-i Müslimler de yaşayabilir. Ancak adet bakımından sayıları çok bile olsalar millet-i hâkime olarak değil; azınlık olarak, zimmî statüsünde yaşayabilirler. Bu çok önemlidir. Allah’ın Resulü ve beraberindeki mü’minler o dönemdeki adıyla Yesrib’e hicret edip orayı Medinetünnebi ismi ile İslâm vatanı yaptıklarında Müslümanların sayısı oradaki gayr-i Müslimlerin, özellikle Yahudilerin sayısına nispetle çok daha azdı. Bu, neredeyse, tarihin her döneminde böyle olmuştur. Yani Müslümanların hâkim unsur olmalarının sebebi sayıca üstünlüklerinden değil; bilakis sadece hakikat üzere olmaları sebebiyle orada, o ülkede Allah’ın hükümlerinin uygulanması, Allah ve Resulü’nden gayri merci bulunmaması (Maide Suresi 48. Ayet) sebebiyle ve onların Mevlalarının Allah olmasındandır. Ayet-i Kerime’de mealen buyrulduğu gibi “Bu, inkâr edenlerin batıla uymaları ve iman edenlerin de Rablerinden gelen gerçeğe tâbi olmalarından dolayı böyledir. İşte böylece Allah insanlara kendi misallerini anlatır.” (Muhammed Suresi 3. Ayet) Bütün mesele şudur: İnsanın halk edilmesiyle beraber yeryüzünde her zaman şekil ve alan olarak muhtelif olsa da iman ve küfür arasında amansız bir mücadele, bir muharebe, bir mukatele vardır. Bu açıdan İslam’da insan ilişkilerinin esası insanları Müslim ve cahiliye olmak üzere ikiye taksim üzerindedir. Yani Müslüman’ın diğer Müslümanlarla olan ilişkileri bir yardımlaşma esasına müncer iken, diğerleriyle ise tebliğ ve cihada müteveccihtir. Savaş hep vardır. Savaş hep olacaktır da. Bizim savaşımız İlây-i Kelimetullah içindir. Müminler ilâ yevm-il kıyame bununla vazifelidirler. Din yalnızca Allah’ın oluncaya, yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar savaşmakla memurdurlar. “İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (NisaSuresi, 76. Ayet) Çatışmalar cephede savaş arkalardadır. Savaşta çeşitli entrikalarla savaştan geri kalmak ama zafer elde edildiği zaman da bir şekilde ondan azami derecede menfaat elde etmek isteyen münafıklar olduğu gibi. Ahzâb Suresi’nin 23. ayetinde Allah’ın kendilerini övdüğü rical da vardır. Tarih bu adamların olmasıyla olur: “Mü’minler arasında öyleleri var ki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir…” İşte bugün bir vatanımız olmasını kendilerine medyun olduğumuz İstiklal Harbi’ni kazanan kahraman ordumuz Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’deki kardeşlerinin devamı olan, aynı milletin ordusu idi; 27 Mayıs 1960’a kadar. Zira Kâlübelâ’dan beri ümmette veya millette - Kuran-ı Kerim’de altmışdört yerde geçen ve cemaat, topluluk, insan topluluğu, müddet, imam, önder gibi anlamlara gelen “ümmet” kelimesi en çok millet manasında kullanılır. (Bakara Suresi,134. - 213. Ayetler ve Yunus Suresi 19. Ayet’e misal olarak bakılabilir) süreklilik esastır. Bu bakımdan ashaba olan benzetmeler bir mübalağa değildir. Bir hakikatin şair tarafından, yani bihakkın şuurundaki kimse tarafından ifadesinden başka bir şey değildir. Aynı şey, Namık Kemal’in mezkûr şiirinde vurgulandığı gibi Mehmet Akif’te de “Bedr’in arslanları” şeklinde ifadesini bulur.
İslâm bu ülkede yegâne meşruluk kaynağıdır. İslam’ın, Türkiye’de, meşruluk mehazı olması Mısır’da, Tunus’ta, Ürdün’de, Suudi Arabistan’da, yani Müslümanların ekseriyet olarak meskûn olduğu diğer yerlerdeki ile birbirine asla karıştırılmamalıdır. Zira bu “düvelcik”lerin hiçbiri Müslümanların siyasi bir teşkilat olarak mevcudiyetlerine istinaden teşkil edilmedi. Esasen bu topraklar bizim vatanımızdı ve -Mekke dâhil- buralarda Türk Bayrağı dalgalanmaktaydı, 1916’ya kadar. Öyle ki bu topraklarda “Ben Müslüman’ım” demek, başta ümera olmak üzere, makamı ve mevkii ne olursa olsun her Müslüman’a diğerini muaheze etme -hakkını değil- vazifesini verir; onu mesul tutar. Bu o kadar bedihidir ki Türkiye üzerinde Türkiye’yi yok etmeye müteveccih her iş, her hareket, her operasyon İslamî referanslarla yapıldı ve halen daha yapılmaktadır. Gerçekte Türkiye’de İslam’ın dışında hiçbir meşruluk kaynağı yoktur. Bunu en çok da gayr-i Müslimler bilir. Onun için, özellikle Türkiye’de İslâm’la müspet hiçbir alakası olmayan kişilerin, güya İslâm’ı savunur görünmeleri manidar zokalardandır. Türkiye vatan olma meşruiyetini sadece İslâm’dan alarak, İslâm’a sadakatini gösterdiği İstiklâl Harbi ile elde etti. Bu böyle olduğu için dünyanın bütün diğer yerlerinden farklı olarak, farklı bir sebebe binaen Türkiye vatan olmuştur. Böylece Tazimat’la kaybedilen şey, Türkiye’nin vatan olmasıyla geri kazanılarak yeni bir çağ başladı bütün dünyada. İstiklâl Harbi ile kazanılan ve fakat sonrasında ihanete uğrayan şey, bu topraklarda ancak Müslüman’ın söz salahiyetinin olmasıdır. Bu zaferin vesikası veya teminatı ise İstiklâl Marşı’dır. Dolayısıyla Türkiye’de hiçbir şey kendini İslâm’a isnat ettirmeden kendini rahat hissedemez. Zira başta kendisi, kendinin gayrimeşru olduğunu bilir. Bunun içindir ki Tanzimat’tan bu yana İslâm’ın bu topraklardan tard edilip küfre alan açılabilmesi için ve bu amaca hizmet eden gayri İslami uygulamalar için Kur’an ve hadisten iktibaslar yapılarak veya bunlar işaret edilerek meşruluk istidlâl edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu oyun bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz yeni bir şey değildir. Bunları anlayabilmek ve agâh olabilmek için Kur’an okumamız gerekiyor. Çocuklarımıza bile öğretmememiz için çeşitli önlemler alınan Allah’ın Kitabı’nda, her zaman, kalplerinde olmayanı dilleri ile söyleyen, müfsit oldukları halde gerçekte “Biz bütün bunları ıslah için yapıyoruz” diyen insanlardan haber veriliyor. Belirtmek gerekir ki bir sözün mazmunu, ne söylendiği elbette önemlidir. Ancak bu yeterli değildir. Söze hakiki değerini veren o sözü kimin söylediğidir. Bu sebeple Türkiye’de İslâm’la hiç alakası olmayan kimseler, güya İslâm’ı öven veya Müslümanların lehineymiş gibi görünen sözler sarf ettiklerinde, bazılarının bundan nasıl bir memnuniyet duydukları ancak hamakatla izah edilebilir. Eğer başka bir aşağılık durum yoksa. Bu konuyla, yani sözü kimin söylediğinin önemli olması ile ilgili Münafıkun Süresi’nin ilk ayetlerini hatırlatmak istiyorum: Münafıklar kalplerindekinin hilâfına dilleriyle derler ki “Yemin ederiz ki sen Allah’ın Resulü’sün! Allah bilir ki sen elbette Allah’ın Resulü’sün” ama Allah onların yalan söylediğine şahitlik ediyor. Neden? Cevabı bir sonraki ayetten görülebileceği gibi onlar yaptıkları pisliklere yeminlerini kalkan yaparak ve hakikati söyleyerek Allah yolundan alıkoyuyorlar.
" Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin, derler. Allah da bilir ki sen elbette, O'nun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!” (Münafıkun Suresi, 1. ve 2. Ayetler) Münafıklar hakkında mütereddit bir tavır takınmanın da münafıklık olduğunu, en azından kınamayı hak eden bir karaktersizlik olduğunu biliyoruz. Yani bilmemiz gerekir. Şu Ayet-i Kerime (Nisa Suresi, 88.Ayet), böyle bir mütereddit tavrın iman ile birlikte olunamayacağını sarahatle belirtilmekte ve bizler ikaz edilmekteyiz. “Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Hâlbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı çevirmiştir. (küfürlerine döndürmüştür). Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın.”
