İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar. Müsaadenizle daha önceki dokuz konu başlığını hatırlatmak istiyorum.
İlk panel-konferans, Birinci Sene-i Devriye’mizde “Bir Seneye Neler Sığdı?” başlığı altında yapıldı. Daha sonraki başlıklar ise şunlardı: “İstiklâl Marşı ile Asrın İdraki”, “Bir İdeologi Olarak İstiklâl Marşı”, “İstiklâl Marşı: Abide Milletin Kaidesi”, “Dinin Derecesi, Milliyetin Derekesi”, “Bir Çağın Başlangıcı, Bir Alanın Açılımı, Bir Biçimin Sunumu Olarak İstiklâl Marşı”, “Yeniyse İyidir Deme, İyiyse Yepyenidir De”, “Kendini Bilen Rabb’ini Bilir”, “Millî Pazar Olmadan Millî Birlik Olmaz”.
Hususen Genel Başkanımızın bu başlıklar altında yaptığı konuşmalar, biten harç hakkında da devam edilmesi gereken yapının ne olduğu konusunda da bize sarih bir kavrayış kazandırmış olmalıydı. Ancak onuncu ve de sonuncu panel için seçilen konu başlığı bir yönüyle bu kavrayışın henüz oluşmadığına işaret etmekte. “Harç Bitti Yapıya Devam” ifadesini; İstiklâl Marşı’nın, kabulünün hemen ardından 1923’te rafa kaldırışından itibaren geldiğimiz son noktanın beyanı olarak da, İstiklâl Marşı Derneği’nin kuruluşundan bugüne geçen üç senesinin muhasebesi olarak da manalandırabiliriz.
Bu noktada öncelikle söylenmesi gereken şey, her iki mana bakımından, yani millet hayatının sağlanması ve derneğimizin hayatiyeti bakımından, “Harç Bitti Yapıya Paydos” demeyip “Harç Bitti Yapıya Devam” demenin itikadî bir tavrın neticesi olduğudur. Bu itikadî tavrın tarihteki somut tezahürlerini Haçova Meydan Muharebesi’nde ve İstiklâl Harbi’nde görmek mümkündür. Haçova’da ordu dağılıp kaçmaktayken, ellerindeki mutfak malzemeleriyle düşmanın üzerine giderek bir yandan onları püskürtüp diğer yandan da “kâfir kaçıyor” diye kaçan orduyu geri döndürenler de; İstiklâl Harbi’nde Maraş’ta, Urfa’da, Antep’te, Sakarya’da inisiyatifi ele alarak kâfire karşı göğsünü siper eden şehit oğulları da “Harç Bitti Yapıya Devam” demişlerdi.
Üzerinde hususen durmamız gereken mesele, harç bittiği halde yapıya devam edenlerin hangi vasıflara sahip olduğudur. “Allah korkusuyla yuvarlanan taşların” varlığına iman edenlerin itikadî seviyesi “paydos” dememeyi mümkün kılar. Ancak yapıya harçsız devam edebilmek için, yani “bu itikadî tavır bizim harcımızdır” diyebilmek için bazı vasıfları haiz olmak gerekmektedir. Her şeyden önce, duvar ören birer robot olmadığımızın, hem millet hem de dernek hayatımız bakımından neyi kaybettiğimizin hatırlanması elzemdir.
Millet hayatının teşkilinde yerine başka hiçbir şeyin konulamayacağı yegâne yer olan İstiklâl Marşı Derneği’nin pozisyonu itibariyle doğan kıymetinin farkına varıp varmadığımız, bu kıymete uygun bir itikadî seviyeye, ahlâkî olgunluğa ve zihnî donanıma ulaşmak için taşıdığımız niyet ve gösterdiğimiz gayretle açığa çıkacaktır. Dernek hayatımızın sıhhatinin temini ise birbirimizin Müslümanlığına iltica edecek hususiyetlere sahip olmamızla, Cennet’te de birlikte olmayı arzu eden insanlar oluşumuzla mümkün olacaktır.
Bu vakte kadar karamadığımız ya da karıp da israf ettiğimiz harcımızın telâfisi istikametinde, desen değil desinatör olması zaruri olan her bir üyemize mesuliyet düşmektedir. “Her şey yok olsa bile şuradan var olabilirsin” diyen İstiklâl Marşı’nı yazdıran şartların daha ağırının hüküm sürdüğü bir zamanda kurulan İstiklâl Marşı Derneği’nin üyeleri olarak diyoruz ki: “Harç Bitti Yapıya Devam”.
Şimdi konuyu kendi zaviyelerinden ele almak üzere sözü panelistlerimize bırakıyorum.
Adem Yıldırım :
Bildiğiniz üzere bu sözün özgün hali “Harç bitti yapı paydos”tur. Bir şeyin yapımında kullanılan araç ve gerecin tükenmesiyle o yapım işine ara verileceğini ifade etmek üzere “Harç bitti yapı paydos” denilmektedir.
İnanç ve yaklaşım farklı da olsa biz insanlara bir şeyi inşa etme kabiliyeti verilmiştir. Bunu açık seçik görmek gerekir. Biz Müslümanlara göre bir şey yapma, bir şeye etki etme ancak ve ancak Allah’ın dilemesiyle olabilir. Allah biz insanları denemek için dünya hayatımızla sınırlı olmak üzere bize irade vermiştir. Verilen bu irade de ancak Allah’ın vereceği izin ve Allah’ın irade ettiği kadar kullanılmaktadır. Buna göre Müslüman Allah’ın emirlerini yerine getirmek için meşru bir çerçevede inşa faaliyetine girer; yani bir şeyleri yapar, eyler. Maddî ya da manevî insanların tüm boyutlarıyla ilgili bir dizi inşa faaliyetlerini bu titizlikle yürütür.
