İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel:
Selamünaleyküm!
İstiklâl Marşı Derneği, kurulduğu günden bugüne ilk defa kuruluş gayesinin kuvveden fiile geçmesi için gerekli toplantısını yapıyor. İstiklâl Marşı Derneği, 1921 yılında TBMM tarafından milli marş olarak kabul edilmiş İstiklâl Marşı'nın raftan indirilmesini sağlamak üzere kuruldu. İstiklâl Marşı, milli marş olarak kabul edildikten kısa bir zaman sonra, Sakarya Meydan Muharebesinin Türklerin zaferiyle sonuçlanmasının hemen ardından, rafa kaldırıldı. Kazara, raftan düşmesin diye de yıllar yılı oraya yapışması için gerekli tedbirler alındı. Bağlandı, donduruldu.
Bugün, "İstiklâl Marşı ve Anayasa" konulu bir toplantı yapmakla, kendimize bir savaş alanı tahsis etmiş oluyoruz. Daha ileriki dakikalarda bu meseleyi, inşallah arkadaşlarımızın yardımıyla yerli yerince anlayacağız. Anlamamız için, önce zihnîmizi anlamaya hazır hale getirmemiz lâzım. Ne oluyor, ne bitiyor? Biz birinci derecede, 1982 Anayasası'nda İstiklâl Marşı'nın milli marş olarak zikredilmesi sebebiyle bu işin içindeyiz. Savaş alanı kendimize tahsis etmemizin sebebi bu. 1921 yılının mart ayında İstiklâl Marşı kabul ediliyor. Teşkilatı Esasî Kanunu 1921'de yeniden tanzim ediliyor. Ona, mekteplerde okuyan arkadaşlar "21 anayasası" dendiğini de bilirler. Cumhuriyet sonrasında Kanunî Esasî yeniden bir şekle sokuluyor. Buna 1924 anayasası deniliyor. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra referandumla bir anayasa kabul ediliyor; buna 1961 Anayasası diyoruz. Bütün bu anayasalarda İstiklâl Marşı'nın adı geçmiyor. Fakat 12 Eylül 1980 sonrası yapılan anayasada değişmez ve değişmesi teklif edilemez maddeler arasında, bu milletin marşının İstiklâl Marşı olduğu yazılı. Konumuz, bilhassa bununla irtibatlı. Bu konuyu netleştirmeye; işi, Türk Milletinin hayrına bir sonuca götürmeye niyetli ve ciddi bir biçimde inatlıyız. Onun için bir savaş alanının tahsisinden bahsediyoruz. Bir şeyleri anlamak için zihnîmizi açık bir hale getirmemiz lâzım. Anlayacağımız şeyi alabilecek hale getirmemiz lâzım. Bunun için düşüncenin imkânlarını kullanacağız. Yaşadığımız toplumda düşünce, daha çok felsefe, mantık gibi etiketler altında takdim edilir. Bu felsefe ve mantık aslında antibiyotik gibi bir şeydir. Antibiyotikler; vücuttaki, bedendeki, bünyedeki hastalık sebebi olan mikroorganizmaları yemek üzere kullanılan mikroorganizmalardır. Antibiyotiklerin kendileri mikroorganizmalardır; zararlı mikroorganizmaları yok etmek üzere kullanılır. Fakat eğer antibiyotikler doğru kullanılmazlarsa veya dozajı yanlış bilhassa fazla tatbik edilirse kendileri patojen hale geçer. Yani, siz vücudunuzdaki zararlı mikroorganizmaları yok etmek için faydalı mikroorganizmaları vücudunuza alırsanız sonradan bunların kendisi hastalık üretmeye başlarlar. Mantık ve felsefe böyle şeylerdir. Önce, bir şeyi anlamak için başvurursunuz. Bir şeyi daha yüksek manada kavramak için başvurursunuz. Sonra bu mantık ve felsefeden o kadar etkilenirsiniz ki, o kadar tesirine maruz kalırsınız ki doğrudan doğruya mantık ve felsefe sizi doğru yoldan çıkarır; istediğiniz doğruluktan inhiraf etmenize sebep olur. Buna, sağduyu dediğimiz ve insanların pek matah bir şey olduğunu sandığı şey de çok yardımcı olur.