Kur’an-ı Kerim’den, geçmiş ümmetlerde de bu şekilde, dini tahrif etmek isteyenlerin bulunduğunu öğrenmekteyiz. Burada özellikle, onlardan olmamayı istediğimiz Yahudi ve Nasranîlerin dinin bir kısmını alıp, bir kısmını tard etmede büyük menfaatler gördüklerini öğrenmekteyiz. Agâh olmamız gereken husus, yapacakları alçaklıklara dinden mesnet arayıp güya deliller serdedenler olduğu gibi, yalanlarda konfor bularak bunlara meyledenlerin de mevcudiyetidir. “Sen de Kur’an’dan ayetler okuyorsun; aradaki fark nedir?” diyecek olursanız bu farkı nasıl anlayacağız? Evvela, biz bütün iyiliklerin İslam’ın içinde; bütün çirkinlik ve şerrin İslâm’ın dışında olduğuna iman ediyoruz. Bu anlayışın dışında kalanların İslâm’ın dışında kalacağına tereddütsüz inanıyoruz. Ezcümle biz İslâm’ın tamamını istiyoruz. Şu ayeti hatırlamakta fayda var:
“Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaydık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”
“Sana ve senden önceki resullere inzal edilen kitaplara iman ettiğini iddia ettiği halde tağutun önünde muhakeme olmayı murad edenleri görmüyor musun? Hâlbuki onu inkâr (red) etmekle emrolunmuşlardı. Gerçek şu ki şeytan onları uzak bir delalete idlal etti." "Onlara 'Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”
Resulullah’a inzal olana iman ettiklerini iddia edip, sonra da Resulullah’ın hükmünü istemeyen, istemek şöyle dursun, bundan kaçan münafıklar sadece Allah Resulü hayatta iken mevcut değillerdi. Bilakis, o zaman haklarında ayet inip alçaklıkları ortaya çıkar diye korkuyorlardı. Bütün bu ayetler ve benzerlerini tilavet ederken Türkiye’ye sözü intikal ettirmemiz gerekiyor. Özellikle siyaset alanında arz-ı endam eden, İslâmî gibi gözüken, “İslâmcılık”, “Siyasal İslâm” gibi şeyler tamamen İslâm’ı tard etmeye müteallik söylemler ve uygulamalardır. Bu tard etme gayretlerine yer açmak için yapılan şeylerdir. Bütün bunlar ancak İslâm’a dair söylenen sözlerin Türk vatanıyla merbutiyetinin kurulmasıyla anlaşılabilir. Eğer okunan ayât veya ehadis veya siyerden iktibasların Türkiye’yle, İstiklâl Harbi’yle ve tabii İstiklâl Marşı ile irtibatı kurulmuyorsa, bu gayretlerin bu irtibatın üstünün örtülmesinden başka hiçbir amacı olamaz.
Şimdi meselâ şurada bir yazımız var, Türk Bayrağı altında İstiklâl Marşı altında Dinini seç Türk ol! Fakat biz öyle bir duruma geldik ki, mesela çeşitli gösterilerde Filistin Bayrağı, Bosna Bayrağı, Kosova Bayrağı’nı taşımak Müslümanlık kabul ediliyor. Fakat Türk Bayrağı, nedense, sanki gayr-i İslâmî bir şeymiş gibi bir anlayışa insanlar sevk olunmuş. Burada açık bir şekilde vatansızlaştırılmış bir İslâm anlayışını görmekteyiz. Bir şeyi daha hatırlatmakta fayda görüyorum. Bizim bu söylediklerimizi dinleyen insanların çoğu şunu diyeceklerdir ki “Bunlar hamasi söylemlerdir; tıpkı İstiklâl Marşı’nın 41 mısraında olduğu gibi.” Fakat bu da yeni bir şey değildir bizler için. Enfal Suresi’nin 49. Ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar –bu hastalık da özellikle şek hastalığıdır, şüphe, İslâm’dan emin olamama, hakikat olduğuna emin olamama, mütereddid olma hastalığıdır.- Onlar şöyle diyeceklerdir: Bunları dinleri kandırdı, dinleri bunları aldattı, fakat kim Allah’a tevekkül ederse bilsin ki gerçekten Allah Azîz’dir, Hakîm’dir". Hamaset kelimesine de işaret etmek gerekirse; evet hamaset, çünkü hamasetin zıddı korkaklık, hamaset ise bir kahramanlık, güç ve fedakârlıktır. Burada dikkatimizi çeken husus vatanımızın Kâbe ile olan irtibatıdır. Kâbe Müslümanların yöneldikleri kıble ve tevhidin sembolüdür. Sadece Rablerine ibadet eden, birbirlerini Rab edinmeyen insanlara millet diyoruz. Bu millet Kur’an-ı Kerim’de “vasat ümmet” olarak isimlendirilmiştir. Fakat vasat kelimesi “orta” demek değildir. Kur’an-ı Kerim’de bir başka şekilde: “Onların en vasatının sözü” denildiği zaman en iyisi, en doğrusu, tam isabet olanı ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu “vasat ümmet” zikredilirken “Bu ümmetin diğer ümmetlere şahitlik edeceği, Resûlullah’ın da bu ümmete şahitlik edeceği” şeklinde iki yerde geçmektedir. Bu ümmet hayatın her alanında şahitlik edecektir. Neye şahitlik edecek ve bunu ne ile gerçekleştirecektir? Bunu ancak Allah’ın Dini’ni yeryüzünde yaşanır kılmakla, diğer bütün dinlerin –ki gerçekte onlar din değiller bu manada ed-din kelimesinin cemi olan edyan kelimesinin ne Kur’an ne de ehadiste geçmediğini hatırlatmak yerinde olur- batıl olduğunu göstermekle olacaktır. O yüzden ben bu konuşmamın serlevhasına şu Ayet-i Kerime’yi koydum: “Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur” (Saf - 9)
Bugün 1 Muharrem 1433. Ama bugünün küfür dünyasında -modern dünyada diyelim- onlar yılbaşını tebrik ediyorlar, bizim de bunu tebrik etmemiz için söylemiyorum. Böyle bir şey yok zaten. Bu da apayrı bir hatadır. Ama bu iyi bir tevafuk. Din sadece bir takım ritüeller olsaydı veya biraz da kâfirlerin söylediğiyle anlaşma içerisinde olsaydık o zaman hicrete gerek kalmazdı. Hatta Medine’ye hicretten sonra Resûlullah (s.a.v.)’a Yahudi bir topluluk gelip şöyle diyor: “Biz öyle kimseleriz ki eğer biz Müslüman olursak, Müslümanlığın hak olduğunu söylersek bizimle beraber pek çok insan da Müslüman olacak! Ama sen, bizim bir birtakım davalarımız oluyor, Onlara hüküm verirken bizim lehimize hüküm ver” (Bu rivayet ibni Abbas’tan) Tabii ki Allah’ın Elçisi buna yanaşmıyor. Ayet de: “Onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hüküm ver” diyor. Maide Suresi’nde birkaç ayet peşpeşe gelir bununla ilgili olarak. Medine’ye hicrette ilk yapılan işler, bildiğiniz gibi, bir mescidin tesis edilmesi ve Müslümanlar arasında kardeşlik ahdi. Bu da Bedir Harbi’nin nihayetine kadar devam etmiştir, miras da dâhil olmak üzere. Oradaki gayr-i Müslimlerle, özellikle Yahudilerle -bu da çok yanlış olarak söylenmekte kasıtlı olarak- onların neye tâbi olacaklarını ve son merciinin Allah ve Resulü olduğunu onlara bildiren bir vesika düzenlenmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) seriyeler için ordu hazırlamıştır. Bütün bunları şunun için söylüyorum: Bizim, Kur’an’daki millet kavramı hususunda; milletin ne olduğu, bir milletin nasıl bir organizma olduğu, hayatiyetini ne ile sağladığı konusunda Kitab, Sünnet ve ümmetin tarihinden yeniden anlamamız lazım.
Enfal Suresi’nde mealen “Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, -dikkat edin, sizi hayat verecek şeylere davet ettiği zaman- Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız O’na icabet edin, koşun.” deniliyor. Biraz önceki şiirde Namık Kemal’in söylemiş olduğu “…yoksa helak oluruz”u zannediyorum çoğu insan okuduğu zaman “yok olur gideriz” olarak anlıyor. Hâlbuki bu, tamamen peygamberleri yalanlayan kavimlerin, insanların helak olmasından kast olunanla aynı şeydir. Başka bir şey değil. Zira yine Kur’an-ı Kerim’de, Allah, “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, mevt demeyin” diyor. (Bakara Suresi, 154. Ayet) Onlar canlıdırlar, diyor. Dolayısıyla hayat sahibi olmak; bu ümmete, bu millete hayat veren şey, Din’in ta kendisidir. Hadis-i şerif’te, “İçinde Kur’an’dan bir ayet olmayan kimse harap ev gibidir” denmiştir. Fakat böyle anlamadığımız için bu gün tekellüm ettiğimiz şekildeki dilimizle sahih bir düşünce sahibi olmamız mümkün değildir. Yazımızın elimizden alınması başta olmak üzere çeşitli sebeplerle Kur’an-ı Kerim’deki kabile, kavim, millet, ümmet, aile, aşiret, taife gibi mefhumlarla değil; bize dayatılan sosyolojik kavramlarla düşünüyoruz. Tabii buna düşünmek denirse. Artık fert, toplum, ordu, millet; bunları birbirinden ayrı hatta zıt şeyler olarak gördüğümüz için bu ifsad edici daireden bir türlü çıkamamaktayız. Belki daha sonraki konuşma sırası bana gelirse aldığım notlardan tekrar ilaveler yapabilirim. Fakat şimdi, şöyle günler yaşamaktayız: Türkiye’de İslamî cemaat olarak bilinen topluluklar kendilerine alan açmakta, güya birtakım şeyler yapmaktalar. Ama İslâm alay konusu edilmekte, Müslümanların bir değeri olmamaktadır. Yani bu cemaatler, dernekler, vakıflar rahat ettikleri, nemalandıkları nispette değil, bunun çok fevkinde olarak İslâm hayatından uzaklaşmaktadır. Tıpkı piyasada “Kur’an Kur’an…” denildikçe Kur’an’dan uzaklaşıldığı gibi. Bir de bütün bunları bir ilerleme, bir başarıymış gibi göstermektedirler. Milletin hayatında da bir süreklilik vardır. Bu tıpkı Kur’an-ı Kerim’deki –bunlar birbirinden ayrı değildir- İbrahim’in milleti gibi, ondan öncekiler gibidir. ”Biz, sana ve senden önce indirilenlere iman ediyoruz.” demekle emrolunmamız gibi. Lisanımızın Kur’an ve Sünnet’ten şeklini bulmuş bir lisan olduğunu en güzel şekliyle şiirde görüyoruz. Bu milletin şiirinde de bir devamlılık vardır. Rahmet olan yağmur gibi. Namık Kemal’in bu şiirinde görmüş olduğumuzun daha mütekaddimini, daha üstününü İstiklâl Marşı’nda görmekteyiz. Yani, böyle şiirler yazılmamış olsaydı İstiklâl Marşı olamayacaktı, diyorum ve bitiriyorum. İsmet Özel: Şimdi söz sırası Gaziantep Şube Başkanımız Mehmet Kendirci’ye geçiyor. Mehmet Kendirci:
Merhabalar. Hoş geldiniz. Kâbe denilince benim aklıma hep Yunus Emre’nin “Bir mübarek sefer olsa da gitsek / Kâbe yollarında kumlara batsak” mısraı geliyor. “Bir mübarek sefer olsa da gitsek / Kâbe yollarında kumlara batsak” hasretiyle yanıp tutuşanların vatan kıldıkları bir yerdir Türkiye. Namık Kemal’in “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” mısraını yazdığı vakitler, az önce Genel Başkanımızın da söylediği gibi, Tanzimat Edebiyatı’nın olduğu vakitler. Tanzimat 1839’da ilan ediliyor, 3 Kasım’da. Namık Kemal 1840 doğumlu. 1888’de vefat ediyor. Ve 1856 Islahat Fermanı. Bu topraklarda yaşayan Müslümanların gayr-i Müslimlerle eşit olduğu bir dönem. Hatta onların galebe çaldığı bir dönem. Abdülmecid zamanında bunlar ilan ediliyor. Geçen hafta sanırım Abdülmecid’i anma programı çerçevesinde Dolmabahçe Sarayı’nda panel düzenlendi. Bütün milletvekillerine davetiye gönderilmişti. Tabii, bütün milletvekillerine gönderilmesi “Bak, o dönem yapılan yenilikleri şimdi biz yapıyoruz” mesajı vermek içindi. Bunu Meclis Başkanı söylemişti. Bu topraklarda Müslümanlar gayr-i Müslimlerle eşit oldu. Islahat Fermanı’yla gayr-i Müslimler okul açtı. Nasıl sonuçlandı bu süreç? Türkiye işgal edilirken, bu bizlerle eşit olan gayr-i Müslimler, bırakın işgale tepki göstermeyi veya işbirliği yapmayı; gâvurların safında yer alarak Müslümanlarla savaştılar, Türklerle. Sakarya Meydan Muharebesi’nde Yunan Ordusu’nun tamamına yakını Türkiye’de yaşayan gayr-i Müslimlerden oluşuyordu. Hatta bir İngiliz yazar Yunan Ordusu için “Eğer bir gün daha dayanabilselerdi bu gün her şey bambaşka olurdu. Türkler pes etmek üzereydi” diyor. Fransızlar Antep’e geldiği zaman Ermeniler tarafından güllerle karşılanıyor ve Antep’teki Ermeniler Fransızlarla beraber olup Türklerle savaşıyor. Antep harbinde şehit düşen altı bin küsur Türk’ün yarıdan fazlası Ermeni kurşunuyla ölmüştür. Maraş’ta hakeza öyle. Bir Fransız komutan bir Ermeni kızını baloda dansa davet ettiği zaman, Ermeni kız “O Maraş kalesinde Türk Bayrağı dalgalandığı sürece ben seninle dans etmem” diyor. Emir veriyor Fransız komutan, o bayrağı öyle indirtiyor. Fransız Bayrağı çekiliyor. Geldik bu güne. Bugün yine, işte bu topraklarda gayr-i Müslimlerle eşitlikten, böyle bir anayasadan bahsediliyor. Türklük maddesinin çıkarılması gerektiği, ilk üç maddenin değiştirilmesi gerektiği vurgulanıyor. Tabii, Türklük bir sıfattır. Bir insan taşıdığı sıfattan dolayı kendini üstün kabul etmiyorsa, bu o kişinin alçak olduğunu gösterir. Şanlıurfa Şubesi açılışında basın toplantısında Şanlıurfa’daki bütün yerel gazetelerde öne çıkan bir başlık: “Müslümanlık üstün bir vasıftır!” Bu topraklarda yaşayıp Müslümanlığı üstün vasıf kabul etmeyenler, “Müslüman’ım” deyip de kabul etmeyenler… Bu, onların alçak olduğunu gösterir. Zaten öyle de bir anayasa yapıyorlar. Hatta Anteplilerin de o dönem Ermenilerle ilgili söylediği bir söz var: “Denîdirler denîdirler denîler, Fransız’dan beterdir Ermeniler” Denî: alçak. Türkiye’nin Türkiye olarak kalabilmesi ancak Müslümanların üstün kabul edilmesiyle mümkündür. Müslümanların gayr-i Müslimlerle eşit olduğu bir Türkiye zaten Türkiye olmaktan çıkar. O gayr-i Müslimler geçmişte neler yaptılar, onu biliyoruz. Zaten bugün bu işleri yapanlar da İstiklâl Marşı’nın “Sen şehit oğlusun!” dedikleri değil. O gayr-i Müslimlerin çocuklarıdır. Ben şimdilik bunları söyleyeyim. Teşekkür ederim. İsmet Özel: Ankara Şube Başkanımız Mehmet Tunçel size hitap edecek. Mehmet Tuncel: Hepiniz hoş geldiniz. Aynı zamanda ev sahibi olarak bunu sizlere söylüyorum. Bugün konu başlığımız “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün!” Bunun için bastırdığımız davetiyelerde, bir üst başlık daha var: “Kara donludur Beytullah / Örtüsü kara değil mi?” Biri Karacaoğlan’dan diğeri Namık Kemal’den iki şiir. Dolayısıyla vurgulamamız gereken şey vatan mefhumu ve bunun önemi. Biz konuşmacılar olarak kendi aramızda herhangi bir iş bölümü yapmadık. Herkes içinden geldiği gibi konuşuyor. Ben de bu konuşmayı yapmak için düşündüğümde, şöyle bir noktadan yola çıkmayı uygun buldum. “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” mısraının sahibi Namık Kemal bu şiiri ve bu mısraı yazdığı sıralarda Osmanlı ülkesine, Türkiye’ye şu mısralarda kendini ifade eden fikir girmişti ve canlıydı: “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer.” Yani, bütün dünya benim vatanımdır, insanlık da benim milletimdir. Dolayısıyla “Vatanım da, milletim de yoktur” demeye varan, bugün de artık ayyuka çıkmış olan küreselleşme ideolojisi aslında o zaman da vardı. Türkiye’de ilk olarak bundan söz eden Şinasi. Daha sonra bunu Tevfik Fikret de 1910’larda yazdığı bir şiirinde zikrediyor. Namık Kemal tabii bu küreselleşme ideolojisine son derece karşı ve onun zıddına bu şiiri yazıyor. Fakat benim asıl vurgulamak istediğim kişi her ikisi de değil; Ziya Gökalp. Çünkü Ziya Gökalp’in kısa ömründe, 1910 ila 1920 arasında yazmış olduğu üç adet şiir var. Birbirinden farklı, üç vatan anlayışı var bu şiirlerde. Şimdi sabrınıza sığınarak bu şiirleri teker teker okuyacağım ve bunlar üzerinde fikir beyan edeceğim. Ziya Gökalp’in birinci şiiri: “Turan” şiiri. 22 Şubat 1910’da Selanik’te, Genç Kalemler dergisinde yayınlanmış bu şiir: Turan
Nabızlarımda vuran duygular ki tarihin Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın Bütün zaferlerini kalbimin tanininde Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.
Sahifelerde değil, çünkü Atilla, Cengiz Zaferle ırkımın tetviç eden bu nasiyeler, O tozlu çerçevelerde, o iftira amiz Muhit içinde görünmekte kirli, şermende; Fakat şerefle numayan Sezar ve İskender!
Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem Kalan Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamiyle Damarlarımda yaşar şan-ü ihtişamiyle Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan Vatan, büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!
Şimdi, “Vatanın ruy-i zemin, milletin nev’i beşer” fikrinin girmesinden elli yıl sonra bunlar bu nutuklarla şahlanıyor. Ve tabiri caizse, uçuyorlar! Yani ayakları yere basmıyor. Ama bundan hemen sonra bütün Balkanlar elden gidiyor. Önce Birinci sonra İkinci Balkan Savaşı’yla. Peşinden Seferberlik. 1918’e gelindiğinde elde belki hiçbir şeyin kalmamasıyla karşı karşıyayız. Bunun üzerine ikinci bir şiir yazıyor Ziya Gökalp. O da “Vatan”:
VATAN
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duânın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur. Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın. Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok, Her ferdinde mefkûre bir lisan âdet, din birdir. Meb'üsânı temiz, orda Boşolar'ın sözü yok, Hududunda evlatları seve seve can verir; Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye, San'atına yol gösteren ilimle fen Türk'ündür; Hirfetleri birbirini daim eder himaye; Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk'ündür, Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bunun yazıldığı tarih de 1918. Şimdi, ayakları biraz daha yere basıyor ama hala kendine gelmemiş, bir sarhoş durumunda. Ve İngilizler onu Malta’ya sürgün ettikten sonra, dönüşte şu şiiri yazıyor.
Çobanla Bülbül
Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle: “Sürülerin hani, ovan nerede? ” Bülbül sordu, boynu bükük bir güle: “Şarkılarım hani, yavrum nerede? ”
Ağla çoban ağla. Ovan kalmadı. Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: “Ülkeler hep gitse de, Kopmaz bende Anadolu Ülkesi,” Bülbül dedi: “Düşman Hased etse de İstanbul da şakıyacak Türk sesi”
Çalış çoban, kurtar öz yurdunu. Şairlerden topla, bülbül bir ordu.