Gayri-Müslim, yani aldanış içerisinde olanlar ise kendilerine verilen bu iradeyi tanrılıklarının bir uzantısı olarak görerek bir tanrı gibi inşada bulunduklarını zannederler. Arzuları doğrultusunda ve güçleri oranında insana ve diğer varlıklara zulmederek bunu yaparlar. Oldukça da rasyonel olduklarını da göz ardı etmemek gerekir. Meselâ 2. Dünya Savaşı’nın uzaması nedeniyle can kaybını düşünerek Hiroşima ve Nagazaki’yi çoluk çocuk demeden yakmışlardır. Stalin yaptığı cinayetler için, “Siz bana yüz binleri soruyorsunuz, ben milyonların hayatını kurtarmaktan bahsediyorum.” demişti. Ucuz işgücü gerektiği için rasyonel bir şekilde olsa gerek Afrika’dan köle temin edilmiştir. Sanayi için petrol gerekiyorsa milyonlarca insan ölmüş, ne önemi var? Bayağı rasyoneller değil mi?
Hangi gaye için yapılırsa yapılsın tüm yaratılanların tâbi olduğu birtakım kanunlar vardır. Meselâ su içmek istiyorsan elini uzatıp suyu alacaksın, ağzına götüreceksin ve o suyu içme gayreti göstereceksin. İstesen de elini uzatıp uzatamayacağın, suyun su olarak kalması, midene değil de ciğerlerine gitmesi gibi onlarca durum tamamen Allah’ın takdiridir. Ama gayret tamamen insanın mükellef olduğu bir durumdur. Bu gayretini de akıllıca, hikmetle yerine getirmesi gerekmektedir.
Bir şeyin yapılması yani inşa faaliyeti varolanın birbiriyle ilişkilendirilmesi, birbirine bağlanmasıdır. Dolayısıyla biz insanların bir şey inşa etmesi demek, mevcudun yeniden teşkilâtlandırılması, diğer bir deyişle elimizde olanları yeni bir çerçevede birbirine bağlayarak yeni bir şey oluşturulması demektir. Burada insanî gayret olması bakımından aslolan elimizdekileri bir işlevi yerine getirmek üzere yeniden bir birine raptetmektir. Harç elimizdekileri birbirine raptetme aracıdır. Harç bittiği halde yapıya devam edilecekse o zamana kadar niye harç kullandığımızı gözden geçirmemiz gerekecektir.
Onca etnik grubun nasıl olup da Anadolu’yu ikinci kez vatan kılmak üzere İstiklâl Harbi’ni verdiğini, Türk milleti dediğimiz bir milletin nasıl inşa olunduğunu anlamak gerekir. Bu insanları, bu insanların dâhil oldukları etnik grupları birbirine rapteden tek asli unsur -her aklı başında ve ehl-i namus olan insanın fark edebileceği gibi- İslâm’dır. Bizi bir arada tutan bu harçtan Dünya Sistemi’nin hoşuna gitmiyor diye vazgeçersek, sonucunu tahmin etmenin zor olmayacağı kanaatindeyim.
Türk milletinin ne olduğunu vuzuha kavuşturmadan millî birlik tesis edilmek istenmesi gibi tuhaf bir çabayı hal itibariyle komik, sonuçları itibariyle de trajik olarak değerlendiriyorum. Şimdi ülkemizde yerleştirilmeye çalışılan anlayış İslâm’ın bu milletin teşekkülünde hiçbir öneminin olmadığı yönündedir. Dil, ortak tarih, ortak bir gelecek beklentisi, vatandaşlık gibi ne kastedildiği açıkça belli olmayan ya da gerçeği yansıtmayan kıstaslar üzerinden Türkiye’nin varlığı izah edilmeye çalışılmaktadır. Ve hatta artık İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, bilmem ne şehrinde yayınlanan kriterlerle, uluslararası antlaşmalarla bir arada yaşamamızın yolları aranmaya başlanmıştır. Kendi malzememiz ve kendi harcımıza sahip çıkarak “kendinde millet olma”ktan “kendi için millet” olma gayretine girişmemiz gerekmektedir. Bize, “Bu işler sizin harcınız değil.” diyenlere inat.
Son söz: Harçsız ya da uyduruk harçla da yapı yapıldığı zannedilebilir. Ama bir yere kadar. Sonra ne mi olur? Küp üstüne küp dizseler, en altından bir çekseler, sen seyreyle gümbürtüyü. İyi akşamlar.
Durmuş Küçükşakalak: Hayırlı akşamlar. “Harç bitti yapıya devam” sözündeki “harç bitti” kısmı, düz bir mantıkla anlaşılabilir belki. Ama harç olmadan yapıya nasıl devam edileceği konusunda düz mantık işimize yaramaz. “Yapıya devam” ibaresi ancak Nasrettin Hoca gibi katıksız bir Türk kafasının izah edebileceği bir ibare. Hoca kavağa çıkarken pabuçlarını da yanına alır, yani aşağıdakilere pabuç bırakmaz. Ve pabuçlarını niye yanına aldığını soranlara, “Belki kavaktan öte yol vardır.” der. Böyle bir kafa yapısıyla “yapıya devam” denilebilinir ancak. Ama biz bilimsellikle bulanmış bir Türk kafasına sahip olduğumuz için yapıya devam kısmının izahıyla, mizahı bozabiliriz. Onun için o kısmı, o kafaya sahip mimarlara havale etmek daha yerli yerinde olur kanaatindeyim. Harç bittiden anlıyoruz ki harçla yapılmış bir kısım var. En azından “düşmana inat bir gün fazla yaşamak” ısrarındaki insanların attığı bir temel var.
