Genel Başkanımız İsmet Özel’in Konuşması
Selâmün aleyküm. Burada gerçekten dostlarım arasında olduğumu hissediyorum. Bartın’a ilk defa geliyorum ve benimle beraber gelip de burada misafir edilen ve bir de İstiklâl Marşı Derneği’nin Bartın Şubesi açılmadan önce de Derneğimizin üyesi olan arkadaşlar dışında kimseyi tanımıyorum; ama bu salonda bulunan tanımadıklarım da bana akrabalarım gibi görünüyor. Size neden bu yağları yaktığımı şimdi anlatacağım.
Konuşmamızın konusu, başlığı “Harç Bitti Yapıya Devam”. Biraz önce çok değerli Dernek yöneticilerimizin görüşlerini öğrendiniz. Hepsi çok yukarıdan konuştular. Aslında bana Rıfat Bey dedi ki: “Sizin yazılarınız çok şey okumayı gerektiriyor, onun için biraz basitleştirin.” Bunu söyledi, yani “Bartınlılara hitap ederken biraz söylediklerinizi sadeleştirin de onlar kolay anlasın; sizin çünkü yazdıklarınız çok şey bilmeyi gerektiriyor.” dedi bana. Ben tabii çoğu zaman nazik bir insan olduğum için kendisine, “Peki, öyle yapayım.” dedim. Yoksa aslında durum şöyle: Biraz önce dinlediğiniz, panelde dinlediğiniz arkadaşlar benim biraz sonra söyleyeceğim şeylerden çok daha yukarıda şeyler söylediler. Yani bayağı havalarda, havalı bir şekilde konuştular. Ben çok basit, herkesin anlayacağı şeyleri söyleyeceğim ama bunları anlamanız gerektiğini de ilâve ederek. Bunları anlamanız gerekiyor. Harç bitti demek, şu demek: Dünya Sistemi’nin, dünyayı aşağılık bir baskı altında tutmakta olan Sistem sahiplerinin İsmet Özel’i İstiklâl Marşı Derneği’ne hapsederek etkisiz kılma çabalarının sonu geldi. Harç bitti. Harç bizim için bitmedi, harç onlar için bitti. Biz bugün Allah’ın yardımıyla, Allah’ın inayetiyle Bartın Şubemizi açtık. Onlar bunun vuku bulacağını hiç düşünmüyorlardı. Kendi istihbarat ölçülerine göre İsmet Özel nasıl olsa bu işin ucunu bırakır, bu insanlarla bu işler olmuyor der, diye düşünüyorlardı. Ama İstiklâl Marşı Derneği üç sene yaşadı. Ve üç senenin sonunda yedinci şubesini açtı. Bu da Bartın Şubesi. Fevkalâde ehemmiyetli bir şey bu. İstiklâl Marşı Derneği’nin Bartın’da şube açması fevkalâde ehemmiyetli. Bartın ehemmiyetli olduğu için değil, Bartın’da İstiklâl Marşı Derneği’nin davasını anlayacak insanlar bulunduğu için. “Bu aynı zamanda Bartın’ın önemi değil midir?” diyeceksiniz. Ama şöyle bir özelliği var. Biz şimdiye kadar altı şube açtık. Bu altı şubeyi de, “Bu işi yüklenebilecek arkadaşlar var mı var, o halde şube açılsın.” yaklaşımıyla açtık. Ama Bartın Şubemiz zaten Bartın’da ikamet edip de Derneğimizin yükünü paylaşan insanların faaliyeti olarak açıldı. Bartın, İstiklâl Marşı Derneği’nin inisiyatifiyle değil, Bartın’da bulunan İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin inisiyatifiyle açıldı. Bilmem, farkı izah edebildim mi? O bakımdan önemli.
Bütün dünyada yaşayan insanlar olarak gaflete düştüğümüz bir husus var. Bu da, bizim hangi sebeplerle neler yaptığımız konusundaki şuur bulanıklığımızdır. Şimdi ben size bir şeyler söyleyeceğim. Bu söylediklerimin hasadını bu dünyada mı devşireceğim, yoksa bu konuşmam benim amel defterimde yer alacak mı? İnsanlar genellikle birincisinin, ancak birincisinin olduğunu düşünüyorlar. Şu anda benim ayakta duruyor, sesleniyor olmam ve birtakım kelimeleri peş peşe sıralamam Allah’ın işi mi yoksa ben bunu kendim mi yapıyorum? İnsanlar genellikle kendileri yaptıklarını sanırlar. Yani “Ben orada öyle bir konuşma yaptım ki ooo…” falan filan. Böyle bir şey yok. Bizim her saniyemiz, her salisemiz Allah’ın bizim varlığımıza ilâvesidir. Net olarak şunu söyleyeyim: Allah bizim sadece bedenimizi değil, amellerimizi de yaratandır. Dolayısıyla bir gün vereceği hesabı düşünmeden iş yapan, söz söyleyen insanlar kendi durumlarını kendileri düşünmeleri lâzım. Ama biz bu dünyada Kalubelâ’da verdiğimiz söze sadık kalıp kalmadığımızı veyahut eğer orada yanlış bir şey söylediysek doğrusunu kabul edip etmediğimizi göstermek üzere bir ömür sürüyoruz. Onun için insanlar meselâ, “Canı Allah verir, Allah alır.” derler; kesinlikle doğrudur. Ama Allah insanlara hakikati anlama süresi kadar ömür verir. İnsanlar bu fırsatı kullanmışlardır veyahut heba etmişlerdir. Bunu sonra anlarlar.