Çoban dedi: “Edirne’den ta Van’a Erzurum’a kadar benim mülklerim.” Bülbül dedi: “İzmir, Maraş, Adana, İskenderun, Kerkük en saf Türklerim”
Sarıl çoban, Sarıl. Mülkü bırakma. Yâd elinde, bülbül, Türk’ü bırakma.
Çoban dedi: “Sürülerin hep kaçsa Benim sürüm var, kaçmaz, adı Türk ili.” Bülbül dedi: “Şarkı ölsün, yok tasa; Türkülerim yaşar söyler halk dili.”
Yalvar çoban, yalvar. İlin kurtulsun. Dile haktan, bülbül, dilin kurtulsun.
Bu toprakların ikinci kez vatan olması arifesinde yazılmış şeyler bunlar. Bana öyle geliyor ki yaşadığımız bu günler ve yaşayacak olduğumuz günler bunun çok benzeri birtakım fikrî ve amelî mücadelelerle geçecek. İstiklâl Marşı Derneği burada hayatî önem taşıyor. Çünkü bizim portalimizi, programlarımızı takip edenler varsa görebilirler ki; aslında tutarlı bir bütün halinde, kendimizi, yani Türkiye’yi ve Türkleri merkeze alarak tarihi yeniden okuyoruz, yeniden yazıyoruz. Burada çok küçük bir topluluk olarak görünebiliriz. Ama hak söz budur Türkiye için, bugün için. Herkese bir görev düşüyor. Burada bulunanlara, burada yaşayan herkese bir görev düşüyor. Herkes işin bir ucundan tutarsa, bence bu günleri de çok güzel bir şekilde atlatabiliriz ve “Talihimiz tarihimizdir” ülküsüyle daha iyi günlere kavuşabiliriz. Bunun için bu toplantıdan sonra, Dernek olarak, yine bu salonda “Millet Mektebi” başlığı altında Talas Muharebesi’nden başlayarak Türk Tarihi’ni kendi gözümüzle yeniden okuyacağımız yeniden yorumlayacağımız on beş serilik bir program başlayacak. Hepinizi bu programa davet ediyor katkı vermenizi bekliyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. İsmet Özel: Biz de teşekkür ediyoruz. Birinci turun son konuşmacısı olarak Durmuş Küçükşakalak, buyurunuz. Durmuş Küçükşakalak: Selamün aleyküm! Bugünkü panel başlığımız Vaveylâ’dan bir mısra: “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün.” Bu bir çığlık, vaveylâ. Tanzimat sonrası şartlarda atılan bir çığlık. İnsan “Dur, bir çığlık atayım” derse beceremez. Çığlık can havli ile atılır. Varlığımız ciddi olarak tehlikeye girdiği zaman ortaya çıkar. Bağırıp, çığırabilir insan ama çığlık atamaz. Çığlık atabilmek için canın tehlikede olması lâzım. İşte şairler böyle şeyler yapıyor. Bu Vaveylâ, 30-35 sene sonrasında başımıza gelecekleri anlatıyor. Bugün bu çığlığın yükseldiği şartlardan çok daha kötü şartlardayız. Fakat insandan çıkabilecek maksimum ses bir çığlık olabiliyor. Daha büyüğü olmuyor. Bu çığlık Tanzimat sonrası şartlarda yani Müslümanların hükmünün gayr-ı Müslim unsurların hükmüyle eşit tutulduğu şartlarda kopan bir çığlıktı. Bugün Müslümanların hiçbir hükmünün kalmadığı, hâşâ artık İslâm’ın hükmünün kalmadığı kaziyesinin kabul ettirilmeye çalışıldığı bir zamanda İstiklâl Marşı Derneği bu çığlığı serlevha haline getiriyor. “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” çığlığının yankısı yaklaşık kırk sene sonra geliyor. Kırk sene sonra Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesini “Hâkimiyet bilâkayd-ü şart milletindir” hükmü teşkil ediyor: “Bu topraklarda sadece Müslümanların hükmü geçer. Hâkimiyet Din-i İslâm müntesiplerinindir.” Bu çığlığa ilk defa 1921’de bir karşılık geldi. Bu, kelimelerle ifade etmek kadar kolay oluvermedi. Kâbe’yi sınırlarımız dışında bırakmak zorunda kalma pahasına, böylesine çok yüksek bir paha karşılığında bu hüküm yer alabildi.
“Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” sözü vatanı bir ütopya olmaktan çıkarıyor. Ya da bir sıla hasreti, hatıraların zihnimizde canlanmasını temin eden bir kelime olmaktan çıkarıyor. Bizi o günkü Avrupa’da Fransız İhtilâli’nden sonra ortaya çıkmış anlayış çerçevesinden ayıran, tefrik eden bir söyleyiş tarzıdır bu. Vatandan, milletten bahsettiğiniz zaman hemen “Fransız İhtilâli’nin etkisiyle oluşmuş, tüm dünyaya yayılmış şeyler bunlar” diye söze başlar birileri. Başka birileri de Türkiye’nin “ulus-devlet” olduğunu söyleyerek, Fransız İhtilâli’nden sonraki şekillenmeleri esas alarak bir şeyler konuşurlar. Bilâkis, bizim Kâbe merkezli vatan algımız, Fransız İhtilâli’nden sonra ortaya çıkan vatan ve millet algısını tetikleyen bir şeydir. “Biz insan değil miyiz? Bizim niye vatanımız yok? Biz insan değil miyiz? Bizim niye bir milletimiz yok?” dedi birileri. Bizim vatan ve millet kavrayışımızın Fransız İhtilâli’yle, belki, zıt bir alakası olduğundan bahsedebiliriz. Fransız İhtilâli’nin Osmanlı topraklarındaki etkisini bertaraf etmek üzere, içimizdeki gâvurlardan arınmak için vatan ve millet meselesi gündemimizin başına yerleşmiştir. Bu mısra vatan-ı aslîmizin neresi olduğunu gösterir. Namık Kemal’e kadar içimizde olan şey Namık Kemal’in diliyle dışımıza vurdu. Yunus Emre ile başlayan vatan kavrayışımızı tasrih eden adamdır Namık Kemal. Yunus Emre’ye bakarsak henüz oturmamış, arayış içinde olan bir vatan sevdası görürüz: “Düşdü önüme hubbul vatan / Gidem hey dost deyu deyu / Anda varan kalur heman / Kalam hey dost deyu deyu.” Yani henüz nerelere uzanacağı, nereye götüreceği belli olmayan bir vatan sevgisi var. Vatan sevgisiyle başlayan bir şey var. Yunus Emre’den beri insiyakî olarak bildiğimiz vatan kavrayışı Namık Kemal’le cesamet kazanıyor. Önce vatan, sonra da millet mefhumu gündemimize, zihin dünyamıza giriyor. Namık Kemal Hürriyet Kasidesi’nde “Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim” dese de, Osmanlı falan değildir. Bunu söylemekte mazurdur. Çünkü henüz ortada Türk Milleti diye bir kavram, bir mefhum yok. Ne zaman ki Namık Kemal vatanı tasrih ediyor, vatan mefhumu zihin dünyamıza giriyor. Ondan sonra biz Türk Milleti’nden bahsedebiliyoruz. Namık Kemal Vatan Yahut Silistre’yi yazıyor, şiirlerini ortaya koyuyor. Vatan Yahut Silistre İstanbul’da defalarca sahneleniyor. Çok büyük ilgi görüyor. Nümayişlerle karşılanıyor. Ondan sonra, vatan tasrih edildikten sonra “Türk Milleti” mefhumunu ilk defa Recaizade Mahmut Ekrem'e bir mektup yazan Askerî okullar nazırı Süleyman Paşa kullanıyor: “Osmanlı devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise Türk Milletidir. Buna göre dilimiz Türkçe’dir. Öyleyse yaptığımız edebiyatın adı da Türk Edebiyatı olmalıdır” diyor. Yani ilk defa içimizden biri “Biz buyuz” diyor. Ama kendisi askerî okullarda okutulmak üzere yazdığı kitaba "Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye" ismini veriyor. Henüz kendisi bile bu işe cesaret edemiyor. Vatanımız olduktan sonra “Biz Türk Milleti’yiz” diyebiliyoruz. Bu zihin dünyasında da böyle, günlük hayatta da böyle. Yani “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” sözünü Namık Kemal bir Osmanlı olarak söylemez, söyleyemez. Çünkü Osmanlılığın vatan algısı içinde Hicaz yok. Tamam; orayı korur, hizmet eder ama vatan algısı içinde Hicaz yok. Hiçbir zaman da olmamıştır. Anadolu bile yoktur. Onun için bunu bir Osmanlı olarak söyleyemez Namık Kemal. Ancak Türk Milleti’nin bir şairi olarak söyler. Biz Mekke ve Medine’yi vatanımız bildikten sonra kendimize Türk diyebildik. Önceleri birileri bize Türk diyordu. Ama biz kendimize Türk demedik. Osmanlılar Anadolu’da yaşayan Müslüman köylülere Türk diyordu. Mekke ve Medine’yi vatanımız bildikten sonra Osmanlılık fikrinden Türklüğü tefrik edebildik. O gün Namık Kemal’in vaveylâyla, çığlıkla dile getirdiği mesele ne ise bugün o meselenin çok daha beteriyle yüz yüzeyiz. Türkiye fıkhî olarak ilk defa Onüçüncü Asır’da dar-ül İslâm haline gelerek Türklerin vatanı oldu, diyoruz. Fakat bu fıkhî olarak vatan oluşun siyasî boyutu pek göze çarpmadı. Çünkü Osmanlı’nın siyasî dehası bu siyasi boyutu örten, kapatan bir etki yaptı. Buraların dar-ül İslâm oluşu Osmanlı’nın geniş toprakları içinde seyreltilmiş bir vatan algısı olarak yaşadı. Onun için bu ilk vatan oluş pek göze görünmedi. Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesi ve otoritenin kalkmasıyla İstiklâl Harbi başladı. Daha önce fıkhî olarak vatanlaştırılan, dar-ül İslâm haline gelen bu topraklar, istiklâlin kazanılmasıyla siyasî boyutu da göze görünerek, dünyada itikadî bir mana ifade eden tek vatan oldu. İstiklâl Harbi’nin birçok muharrik unsurundan bahsedilebilir. Ama bu muharrik unsurlardan en önemlisi Kâbe’nin İngiliz topraklarında kalmasıdır. Bunun böyle olduğunu kimse söylemez. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği’nden başka kimsenin işine gelmez. Misak-ı Millî’yi ortaya koymak gönlümüzün, zihnimizin en mutena yerine Kâbe’yi koymakla mümkündür. Mekke ve Medine’nin İngiliz toprağında kalmasının acısı ile düşünülürse Misak-ı Millî bir anlam ifade eder. İster İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin içtihadını esas alın, isterseniz İmam Şafi’nin içtihadını esas alın, her halükarda İstiklâl Harbi ile bu toprakların dar-ül İslâm oluşu pekiştirildi, tescil edildi. Daha sonraki olaylar fıkhî açıdan da, siyasî açıdan da başka başka değerlendirilebilinir. Şöyle bir harita çizmeye çalışacağım. Genel Başkanımız İsmet Bey “İstiklâl Marşı ve Anayasa” panelinde “Cumhuriyet’in ilânı Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicretidir” demişti. Bu tespit çizmeye çalışacağım haritada gözümüzde daha da canlanacak gibi. Yemen 1916’da elimizden çıkıyor. Hemen akabinde Mekke 1916 Haziran’ında İngilizlere teslim ediliyor. Yemen’i bilmiyorum ama Mekke “nöbet mahallinde şekerleme yapanlar” tarafından teslim ediliyor. Mekke kumandanı Galip Paşa yaz geldiği için üç dört aylığına Taif’deki yazlığına gidiyor. Çünkü Taif’de yaz günleri daha serin geçiyor. Mekke ve çevresindeki gelişmeler kendine bildirildiği halde çok gevşek davranıyor. Mekke bu şekilde elimizden çıkıyor. Başka hadiselerle düşününce aslında şunu da anlıyoruz: Osmanlı idarecileri Birinci Dünya Savaşı’na kerhen girmişlerdi. Kahir ekseriyeti bu savaşın sonunda Osmanlı’nın haritadan silineceğine önceden ikna olmuş halde savaşıyordu ya da savaşıyor görünüyordu. Birçoğunun kafası savaş sonrası şekillenecek durumda hangi pozisyonu alması gerektiğiyle meşguldü. Meselâ Mustafa Kemal’e Fahrettin Paşa’nın görev yaptığı Medine’deki kuvvetlerin kumandanlığı teklif edildiğinde: “Ben Fahrettin’den daha mı az Müslüman’ım ki Peygamber’in kabrini teslim etmeyi bana teklif ediyorsunuz!” diyerek bu görevi reddediyor. Yani düşünün, daha 1916… İsmet Özel: Verecekler zaten… Durmuş Küçükşakalak: Kafaya koymuşlar yani. Medine verilecek. Seferî Kuvvetler komutanlığını da Hicaz bölgesinin boşuna savunulmamasını ve boşaltılmasını isteyerek reddediyor. Bunun üzerine Yedinci Ordu Komutanlığı’na atanmayı istiyor. Yedinci Ordu’da işler kötü gidince Adana’ya kadar çekiliyor ve İstanbul’a telgraf çekiyor. Kendisinin Üçüncü Ordu’ya komuta eden Yıldırım Orduları kumandanı olarak atanmasını; aksi takdirde işlerin içinden çıkılamayacak hale geleceğini söylüyor. Bu isteği de yerine getirildikten bir gün sonra tekrar telgraf çekerek: “Enver Paşa’nın politikaları orduyu her yerde felâkete götürüyor. Bundan en az zararla kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır. Başka çıkar yol kalmamıştır” diyor. Bir gün sonra Mondros Mütarekesi imzalanıyor. Mustafa Kemal’in o meşhur Yıldırım Orduları Komutanlığı bir haftalık bir komutanlık; mütarekeye götüren komutanlık. Harita şu: Mekke’nin teslim edilişi 1916’nın Haziran ayı. Medine’den çıkarılışımız ise 1919’un Şubat ayı. 1917’den 1919’a kadar yaklaşık iki sene boyunca Mekke İngilizlerin elinde iken, Medine ile olan irtibatımız sadece demiryolu hattı. 1300 kilometrelik demiryolundan müteşekkil bir sınırın sonunda Medine var. Demiryolu hattını tahrip edecekleri engellemek için hat boyunca küçük müfrezeler var. Bu hattın sonunda Fahrettin Paşa komutasında 3-4 bin Mehmetçiğin muhafaza ettiği Medine şehir merkezi var. İki yıl boyunca böyle bir haritamız var. Harita bu! İşte, Medine’yi savunmaktan aciz kalmış veya bırakılmış insanların bu topraklara çekilişi ikinci hicrettir. Bu hicretle bize bir vatan bahşedildi. Çünkü Resulullah Medine’ye hicret ettiğinde de bizim ilk vatanımız olmuştu. Şu tepeden şu tepeye, şu taştan şu taşa denilmek suretiyle Resulullah bir harem bölgesi çizdi. O çizilen alan bizim ilk vatanımızdır. Vatan ne işe yarar? En başta kıbleyi tutturmamıza yarar. Zayıf atın kıblesi olmaz. Vatan bize güç veriyor, kıbleyi tutturmamıza yarıyor ve niyet keskinliği sağlıyor. Zaten Türklük niyet keskinliği ile fark edilen, varlığı hissedilebilen bir şey. Niyetsiz amel batıldır. Ninemden duyardım: Namaza duracağında niyet ettikten sonra: “Durdum divana, uydum Kur’an’a, yönüm kıbleye, kıblem Kâbe-i Şerife” derdi. Bu niyet keskinliği Türklere mahsus bir haslettir. Her Müslüman namaza başlamadan niyet eder. Ama yeryüzünde sadece Türkler bu niyetlerini keskinleştirebilir. Bunun dünyanın başka yerlerindeki Müslümanlar yapmaz, yapamaz. Çünkü bastığı toprakların neresi olduğunu bilmesine imkân yok. “Git vatan, Kâbe’de siyaha bürün” mısraı da vatan konusundaki niyet keskinliğini gösterir. Vatan konusunda bu şekilde keskinleştirmedikçe Türk olamayız. Bugün Mekke ve Medine’ye pasaportsuz gidemesek de oraları asli vatanımız sayarak biz Türk oluyoruz. Çünkü Kâbe orada. Aslında Kâbe’yi aslî vatan kabul ediyoruz. Kâbe dünya yaratılmadan önce Âdem Aleyhisselâm ile birlikte cennette yaratılan bir beyt. Oradaki ismi Beyt-i Mamur’dur. Âdem Aleyhisselâm dünyaya gönderildiğinde Cennet’te meleklerle birlikte sürekli tavaf ettiği Beyt-i Mamur’u özlemiş. Bunun üzerine dünyada da aynı tavafı yapması için zümrütten yaratılmış olan Beyt-i Mamur dünyaya gönderilmiştir. Bu, Nuh tufanında göğe çekilir. İbrahim Aleyhisselâm, temelleri üzerine tekrar inşa eder. Hadis-i Şerif’ten öğreniyoruz ki Beyt-i Mamur dünyaya düşecek olsa birebir Kâbe’nin üzerine düşer. Onun için Mekke ufkumuzda olduğu müddetçe Âdem Aleyhisselâm’dan beri süregelen İslâm dairesi içinde kalabiliriz. Ufkumuzda Mekke olduğu zaman tabii olarak Medine de ufkumuz dâhilinde olmuş oluyor. Çünkü Mekke 400 kilometre daha güneyde. Bu toprakları vatan edinen bizlerin ilk vatanı, anavatanı Orta Asya falan değildir. İlk vatanımız Resulullah’ın sınırlarını çizerek haremleştirdiği Medine’dir. Anavatanımız ise -tıpkı anadilimizde olduğu gibi- Hatice anamızın doğup öldüğü, Aişe anamızın doğduğu Mekke’dir. Bütün bunlardan dolayı ayağımızı bastığımız topraklar “Cennet Vatan”a namzet olarak, ona mümasil olarak bize hediye edilmiştir. Bundan dolayı bu vatanın sınırları itikadî esaslara göre çizilmiştir. Misak-ı Millî, tıpkı Mekke’den Yesrib’e hicret eden Allah Resulü’nün Yesrib’i haremleştirerek Medine yapması gibi bir hadisedir. Misak-ı Millî’den sonra Diyar-ı Rum toprakları ya da Anadolu toprakları tekrar dar-ül İslâm haline gelerek adı değişmiş, Türkiye olmuş, sınırları itikadî manalarla çizilmiştir. Medine’nin hicretten sonra vatanımız oluşu gibidir bu. Onun için sınırlarımızı tartışmaya açanların itikadı tartışmaya açılmış olur. Sınırlarımızın manasız olduğunu söyleyenler kendi batıl itikatlarını terennüm etmiş olurlar. Bugün “Vatan, Millet, Sakarya” diyerek bir istihza cümlesi kuruluyor. Vatan ve millet mefhumlarını lâubali bir şey haline getirenler Yahudilerdir; özellikle de lâik Yahudiler. Çünkü lâik Yahudilerin, dindar Yahudiler gibi Arz-ı Mev’ûd’u yok. Onlar için Tevrat, “taşınabilir vatan” olduğundan dünyanın her yerinde “dünya vatandaşı” olarak yaşıyorlar. Arz-ı Mev’ûd idealini de bizim gözümüzün içine sokuyorlar ki Yahudi deyince aklımıza bunlar gelsin, İsrail gelsin. Asıl numarayı