Bugün Türkiye’de -aynı zamanda tüm dünyada demek lâzım- harcın bittiğini görebilmek şeytana rağmen bir bakış açısıyla mümkün olabilir. Şeytanın iğvasına kapılmak çok soyut, mücerret bir şey değil. Hele hele bu çağda... Yürürlükteki şartlara uyduğumuzda şeytana uymuş oluyoruz. Yani şeytanın iğvası, şartların iğvası olarak zuhur ediyor. İçinde yaşadığımız şartları bir veri olarak değerlendirdiğimizde, hem de sağlıklı bir veri olarak kabul ettiğimizde harcın bittiğini görme şansımız yok. Yapıya nasıl devam edileceğini ise hiç göremeyiz. Sadece bu konuda değil bütün alanlarda bir şey görme imkânımız yok aslında. Çünkü dünyanın hali ile Müslümanlık arasında her zaman bir tezat var. Yani dünyayı hor görecek seviyeyi tutturduğumuzda Müslüman’ca bir bakışa, bir duruşa kavuşabiliyoruz. Yine ancak bu seviyede bir anlayışla “yapıya devam” diyebilirsek diyebiliriz.
Bugün içinde bulunduğumuz şartları İslâm’a mugayir bir sapkınlık ve azgınlık olarak nitelediğimizde, dünyayı hor gördüğümüzde önümüze çıkan tabloda Elest Bezmi’nde başlayıp Medine’de kemale erdirilen dinden başka “yapıya devam” diyebileceğimiz bir zemin yok. Ve bu zeminin yaşadığımız topraklara kaymasıyla başlayan sürecin sonunda, bugün geldiğimiz yerde İsmet Özel’in nirengi noktalarını tespit etmesiyle tebarüz eden İstiklâl Marşı Türkiyesi’nden başka yapıya devam diyebileceğimiz bir zemin kalmamıştır. Yani harçla yapılan kısmın hülâsası şu anda üzerine bastığımız topraklardır. Ve bunun üzerine bir şey inşa edilirse yapıya devam edilmiş olacaktır. İstiklâl Marşı da bundan başka bir şey söylemez zaten: “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı” mısraı -tarihi de arkasına alarak- dünyaya hor bakışın zirvesidir. Bugün, “Dünyaya hor bakılabilecek yegâne ülkenin imkânlarını harekete geçirebilirsek neler olur”a dair özelde İsmet Özel, genelde İMD’nin dışında sadra şifa hiçbir görüşün olmaması harcın bittiğinin, yapıya devam edildiğinin nişanesidir. Harcın bittiğini nereden anlıyoruz? Küfür ile iman arasındaki savaşın bittiğine dair kaziyenin, Müslümanlar arasında kaziye-i muhkeme haline gelmesinden anlıyoruz. Yani insanlar diliyle itiraf etmese de haliyle, halet-i ruhiye ile diyor ki, “Küfür ile iman arasındaki savaş bitmiştir.” Toplum olarak can düşmanlarımızın idealini artık kendi idealimiz saymaya başladık. Bu birdenbire olan bir şey değil. Çünkü iyilik bir anda, birdenbire olur ama kötülük birdenbire olmaz. Kötülük birikinti sonucu ortaya çıkar, bir hazırlık sonucu yapılabilir. 150 senedir gayri-Müslimlerin zorlamasıyla, ayak sürüyerek yaptığımız işleri artık onlardan bir zorlama olmadan gönüllüce yapıyoruz. Hatta bazen diyorlardır herhalde: “Bu kadarını ummuyorduk; bir söylüyoruz, beş alıyoruz.” Bunu dediklerinden eminim çünkü ağızları kulaklarına varıyor. Türkiye’nin bugünkü durumundan herkes çok memnun, bütün dünya memnun. (Konuşmacı çok olduğu için atlaya atlaya gideceğim, kopuk kopuk...) Harcın bittiği anlaşılmasın diye de şöyle bir yol izliyorlar: Herkes her şeyde farklı şeyler savunduğunu iddia ediyor ama sonuçta aynı şeyde mutabık kalıyor, aynı şeye hizmet ediyor. Propaganda ve reklam dışında bir bilgilenme yolu bırakmayarak yapılanlar kamufle ediliyor. Manevî alandaki çöküntünün (itikadî, ahlâkî, fikrî, edebî) maddî alanda işlerin iyiye gitmesiyle dengelendiğine dair avuntu bu yolla herkese sirayet ediyor. Harcın bitmesi dövünülecek, yerinilecek bir husus değil. Bir mahrumiyet hissine götürmüyor bizi. Aksine en sahici ve en sahih bir yolun açılacağı umudunu pekiştiriyor. Önümüze pislikten arınmış bir inşa alanı açıyor. Yani, “Çok şükür ki harç bitti, çok şükür ki işimiz Allah’a kaldı.” diyebiliyoruz. Önceden de işimizin Allah’ın kudret elinde olduğunu biliyorduk ama işte o bilimsellikle bulanmış halimiz bunu görmemize engeldi. “O ferah ve delişmen gözüken birçok alınlarda betondan tanrılara kulluğun zırhı olduğunu” ancak harç bitince görebildik. Tabii bunu önceden gören görmüş. Harç bitince anlaşılıyor ki bir sarmaşık gibi bize hayat vereceğini sanarak can havli ile ne kadar çok şeye sarılmışız, dolanmışız. Harç bitince bunların ne olduğu açığa çıkıyor. Artık yapı bambaşka bir malzemeyle devam ediyor diyebiliriz. Bu simyacılık falan değil. Bakırdan altın elde etme hokkabazlığı değil. Harçla yapılacak olan yapıldı. Yapının devam edeceği kısım bu vatandır, Türkiye’dir. Şimdi o yapıyı muhafaza edip orayı yaşanabilir bir yer haline getirmektir asıl iş. Semereyi müdafaa ettikten sonra yapının neyle devam edeceği bahşedilecektir. Artık kontrol edilebilen bir Müslümanlıktır tüm dünyada yaşanılan. Müslümanlığın kontrol edilemez bir formunu, bir şeklini aramak yapıya devam etmektir. Bu form Türkiye’de tutturulamaz ise dünyanın hiçbir yerinde tutturulamayacak demektir. Müslümanlığın form tutacağı topraklar bu topraklardır. Bu toprakların İslâm toprağı olmasıyla elde edilen imkânın temsilcisi olabilmek yapının devamı için ilk şarttır. “Harç bitikten sonra ne yapılabiliri merak ediyorsak harç varken ne yapıldığını sürekli zihnimizde canlı tutmak lâzım.” diyerek, böyle yuvarlak bir cümleyle bitirelim.