Şunu bilmemiz lâzım. Neyi bilmemiz lâzım? Biz Muhammedî değiliz. Biz İsmailî de değiliz. Biz Müslüman’ız. Yani bugün insanların bir kısmı şöyle düşünüyorlar. “Musa Aleyhisselâm’ın ümmeti var, bunlara Musevî diyoruz. İsa Aleyhisselâm’ın ümmeti var, bunlara Hıristiyan diyoruz. Biz de Muhammed ümmetiyiz, bize de Müslüman diyorlar. Hâlbuki madem biz Muhammed ümmeti olarak onlardan ayrılıyoruz, bize Muhammedî demek lâzım.” Öyle değil. Biz Adem Aleyhisselâm’ın yaratılmasından önce yaratılmış bir hakikate muhatap olmuş insanlar olarak Müslüman’ız. Resulullah (SAV)’in risaleti, bütün hakikatin doğrulanması olarak tecelli etmiştir; yani Allah’ın Adem (AS)’ı yaratmadan önce yarattığı Hakikat-i Muhammedî’nin bütün o güne kadar, geçmiş zaman boyunca yaşanılanlara mana atfedebilecek bir doğrulanma olarak. Onun için, bu doğrulanmadan haberdar olmamız lâzım. Biz hakikate aklımızla ulaşamayız. Hakikate ancak nakil yoluyla ulaşabiliriz. Başından beri Allah’ın insanlara, insanların lehine olmak üzere bildirdikleri çerçevesinde, ancak doğru hakkında bir fikrimiz olabilir.
İnsanlar genellikle -bugün Türkiye’de yaşadığımız şey o- diyorlar ki meselâ, “İnsanların dini önemli değil; iyi insan olsun, güzel insan olsun, doğru insan olsun, namuslu insan olsun, yeter.” Böyle bir şey yok. En önce insanların dini önemli. Çünkü biz Yahudi olmadığımız için, Hıristiyan olmadığımız için Müslüman’ız. Hani, “Onların dini öyle, bunların dini böyle” diye bir şey yok. Daha sonra, 13. asırdan itibaren topraklarımızın dârül-İslâm kılınması suretiyle vatanlaşması sonucunda bizim gayri-Müslimlere dayattığımız şeydir o. Biz onlara, “Otur oturduğun yerde. Sen yaşama hakkı talep ediyorsan Musa Aleyhisselâm’ın ümmeti olarak bizim emrimiz altında yaşayabilirsin. Sen de yaşama hakkı talep ediyorsan İsa Aleyhisselâm’ın ümmeti olarak burada bizim tayin ettiğimiz şartlar altında yaşayabilirsin.” dedik. Yani onlara din dayattık. “Bu çok kötü bir şey olmuş.” diye düşünüyordur bugün insanlar, “İnsanlara niye din dayatıyorsunuz, bırakın onlar kendi dinlerini yaşasınlar…” Onlar kendi dinlerini yaşadıkları zaman bize hayat hakkı tanımıyorlar. Çünkü bir Hıristiyan’a göre İsa Aleyhisselâm diye bir şey yoktur. Bir peygamberden bahsetmez onlar İsa’dan bahsederken. “Tanrı’nın Oğlu”ndan, “Tanrı”dan bahsederler. Bu kendi kutsal metinlerinde sarahaten böyledir. Ortada bir peygamber yoktur. Zaten onun ulûhiyetini tanımayana Hıristiyan dememişler hiçbir zaman. Bütün Hıristiyanlar arasındaki zıtlaşma, İsa’nın ne kadar Tanrı olduğu üzerine yapılan tartışmalardan doğmuş zıtlaşmalardır.
Şimdi, bir teklifle mi karşı karşıyayız, yoksa bir çare mi arıyoruz? Bunu bilmemiz lâzım. Bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak peşinde olduğumuz şey bir teklif midir, yoksa bir çözüm formülü müdür? Bunu anlamamız lâzım. “Türkiye birtakım zorluklarla karşı karşıyadır. Bu zorlukları atlatabilmek için halkı bazı şeylere ikna etmek gerekiyordur. Bunu becerirsek, onların hem rızasını elimizin altında tutarız hem de onların katkılarını sağlarız yapacağımız işler dolayısıyla.” Böyle bir şey mi var? Pratik bir durum mu var? Yoksa başından beri bütün insanların dünyada bulunuşlarının sebebi gereği bir teklif mi bahis konusu? Bunu anlamak için Müslüman olmamızın neye vardığını bize gösteren bir kelime kullanıyoruz: Türk. Türk dediğimiz zaman bir ırktan, bir kavimden, hatta bir kültürel bağlılıktan da bahsetmediğimizi senelerden beri söylüyoruz. Bugün üzerinde yaşadığımız toprakların neye işaret olduğunu bilirsek, o zaman İstiklâl Marşı Derneği’nin bir pratik formül üreterek milleti uyutmaya çalışan bir ekip olmadığını, tam tersine milletin hep buna benzer işlerle elinin kolunun bağlandığını göstermek istediğini anlarız.