Çocukluğumuzdan beri şöyle aklı başında insanların kafalarının çalışma tarzı olarak bize öğretilen şeyler vardır. Sağduyu gereği böyle düşünülür. Meselâ “bu meselenin içinden çıkılmaz” derler. “Bu mesele tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar meselesi gibidir” derler. Hâlbuki bu bizim bir şeyleri yerli yerince anlamamıza mani olmak ve bize bir şeyleri kabul ettirmek isteyen insanların akıl düzeyini sarsılmaz saymak üzere bize yutturulan bir şeydir. Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar diye bir açmaz, bir imkânsızlık, bir paradoksal durum yoktur. Çünkü biraz kafasını kullanmayı beceren insan bilir ki, tavuktan yumurta çıkar; ama yumurtadan tavuk çıkmaz. Bir kere yumurtadan çıkan şey tavuk değil civcivdir. İkincisi bu civciv büyüyünce tavuk olmayabilir; büyüyen civciv horoz olabilir. Dolayısıyla yumurtadan tavuk çıkma ihtimali yoktur. Aranızda ilk kez böyle bir mesele olduğunu düşünen vardır. Ama bir de “böyle bir açmaz var, böyle bir mesele var, bu meseleyle uğraşamayız” diyenler var. Anayasa meselesi, bugün bize bu şeklide sunulmuştur. Hep böyle darbe anayasaları varmış, 82 anayasayı darbeler sonucuymuş falan filan... Bütün mesele, İstiklâl Marşı'nı anayasadan çıkarma meselesidir. Bunu hiç bir zaman söylemeyeceklerdir. İstiklâl Marşını anayasadan çıkarmak için anayasa yapıyorlar. Şöyle söylesinler: Desinler ki; 82 anayasası şu teknikler bakımından yanlıştır. Desinler ki; ne güzel 61 anayasamız vardı ona dönelim. Hayır, böyle bir şey demiyorlar. Yok, kötü bir şeymiş, yok darbelermiş falan diyorlar. Bütün maksat, İstiklâl Marşı'nın bu milletin milli marşı olduğunun ikrar edilmesine son vermektir. Bize dil ile pek çok yalanı doğru diye kabul ettiriyorlar. Bu yalanlardan bir tanesi de bizim Türk Milleti olarak devamlı batıya doğru yöneldiğimizdir. Derler ki; Araplarla ve dolayısıyla İslâm'la münasebet kurmak suretiyle Türkler, Çin karşısında yüzlerini batıya çevirdiler. Daha sonra da Avrupa medeniyetinin parlaklığı karşısında yüzlerini daha batıya yani Avrupa'ya çevirdiler. Aynı tavukla yumurta meselesi gibi insanlar "Aaa öyle olmadı mı?" diye bunu kabul ediyorlar. Bu da bir safsatadır. Bu Türk meselesini bilmemekten ve kabul etmekte düşülen aczden doğan bir şeydir. Türk Milleti yüzünü batıya, Avrupa'ya çevirdi. Bunu kabul edelim. Acaba, yüzünü Avrupa'ya çevirmeden önce neye çevirmişti? Bu soru sorulmuyor! “Türk Milleti, Lâle devrinden itibaren yüzünü batıya çevirdi.” İyi, güzel… Bunu kabul edelim. Peki, bu millet yüzünü batıya çevirmeden önce yüzü nereye bakıyordu? Yani, bir yere bakıyor muydu? Burada mühim bir yalan gizlemesi var. Çünkü eğer Türk Milleti yüzünü batıya çevirdiyse daha önce yüzünü hiçbir yere çevirmemişti. Kendisi yüz çevrilen bir yerdi, ya da bir topluluktu. Bunu saklamak üzere Türk Milletini yüzünü batıya çevirdiğini söylüyorlar. Peki, daha önce ne yapıyordu, nereye bakıyordu? Türk Milleti, hiç bir yere bakmıyordu, çünkü daha önce başkalarının yüzünü çevirdikleri bir milletti. Bunu anlamadıkça başka şeyleri anlamamız da bir engel olarak önümüze çıkar. Dolayısıyla biz belki bu toplantıda bilhassa lisan yoluyla bize dayatılan şeylerin fiiliyatla alâkasını anlamaya çalışacağız. Yani, lisan yoluyla bize bir şeyler dayatılmış, biz öyle biliyoruz. Meselâ, “Atatürk vatanımızı kurtardı.” Bu sözü, ilkokuldan bu yana çocuklara öğretiyorlar. Bu cümle öznesi, nesnesi bakımından nasıl bir şeydir? Bunu hiç kimse bilmez. “Atatürk vatanımızı kurtardı.” Bu, tıpkı tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar gibi bir şey. Yani, neyin nereye oturduğunu hiçbir zaman bilmeden kabul ettiğimiz bir şey. Buna benzer hayatımızda çok çarpık şey var. Bugün, Allah nasip ederse bu meseleleri enine boyuna konuşmak imkânını bulacağız. Bundan sonra İstiklâl Marşı Derneği'nin kendine tahsis ettiği muharebe sahasında nasıl bir strateji ve taktik güdeceğine dair bir takım mut’alar elimize geçecek. Burada benden başka 6 konuşmacı var. Ben, sırayla hepsine söz vereceğim, ama kendi yaklaşımımı ya da yorumumu ilave etmekten geri durmayacağım. O yüzden, beni, her iki konuşmacı arasında dinleyeceksiniz. Daha fazla vakit kaybetmemek üzere sıradaki konuşmacı Cemil Tunç'a sözü bırakıyorum.