Hamdi Özyel:
Hayırlı akşamlar. Bir yapının inşası karar vermekle başlar. Karar vermek tefrik kabiliyetine sahip olmadan düşünülebilecek bir şey değildir. Fark etmemiz gereken şeylerin başında ise adımızın Allah tarafından verilmiş olduğu gelir. Allah’ın kendisi için seçtiği ismi taşımayı, o isme yaraşan bir hayat yaşamayı şeref kabul edenler “hayatın gerçekleri” denilen şeylerin ahiret hayatı esas kabul edilmeden anlaşılamayacağını bilirler. Müslüman’ın ancak -kıyametin koptuğunu görse dahi- elindeki fidanı dikmekten geri durmayan kişi olduğunu Resulullah’ın kavlinden öğreniyoruz. Bunun anlamı şudur: Kıyametin koptuğunu görsen dahi ahiretin yani gerçek ve asıl hayatın için yapman gereken ne ise onu yapman ihmale gelecek bir şey değildir. Bu söylediklerimiz çerçevesinde Türkiye’ye baktığımızda gördüğümüz nedir? Türkiye’de olup biten nedir? Kendisine hangi sıfatı lâyık görüyor olursa olsun Türkiye’de yaşayan insanların tamamı -ister kendilerini sağcı olarak tanımlasınlar, ister solcu, ister muhafazakâr, ister milliyetçi, ister Müslüman, her kim olurlarsa olsunlar- hayatın gerçekleri adı altında kâfirlerin uygun gördüğü nizamın reddedilemezliğini kabule zorlanmaktadırlar. Olup biten bundan başka bir şey değildir. Peki, bundan sonra ne olacak? Bundan sonra ne olacağı bizim milletçe neye karar verdiğimizle alâkalıdır. Hayatın gerçeklerinden bahsedenlerin ve bununla da kâfirlerin üstünlüğünün tartışılamazlığını kastedenlerin yanında saf tutup “harç bitti yapı paydos” mu diyeceğiz yoksa Resulullah’ın işaret ettiği istikamette tavır alıp kıyametin koptuğunu görsek bile elimizdeki fidanı dikenlerden yani “harç bitti ama yapıya devam” diyenlerden mi olacağız? Karar vermemiz gereken şey tamamen budur diye düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Mustafa Tosun:
“Harç bitti yapıya devam” diyoruz çünkü ”Harç bitti yapı paydos” sözü bir Müslüman’ın edebileceği türden bir söz değildir. Çünkü bizler, “Herhangi birinizin elinde bir fidan varken, kıyamet kopacak olsa bile onu hemen diksin.” “İşlerinizi yarına bırakmayınız. Sonra yok olursunuz!” “Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz.” diyen bir peygamberin ümmeti olmakla şereflendirilmişizdir. Bu nedenle bir Müslüman atılım gücünü ölene kadar muhafaza etmeli ve bu suretle hayatını çürümeden, kokuşmadan nihayete erdirebilmelidir. Bu şekilde atılıma muhtaç insanoğlunun dünyadaki yeri tamamlanmış bir tasarı değildir. Bir tasarı “imkânı”dır. Dünya insanlar için ahiretin tarlasıdır. İnsanın bir tasarı olarak tamama ermiş hali dünyada bulunmaz. Fakat bu tasarının tamamlanma imkânı insanın atılım azmi ve Allah’ın inayetiyle bu dünyada vardır. Ne şekilde tamamlandığı ise ancak ölümden sonraki hayatta bilinebilir. Bu nedenle yapacaklarımızı yılmadan yapalım. Fırsatı kaçıracağımız için değil, önünde yılgınlık göstereceğimiz her kimsenin bir zorba veya bir zorba adayı olması yüzünden. Yılmayalım ki sıcaktan kavrulana gölgemiz, suda boğulana elimiz erişsin. Önce yapalım, sonra açıklayalım. Bilgece yapalım. Yani koruyarak, yani içimiz titreyerek, yani yıkılmasın diye. Tutkuyla yapalım. Bize verilen yaşama gücünü kullanalım. Yılmadan, bilgece ve tutkuyla. Önce yapalım, sonra açıklayalım.
Yine bu noktada Allah Teâlâ’nın şehitler için, “Onlar için ölüler demeyin; aksine onlar diridirler, lâkin siz şuurunda değilsiniz.” buyurduğunu hatırlamak gerek. Şehitlerin dünyevî bedenleri gitti diye yapıp etmelerinin bittiğini zannedersek yanılırız. Çünkü şehitlerin Allah tarafından Müslümanların yardımına gönderildiğini, yani harç bitse bile yapıya devam edildiğini biliriz.
Esas iş harç bitti sanıldığı anda başlamıştır. Öylesine ki Mekke döneminde Peygamber Efendimiz ve ashabına üç yıl boyunca ambargo uygulandığı ve ardından Peygamber Efendimiz’in amcası Ebu Talip ile hanımı Hatice’nin vefat ettiği ve bu suretle Peygamberimizin aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybettiği zor bir dönemde Yüce Allah, Peygamberimizi “İsra” ve “Miraç” olayları ile ödüllendirmiş ve büyük mucizeler ihsan ederek onun daralan gönlüne ferahlık vermiştir.