çevirenler diğerleri. Arz-ı Mev’ûd hikâyesi “Sınır Tanımayan Yahudiler” gözden kaçırılsın diye önümüze sürülüyor. Dindar Yahudiler Nil ile Fırat arası diye tutturmuş ve buna istinaden bir şeyler yapıyorlar. Diğer tarafta ise bunun çok eskilerde kaldığını, artık tüm dünyanın Yahudi kontrolünde olduğunu söyleyen “Sınır Tanımayan Yahudiler” var. Yahudiler arasındaki vatan tartışmasına da bütün dünya taraf tutmaya zorlanarak bu tartışmaya dâhil oluyor. “Sınır Tanımayan Yahudiler”e göre ufku Nil ile Fırat arasına sıkışmış bir İsrail'e lüzum yok. Türkiye tamamen tasfiye edildiğinde doğal olarak dünyanın her yeri İsrail oluyor zaten. Onun için “vatan toprakları” terkibi tedavülden kaldırılıyor. “Vatan, Millet, Sakarya” işleriyle uğraşanlara başka gözle bakılıyor ki, artık birçok vatan hainine vatan haini denilemesin. “Vatan, Millet, Sakarya”nın yerine ne ikame ediliyor: Küreselleşme, insan hakları, demokrasi, dünya vatandaşlığı… Diğer turda toparlayayım. Teşekkür ederim. II. Bölüm İsmet Özel: Selamün aleyküm! Vaad ettiğim üzere Kâbe’nin vatanımız olarak bilinmesine mani olanların çevirdikleri dolaplarla ilgili bir şeyi izah edeceğim. Çarpık bir yerden bakmayı bakmamızı sağladıkları zaman çok fazla uğraşmalarına gerek yok. Onun için Türkiye’de insanlar “Türk Tarihi de diğer milletlerin tarihi gibidir. Bizim yaşadıklarımız da herkesin yaşadığı gibidir” diye düşünür. Türkiye’de çağdaş değerlere sadık… Şimdi herkes “Tabii sadık olunması lazım” diye düşünüyor. Peki, “Nedir bunlar? Benimle alakası ne? Benimle alıp vereceği nedir?” meselesini insanlar düşünmez. Yani salakça şeyler vardır. Mesela siyaset bilimi terminolojisinde “Meşrutî Monarşi” diye bir şey var. Bizim de I. ve II. Meşrutiyet’imiz var. “Bak oralarda da oluyor, buralarda da oluyor…” Öyle düşünürler. Şimdi “Meşrutî Monarşi” ne demek? Kral veya Kraliçe yerinde kalacak, bir de parlamento olacak. “Meşrutî Monarşi” -Meşrutî Krallık da denebilir- oluyor; “Meşrutî Padişahlık” olur mu? Senin zaten siyasi geçmişin onlarınkinden, en azından bu mantıki değerlendirmeler bakımından, daha ileride. Senin zaten Divan’ı olan bir yönetimin vardı. Yani sen zaten başında, onların çok özendikleri “Meşrutiyet”i yaşıyordun. Avrupa’nın geçirdiği değişikliklerin tabii, yerinde, gerekli değişiklikler olduğunu; bizim de bunlara üç aşağı beş yukarı uymamızın normal olduğunu telkin ediyorlar. Ve insanlar bunu kabul ediyor. Hâlbuki her insan topluluğunun uğradığı şeyler diğerinden farklı. Bireyin uğradığı şeyler de farklı. Dolayısıyla başa gelen şeylerden, eğer bunlar menfi şeyler ise, kurtulma yollarının da farklı olması lazım. Bu, Avrupa milletleri için de doğru. Her birinin tarihi kendine mahsus ve kendi dünyalarının geleceğiyle alakalı bir çözüm ancak kendilerine mahsus olarak üretebilinir. 1571 yılına kadar sadece Osmanlı Devleti sınırları içinde değil, dünyanın her yerindeki insanlar için baş İstanbul’da mukim idi. Bir reislik bahis konusuysa o İstanbul’da bulunuyordu. Macarlar, Hıristiyan olarak, çocuklarına “Zoltan” ismini koyuyorlar. Müslüman ismi değil. Zoltan "Sultan" demek. Ama o, o kadar yukarıda bir şey ki, çocuğuna “Sultan” ismini koyuyor. Bunun dinle bir alakası yoktu. Dünyada daha yukarısı yoktu. Onyedinci Yüzyıl’ın sonuna kadar, yani 1600’lerin sonuna kadar dünyada askeri güç, sosyal düzen ve devlet mekanizmasının işleyişi bakımından daha üstün bir kurum, kuruluş, statü yoktu. Varsa yoksa bu İstanbul’da oturan adamın idare ettiği alandı. Bizim topraklarımız hammadde ithal, mamul madde ihraç eden yerlerdi. Biz hiçbir yerden, ama hiçbir yerden mamul madde ithal etmezdik. Mamul maddeleri Türkler, sadece ihraç ederdi. Ama bunlar nelerdi? Mesela sabun. Bütün sabunu bizden alırlardı. Bütün dünya! Dolayısıyla Türk Vatanı dediğin zaman bu en özenilebilir hayatı yaşayan insanların yeri anlaşılıyordu. Bunu Karacaoğlan “Gezdim seyreyledim Firengistan’ı” diye başlayan koşmasında çok net olarak anlatıyor.
Avrupa, kendine göre, kendi ölçülerinde bir yükseliş yaşadı ve bu yükseliş dünya hâkimiyetine vardı. Bu yükselişte hâkim unsurun sermaye olması, bozuklukların da müsebbibi olarak sermayenin görülmesine yol açtı. “Her şeye o hâkim; dolayısıyla iyisi de kötüsü de ona ait” diye anlaşıldı. O yüzden Ondokuzuncu Yüzyıl’da, 1848 de Karl Marx ve Friedrich Engels bir Komünist Manifesto yayınladılar. Bu manifestoda insanlık tarihinin bir sınıf savaşları tarihi olduğunu ilan ettiler. Ve bu Avrupa Medeniyeti’ni kaçınılmaz ve zaruri sayan insanların zihnine oturdu: Dünya tarihi bir sınıf savaşları tarihidir ve yaşadığımız günde bu zıtlaşma, sermaye sahipleri sınıfıyla, emek sarf eden insanların sınıfı arasında cereyan etmektedir. Bunu insanlar çok tabii olarak algıladılar. Dünya tarihinin sınıf savaşları tarihi olarak görülmesi insanları, emek ve sermaye çatışmasının da haklı, yerinde, gerekli bir gelişmeye yol açacağı fikrine ikna etti. Dikkat edilecek husus şudur: Biraz önce ne dedik? Türk Ülkesi öyle bir dönem yaşadı ki mamul madde ihraç ediyor, hammadde ithal ediyordu. Bu, başka yerlerdeki değerlerin bu ülkeye aktarılması demek. Çünkü mamul madde ihraç ettiğin zaman onları, sahip olmadıkları bir şey sebebiyle fazla ödeme yapmaya zorluyorsun. Mamul madde onların elinde yok. Peki, sen hammaddeyi satın alırken aynı zarara uğruyor musun? Hayır. Çünkü o hammaddesini satamadığı zaman aç kalıyor. Sen hammadde alırken kârlısın; mamul madde satarken bir daha kârlısın. Bu mekanizmayı Avrupa tersine, lehine çevirdi. O yüzden, sosyalist ve komünist tezlerin akla uygun olarak kabul edilmesi sonucunda bu, milletler arası ya da bölgeler arası değer transferi meselesi gölgede kaldı. Sanayi inkılâbı sebebiyle, para birikimi esasının çalışan insanların soyulması olduğu noktasına gelindi. Yani güçsüz insanların emeğini çalıyorsunuz. Nitekim emek teorisi var Karl Marx’ın, yani “artı değer” diye bir şey var. İnsanlar haklarını alamadıkları için… Yani onlar bir miktar çalışıyorlar, kendileri için çalıştıklarının ancak, diyelim ki, onda birini alabiliyorlar. Onda dokuzunu patron gasp ediyor. Böyle bir mantıkla, sermaye birikiminin bu istismar münasebetinden doğduğu fikri yaygınlaştı. Avrupa Medeniyeti kendini suçlu hissetmemek için en doğru fikrin bu olduğunu öne sürdü. “Bir kötülük varsa bu dengesizlikte, bu eşitsizlikte var; başka bir kötülük yok” diye düşündüler. Bunu fakirler de böyle düşündü. Emperyalizm dediğimiz şey böyle doğdu. Londra varoşlarında insanlar “Açız!” diye bağırmaya başladıkları zaman İngiliz yüksek tabakası dedi ki: “Müstemlekelerden alıp bunlara verelim ki, bu çene sussun.” Ve böyle bir mekanizma kuruldu. Önce kendi insanlarını sonuna kadar, tabii ki, istismar ettiler. Onlar büyük acılar çektiler. Ama sonunda onların teskin edilmeleri başka insanların aç bırakılmaları pahasına oldu. Tabii ki bu oldukça karmaşık bir mekanizma. Dediğim gibi sanayi inkılâbı dediğimiz şey devreye girdikten ve bunun finans ilişkileriyle bağı kenetlendikten sonra işler bambaşka yollara saptı. Bütün çark, bu çarkı çevirenlerin hesabına dönmeye başladı. Bunlar bir konuşmada bütün açıklığıyla ortaya konabilecek şeyler değil. Ama meseleyle ilgilenenler neyin hangi aşamada, ne şekle geldiğini okuyarak anlayabilirler. Problem, emeğin istismarı değildi. Problem, toplumlar arasındaki değer değişimindeydi. Toplumlar arasında hangi değer hangisine aktarılıyor. Biz, Kırım Savaşı’na kadar Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, Avrupalıların yiyip içtikleri ve giydikleri şeylere yabancıydık. Kırım Savaşı İstanbul’daki insanların, Avrupalıların yiyip içtikleri ve giydikleri şeylerin tadını almalarına sebep oldu. Düşünün bu 1854 civarı... Ondokuzuncu Yüzyıl’ın