Cemil Tunç :
Bu panel münasebetiyle benim size anlatacaklarım anayasanın genel teorisiyle alâkalı olacak. Bu başlık adı altında benden duyacaklarınız akademik çerçevenin biraz dışında olacak. Çünkü size üniversitelerin anayasa kürsülerinde okutulan anayasa hukuku kitaplarında rahatlıkla bulabileceğiniz bilgileri nakletmekte bir fayda görmüyorum. Ama tabi yine meselenin teknik kısmına ait bazı bilgiler de sunacağım. Bu panel ile ilgili olarak İstiklâl Marşı Derneği resmi sitesinde ilan edilen duyuruda konuşmacı olarak beyan edilen kişilerin hepsinin hukukçu olduğunu fark etmişsinizdir. Peki, bu tablodan ne anlamamız gerekiyor? Yani, anayasa meselesinin ele alındığı bir mevzuu özellikle hukukçuların mı en iyi tahlil ve analiz edeceği belirtilmek istendi? Eğer zihnînizde böyle bir şey oluştuysa bunu düzeltmekte fayda var. Çünkü bugüne kadar hukukçuların anayasa meselesi konusunda bu topraklarda yaşayan insanların bir zihin açıklığına kavuşmasına hizmet ettiğini söylemek zor. Acaba biz de hukukçular olarak bu bulanık havaya bir katkı mı sağlayacağız yoksa meselenin daha doğru -belki de daha doğru demek doğru değil- bu güne kadar anlaşılmayan tarafıyla mı anlatacağız, bunu hep beraber göreceğiz.
Şimdi dediğim gibi; anayasa meselesinin hukukçuların inhisarında olmadığını bilerek başlamamız gerekiyor meseleye. Hangi mesleği icra ediyor olursa olsun, kendisini bir millete mensup hisseden herkesin o milletin nasıl idare edileceğini belirten bir metne dair muhakkak suretle bir fikri olması gerekiyor. Eğer anayasa, bir milletin idare biçimine, hangi organlar eliyle bu idareyi yürüteceğine, hangi hak ve ödevlere sahip olduğuna dair bir metin ise bu konuda sadece hukukçuların kelam edeceğini düşünmek ya da bu mevzuu en iyi onların bilebileceğini varsaymak sanırım gerçekten çok uzak bir beyan olacaktır. Anayasanın değiştirilmesi, yeni bir anayasa yapılması gibi bir takım mevzular etrafında son zamanlarda sıkça duyduğumuz şeyler, aslında anayasa konusunda oldukça karışık bir zihin yapısına mahkûm edildiğimizi gösterir. Ama buradan bir çıkış yolu olmalı. Yani, bu zihni felç halinden muhakkak suretle ayrılmak gerektiği konusunda hepimiz hemfikir olmalıyız. Şimdi size söyleyeceklerim sansasyonel bir ifade olsun diye tercih ettiğim şeyler olmayacak. Meselâ; futbol camiasını yakından ilgilendiren bu münasebetle de hepimizin haberdar olduğu şike meselesini yahut ondan önce öğrencilerin yakından bildiği KPSS, ÖSS meselesiyle karşımıza gelen kopya, şifre mevzularının bu tartıştığımız mevzudan uzak bir mevzu olduğunu düşünmek, sanırım saflık olur. Yani bunlar eğer sadece sizlerin dikkatini çekmek için söylenmiş şeyler değilse bundan ne anlamamız gerekiyor? Yine anayasa meselesini Sir İsaac Newton’un 1686 yılında bitirdiği ve Türkçe ismi ile “Doğa Felsefesinin Matematik Temelleri” adlı eserinin dönemin hukuk mantığına, dönemin anayasal gelişimine etki etmediği düşünülebilinir mi? Yine aynı şekilde bu dönemde, yani 17. yüzyılda meydana gelen gelişmelerin… Meselâ nedir bu gelişmeler? 1607 yılında İngilizlerin Kuzey Amerika’da ilk defa koloni kurmaları, yine 1642’de İngiltere’de çıkan iç savaş, sonrasında Kral 1. Charles’in idamıyla beraber cumhuriyetin ilan edilmesi, yine 17. yüzyılın son çeyreğinde Türklerin mağlup edilebilirliğinin anlaşılması üzerine başlayan ve ilk olarak Macaristan’dan, daha sonra bütün Doğu Avrupa’dan uzaklaştırılmasıyla Avrupada’ki anayasal gelişmelerin birbiriyle alâkalı olmadığını düşünmek bence bizi meseleden uzaklaştıracaktır.
Anayasa tartışmalarında bilhassa gözden uzak tutulan bir şey daha var, o da; anayasayı iki kapak arasına sıkıştırılmış kurallar demeti, kurallar yığını olarak görüp bu anayasa referans alınarak oluşturulan organların, kurumların, teşkilatların ve bu teşkilatların çıkardığı tüzüklerin, yönetmeliklerin anayasadan bağımsız iki ayrı şey olduğunu düşünmek. Yani; şu anda yasama, yürütme ve yargı erkleri altında teşkilatlanmış olan organların, kurumların hangi hesaplar dâhilinde faaliyetlerini yürüttüğüne dikkat kesilmeden anayasa hakkında söyleyeceğimiz sözler eksik kalacaktır.