Harç bitti, yapıya devam. İstiklâl Marşı Derneği dünyadaki lânetli hegemonyanın bir dişlisi haline gelmemeyi başardı. Harç bitti. Şimdi, Müslüman sözünü geri plana itmeksizin Türk sözünü aydınlığa çıkarıyoruz. Bunun bir manası olması lâzım. Bizim Müslümanlığımızın gerçekte Türk kelimesiyle beraber nereye vardığını anlamamız lâzım. Biz Yahudi değiliz. Neden? Çünkü Yahudilerin Yahudiliği, Yahudi anadan doğmaktan neşet ediyor. Bugün bütün insanlar çoğunlukla bilirler ki bir insanın Yahudi sayılması için anasının Yahudi olma şartı vardır. Sonradan, anası Yahudi olmayanlar Yahudi olamaz mı? O ayrı bir bahis. O mümkünmüş. Dünyada iki tane merkez varmış, sonradan Yahudi olmak isteyenlerin testler sonucunda, o testleri aşarsa… falan filan. Her neyse. Ama biliyoruz ki bir insanın Yahudi olması için anasının Yahudi olması lâzım. Bir insanın Hıristiyan olması için de vaftiz edilmesi lâzım. Vaftiz edilmemiş bir insanın Hıristiyan olması bahis konusu değil. Onun için insanlar Hıristiyan olduktan sonra gider vaftiz olurlar, yetişkin iseler. Ama Hıristiyan ana baba çocuğunu bebekken vaftiz ettirir. Ondan sonra o artık, “Ben vaftiz edildim, Hıristiyan’ım.” diye yaşar. Onun için Hıristiyanlık içinde, özellikle Protestan görüş içinde Anabaptizm diye bir akım var. Onlar diyorlar ki, “Hıristiyanlığın bebekken vaftiz olma işi mantıklı değil, biz aklımız erdikten sonra vaftiz olmalıyız.” Onlar gerçekten yetişkin olduktan sonra vaftiz oluyorlar. Ama vaftiz olmadan Hıristiyan olunmuyor. Ama biz diyoruz ki Kelime-i Şahadet getiren herkes Müslüman’dır. İyi de şimdi… Müslümanlık nasıl Türklüğe yerleşir meselesini anlamak üzere söylüyorum. Kelime-i Şahadet dediğimiz şey: Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü. Biz Allah’tan başka ilâhlık edecek olmadığına şahitlik ettiğimiz zaman, şirkten arınmak suretiyle ancak Müslümanlığa ilk adımı atmış olduğumuzu söylüyoruz. Şirkten arınmak ne demek? Allah’a ortak koşmayacağız. Allah’a ortak koşmamak ne demek? Allah’tan başka ilâh edinmemek demek. Peki, insan Allah’tan başka nasıl ilâh edinir? Çok kolay. Meselâ sıhhatini bile insan ilâh edinebilir. Bunu birçok Müslüman’ım diyen insan, “Bunda ne kötülük var?” deyip, garipsemiştir. İşte “Nasılsın?” diye sorduğun zaman adama, “Çok şükür, Allah’a şükür canım sağ.” der. Yani hasta olmamasını kendi zimmetinde bir şey kabul eder. Belki sizler de “Bunda ne kötülük var?” diyeceksiniz. Hastalık bize iman alanında mesafe kat edelim diye verilmiş bir şeydir. İnsan tabii ki eziyet görmekten hoşlanmayacaktır. Hasta olmak hiçbirimizin hoşuna giden bir şey değil. Ama hasta olduğumuz zaman ne yaptığımız çok önemli. Hasta olduğunuzda şifayı Allah’tan gayrisinden aradığınız zaman müşrik olursunuz. Biz hatta ilâcı içerken de, “Şifa Allah’tan” deriz, değil mi? O ilâcın değil, Allah’ın bizi iyileştirdiğini kabul etmemiz esastır. Ama birileri de der ki, “İşte görüyorsun, antibiyotik…” falan filan. Bu günlük hayatımızı ilgilendiren aptalca bir kısım. Günlük hayatımızı ilgilendiren akıllıca bir kısım daha var. O da dünya düzeninin, dünyada yürürlükte olan düzenin çarklarının dönmesine ne kadar yardımcı oluyoruz, meselesi. Orada müşrik olup olmadığımızı ciddiye almamız lâzım. Kendi ilâhlarından birinin para olup olmadığını, piyasa düzeni olup olmadığını, filanca makam olup olmadığını…
“Lâ ilâhe illallah” sözünün ispatı “Muhammeden Resulullah”tır. Yani Allah Resulü’nün risaletini anlamadan şirkten kurtulmuş olmak mantıken imkânsız olduğu gibi, insanlığın yaşadığı macera göz önüne alındığında yanlış bir pozisyondur da. İnsanlığın yaşadığı macera içinde Adem (AS)’dan beri gelen dinin, birtakım insanların kendilerine Allah’tan başka rabler edinmeleri suretiyle inhirafa ve bozulmaya uğramış hali bahis konusu. Bizim bugün sonuçta Yahudilik ve Hıristiyanlık dediğimiz şeyler; ki biz Fatiha Suresi’nde diyoruz bunu: “Bizi doğru yöne ilet, Allah’ın gazabına uğramışların yahut azıp sapmışların yoluna değil.” diye Fatiha Suresi’nde bunu söylüyoruz. Bu insanların kimler olduğu meselesinde de tabii ki kafamızı aydınlatmamız lâzım. Süreç içinde Müslüman hayatın değer taşıdığı alanın temini, biz Türklerin 13. asırda Anadolu topraklarını dârül-İslâm haline getirmeleriyle başlayan tavattun hadisesidir. Vatanlaştırma. Bu mesele fevkalâde önemli. Neden önemli? Meselâ Selçuklu Türkleri topraklarına Mekke ve Medine’yi dâhil etmedikleri halde Mekke ve Medine’ye tasallut edecek herhangi bir dünyevî gücün düşmanı olduklarını ilân etmişlerdir. Selçuklular Mekke ve Medine’yi topraklarına katmadılar fakat “Dünyada” dediler, “eğer Mekke ve Medine’ye zarar verecek bir güç varsa bilsin ki cezasını ben vereceğim.” Ama daha sonra biliyorsunuz, bizim bugün yaşadığımız topraklar dârül-İslâm olarak vatan haline getirildikten sonra bu aynı zamanda Avrupalıların Avrupa’ya hapsedilmesi hadisesiydi. Yani Türk toprakları vatan haline geldikten sonra Balkanların Osmanlı Devleti’nin sınırları içine girmesiyle beraber Avrupa bir mahrumiyet bölgesi olarak Avrupalılara bırakıldı. Avrupa dediğimiz yer iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz. Yaşanacak bir yer değildi. Buralara insanlar, -özellikle tabii Haçlı Seferleri’nin başarısızlığa uğraması sebebiyle- Hıristiyan âlemi Avrupa’ya Türkler tarafından hapsedildi. Fakat bunun cevabını Avrupalılar yahut Hıristiyan âlemi, coğrafya kitaplarında büyük keşifler diye öğretilen şekilde verdi. Özellikle Portekiz kralları bilinçli olarak Hint Okyanusu’na açılmanın yollarını aradılar. Ve sonunda bunu başardılar. Türkleri arkadan çevirme fikri 15. asırda canlı bir fikirdi. 