yarısına kadar Türkiye’de yaşayan insanlar, Türkiye’de imal edilmemiş şeyleri ne yiyip içiyorlar, ne de kullanıyorlardı. Zaten bu, küçümsenecek bir şeydi. Kırım Savaşı hikâyesi çok basittir. Kırım’da yaralanan askerler bugün Kuleli Askeri Lisesi dediğimiz yerde tedavi ediliyorlardı. Gemilerle geliyorlardı oraya. Biliyorsunuz, ilk defa Florence Nightingale diye rahibe olmayan bir kadın hastalara baktı. Yani sivil hemşireliği başlatan Florence Nightingale İngiltere’den geldi. Önce kendi askerlerine, sonra Fransız, İtalyan -İtalya yoktu o zaman Piemonte Krallığı vardı- askerlerine baktı. Hemşire kelimesi kız kardeş demek. Bu, rahibelere verilen isim. Biz de onu öyle adapte etmişiz. Dediğim gibi, kendimiz hakkında o kadar az şey öğretiyorlar ki, biz hep bir şey sanıyoruz yanlışlıkları. Tabii o zaman belli bir haberleşme de var. İtalya yarımadasında, Fransa’da, İngiltere’de yaşayan ve akrabasının yaralı yattığını duyan insanlar hem yiyecek -dayanıklı yiyecek, kahve gibi- hem de üst baş gönderiyorlar “Pierre yaralanmış!” falan diye. Bir insana dünya kadar eşya geliyordu. Bunlar o kadar çoktu ki, insanlar bunları ne giyebilirlerdi, ne yiyebilirlerdi. Ve bunlar İstanbul’da pazara çıktılar. Bu bol miktarda gelen yardım İstanbul’da satıldı. Böylece Türkiye gâvur mallarıyla tanıştı. Anlaşılan, bu hoşlarına gitti ve bunlara talep doğdu. Her neyse. Esas meselenin bir toplumun kendi bünyesindeki değerleri muhafaza etmek olduğu fikri, sosyalist tezler, komünist tezler sebebiyle yıpratıldı, yok edildi. Eğer sınıf gerçeğini kabul ediyorsanız ne oluyor; bütün dünya işçilerinin birleşmesi gerekiyor. Komünist Manifesto’daki “Dünya işçileri birleşin!” lafı aslında bütün dünyayı kapsamaz. Avrupa’dır o aslında. Onlar dünya diye orayı kabul ediyorlar. Öbür taraflar Avrupa’nın seviyesine gelmek üzere bir şeyler yaşaması gereken yerlerdir. Biz bugün, kendi ülkemiz, kendi milletimiz diye bir kavramı kendimizden uzak tuttuğumuz zaman o uluslararası şebekenin tuzağına düşüyoruz. Bunun için birçok gerekçeler uyduruluyor. Bir de, bize zarar vereceği halde dünya ölçüleri diye bir şeyi benimsemek zorunda kalıyoruz. “Bu her yerde böyle yapılıyor” diye bir şey söylüyorlar sana. “Her yerde yapılıyorsa yazık” diyemiyorsun. Hatta şunu demek gerekiyor: “Madem her yerde yapılıyor, biz yapmayalım!” Bakınız bu, dünyada bu sistemin işleyişinden zarar görmeyen toplumların takip ettikleri yoldur. Avrupa’da medeniyet Paris, Amsterdam, Londra mihverinde doğdu. Medeniyetin başarılarını elde etmek isteyen toplumların ilki Almanya’ydı. Almanya Batı Medeniyeti’nin yükselişi sırasında Batı Medeniyeti’nin esas unsuru olarak sayılmadı. Hala sayılmaz. Ama birçok dolambaçlı şey devreye giriyor. Bunların ikincisi Rusya’dır. Batı Medeniyeti’nin yükselişinde sistemin dâhilinde sayılmayan, sistemin dâhilinde olarak kabul edilmeyen bu iki ülke, Almanya ve Rusya, kendilerine mahsus yolun ne olabileceği meselesinde mesafe kat ettikçe öbür toplumları geride bıraktılar. Her iki ülkenin de, Almanya’nın da, Rusya’nın da bütün başarıları burunlarının doğrusunda gitmelerinde saklıdır. Başarı Batı Medeniyeti’ne ayak uydurmakta değil, ayak uydurmamakta saklıdır. Bu, Türkiye’de yok edilmiş bir düşünce ve anlayıştır. Türkiye hiç bir zaman “Ben neden ben oldum?” sorusunu sormamıştır. Hiçbir zaman ama! Osmanlı döneminde de. Çünkü orada da halkın zapt u rapt altında tutulması için belli sahtekârlıklar yürürlükteydi. Batılılaşma söz konusu olduğu zaman bu saklandı. Ve İslâm bu topraklar üzerinde hiç bir zaman, ama hiç bir zaman, günümüze kadar itikadî bir zenginlik olarak anlaşılmadı, tadılmadı. Bir bağlanma, bir sadakat, bir doğruluk yolu olarak bilinmedi İslâm. Ne olarak bilindi? Devletin selameti için razı olunan, rıza gösterilen şey. Bu konuda birileri çeşitli atraksiyonlar yapmış olabilir. Ama iş bundan ibarettir. Bu topraklar dar-ül İslâm olurken de böyleydi, bütün Osmanlı tarihi boyunca da böyleydi, Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca böyledir. Hiç bir zaman ibadet şevki bu ülkede kıymeti bilinen bir şey katına yükselmemiştir. İbadet dangalaklıktan başka bir şey değildir Türkiye’de. Yani Allah'a kul olmak. “Bu salaklar Allah'ın kulu!” Dilimizde böyle. “Allah'ın adamı…” demezler mi, demez miyiz? Adam Allah'ın adamıysa, salağın biridir(!) Onun için devletin adamı olmak lazım! Allah’ın adamı olacağına devletin adamı ol; bak, o zaman ne numaralar olur! Bizim hem İstiklâl Marşı Derneği olarak, hem de Türk olarak insanlara göstermemiz gereken şey kulluktan yüksek bir mertebenin olmadığıdır. Göstereceğimiz şey bundan ibarettir. Ama bu da, öyle, ısmarlama olacak bir şey değil. Bunu reçetesi falan filan yok. Gerçekten insanlar Allah'ın kulu olmayı bir kere yakaladılarsa o kendini pırıl pırıl gösterir. Onun için özel bir ikna metodu gerekli değildir. Ve bu, böyle bir mertebedir ki kimse senin elinden alamaz. Tebük Seferi’nde koskoca Bizans Ordusu bizim karşımıza çıkamadı. Hâlbuki o günkü teknik şartlarda bizi darma duman edebilirlerdi. “Sen ne kadarını getirdin?” diye soruyorlar Ebu Bekir’e. “Hepsini getirdim!” diyor. “Peki, evdekilere ne bıraktın?” “Onlara Allah'ı ve Allah'ın Resülü’nü bıraktım.” Biz Tebük Seferi’nde öyle korkunç bir güçtük yani. Ebu Bekir’in getirdiği ne olacak? Hepsini getiren o! Öbürleri hepsini getirmemiş! Hâlbuki o zaman Kayzer’in sarayı, orduları, neleri, neleri var… Kimsenin bir şey getirmesine lüzum yok. Ve bu ordu bizim karşımıza çıkamadı. Neden çıkamadı? Çünkü o orduda yüzde üç oranında bile olsa, Allah'a kulluktan başka yüksek makam bilmeyen insanlar vardı. Bunların oranı yüzde üç bile olsa, o zamanki Müslümanların sadece yüzde üçü bu seviyede idiyseler bile bu yüzde üç, o gün dünyanın en büyük ordusunu durdurmaya yetti. Ve biz mukatele olmadan döndük. Bu Türkiye’de çok kolay elde edilecek bir şeydir. Bu bizim dinimizse, Allah’a kulluğun değerinin bilinmediği bir toprak parçası bu, tarih içinde. Ama değer bilmenin esas olduğu bir ülkedir aynı zamanda. Belki Allah'a kulluğun değerini bilmiyorlar ama değer bilmeyi bilirler. Onun için bir kere sizin yoldan dönmeyeceğinizi anladılar mı peşinize takılmaktan başka çare yoktur. Onları özel olarak ikna etmenize lüzum yok. Sizin siz olduğunuz ortaya çıktıktan sonra sırtınız yere gelmez. Onun için Osmanlılar bunu gayet güzel kullandılar. Bütün insanları “Biz İslâm davasının yürütücüleriyiz” fikriyle altıyüz sene idare ettiler. Ben bu lafları söylerken, bir formül üretemeyeceğimizi, bir plan kurup o planı uygulayarak hedefe varmamızın yanlış olduğunu söylemeye çalışıyorum. Biz sadece itikadımızın neye taalluk ettiğini önce kendimiz anlayacağız; bu yeter. Biz kendimiz anladıktan sonra, başkaları bizi anlamaya çalışacaktır. Bizim birilerine bir şey anlatmamıza lüzum yok. Biz itikadımızın neye taalluk ettiğini kendimiz şuurla kavrar isek başkaları “Bu adam acaba neyin peşinde” diye bizimle irtibat kuracaktır. Bu bir formül mü? Formül derseniz o. Ama vuku bulmadıkça işlemeyen bir şeydir. Yani “yaptım oldu”yla olacak bir şey değildir. Yapmak zorundasın. Ben daha fazla konuşursam daha fazla uzatırım. Onun için bunları yazayım ben en iyisi. Bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Durmuş Küçükşakalak ile ikinci turumuz başlıyor. Durmuş Küçükşakalak: İsmet Bey’in bahsettiği itikadî pozisyon en çok da bugünkü panel konumuzla irtibatlı. Türkiye’nin sınırlarının itikadî sınırlar olduğunu kavradığımızda bir şey kavramış olacağız. Bu toprakların kimin ve niçin vatanı olduğu kavranırsa ve o kavrayış millet hayatına bir şekilde yansıtılabilirse; göze görünür, hatta göze batar hale getirecek bir millet ortaya çıkarsa, bu sınırların taşacağı ilk