Daha on ay önce anayasa değişikliği oldu malumunuz ve bu anayasa değişikliği referandum suretiyle halkın onayına sunuldu. Ve bu anayasa değişikliği sırasında hep şu ön plana çıkarıldı: Yani bir takım anayasal organlar var, bunlar özellikle yüksek yargı organları ve bunlar anayasadan müstakil bir hareket alanı içinde faaliyet gösteriyor; diğer bir değişle sanki bunlar kendilerine has bir egemenlik kullanıyorlar gibi bir tablo ortaya çıkarıldı ve bilhassa bu tablo sizin gözünüze sokuldu. Bu sakıncaların giderilmesi için böyle bir değişiklik yapılması gerektiği vurgulandı. Bu yüzden halkın desteği istendi. Bu, aslında buraya kadar temas ettiğim yani; anayasa ile o anayasanın referans alınmasıyla ortaya çıkan organlar arasında organik bir bağ olduğunu gözden kaçırmak manasına gelir. Yine ne zaman anayasa mevzusu açılsa, başkanlık sistemi hemen gündeme gelir. Acaba parlamenter rejimle mi Türkiye idare edilmeli yoksa başkanlık rejimi daha mı iyi olacak diye bir tartışma başlatılır. Bu tartışmanın aktörleri size neden başkanlık rejimi seçilmemelidir sorusuna cevap ararken hemen “çünkü falanca kişiler başkan olursa, falanca sakıncalar ortaya çıkar, parlamenter rejim tercih edilirse bu sakıncalar ortaya çıkmaz” gibi bir takım savunma argümanları kullanılırlar. Bu anayasa teorisini anlamamak demektir. Çünkü anayasa kişilerle, olaylarla, belli bir dönemle izah edilecek bir metin değildir. Anayasalar kişiler düşünülerek ortaya çıkarılmaz yahut belli bir dönem geçerli olması için anayasa yapıldığını söylemek gülünç olur. Biraz daha ileride federal sistemin de bu tartışmanın bir unsuru olduğunu görürsünüz. Bu da aslında meselenin gerçeğe ne kadar uzak bir biçimde ele alındığını göstermektedir. Bunu da birazdan izah edeceğim.
Bütün bu söylediklerimden nereye varmak istiyorum? Eğer anayasa bir milletin kendisi hakkındaki kanaatlerini içeren, hangi vasıfları haiz olduğunu belli eden, neden sınırları belli bir kara parçası üzerinde yaşadığını ve neden başka bir devletin egemenlik alanında olmadığını izah eden bir metinse ve buna uygun bir teşkilatlanma ön görüyorsa; yani bir milletin “kendi”liğine dair, kendisi olmasına dair bir mutabakat metni ise anayasa, o anayasada hangi hükümet rejiminin tercih edildiği çok önemli değildir. Yani siz anayasayı bu çerçevede ele alırsanız; hangi sistemin yürürlülükte olduğu, hangi organın anayasal organ olarak ortaya çıktığı ikincil, üçüncül meseleler olarak karşınıza çıkacaktır. Ama bugün tersine sanki hükümet rejiminin ne olacağı mevzusu anayasanın başlıca mevzusu haline getirilmek istenir.
Bu uzunca sayılacak giriş zaten bana ayrılan sürenin önemli bir kısmını çaldı. Ben bundan sonraki kısımda şöyle bir yol izleyeceğim: Önce anayasa nedir sorusuna cevap ararken, meselenin felsefi arka planına dair birkaç kişi üzerinden bir şeyler söyledikten sonra biraz daha teknik sayılabilecek mevzulara gireceğim ve böylece konuşmamın sonuna gelmiş olacağım. Şimdi anayasa hukuku kitaplarında anayasa teorisi anlatılırken bahsedilen kişiler genelde hukuk üzerine kafa yormuş filozoflar olarak karşımıza çıkar. Bunlardan “Toplumsal Sözleşme Kuramı”nın kurucusu, ortaya atanı olarak bildiğimiz Rousseau bize; toplumun doğuşunun mülkiyete bağlı olduğunu ve otoriteyi de çıkarları koruması düşüncesinden teşekkül ettiğini söyler. Hiç kimsenin diğeri üzerine doğal bir otoritesi yoktur Rousseau’ya göre ve kuvvet de bir hak yaratmadığına göre meşru bir otoritenin kaynağı ancak anlaşma olabilir.”Öyle bir toplum bilinci bulunmalıdır ki; toplum üyesi herkesin şahsı ve malları ortak güç tarafından korunsun ve savunulsun. Toplumda herkes herkesle birleştiği halde yine kendisinin efendisi olsun.” Böylesine cilalı ve parlak görünen lafların neye yarayacağını, ancak o dönemde karşımıza çıkan anayasal gelişmelere bakarak anlayabiliriz. Yani şurada Rousseau’nun toplumsal sözleşme hakkında beyan ettiği düşüncelerin bir yere oturması için bunu sadece kitabî ifadeler olmadığını anlamamız için dönemin anayasal gelişmelerine dikkatle bakmamız gerekiyor. Yani biraz sonra söyleyeceğim Kant’a, Hegel’e ait bir takım düşünceler, bu insanların sadece felsefi bir uğraşı neticesinde ortaya çıkardığı fikirler olarak kabul edilirse aslında esasa aykırı bir şey söylememiş oluruz. Yani