15. asırda kafada olan fikir 16. asırda fiiliyata geçti. Bugün Afrika’nın güneyindeki yerin adı Ümit Burnu, değil mi? Hâlbuki oranın ilk adı Fırtınalar Burnu’ymuş. Gemicilerin şevki kırılmasın diye Portekiz Kralı “Olmaz” demiş, “orayı Ümit Burnu yapacağız.” Çünkü gerçekten çok fırtınalı bir burunmuş ve gemiciler oranın adının Fırtınalar Burnu olmasından etkileniyorlarmış. O zaman orayı hemen Ümit Burnu yapmış adam. Ve hakikaten ümitli bir şekilde Hint Okyanusu’na geçtiler ve hatta Portekizlilerin Yemen’e asker çıkardıklarına dair haberler geldi Osmanlı Sarayı’na. O zaman, o güne kadar Batı’ya doğru sefer yapan Türklerin Beyi -Avrupalılarca o zaman Büyük Türk ya da Türk Beyi falan filan diyorlardı Osmanlı padişahına- ilk defa Yavuz Sultan Selim doğu seferi yaptı. Bu seferde İran ve Mısır toprakları ile beraber Mekke ve Medine Osmanlı topraklarına katıldı. Bununla o gün dünyadaki güç dengesinde Mekke ve Medine’ye zarar vermenin Osmanlılar tarafından, -Türkler tarafından diyeyim isterseniz, çünkü bu Selçuklulardan gelen bir damar- Türkler tarafından cezalandırılacağı mesajıydı bu.
Biz 1918 yılında 1. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle beraber vatan topraklarımızdan Mekke ve Medine’nin çıkartılmasına rıza göstermiş bir milletiz. Nasıl olmuş? Onu ayrıca konuşmak lâzım ama Tanzimat’tan sonra edebiyat dünyasında adını duyduğumuz Namık Kemal bir şiirinde “Git vatan, Kâbe’de siyaha bürün” diyor. Yani biz Mekke ve Medine’yi vatanımız sayarak Türk’tük. Anlatabiliyor muyum? Biz Mekke ve Medine’yi vatanımız saydığımız kadar Türk’tük. Bizim Türklüğümüz bu toprakların dârül-İslâm olmasıyla harekete geçmiştir. Bize gâvurlar umumiyetle Türkiye dışında bir Türklükten, Türkiye dışında bir İslâm’dan bahsederler. Hâlbuki bu iş kesinlikle böyle değildir. Türkiye Türk’ü, Türk Türkiye’yi yapmıştır. Biz Kâbe’yi vatan toprağı olarak bilmenin uzağına düştüğümüz zaman bu topraklar üzerinde İslâm’ın yerkürede haysiyetle gücünü hissettirmesi meselesine sarılamadık. Yani İstiklâl Marşı’na sadakat göstermedik. İstiklâl Marşı 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Bu marşın bir yerinde ne diyor? “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli- / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” 1932 yılında Türkiye’de ezan okuyanların 3 aydan başlayarak ağır hapis cezasıyla cezalandırılacağına dair bir kanun çıktı ve bu kanun 1950 yılına kadar 18 sene yürürlükte kaldı. Sizler genç insanlarsınız. Biraz önce bu panelde konuşan insanlar da genç insanlar. Onlar nasıl bir Türkiye’den bahsedilebileceği konusunda endişeli çağları hissetmediler. 1932 yılında Türkiye’de ezan okunması yasaklandı ve bu yasak 1950 yılına kadar devam etti. 1980’den sonra Mehmet Ali Birand “Demirkırat” diye bir belgesel yaptı ve ben şahsen o belgeselden öğrendim ki Adnan Menderes Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine rağmen ezanın okunmasını yasaklayan kanunun iptal edilmemesi üzerine başbakanlıktan istifa ediyor. “Biz ezanı geri getireceğiz diye millete söz verdik, siz bunu yapmıyorsunuz.” Celâl Bayar da dâhil olmak üzere Demokrat Parti işi sulandırıyor. Bunun üzerine Adnan Menderes başvekillikten istifa ediyor ve bir uçağa atlayıp Mersin’e gidiyor. Bunu ben 1980’den sonra öğrendim. Türk milleti de böyle bir şey olduğunu bilmiyordu. Hiç kimse bunu anlamamış o zaman. Ben ilkokul 1. sınıftaydım 1950 yılında, bu işler olurken. Ben de o zaman ne anlayacaktım? Bir skandal doğmasın diye bu kanunun iptalini gerektiren kanun meclise veriliyor ve böylece Adnan Menderes Mersin’den dönüyor. Çünkü Adnan Menderes Mersin’e uçağa atlayıp gidiyor, şundan dolayı: “Eğer ben Ankara’da kalırsam ne yapıp yapıp istifamı geri aldırırlar.” diyor. Anlatabiliyor muyum? Bir adamın başbakan olmasına rağmen ne durumda olduğunu siz anlayın.
Şimdi bu hadise bir tarafta. Bir tarafta da benim sözlü olarak değil ama internet ortamında öğrendiğim bir şey var: 14 Mayıs 1950’de akşam ezanı “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye okunuyor. Müezzinler, “Mademki iktidar değişti, biz artık bunu okuyalım.” deyip başladılar okumaya. Ama kanun çıkmamıştı. Pazara iki büyükbaş hayvanını satmak üzere götüren adam -ki onu niye satacak, paraya ihtiyacı olduğu için- minareden “Allahu Ekber, Allahu Ekber” sesini duyar duymaz orada yatırıp ikisini birden kurban ediyor. Bu 14 Mayıs 1950’de oluyor. Yani biz nasıl bir milletiz, bunu keşfetmekle uğraşmayalım. Bir şeyler var bu millette. Onun için İstiklâl Marşı Derneği’ni kurduk. Onun için bir sonuç elde etmek istiyoruz.
İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nın niçin yazıldığı ve İstiklâl Marşı’nda ne söylendiğini Türk milletiyle paylaştırmayı hedef ittihaz etmiştir. Onun için adı İstiklâl Marşı Derneği. “Yapacak başka bir şey bulamadınız mı?” diyorlar bana. Ben de, “Bundan daha iyisi yok!” diyorum. İstiklâl Marşı’nın ideologimiz olarak temayüz ve tebellür etmesini öngörüyoruz. Bu olabilir mi? Bugün “Harç Bitti Yapıya Devam” derken, “Olabilir mi, olamaz mı?” diye düşünmeden, “Olmalıdır!” demeyi tercih ediyoruz. Birileri karşımıza çıkıp, “Bu kadar değişiklikten sonra Türkiye’nin yeniden sırat-ı müstakim üzere bir hayata kavuşacağını nasıl hayal edebilirsiniz?” diyebilir. Biz diyoruz ki, “Bizim zaten hayalle bir alışverişimiz yok, biz bunun rüyasını görüyoruz.” Rüya da kendi uydurmalarımızla olan bir şey değildir. Rüya bize gösterilir.
Şu hususu bir kere aklımızda tutacağız. Nedir o? Harç bitti. İstiklâl Marşı Derneği’ne yapılmak istenen kötülük işlemez hale geldi. İstiklâl Marşı Derneği’ne, hele de Bartın Şubesi’ni açtıktan sonra bir kötülük yapmak, o kötülüğü yapmak isteyenin mahvına sebep olacaktır. “Neden böyle yüksek perdeden konuşuyorsun?” diye soracaksınız. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği dünyadaki tek kuruluştur ki dünyaya hâkim olup dünyada yaşayan insanların hayatını zehir eden insanların telkiniyle veyahut direktifiyle kurulmuş bir teşkilât değil, doğrudan doğruya “Allah’ın dediği oldu” diyenlerin içinde olduğu bir teşkilât. Bazı dükkânlarda “Allah’ın dediği olur” yazıyor ya, Allah’ın dediği tabii ki olur. Ama sen şunu görmüyorsun: Allah’ın dediği oldu! Bizim sabırla beklediğimiz bir şey var. Ben İstiklâl Marşı Derneği’nin üyelerine hep şunu söyledim: İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu günden itibaren kendimi bir hamile kadının tavırlarına hapsettim. Nasıl karnında çocuk olan bir kadın, “Aman sigara içmeyeyim, çocuğa bir şey olmasın. Aman şuradan atlamayayım, bir kazaya uğramayalım.” diye düşünürse, ben İstiklâl Marşı Derneği kurulduğundan bugüne kadar bu tavırla hareket ettim. İstiklâl Marşı Derneği’ne üye olan insanların bir olgunluk noktasına gelmelerini sabırla bekledim. Geldiler mi? Bilmem. Ama İstiklâl Marşı Derneği bir yere geldi. İstiklâl Marşı Derneği’nin üyeleri matah bir şey olmasalar bile artık İstiklâl Marşı Derneği matah bir şey. Sonrası ne olacak? Tabii ki İstiklâl Marşı Derneği üyelerine kavuşacak ve Türkiye’nin sırat-ı müstakim üzere bir hayatı başarıya götürmesi kolay bir şey olacak. “Bu nasıl olacak, metodu nedir?” diye soruyorsunuz bana değil mi? “Ne yapacağız da olacak bu iş?” Bana The New Yorker dergisinden gelen bir Yahudi yazar sürekli bunu soruyordu. 1987 yılında falan geldi. O zaman benim Çıdam Yayınları diye bir yayınevim vardı. Orada sürekli olarak, “Ne yapacaksın, ne yapacaksın, ne yapacaksın?” deyip duruyordu. Ben de sürekli olarak atlatıyordum bu soruları. Sonunda dedim ki, “Yahu ben ne yapacağımı sana söyler miyim?” Ama size söyleyeceğim.
Bizim sadece bedenimizi değil, amellerimizi de Allah yaratır. Onun için olanda hayır vardır. Biz bunu görebilecek kapasitede olmakla mükellefiz. Olanda nasıl bir hayır vardır? Bunu anlamamız lâzım. Türkler diyorlar ki, sabırla koruk helva olur. Nasıl olur sabırla koruk helva? “Koruğu bekletirsen üzüm olur” diyeceksiniz. Üzüm kendi başına helva olur mu? Olmaz. Demek ki sabrın içinde, koruğun helva haline gelmesi zamanı içinde yapılacak işler var. Sabrın içine o faaliyetler girer. Sabırla koruk helva olur ama koruğun başında beklediğin zaman helvayı yiyemezsin. Onun için onun tabii ki üzüm olmasını, pekmez olmasını, yağla ve unla karışıp pişmesini bekleriz, demek lâzım. Senelerden beri Türkiye’de şu söylendi: Ne dendi? Pekmez var, yağ var, un var, niye helva yok? Bunun iki sebebi var. Birincisi sizin pekmez sandığınız şey daha tam pekmez olmamış. Pekmez öyle patadanak oluveren bir şey değil. İkincisi o yağla helva yapılmaz, belki de makine yağı. Yağ var ama makine yağı. Diğeri un. Ne unu? Helva yapılacak un mu? Türkiye’de yaşayan insanların neyin peşinde oldukları meselesi, “Un var, pekmez var, yağ var.” dedirtiyor insanlara. Ama yakından baktığında bunların gerçekten pekmez, un, yağ olmadıklarını görüyorsun. Bu bir. İkincisi, farz etsek bile en iyisinden yağımız var, en iyisinden pekmezimiz var, en iyisinden unumuz var; Türkiye’de helva yapma iradesi yok. Var bunlar ama insanlar bunları un olarak, yağ olarak ve pekmez olarak tüketmek istiyorlar. Bunlardan helva yapmak istemiyorlar. İnsanlar helva istemiyorlar. Pekmez yemek istiyor, unla belki börek yapacak; niye helva yapsın?