Allah kullarının yardımına sıkıştıkları her anda yetişmiştir. Yeter ki kullar Rablerinden istemesini bilsinler. Misal olarak Yüce Allah Türk milletinin medeniyet karşısında varlık-yokluk savaşı vermek zorunda kaldığı bir esnada Hakk’a tapmada sadakat göstermeleri nedeniyle bize İstiklâl Harbi verebilmemizi temin etmiştir. Sonucunda Allah Türk milletine istiklâlini vererek onu şereflendirmiştir. Ancak İstiklâl Harbi sonunda savaşı kazanan millete “harç bitti” denilerek milletin atılım gücü devre dışı bırakılmıştır. İstiklâl Harbi ile amaçlananın aksine olarak Batılılaşmacı yönde daha doğrusu Batı güdümünde hareket edilmiştir. Bugünse bu sebeplerle artık millet varlığı ve vatan büyük tehlikeler ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır.
Benzer süreç Cezayir’de yaşanılmıştır. Türkiye’de istilâcılara karşı olduğu gibi Cezayir’de de 1954–1962 yılları arasında kolonyalistlere karşı verilen savaş “Allahu Ekber” nidalarıyla yürütülmüştür. Bu ülkede de elde edilen askerî ve siyasî başarı yönetimi ele geçirme manevrasından da başarılı çıkan ekip tarafından Batı kültürüne yönelimli çevreler lehine ve kaçınılmaz olarak Batı lehine transfer edilmiştir. Yani harç bitti, yapı paydos denilmiştir. Yani şeytan tatile çıkmamıştır. Cezayir büyük katliamlara uğramasına rağmen kazandığı zaferinin aksine günümüzde Fransa’ya tam anlamıyla iltihak eder hale gelmiştir. Öylesine ki Cezayir’in yüksek halk tabakası artık Fransızcayı anadil olarak kullanmak yolunda hızla ilerlemektedir ve Arapçanın silinmesine çok az bir zaman kalmıştır. Bu haliyle diğer milletlerin tarif ettikleri bir millî mücadele; vatanı kurtarmak için gerekirse seferber olalım, ancak zafer elde etsek dahi düşmana kendi elimizle entegre olalım demekle aynı kapıya çıkar.
Bu nedenle biz Türklerin aktüel harçlar kadar değil Allah’a Bezm-i Elest’te verdiğimiz “Evet, Rabbimizsin” sözü gereği bir dava yürütmemiz gerekir. Bu büyük davaya sahip çıkmak harç bitse bile yapıya devam etmek, bir sınıf savaşını üstlenmek demektir. Bu manada Türk milletinin güzideleri bir sınıf savaşının içindedirler. Bu savaşları onların satıhta kalan ve her güçlü iktidar odağının kullanabileceği enternasyonalizm tuzağından salim kalmak suretiyle bütün insanlığa açık bir beynelmilel davanın güdücüleri olmalarını sağlar. Bu sebeplerle Türk milleti bütün diğer milletlerden farklı ve üstün olduğu için Türk milletine mensup olmayanların tarif ettikleri “millî mücadele” evsafı Türklerin intisabına uygun hale getirilememiştir, getirilemeyecektir. Türk milleti içinde “beraya” sınıfı tarih içinde hep kendi savaşını, yalnızca kendi vermiştir ve vermekten geri durmayacaktır. Bu sınıf savaşı başkalarının sınıf savaşlarına benzemez. Ahdine sadık beraya sınıfı, ezelden beri hür yaşamıştır ve yaşayacaktır; kükremiş sel gibidir, bendini çiğner, taşar; dağları yırtar, enginlere sığmaz taşar. İman dolu göğsü gibi serhaddi vardır, kılıç ehlidir ve haraç vermez. Çünkü onun yeri kavganın göbeğidir. Selâmlar.
Mehmet Tuncel:
Bugün Bartın Şubesi’nin açılışı dolayısıyla buradayız. Panelimizin ve konferansımızın başlığı da “Harç Bitti Yapıya Devam”. Bu başlık bana bir durum muhasebesi yapmamız gerektiğini hatırlatıyor. Şöyle geriye dönüp baktığımda 2007’nin Şubat ayında kurulan Derneğimiz üçüncü yılını bitirmek üzere. Bu süre zarfında birçok eksikliklerimiz de olmuştur, oluyordur, olmaya da devam edecektir; insanız neticede. Yaptığımız faaliyetleri, arkadaşlar konuşurken önüme not aldım. Ne ile başlamışız? “Bugünün Birincisi Sensin” programıyla başlamışız. İstiklâl Marşı’nın 41 mısraının her birini, zannediyorum elektronik ortamda, bir gün boyunca arkadaşlar tartışmışlar, oradan bir öz, bir fikir çıkarmaya çalışmışlar. 10’a yakın “Saymayan Sayılmaz” başlığı altında programlar oldu. 20 civarında “İstiklâl Yürüyüşleri” oldu. Bugün de onuncusunu ve sonuncusunu yaptığımız, ilân ettiğimiz paneller ve konferanslar oldu. Şimdi geriye dönüp baktığımızda aslında çok ciddi bir bilgi birikimi –bunu çok samimi olarak söylüyorum– oluştu. Dünyada ve Türkiye’de duyamayacak olduğunuz, gerçekten bu milletin lehine olan bir fikrî uyanış oluştu. “Harç bitti” derken zannediyorum bunu kastediyoruz.