bugün Hegel’in anayasa hakkında söylediklerine kulak kabartacak olursak şöyle der; “Anayasa halkın dolayısıyla ona ait devletin ruhunu ifade ve temsil etmektedir. Anayasa yurttaşların zihnînde ve özgürlüğünde gerçekleşmektedir. Anayasa devletin varlığını ve bitimsiz yaşama sürecini de güvence altına almaktadır. Anayasa bir milletin ve onun devletinin sağ kalması için ülküleştirilmiş bir gerçeklik olarak gözükmektedir. Bunu ise yurttaşların politik duygusunda bulmaktadır.” Dediğim gibi bu ifadeler tek başına bir mana ifade ediyor mu? Hegel’in Prusya Devleti’nin resmi filozofu olduğunu söylersek daha anlaşılır şeyler olacak bu söylediklerim. Yani hukuk felsefesi başlığı altında, anayasa teorileri başlığı altında filozofların, siyaset adamlarının kitaplar geçen kayıtlara geçen sözlerini sadece parlak ifadeler olarak kabul etmek ve bu teorilerin soyut anlamda işe yaradığını düşünmek bence bizi bir yere götürmeyecektir. Şimdi anayasanın ne olduğu konusunda buraya kadar söylediklerim size çok teknik gelmemiş olabilir. Ben bu açığı, yani anayasanın ne olduğu konusundaki açığı şu anda hali hazırda anayasa hukuku kitaplarında rahatlıkla bulabileceğinizi söylediğim şeylere dair bir takım şeyler söyleyip en azından çerçeveyi tamamlamış olayım. Bugün dünyanın pek çok ülkesinde anayasa o ülkenin hükümetinin nasıl teşekkül edeceğine dair bir kurallar bütünü olarak karşımıza çıkar. Peki, anayasanın, anayasal nitelikteki kuralların bir araya getirilmesiyle oluştuğunu söylenirken anayasal kurallar nasıl tanımlanmaktadır? Yani anayasal kurallar deyince aklımıza ne geliyor? Bu konuda kitaplarda iki teoriden bahsedilir. Birisi maddi, diğeri şeklî kriter olarak ifade edilir. Eğer bir kural, bir devletin nasıl idare edileceğine hangi organlar eliyle bu yetkilerin kullanılacağına dair düzenlemeler getiriyorsa o kural anayasal nitelikte kabul edilir. Şeklî kritere göre ise; eğer bir kural normal hiyerarşisinde diğer kuralların üstünde kabul edilir ve diğer kuralların değiştirilmesi usulünden farklı bir usulle değiştirilirse o kural da anayasal kural olarak kabul edilebilinir. Yine anayasalar çeşitli biçimlerde tasnif edilir anayasa hukuku kitaplarında. Yazılı ve yazılı olmayan anayasalardan bahsedilir. Sert ve yumuşak anayasalardan bahsedilir. Yasamanın üstünde olan, olmayan anayasalardan bahsedilir. Federal-tekçi anayasalardan bahsedilir. Bütün bu bölümlenmelerin bir manası var mı? Yani bize anayasa hakkında doğru malumat verir mi bu bölümlenmeler? Şimdi meselâ birkaç örnek verelim: Yani sert ve yumuşak anayasa ayrımını hepiniz bilirsiniz. Eğer anayasanın değiştirilmesi özel bir yönteme ihtiyaç hissedilecek biçimde öngörülmüşse rijit, sert anayasa olarak tasnif edilir. Ama eğer anayasanın değiştirilmesi mevzuu için özel bir değişiklik rejimi öngörülmemişse o anayasa “flexible”, yumuşak anayasa olarak tasnif edilir. Peki, bu bölümlenmelerin bize öğrettiği bir şey var mı? Bunun bir manasının olmadığını aslında şuradan görebilirsiniz: Bugün yumuşak anayasalara ancak bir ya da iki örnek gösterebilirsiniz. Yani düşünün ki şu anda yürürlükte olan anayasaların ekseriyeti katı anayasa ama bir ya da iki tanesi yumuşak anayasa ya da değiştirilmesi daha kolay anayasalar olduğu için böyle bir ayrıma ihtiyaç duyuyoruz. Yani bunu takdirlerinize sunuyorum.
Yine monarşik ve cumhuriyetçi anayasa ayrımı ne kadar isabetli bir ayrım? Yine bugün artık bu ayrımın bir önemi olmadığını beyan edenler çıkacaktır. Ama bu ayrımın bize öğrettiği bir şey var, onu gözden kaçırmamak gerekiyor. Yani bugün monarşik anayasaların getirdiği sistemlerin cumhuriyet anayasalarına yaklaştığı, bazı cumhuriyet anayasalarının da getirdiği sistemle diktatörlük rejimlerine dönüştüğüne dair ipuçlarını rahatlıkla görebileceğimiz için bu ayrımın da aslında pratik bir karşılığının olmadığını rahatlıkla fark edebiliriz. Yani bugün İngiltere’de, İskandinav ülkelerinde, Hollanda, Belçika, Lüksemburg’da krallık, hiçbir başkanlık durumunun sahip olmadığı birtakım siyasal ve sosyal önemi haiz kabul edilir. Şimdi ama İngiltere hariç olmak üzere bu ülkelerde aynı zamanda birer anayasa ve kraldan bağımsız organlar vardır ve bunlar bir aradadırlar. Yani bu ayrımın bize sağladığı faydayı sadece bu noktadan anlamamız gerekiyor.