Bütün bu böyle sanatkârane gibi görünen lâfların İstiklâl Marşı yazıldıktan sonra olup biten bakımından manasını açıklamam gerek size. İstiklâl Marşı, “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” diyor. Allah’ın bize va’dettiği günler var mı, yok mu? Bu ihmal edilecek bir metin değil. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın.” En yumuşak, en iyimser tefsir şu olabilir: Bununla İstiklâl Harbi’nin başarıya götürülmesi kastedilmiştir, o da olmuştur. En yumuşak, en masum, yani suçlamaktan geri duracağımız tefsir bu olabilir. Ama bundan ibaret değil. Eğer Allah’tan istemesini bilen insanlar haline gelir isek, bize bahşedilecek bir şey olduğunu bilmemiz gerekir. “Gerekirdi” diyebiliriz. Hayır, bu halen geçerli olan bir şeydir. Bazı şeyleri anlamak mecburiyetindeyiz. Bunları anlamaktan yan çizdiğimiz zaman haysiyetimizden kaybederiz.
Dünya tarihi modern çağlarını Türk mihverinde yaşadı. Doğru-, yanlış bir şeyler oldu, olmadı; ayrı bir şey. Ama Akdeniz havzasının doğu kısmını bütünüyle hâkimiyeti altına geçiren... Güneydoğu da diyebilirsiniz, çünkü Tunus’a kadar Türk hâkimiyeti bahis konusu. Dünyada emniyet içinde ve kurallara riayet edilerek yaşanan bir düzen Türkler tarafından tesis edildi. Bunun kendileri için ölümcül bir sonuç olduğunu bilen gayri-Müslim dünya bu düzeni dünyadan silmek için etkinliğe başladı. Yani sözünü ettiğim Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde sadece Müslümanların kural koyucu olduğu bir hayatın tesisi gayri-Müslim dünya için “son” demekti, “bitiş” demekti. Bu bitişi hazmedemedikleri için bir şey peşinde oldular ve gayet güzel sonuçlar elde ettiler. Ama bu gayet güzel sonuçları bizim içimizdeki hainlerle elde ettiler. Kapitalizm dediğimiz şey, Osmanlı Devleti’nin temelleriyle aynı zamanda temellerini oluşturan şeydir. Yani 14. asırda İtalyan Site Devletleri’nde kapitalizmin temelleri atıldı, aynı zaman diliminde Türk hâkimiyeti de dünyada tartışılmaz bir şey haline geldi. Bu 17. asrın başına kadar böyle devam etti. 17. asırdan sonra Avrupa Türklerin dünya üzerindeki seçkin konumunu yok etmek üzere harekete geçti. Bunun en işe yarar aracı da bugün “bilim” diye bildiğimiz şeydir. 17. asırdan itibaren Avrupa’da bilimsel zihniyet Türklerin dünyasını aşağı çekmek üzere harekete geçti ve buradan bir şekilde sonuç aldılar. Bu aslında hâkimiyet altında olan gayri-Müslim unsurların Avrupa’yla olan işbirliğiyle sonuçlanan bir şeydir. Bunda tabii ki Farsların da Avrupa’yla paslaşmasının büyük payı var.
Çok mu uzattım? Nereye geleceğim? Türkiye bir belâya uğradı. Bu belâya uğramasında İslâm’la olan münasebetini hiçbir zaman ümmet lehine kullanmayışına -borçlu mu diyelim, böyle borçlanılmaz da- bu belâya uğramasında İslâm’la olan bağını ümmet lehine kullanmayışı sebep oldu. Böyle bir belâya uğradı. Osmanlılar son derece yüksek siyaset uzmanlarıydı. Harikulâde bir devlet idaresi kurmuşlardı. Bu harikulâde devlet idaresi milletler aleyhine bir şeydi. Hangi millet olursa olsun bütün milletlerin aleyhine, devletin yükselmesi lehine bir sistemdi bu. Bu sistem milletin ümmet olarak ağırlığını hissettirmesine mani olan bir şeydi. Osmanlılar meselâ Bektaşilik diye bir şey uydurdular. Yeniçeri Ocağı da Bektaşi’ydi ve Bektaşi olmanın şartlarından birisi Arap ırkından olmama. Dolayısıyla Osmanlı Devlet yetkilileri Hıristiyan Araplardan devşirme elde etmediler. Arapların devlet teşkilâtına girmelerine müsaade etmediler. Yeniçeri olarak dahi. “Arap’ın eline silâh vermeyeceksin!” Netice itibariyle korkuyorlardı, “Bunlar ne yapar yapar, devleti elimizden alırlar.” diye. Bu tabii İngilizlerin 20. yüzyılın başında işine çok yaradı. Bu vakıayı istismar edip İngilizler bütün Arapları Osmanlı Devleti aleyhine çevirdiler. Onlar da milliyetçilik adına bu işe yattılar.