Biraz önce Sivas Şube Başkanımız Adem Bey söyledi, bir karışım olduğunu, bir hercümerçten geldiğini harç kelimesinin. Şimdi, bu üç yıl zarfında kardık harcı. Yeterince kıvama ulaştık mı? Ulaştıysak da ulaşmadıysak da elimizdeki malzeme bu. Bundan asla geri dönmeyeceğiz. Bir yapıyı inşa etme yolunda da yolumuza devam edeceğiz biraz önce saydığımdan daha farklı yöntemlerle. Bunları da önümüzdeki günlerde zaten hepimiz duyacağız, duyacaksınız. Benim işaret etmek istediğim nokta şu. Panelin başlığı bana doğrudan bir durum muhasebesi, bir özeleştiri yapmayı hatırlattığı için -ben Dernek adına değil belki ama kendi adıma- bir durum muhasebesi yapmaya çalışacağım burada. 2007’de kuruldu İMD. Ben iki yıl Derneğin çalışmalarını internet üzerinden takip ettim. Gazete ve basın yoluyla takip ettim. Geçen yıl üye oldum. Yani bir yılı biraz geçti üye olalı. Bartın Şubesi’nden önce de Ankara Şubesi açıldı. Kendim de Ankara’da ikamet ediyorum. Bu süre zarfında yapılan şeyler hiç de az değil. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Çünkü bu İMD ne diyor ona bir bakmak lâzım. Öyle çarpıcı şeyler söylüyor ki sadece söylemekle de yetinmiyor, davet ediyor ve milletin kendi çıkarlarını, kendi kişiliğini, kendi benliğini koruması için bunu söylüyor. Yeterince etkili oluyor mu olmuyor mu, o ayrı bir konu.
Ne diyor İMD? Buraya arkadaşlar konuşurken kısaca not aldım. Diyor ki, “Türk tarihin merkezindedir.” “Batı’yı biz oluşturduk” diyor. Tabii bunların altı biraz önce bahsettiğim faaliyetlerle dolduruldu. Daha da doldurulmaya devam edilebilir. “Modernleşme tamamen anti-Türk bir süreçtir.” diyor. “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” diyor. “Türk bir kavmin, bir ırkın adı değildir; tarihî bir roldür; bir karakterin adıdır, bir tavrın adıdır.” diyor. “Allah sadece insanı değil milleti de yaratır, milletleri de dilleri üzerinden yaratır.” diyor.
Bu fikirler hangi kütüphaneyi karıştırırsanız karıştırın, hangi medya organını dinlerseniz dinleyin asla duyamayacağınız, göremeyeceğiniz, bilemeyeceğiniz fikirler. Ama bu fikirler o kadar önemli ki Türkiye –artık herkes söylediği için çok aşina hale geldi– gerçekten çok kritik bir zamandan geçiyor. Bizim bir şekilde kendi benliğimizi ortaya koymamız gerekiyor. En azından buna çaba göstermemiz gerekiyor. Tabii bu çabalarda mutlaka eksiğimiz, gediğimiz olacaktır. Bunda zaman zaman özeleştiri de yapacağız, yapmamız da gerekiyor. Fakat aslında Türk milleti adına bu Derneğin ifa ettiği çok kritik bir nokta var. Ne kadar sayısı az da olsa buna kulak kesilenler, ben çevremden biliyorum ki aslında ciddi manada dikkat de çekiyor. Fakat insanlar adım atmakta çok zorlanıyorlar. Zaten adım attırmak da bizim çok fazla meselemiz değil, bir şekilde Allah’ın takdiridir. Bizim üzerimize düşen bunları söylemek, bunları yapmaktır. Yani gayret bizden başarı Allah’tandır. Buna zaten kesin inandığımız için inşallah yolumuza da devam edeceğiz.
Ben son olarak kendi doğduğum, büyüdüğüm yerdeki bir inançtan söz etmek istiyorum; madem bu panelin adı da Harç Bitti Yapıya Devam. Bizim oralarda –Giresunluyum ben– şöyle bir inanış vardır: İnsanlar evlerini yaparlar; mükemmel bir ev de yapsalar mutlaka bir tarafını gedik bırakırlar, yapmazlar orayı. Yani ya kapısında bir eksik bırakırlar ya başka bir yerinde eksik bırakırlar. Bu inanç her yerde var mı yani Türkiye’nin her yerinde var mı onu bilmiyorum. Bu inanç da şunu gösteriyor: Biz ne kadar mükemmel olmaya çalışırsak çalışalım hiçbir yapı –bu sosyal bir yapı da olabilir, fizikî bir yapı da olabilir– mükemmel olamaz, olmayacaktır da. Hatta mükemmele ulaştığımızı varsaysak bile orada biz kendimiz bir eksiği bırakmamız lâzım. Zaten bizim Batılıdan, Batı’dan, Batı kafasından farklı olduğumuz yönlerden birisi bu.
Son dedim ama bir şey daha hatırlatarak sözlerimi tamamlayayım. Bu manada aslında son 30 yıldır yaşanan bir süreç var. O süreç de benim gördüğüm kadarıyla şöyle bir şey: İki tane kavramdan söz edeceğim. Çok duyduğunuz kavramlar bunlar. Bir tanesi “modernleşme” kavramı, bir tanesi de “küreselleşme” kavramı. “Globalizasyon” veya “globalleşme” diye de tabir ediliyor. Gördüğüm kadarıyla özellikle “modernleşme” kavramı tek yönlü bir kavramdı. Yani özü şuydu -ben çok vülgarize ederek söylüyorum bunu-: “Siz adam olmak istiyorsanız, refah içerinde yaşamak istiyorsanız bize benzemek zorundasınız.” Yani, “Bizim 50 yıl, 100 yıl önceki halimizsiniz siz.” diyorlardı Batılılar. Bunun ters teptiğini gördüler. Çünkü bu tek yönlü bir süreçti. Yani, “Siz kötüsünüz, biz iyiyiz; siz bize benzeyeceksiniz.” Bu gerçekten de böyle olsa insanlar buna tepki duyuyorlardı. Çünkü hiçbir insan kendisinde kötülük görmek istemez. Sonra 1980’li yıllarda bir “küreselleşme” kavramı çıktı. Bunda çok ufak bir karşılıklı etkileşim vardı. “Yine özünde biz iyiyiz, siz kötüsünüz. Ama sizden de alacağımız şeyler var.” şeklinde ufak bir yem attılar ve bütün İslâm dünyası ve özellikle Türkiye bu yeme atladı. Bu süreçte Türkiye çok kritik bir noktaya geldi. Bu kritik noktada İstiklâl Marşı Derneği’nin önemi büyük. Söylediklerinin önemi büyük. Üç yılda yaptığımız faaliyetlerle bir harç kardık. Kıvamına ulaşsa da ulaşmasa da, eksikleri-gedikleri de olsa bir şekilde yapıya devam etmemiz gerekiyor. Hepinize çok teşekkür ediyorum, iyi akşamlar.