Peki, bir anayasa neleri içermelidir? Bu hususta da çok şey söylenir. Bunları size uzun uzadıya anlatacak değilim. Ama burada da anayasa yapıcılarının düşüncesinin çok önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü Norveç anayasasının yirmi beş sayfada, 1958 Hindistan anayasasının yüz elli sayfada bir araya getirildiğini söylersek, anayasanın neler içermesi gerektiği konusunda herkesin kabul edeceği birtakım ilkeler vaat etmenin zor olduğunu görürüz. Yani ortada eğer sadece hukuksal kuralların bulunduğu bir anayasa isteniyorsa oldukça kısıtlı bir anayasa, oldukça az sayıda maddenin bulunduğu bir anayasa ortaya çıkacaktır. Ama eğer anaysa bir manifesto biçiminde gösterilmek istenirse ortaya daha uzun bir anayasa çıkacaktır. Meselâ 1930 Güney Afrika anayasası hazırlanırken şöyle bir başlangıç maddesi öngörülür en başta: “Bu yasa 1930 Güney Afrika anayasası olarak adlandırılır.” Bu başlangıç maddesinden rahatsızlık duyan Güney Afrikalılar bu cümlenin yerine şöyle bir cümlenin yerleştirilmesi gerektiğini söylemişler ve bunu kabul ettirmişler: “Birliğin halkı, her şeye kadir Tanrının her konuda yapacağı rehberliği ve egemenliği kabul eder.” Şimdi bu cümlenin giriş cümlesi olarak kabul edilmesinin bir kıymeti var mı? Yani bugün Güney Afrika Cumhuriyeti anayasasında böyle bir maddenin olması Güney Afrika Cumhuriyeti’nden övgüyle bahsetmemize yarayan bir şey mi? Elbette ki değil. Bu da yani bütün bu açıklamalar beni nereye götürüyor onu da size söylemeye çalışacağım ve bir nokta koyacağım. Sanırım sürem de doldu.
Bugün modern anayasalar içerisinde hemen şu başlıklara tesadüf edersiniz: Bir başlangıç kısmı yer alır. Bir de temel haklar ve genel hükümler kısmı yer alır. Sonra temel hak ve hürriyetlere yer verilir ve devletin temel organları dikte edilir. Böylece kabataslak bu çerçeveyi bugün modern anayasalar içerisinde sıkça görürsünüz. Peki bu çerçevenin manası ne? Yani eğer 1945’ten sonra yani İkinci Dünya Harbi’nden sonrasında teşekkül etmiş anayasalara dikkatimizi çevirirsek sanki tek kalemden çıkmış anayasal metinlerle karşı karşıya geliriz. Peki, bunun bize söylediği şey nedir? Yani eğer İkinci Dünya Savaşında Almanlarla beraber milletlerin de savaşı kaybettiği kanaatine hak verirsek bu mesele daha iyi anlaşılacaktır. Son olarak şunları söyleyerek bana ayrılan süreyi bitirmiş olayım. Bugün bir milletin anayasasından bahsetmenin yegâne şartı kendisi hakkında fikre sahip olan bir milletin varlığı halinde mümkün olabilir. Yani, eğer -başta da söyledim- bir milletin kendilik bilgisi olgunlaşmış ise o milletin yazılı mı yazısız mı, federal yahut üniter bir yapıya mı sahip olduğu, başkanlık rejimiyle mi parlamenter rejimle mi idare edileceği mevzuu her zaman ikinci planda kalacaktır. Önce kendisi hakkında, nasıl idare edileceği hakkında, kendisine neyi yakıştırıp neyi yakıştırmayacağı hakkında bir fikre sahip bir milletten bahsetmemiz gerekecek. Bu mümkün olursa eğer o anayasanın teknik kısımları, tercih edeceği sistem o milletin mensupları tarafından tartışılır ve bir noktaya getirilir, bırakılır. Bugün benim söyleyeceklerim bu kadar.
Teşekkür ederim. İsmet Özel: Cemil Tunç’a biz de teşekkür ederiz. Bütün anlattıklarından benim anladığım şu oldu: Tahmin ediyorum, ümit ediyorum siz de onu anladınız; bu anayasa meselesinde kitabî bilgilerin hiçbir kıymeti yoktur. Cemil Tunç bize bunu anlattı. Yani, kitabî olarak anayasa şudur budur diye uğraşmamıza ve birini bu bakımdan ikna etmemize gerek yoktur. Çünkü bu hiçbir fayda temin etmeyecektir. Anayasa Türkçe bir laf. Ama gerçekten Türkçe mi, bir manası var mı bunu düşünmek lâzım. Yani şimdi “anayasa anayasa” gidiyor. Yani “anayasa” lafı olmadan önce biz ne diyorduk? Kanun-i Esasî diyorduk yahut Teşkilat-ı Esasîye Kanunu diyorduk. Öyle değil mi? Yani Türkçede anayasa… Şimdi bir ana var, ondan sonra, bir de yasa var. Bu ikisi de tuhaf şeyler. Neden tuhaf şeyler? Bir kere “ana” kelimesi Türkçe bir kelime şüphesiz fakat Gotların dilinden aktarılmış bir kelime. Arapça ana, “umm” da diyebilirsiniz, “valide” de diyebilirsiniz. Değil mi? Her ikisi başka bir mana taşır. Neyse ben şimdi kelime üzerinde durmanın manasızlığını söylemeye çalışıyorum. Yani “yasa” kelimesi de “kanun” yerine icat edilmiş bir kelime. Belli ki hepinizin anlayabileceği gibi, “yasak”tan çıkma bir şey. Yani “yasak”ın son harfini atmışlar “yasa” olmuş. Yani böyle saçma sapan, uydurma, bizim kafamıza sokulmuş bir zırva. “Anayasa” diye bir kelime zaten kendisi hafife alınacak bir kelime. Ama bu meselenin başka milletleri de göz önüne alarak anlaşılması isteniyorsa oradan bir şeyler çıkarabiliriz. Bu, nerden çıkıyor bu “constitution”, “konstitüsyon” falan gibi şeyler? Meselâ şu anda fiilen Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Krallığının, birleşik krallığının bir anayasası yok. Suudi Arabistan Krallığı’nın da anayasası yok. Yani anayasalı yerler var, bir yerlerde. İlk doğru dürüst anayasa nerde var? Amerika Birleşik Devletlerinde var. Neden? Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin aristokrasisi yok. Onun için. Aristokrasi nedir? Aristos cratos. Yunanca “en iyilerin iktidarı” demek. Bir toplumda en iyiler yönetiyorsa orada aristokrasi vardır. Daha sonra ortaçağ boyunca Eski Yunan’daki ve Roma’daki aristokrasiden farklı bir aristokrasi Avrupa’da üretilmiş. Neden olmuş bu? Türklerle savaşabilmek için. Türklerle baş edebilmek için orada/Avrupa’da bir aristokrat sınıf teşekkül etmiş. Yani en iyiler. Bu en iyilerden Amerika’da hiç yok. Onun için onun yerini tutacak bir şey lâzım. O da “Kardeşim bu iş böyledir. Bunun dışına çıkamazsın. Çıkarsan ben senin canını yakarım.” dedikleri bir anayasa yapmışlar, Amerikalılar. Sonra, Amerikan devletinin teşekkülünden sonra Fransız İhtilalı cereyan etti. Ve ondan sonra Fransa’da anayasa, aynı şekilde, aristokrasiyi yok ettikleri için, onu giyotine gönderdikleri için anayasaya ihtiyaçları vardı. Aristokrasi yoktu artık. Aristokrasi olmayınca kilisenin eli ayağı da yoktu. Yani Fransa’yı aristokrasiyle kilise dayanışarak yönetiyorlardı. Ama aristokrasi giyotine gidince anayasaya ihtiyaç doğdu. Yani meseleyi buradan anlamamız lâzım. Bunlar işte gâvurların birbirlerini aldatmak için icat ettikleri şeyler. Bizi hiç ilgilendirmiyor! Ama biz de gâvurluğumuz nispetinde anayasayla münasebettarız ve bugün anayasa, yeni bir anayasa ihtiyacı meselesi Türkiye’nin İslâm’dan mutlak manada kopmasının teyit, tasdik edilmesi için yapılan bir faaliyettir. Dediğim gibi İstiklâl Marşı’nı anayasadan atabilirlerse gâvurluğu da Türkiye’ye perçinleyeceklerdir. Perçin sökülmez diye bir şey yok ama perçin çok kuvvetli bir birleştiricidir. Şimdi ben bu heyecanın üzerine sözü Mustafa Deveci’ye bırakayım. Mustafa Deveci:
Benim bu paneldeki vazifem, 1876 Kanun-i Esasi ile birlikte üç anayasanın; 1921, 1924 anayasalarının anlatılması ve anayasa pratiği diye bir bahis. Bununla alakalı 1876 Kanun-i Esasi hareketinden başlayarak 1921-1924 anayasalarının birtakım temel evsafına müteallik notlar aldım. Bunları size takdim etmeyi düşünüyorum. Bundan önce bu anayasa meselesine İsmet Bey’in bıraktığı, bahsettiği husustan, açtığı yoldan birkaç söz de ben söylemek istiyorum. 1787 yılında ilk anayasa, Amerikan anayasası olarak hukuk tarihine çıkıyor. Bundan önce peki insanlar anayasasız ne yapıyorlardı? Yani eğer 1787 yılında insanlar anayasayla beraber yaşamakla insanlıklarına kavuşmuşlarsa ondan önceki vasıfları neydi, bunu bir düşünmemiz gerekiyor. Bir de bu Rousseau’nun sözleşme meselesini aydınlatmak için kafamda bazı misaller oluştu. Onlardan da bahsedip esas meseleme geçeceğim. Aile misali benim bu millet meselesini anlamamda çok yardımcı olan bir misal. 2001 yılında Medeni Kanun’da yapılan değişiklikle daha önce olmayan birtakım yenilikler getirildi Türk Medeni Hukuk hayatına. Bu da evlilik sözleşmesi. Yani eşler bir ayrılık vaki olduğunda ya da ayrılık vaki olmaksızın evliyken hangi mal rejimine tabi olacaklarının, boşanmaları halinde hangi malın kimde kalacağının, kimin kime ne kadar tazminat vereceğini ilk baştan, nikâhlanırken kararlaştırıp bir sözleşme yapıyorlar noterde. Yahut da bunu nikâh memuruna da beyan edebilirler. Bu şekilde bir sözleşmeyle evliliklerine başlayabilirler. Bilfiil avukatlık yapan bir kişi olduğum için boşanma davalarına da bakıyoruz tabii. Ben bu zamana kadar evlilik sözleşmeli hiçbir dava görmedim. Yani Türk milleti bir sözleşmeyle evliliğe başlamayı zül addediyor. Yani ne demek? Şimdi biz bir aile olacaksak, ne yapıyoruz yani şirket mi kuruyoruz? Yani millet böyle düşünüyor. Yani bu sözleşme meseleleri bize aslında çok uzak meseleler. Yani bu anayasa meselesi de bir millet hayatına kavuşamamış topluluklara lazım olan bir şey. Evet, şimdi 1876 Kanun-i Esasi’den ben kısaca bu anayasaların temel karakterleri üzerine birkaç not aldım, onları aktaracağım süre yettiği kadar. 