Benim aslında size söylemek istediğim bunlar değil. Benim aslında size söylemek istediğim Cumhuriyet’in ilânıyla başlayan süreçte İstiklâl Marşı’nın neden gözden uzak tutulduğudur. İstiklâl Marşı bize bir hedef gösteriyor. Bu millet o hedefi niçin kendine ait kılmadı? Burada anlaşılması gereken, yine dünya tarihiyle alâkalı bir şey. İtalyan Site Devletleri’nde temellerini atan kapitalizm merkezini 17. asırda -hangi 17. asır? Bilimin Türkler aleyhine gelişme gösterdiği 17. asır- Dünya Sistemi 17. asırda metropolünü Hollanda’ya taşıdı. O metropol daha sonra Londra’ya naklolundu. Yani biz Birinci Cihan Harbi’nden çıktığımız zaman Dünya Sistemi’nin merkezi Londra’ydı. Türkler ikinci defa vatanlarını ellerine geçirirken, İstiklâl Harbi sonunda vatan topraklarına sahip çıkarken Dünya Sistemi’nin patronu olan İngilizler… Burada asıl anlaşılması gereken şey Osmanlı Batılılaşmasıyla Cumhuriyet Batılılaşması arasındaki farktır. Osmanlı Batılılaşması menşei İslâm olan bir toplumun modern şartlara nasıl intibak edebileceği problemiyle uğraştı. Osmanlı Batılılaşması sırasında milletin dinini terk etmesi bir proje değildi. Proje içine milletin dinini terk etmesi girmiyordu. “Milletin hem Müslüman hem de modern olabilmesi için hangi tedbirler alınmalıdır?” Böyle bir şey vardı. Ama Cumhuriyet döneminin Batılılaşması Türkiye’de yaşayan insanların Batı Medeniyetinin neresinde yer tutacaklarına dair bir soruya cevap aradı. Ama İstiklâl Marşı diyor ki, “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar”. Yani Cumhuriyet döneminin reformları birinci derecede İstiklâl Marşı’na muhalif faaliyetlerdir. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” ve “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraları birlikte ele alındığında Türkiye’nin önüne açılan bir yol vardı. Ama biz o yolu takip etmedik. Ne yaptık? Tarım ürünleri ihracı yoluyla Dünya Sistemi’ne entegre olan bir devlet benzeri organizasyon teşkil ettik. Bu organizasyon 27 sene Türkiye’de hükümran oldu, 1923’ten 1950’ye kadar. Ondan sonra bir on yıllık Demokrat Parti iktidarı var. Bu on yıl boyunca Türkiye yine Dünya Sistemi’nin bir parçası kalarak kendi başının çaresine nasıl bakabilir meselesini yaşadı. Türkiye Demokrat Parti yönetimi sırasında Dünya Sistemi’yle savaşmaya, Dünya Sistemi’nin tekerine çomak sokmaya çalışan bir yol izlemedi. Ne yapıldı? Dünya Sistemi’nin gerekleri yerine getirilerek Türkiye acaba Sistem içindeki yerini bir üst basamağa, ya da daha iyi bir duruma sokabilir miydi? Bu mesele kafalarda canlıyken birileri dediler ki, “Biz sana başının çaresine bak mı dedik? Sen bizim talimatlarımız doğrultusunda yaşayacaksın. Sana başka bir rol ihtimalini bile tanımıyoruz.”
Dünya Sistemi dediğimiz şey 14. asırdan itibaren, yani 1300’lü yıllardan itibaren şu esas üzerine çalışır. Esas bölünme çevre-merkez bölünmesidir. Yani metropol-periferi bölünmesidir. Dünyada finans gücü bakımından muteber alanlar vardır, geçerli alanlar vardır, itibar sahibi alanlar vardır. Bu alanlara metropol diyoruz. Bu metropol alanları 14. asırda İtalyan Site Devletleri’ydi. Bu alanlar sonra Hollanda, oradan Londra, ondan sonra da Wall Street’e taşındı. Kapitalizm dediğimiz şey, parayla işin gördürülmesi meselesi. Merkez-çevre ilişkileri içinde talimatlar merkezden çevreye doğru akar. Değerler ise çevreden merkeze doğru akar. Metropol ne yapılacağını söyler, çevre metropolü besler. Çevreden metropole değerler akar; metropolden çevreye, metropolden periferiye talimatlar gider. Meselâ bu talimatlar doğrultusunda 90’lı yıllarda metropol, Türkiye’de paranın bilhassa devredeceği sahaların eğlence dünyası ve futbol olacağını kayda bağlamıştır. Dikkat ediyorsanız para ve futbol takımları arasında son derece ateşli bir münasebet var. Büyük sermayedarlar bilhassa oralarda yönetici falan filan oluyorlar. Bu meselâ eskiden olan bir şey değildi. Çünkü 90’lı yıllarda talimat bu şekilde oluştu. “Siz ülke olarak bizim en hızlı para çevirme alanımız olarak iki şeyi yaşatacaksınız. Birisi eğlence dünyası, diğeri futbol. Öbür taraflarını biz hallederiz.” dediler. Bunu sana bırakmıyorlar ama. “Biz burada hızlı para dönüşünü sağlayacağız.” Kapitalizm dediğimiz şeyin ana prensibi kârın azamîleştirilmesidir. Nereden en fazla kâr sağlanıyorsa, o yapılmaya değer en iyi iştir. Burada başka unsurlar devreye girmez. Kârın azamîleştirilmesi ilk şeydir. Bunun karşılığında... Kraliçe Victoria’ya gittiler Çinliler, rica etmeye: “Halkımıza afyon satmayın, bu Çinlileri mahvediyor!” Barışçı bir şekilde Çinliler gittiler, dediler ki, “Siz bizim milletimizi afyonkeş yaptınız. Hem paralarını alıyorsunuz hem de hepsi böyle leyla leyla geziyor. Bunu yapmayın.” dediler, “bu bir kötülüktür.” Kraliçe Victoria’nın cevabı şu: “Ama biz buradan para kazanıyoruz.” İngiltere Kraliçesi, “Ama biz buradan para kazanıyoruz.” dedikten sonra, onlar döndüler tabii. Çin’de o meşhur Boxer İsyanı başladı. Bu sefer ellerinde silâh olmadığı için de, bildiğiniz o Uzakdoğu sporları bu suretle hız kazandı. Yani insanlar vücutlarıyla savaşmak zorunda kaldılar. Ellerinde silâh yoktu çünkü. Bu bugün değişmiş filan değildir. Burada işte mütesettir hanımlar var, mütedeyyin beyler var. Fakat insanlar dangalaklığın daniskası olarak Gazze cart curt gibi hıyarlıklarla uğraşıyorlar. Ama insansız uçaklarla Amerikalılar Pakistan’da Müslümanları öldürüyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Öyle değil mi? Şimdi zaten milleti aldatmak için -bu kadar ahlâken düşük insanlar mısınız bilmiyorum- ne yapıyorlarmış? Afganistan’a gidip hastane, mektep yapıyorlarmış. Askerî birlikler gidiyorlar, orada hastane yapıyorlar, mektep yapıyorlar... Biz ne yapıyoruz? Afganistan’a yardım ediyoruz, değil mi? Dünyada İslâm’ın başı dik olarak, kendinden emin olarak bulunabileceği yerleri tümden yok etmeye çalışan güçlerin yardakçılığını yaparak insanlar Müslüman kalabileceklerini sanıyorlar. Onun için işte diyorlar, “I am an American Muslim”.