Mustafa Karanfil:
Selâmün Aleyküm, Ben önce birçok yanlış anlamalara dikkat çekerek başlamak istiyorum. Çünkü biz hayatımızı birçok şeyi yanlış anlayarak sürdürüyoruz. Bu durum ise ya cehaletimizden yahut bazı ahlâkî zaaflarımızdan veyahut da zekâmızın yetmeyişinden kaynaklanıyor. Petrol zengini bir Arap şeyhinin oğlu Londra’da bir üniversitede okuyormuş. Zaman zaman oğluyla haberleşiyormuş. Bir keresinde oğluna sormuş: “Oğlum, durumun nasıl? Halinden bir şikâyetin var mı?” O da cevaben, “Babacığım!” demiş, “Aslında bir şikâyetim var diyemem; ama bir sıkıntım var, o da şu: Bütün arkadaşlarım okula tramvayla yahut metro ile geliyorlar. Ben ise senin bana aldığın o son model lüks arabamla geliyorum ve bundan dolayı da arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissediyorum.” demiş. Babası da, “Oğlum, üzüldüğün şeye bak! Hesabına hemen bir milyon sterlin çıkarıyorum; kendine metro mu alırsın yoksa tramvay mı, bilmiyorum, her neyse sen de onunla git okuluna!” demiş. Biz aslında hayatımızı biraz böyle yaşıyoruz. Biz, İstiklâl Marşı Derneği üyeleri olarak İstiklâl Harbi’mizi bir dönüm noktası olarak görüyoruz. Vatanımızı gâvura teslim etmeyeceğimizin bütün dünyaya ilanıydı bu. Bu zaferi İstiklâl Marşımızın bize kazandırdığı ruhla temin ettik. Elimizde bir İstiklâl Marşımız vardı bir de iman dolu göğsümüz gibi serhaddimiz. İman dolu göğsümüz gibi serhaddimiz yetmişti bize; çünkü o iman o en zor şeraitte kalbimizi ümitle doldurmuştu. Tıpkı Allah Resûlu (s.a.v.)’in o hendekleri kazdıkları, bütün herkesin korku içinde kaldığı o en zor günde bir taşı yararken, “Şu anda Bizans'ın, Kisra'nın, Yemen'in saraylarının yıkıldığını görüyorum. Buraların İslâm olacağını görüyorum.” dediği gibi biz de İstiklâl Harbi'nin o en şiddetli zamanlarında, “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın/ Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın” dedik. Anlaşılan, bu “yarından da yakın” kısmı bütünüyle heba oldu. Bir elbirliği yapıp bu yarından yakın kısmı ihya ve inşa edemedik; ama bir işbirliği yapıp bu günleri, bu yılları mahvettik. Tarihin bu en önemli fırsatını ne yapıp edip harcadık. Başta toplumun ileri gelenleri olmak üzere yöneticiler, siyasiler ve bütün ahali bu konuda işbirliği yaptı. Halbuki bu zafer, millet olabilmek için çok büyük bir imkândı. İlk anayasamızın ikinci maddesinden de anlayacağımız gibi burası bir İslâm Cumhuriyeti olarak doğdu. Bu imkân kullanılsaydı Türkiye çok farklı bir durumda olabilirdi. Ama görünen o ki, ortada ne Türkiye Cumhuriyeti kaldı, ne de Türk. Ve yine anlaşılan, bundan da kimsenin şikâyeti yok gibi. Bir Türk milletinden bahsediyoruz. “Türk” derken, bir etnik kimlikten bahsetmediğimizi, bunun bir karakter olduğunu defalarca söylememize rağmen birileri bundan çok gocunuyor. Aslında bir etnik Türklükten bahsetsek belki hiç kimse bu kadar rahatsız olmayacaktı; ne de olsa “Böyle bir Türk var mı?” diyeceklerdi. Böyle bir ırk, böyle bir kavim ara ki, bulasın! Zaten birilerini en çok rahatsız eden şey de bu. Yani bir ırk, bir kavim iddiamızın olmayışı. Hele de, “Anamızdan Türk olarak doğmayız; sonradan kendi tercihlerimizle Türk oluruz ya da olmayız.” dememiz bu gâvurları iyice çileden çıkarıyor. Çünkü bu meselenin sonu, buradan bir millet doğmasına, Türk milletinin doğmasına varacak. Bunu biliyorlar. O yüzden de bize şu dolmayı sunuyorlar: “Hepimiz Müslüman'ız, hepimiz aynı ümmetin evladıyız.” Biz de diyoruz ki: Buyrun dolmanızı, karnımız tok. Evet, hepimiz Müslüman olmaklığımız sebebiyle bir ümmetiz. Ama millet olmak için biraz fazlası gerek... Almanların nasıl millet olduğunu düşünürsek, bu işin bir şuur bir bilinç meselesi olduğunu da kavrarız. Yani millet olmak bir irade gerektirir. Bu, bile-isteye yapılan bir tercihtir. Türklüğün bir ırk ve etnisite meselesi olmadığını anlatırken şöyle bir örnek vermek istiyorum: Nasıl “Halil İbrahim milletine mensubuz.” derken bir soy soptan bahsetmiyorsak, Türk milleti derken de bir ırktan ya da kavimden bahsetmiyoruz. Ve nasıl ki, Türk, Müslüman'dan başkası değilse Türkiye de Müslüman vatanı