alan Mekke olacaktır. Bundan emin olabiliriz. Bu sınırlar dâhilinde bir millet, bir dirlik, bir düzenlik kaynayıp taşmadıkça bu konuda yapılan her şey birer manipülasyondur, birer illüzyondur. Bugün buna benzer işler, milletin gözünü boyayacak işler yapıyorlar ki işin mecrasına oturması engellensin. Bugünkü sınırlar içinde bir millet kaynayıp taşmadan, bir millî birlik sağlanmadan İslâm ülkelerinin vahdetinden bahsetmek, millet kavramını ümmet kavramına karşı bir şeymiş gibi göstermek Amerika’nın zangoçluğunu yapmaktır. Yahya Kemal 1921’in Mayıs’ında yazdığı bir yazıda “İzmir, Edirne devlete kavuşmadan önce gevşemek bir Türk için küfürdür” diyor. Bunu demli kafayla, Boğaz’a nazır bir yerde rakı içerken yazmış olma ihtimali yüksektir. Ama bu böyledir. Mekke’yi vatan dışında düşünmek, Mekke ve Medine’nin şu anda selâmette olduğunu düşünmek de aynı hükümdendir. Allah’ın vaad ettiği günler geldiğinde, inşallah, Mekke’ye atlarla girenlerden olmayı niyaz ediyorum. İsmet Özel: Teşekkür ederiz. Sırayı takip ediyoruz. Buyurunuz Mehmet Tunçel. Mehmet Tunçel: Konuşmamın birinci bölümü biraz daha galeyana getirmekle ilgiliydi. Bu bölümde biraz daha fikri şeyler söylemeye çalışacağım. İsmet Özel: Teskin edeceksiniz yani. Mehmet Tunçel: Evet. Tabii oraya da atıfta bulunacağım. Çok genel bir hükümden yola çıkarak açıklamak bence daha mantıklı: Bir şeyi göstermek o şeyi uzun uzadıya anlatmaktan çok daha öğretici olur. Dolayısıyla vatan dediğimiz şey bizim bizliğimizi, kendimizi gösterecek olan, olduğumuz yerdir. Biz istediğimiz kadar “Biz şuyuz, biz buyuz, şöyle uçarız, böyle kaçarız…” diye anlatalım… “İşte, burası bizim vatanımızdır!” diye bir yer göstersek ve orası harikulade bir yer olsa bu çok daha etkileyici olur. Zaten bir atalar sözünde de bu ifade ediliyor: Aslan yattığı yerden belli olur. Tabii biz öyle bir süreç yaşadık ki Türkler ve Türkiye olarak… Vatansızlığı daha evlâ gösteren uzun bir İslamcılık sürecinden geçtik. Şimdi ben, Süleyman Nazif’in bir sözüne vurgu yaparak söyleyeceklerimi söyleyeceğim. O da diyor ki “Vatan sıhhate benzer. Değeri kaybedilince anlaşılır.” Gerçekten böyle. Nitekim birinci bölümde okumuş olduğum şiirlerin sahibi Ziya Gökalp on yıl içerisinde, sadece on yıl içerisinde, bakın 1910 ila 1920 arasında nereden nereye geldi. “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” fikrinden, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar manasını namazdaki duanın” fikrinden, çobanla bülbülün ağlaştığı bir noktaya geldi. Hemen akabinde de, 1921’de İstiklâl Marşımız kabul edildi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde. İstiklâl Marşımızın vatana vurgu yaptığı altıncı ve yedinci kıtalarını okuyacağım ben şimdi size. Üç yerde geçiyor “vatan” kelimesi İstiklâl Marşı’nda. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda Canı cananı bütün varımı alsın da Huda Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. Biz bu vatanın kıymetini bilip onu bir mamur hale getirebilseydik ve kefereye dönüp “Bak! Burası bizim vatanımız ve sizinkinden kat be kat farklı” diyebilseydik başka hiçbir şey söylememize lüzum kalmazdı. Son olarak İstiklâl Marşı Derneği’ni bu vatanı yeniden inşa etmenin, yeniden birilerinin gözüne sokmanın mecraı olarak niteleyip, hepinizi bu çatı altına davet edip sözlerimi bitiriyorum. Mehmet Kendirci: Vaveylâ şiiri çığlık, feryat olarak tanımlandı. Adamın biri devesini kaybetmiş. Türkü söyleyerek arıyormuş. Demişler ki “Deveni kaybetmişsin! Neden türkü söyleyerek arıyorsun?” Demiş ki “Tek ümidim şu vadide kaldı. Orada da bulamazsam o zaman bakın siz bendeki feryada!” Allah’a şükür ki ümidimiz var. Allah’tan ümit kesenlerden değiliz. İyi akşamlar diliyorum. İsmet Özel: Sedat Akyüz’le başladık. Sedat Akyüz’le bitiriyoruz. Sedat Akyüz: Ben şunu söylemek istiyorum: Bir önceki konuşmamda itikadımızla din, millet ve vatan arasındaki irtibattan bahsettim. İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında benim hassaten hissettiğim bir şeyi öncelikle söylemek istiyorum: Bakara Süresi’nin son iki ayetini okuruz. O son ayetlerin faziletlerine dair hadis-i şerif de mevcut, bilirsiniz. Orada “Rabbimiz unutursak veya yanılırsak bizi sorumlu tutma! Önceki ümmetlere yüklediğin ağır sorumlulukları bize yükleme, takatimizin yetmeyeceğini bize yükleme…” deyip ondan sonra “Sen bizim mevlamızsın. Bize kâfir toplumuna karşı yardım et.” Bu duaları okuduğumda artık muhayyel gibi gelen bir şeyden ziyade bizzat yaşadığım, bildiğim bir şeyi daha yakinen hissediyorum. Maide Suresi’nden bir ayet meali okuyacağım: “Küfre karşı koşanlar seni üzmesin. Onlar gerçekte kalplerinde olmayan bir şeyi söylüyorlar.” Sonra ise çok önemli bir şey: “Sizi dinliyorlar, ama bir başka topluluk lehine, sizin aleyhinize sizi dinliyorlar. Ve yalan uydurmak, sözlerinizi tahrif etmek üzere sizi dinliyorlar.” İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında Kur’an ayetleri bir başka şekilde yine nazil oluyor. Biraz önce okumuş olduğumuz şiirle ilgili şunu söylemem gerekiyor. “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” derken bir konuda da agâh olmamız bize tembih ediliyor. “Git orada ağla!” değil. Bu milletin bir şeyler yapabilmesi için kendine has bir yolunun olması gerektiği, aksinin olmaması gerektiği burada belirtilmiş oluyor. O yüzden “Aç vatan göğsünü İlah’ına aç! / Şühedanı çıkar da ortaya saç!” diyor. Şehitler, şahitlik edenler olmadan bu işin olmayacağını bu şiir beyan ediyor.
Nisa Suresi’nin 115. ayetinde mealen “Kim kendisine hidayet tebliğ olduktan sonra Resul’e muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola ittiba ederse onu döndürürüz, bulunduğu yol üzere onu bırakırız. Ama onu Cehennem’e sokarız, orası ne kötü bir yol!” denmiştir. Bir diğer ayette ise mealen şöyle buyrulmuştur: “Allah şüphesiz ki kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Fakat bundan başkasını dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a şirk koşarsa uzak bir sapkınlığa sapmıştır.” Bu iki ayet arasında, mü’minlerin yolundan başka bir yol tutmanın şu ya da bu vesileyle şirk olduğunu siyak ve sibakından açıkça anlayabiliriz. Müşriklik aynı zamanda insan olmanın, Müslüman olmanın onuruna da açıkça aykırı bir şey. Bir başka ayette ise mealen “Onlar kadınlar gibi yalvarmaktan –veya şöyle tercüme de mümkün- dişi ilahlara yalvarmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Gerçekte onlar aslında şeytanın izinden başka bir şeye davette bulunmuyorlar.” Bu sözlerle ben bugünkü konuşmamı bitirmiş oluyorum. Teşekkür ederim. İsmet Özel: Bugün başımızdaki dertlerin kaynağı, 1571’de Türklerin mağlup edilebileceğinin Avrupa’da kabul edilmesinin akabinde, Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine İstanbul’dakinden farklı bir patron seçmeleridir. Bu, Onaltıncı Yüzyıl’ın son çeyreğinde başlamış bir şeydir ve kesintisiz bu güne gelmiştir. Bu ülkede yaşayan birtakım insanlar kendi patronlarının artık bu ülkede yaşamadığını düşünerek hareket ettiler. Hâlâ da öyle düşünüyorlar. Ben konuşmama başlarken İstiklâl Marşı Derneği’nin diğer bütün kuruluşlardan farkını vurgulamak üzere, biz hiçbir yerden icazet beklemeyen insanların birliğiyiz, dedim. Bugün Türkiye’den öç almak isteyen insanların birinci derecede Türkiye dışında bir destekle bu işi yürüttüklerini bilmemiz lâzım. En azından bunun gayr-ı meşruiyetini fark etmemiz lâzım. Türkiye’de insanların, günlük akış içinde “Bu kadarı zarar vermez” diye razı oldukları çok büyük kötülükler var. “Bu kadarında mahzur yok” dediğiniz şeylerin hepsi Türkiye’nin haritadan silinmesine sebep olacak şeylerdir. Bir dahaki buluşmamızda tekrar görüşmek üzere. Selamün aleyküm!