İstiklâl Marşı Derneği niçin var? Bunu da kısaca söyleyeyim, ondan sonra bitireyim konuşmamı. Birinci aşama 27 yıl süren Tek Parti dönemi. Bu dönemde Türkiye Dünya Sistemi’ne tarım ürünleri ihracı yoluyla entegre edilmiş. Bir düşünme dönemi var, 50’den 60’a kadar. O dönem de bitti. Düşündüler düşündüler, ne yapacaklarına karar veremediler. Onlar da, “Yeter düşündüğün!” dediler, devirdiler onları. Sonra ne oldu? Türkiye’nin bir ülke olarak varlığını koruyabilmesinin sosyalist bir dönüşümden geçmesine bağlı olduğu bazılarına mantıklı geldi 60’tan sonra. Bu gerçekten de mantıklı bir şeydi. Neden? Madem Türkiye’nin kendi değerleriyle adam olmasına fırsat verilmiyordu, 27 Mayıs 1960’ta ihtilâl olmuştu. Alparslan Türkeş, “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız!” diye hava atmıştı. İşte o zaman memleketini düşünen insanların, ciddiyeti elden bırakmak istemeyen insanların düşündükleri bir şey oldu. O da, “Gâvurun hası olarak, biz gâvurun köpekliğinden kurtulabiliriz.” Anlatabiliyor muyum? “Biz onlardan daha gâvur olursak gâvurlar bize bir şey yapamaz.” Böyle bir düşünceyle Türkiye’nin sosyalist bir dönüşüm geçirmesi halinde ülke değerlerinin bir üst düzeye çıkarılabileceği fikri, birtakım memleketini seven insanlar tarafından paylaşıldı. Ama onu da 20 senede, yani 60’tan 80’e kadar çok çeşitli sebeplerle yok ettiler. Önce “Memleketim için yapıyorum bunu.” diyen insanları tasfiye ettiler. Onların yerine doğrudan doğruya Amerika tarafından yönlendirilmiş solculuk üretildi Türkiye’de. Sonra Türk milletinin İslâm’ı yeniden kavramak suretiyle kendine açacağı yol tıkandı. Onun hikâyesini de siz bana anlatın, o yolu nasıl tıkadılar?
İstiklâl Marşı Derneği, “Bütün yaşanan bu tecrübelerin ve dünyadaki dönen dolapların bu ülkenin insanları lehine hangi şekle sokulabilinir?” sorusunun cevabını netlikle veriyor. Bizim bu toprakları vatan kılmamızın nasıl bir şey olduğunu, bu toprakları vatan tutmamızın nasıl bir şey olduğunu söyleyen tek kuruluş İstiklâl Marşı Derneği. Bunun nasıl kuvveden fiile geçirileceği meselesi bize kalmış bir şey. Ben bugün açılış toplantısında dedim ki, “İstiklâl Marşı Derneği Bartın’da şubesini açmakla dünyanın merkezini Bartın’a taşıdı.” Bugünden itibaren dünyanın merkezi Bartın. Nasrettin Hoca’ya demişler ki, “Dünyanın merkezi neresi?” O da elindeki sopayı yere çakıp demiş ki, “Aha burası!” “Yahu Hoca, nereden çıkarıyorsun?” “İstersen” demiş Hoca, “ölç de bak!” İki taraftan ölç, bak buranın dünyanın merkezi olduğunu göreceksin. Bu bir şaka değildir. “Dünyanın merkezi İstiklâl Marşı Derneği Bartın’da açıldıktan sonra neden Bartın’dır?” meselesi anlaşılmayacak bir şey değildir. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği dünyaya hâkim olan unsurların icazetiyle, desteğiyle, gücüyle kurulmuş ve üç sene yaşamış bir yer değil. Böyle olmayan Türkiye’de bir tek kuruluş bulamazsınız. Yalnız Türkiye’de değil, dünyada da bulamazsınız. Dünyada bir tek kuruluş var ki o da varlığını dünyadaki musibet odaklarının desteğine borçlu değil. Bir tek İstiklâl Marşı Derneği var, bütün dünyada. İstiklâl Marşı Derneği’nin hukukî bir varlığı var. Bu bir kanun dışı örgüt değil, hukukî bir varlığı var ve hiçbir belâ odağından destek almıyor. Bu sebepten dolayı İstiklâl Marşı Derneği Türk milletine kendi geleceği hakkında en sağlıklı, en sarih fikri nakledebilir. Bu nakil işinde Bartın’ın İstiklâl Marşı Derneği Şubesi bir yük yüklenmiş durumda bugün. Biz şimdilik sadece neyin ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Anlatmayı başardığımız zaman onun gereğini de yapacağız. Ve tahmin ediyorum ki girdiğimiz ilk seçimde Bartın’dan tulum çıkaracağız.
06.02.2010, Bartın