olmaktan başka bir şey değildir. Sırf bu yüzden olsa gerek İslâm düşmanları aynı zamanda Türk ve Türkiye düşmanıdırlar. Yarından da yakın olan kısmı geçti dedik ve elimizde sadece bu “yarın” kısmı kaldı ve bu yarın kısmı da heba ve heder olmadan bir şeyler yapmamız lâzım diyen Türkler İstiklâl Marşı Derneği'ni kurdular. Biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak itikadımızın ayağımızı bastığımız yerle çok ciddi bir münasebeti olduğunu söylüyoruz. Vatanımızın bize, Kıble'ye yönelebilmek için ayağımızı basacağımız bir yer olması bakımından çok önemli olduğunu söylüyoruz. Yani bizim “seferî” sayılmayacağımız, mukim olabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var. Biz burada misafir değil, ev sahibi olmak istiyoruz. İşte bu yüzden, Türkiye'ye sahip çıkmak dinine ve itikadına sahip çıkmaktır diyoruz. Peki, bu ne kadar mümkün? Hele de üzerimize böyle bir gaflet hali çökmüşken... Bu millet tekrar vatanına sahip çıkabilecek mi? Lâtinlerin bir sözü varmış: “İnsanlar bir gecede dalalete sapıvermez.” demişler. Bunun üzerine Genel Başkan'ımız da, “Ama insanlar bir gecede hidayete erebilirler.” dedi. Ben de diyorum ki: İnşallah Sayın Genel Başkan'ım. Hayırlı akşamlar efendim. Mustafa Özköylü:
Bu panelin son panel olması benim için de iyi oldu. Bir daha konuşmayacağım çünkü aklıma gelen şeyleri söyleyemiyorum, çok heyecanlanıyorum. Burada hakikaten güzel şeyler oluyor. Biz millet olarak tamamlanmış ve kemale erdirilmiş bir dine iman ettik. Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi, kendilerine gelen hak dini eksik görerek tamamlamaya kalkmadık. Bizim harcımız bu.
İmam-ı Azam diyor ki: “Beni gasp edilmemiş bir toprağa gömün.” İmam-ı Azam ölüsünün gasp edilmemiş bir toprağa gömülmesini istiyorsa dirisinin nasıl bir toprakta olmasını ister, varın onu siz düşünün. Bize lâzım olan -harç var elimizde- şey, bu harca bir yapı gerekiyordu ve o yapıyı da burada inşa ettik. Yani Türkiye dediğimiz yer, dinimizi yaşacağımız bir yer; dârül-İslâm. Çünkü din kiralık bir toprakta yaşanmaz. İslâm hukukunu açın bakın, Müslümanların gayri-Müslimlerin hukukunda yaşayacağına dair bir hukuk, bir fıkıh bulamazsınız. Çünkü bu, yalnız Allah’a ve Rasulü’ne iman etmiş bir Müslüman’ın ne aklına ne de kalbine gelebilir. Bir Müslüman dârül-İslâm’da yaşar. Biz Türkler bu vatana haram bir şey bulaştırmadan kendimize vatan kıldık. Niçin? Çünkü “karşımızdaki” bir yapı kurmuş, zalim bir yapı. Ve Türk’ün de ayağını basacağı bir toprağa, bir yapıya ihtiyacı vardı. Şimdi bize bu yapının ne olduğunu unutturmaya çalışıyorlar ve biz İMD olarak bu vatanın dârül-İslâm olduğunu söylüyoruz. Bakınız Osmanlı, harcını Tanzimat’la tükettiği için, harcını değiştirdiği için, İslâm’dan vazgeçtiği için yıkılıp gitti. Ama millet harcını değiştirmediği için, İslâm’dan vazgeçmediği için bu topraklarda bir irade göstererek vatanını elde etti. Osmanlı harcını değiştirdiği için çekip gitti. Çünkü Osmanlı’ya dediler ki, “Senin elindeki harç para etmiyor, al sana yeni harç, bunu kullan.” Ve yıkılıp gitti ama millet yıkılmadı. Millet sapasağlam ayakta kaldı.
1990’lı yıllarda Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” denen bir kitap yazdı, Rusya çöktükten ve Almanya birleştikten sonra. Bir de Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” denen kitap yazdı. Yani tarih bitti, bundan sonra herhangi bir alternatif yok. Türklerin de bir iddiası yok, kimsenin bir iddiası yok. “Tarih bundan sonra bizim dediğimiz şekilde gidecek.” dediler. Bazıları da medeniyetler çatışmasına medeniyetler buluşması, diyalogu diye cevap verdiler. Kel başa şimşir tarak. Burası medeniyetler ülkesi değil, burası İslâm toprağı. Bize medeniyet diye yutturdukları şey küfrün ta kendisi. Bize ilk barbar diyenler Çinliler. Bizi Çinliler ipekle, kadınla vs. kandırmaya çalışıyorlardı. Aynı şey bugün de Dünya Sistemi tarafından bize sunuluyor: İslâm’dan vazgeçin size dünyaları verelim. Ama İstiklâl Marşı ne diyor bize: “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı”. Dinlediğiniz için teşekkür ederim. 06.02.2010, Bartın