1876 Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesinin, Osmanlı hukukunda ortaya çıkmasının birçok sebepleri anlatılıyor kitaplarda. Bu mevzulara da fazla girmeyeceğim. Yani işte “asker ve sivil bürokratların can ve mal güvenlikleri; eşraf, ayan ve beylerin de mülkiyet haklarının meşrulaşması; gayrimüslim tüccarlar ve Batının birtakım menfaatleri için birtakım adımlar atıldı” diyor, Niyazi Berkes. Şimdi 1876 Anayasasını yapan komisyon, hakikaten aslında modern manada bir anayasa yapma görüntüsü vermek istediği için böyle bir işe girişiyor Osmanlı. Hakikaten beynelmilel vasıfların üzerinde bir anayasa, 1876 Anayasası. Modern manada anayasa hukuku ölçülerinde, anayasada şunlar şunlar olması gerekir gibi genel geçer şeyler vardır. Bunları tamamıyla cevaplayan bir anayasa. Devletin dini bu anayasada var. “Dini İslam’dır” deniliyor 11.maddesinde. Padişah da “halife” 3. ve 4. maddeye göre. Ahkâm-ı şer’iyyeyi uyguluyor Kanun-i Esasi’ye göre. Tabii Kanun-i Esasi’nin en mühim hususiyeti eşitlik ilkesidir, malum… 17. maddede “ahvali diniye ve mezhebiyeden maada bütün Osmanlılıların huzuru kanunda haklar ve ödevler bakımından eşit” olduğunu öngörüyor. Devletin resmi dili Kanuni Esasiye göre “Türkçe.” On dokuzuncu maddesi devlet hizmetinde vazife almak için Türkçe bilmeyi zaruri kabul ediyor. 57. maddede heyetlerin müzakereleri ‘Lisani Türkî’ üzere cereyan eder diyor. 68.maddesi mebus olabilmek için Türkçe bilmeyi şart koşuyor ve bir sonraki seçimde mebus olabilmek için ise Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak şartı da var. İsmet Özel: Yani bir kere seçildin bunu boşa götürmemek için bir daha seçilmek istiyorsan adam ol diyor. Mustafa Deveci: Osmanlı tabiri kullanılıyor yani Kanuni Esasi Osmanlı tabiiyetini kabul ediyor. Herhangi bir dini veya mezhebi vasfı önemsemeksizin hepsini Osmanlı kabul ediyor. Böyle bir Osmanlı vatandaşlığını tanımlıyor. Devlet teşkilatına gelirsek; meclis-i umumi denilen bir meclis var. Bu da devlet teşkilatına yeni olarak ilave edilmiş oluyor. Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan olmak üzere. Heyet-i Ayan’ı padişah atıyor bu üyelerin çoğunu devlet görevinde uzun yıllar bürokraside vazife almış insanlar var. Heyet-i Mebusan ise seçimle geliyor. Bunlar her ellibin erkek nüfusa bir erkek temsilci seçimiyle kuruluyor. Tabi bu Kanuni Esasi yürürlülüğe girdikten sonra seçimin nasıl yapılacağına ilişkin bir belirsizlik var. Bu belirsizlik Talimatı Muvakkate çıkarılarak hükümet talimatıyla padişahın onayıyla yapılıyor. Bu seçimin tabi çok dikkat çeken bir özelliği var. Talimatı Muvakkate’nin yani seçim usulünü tayin eden mevzuatın bazı hususiyetleri var. Bu mevzuata göre mebusların sekseni Müslüman ellisi de gayrimüslim olarak tespit edilmeli diyor. Yani nüfus oranı olarak her elli bin erkeğe bir temsilci diyor. Ama buna baktığın zaman gayrimüslimlerin oranının yüz otuz mebustan ellisinin gayrimüslim olma ihtimali bu oranla mümkün değil. Ama bunu kanun mecburiyet haline getirip gayrimüslimlere bir pozitif ayrımcılık yapılarak daha fazla tespit edilmesi icbar ediliyor. Mesela İstanbul bu manada yirmi bölgeye ayrılıyor. Yirmi bölgeden toplam on mebus seçilecek. Fakat bu on mebusun yarısının gayri Müslim yarısının Müslüman olmak mecburiyeti var. Halbuki nüfus olarak Müslümanlar gayrimüslimlerin iki üç katı. Netice itibariyle yüz otuz üyeli meclisin ilk meclisi 69 Müslüman, 46 gayrimüslim olmak üzere 115 mebustan müteşekkil. Diğer 15 sandalye bazı sebeplerden dolayı boş kalıyor. Şimdi burada elimde bir takım listeler var. O ilk Meclis-i Mebusanda vilayet vilayet kimler ne kadar seçildi? Bunlara fazla girmeyeceğim ama mesela ben Konyalı olduğum için Konya’nın üç mebusundan ikisinin Müslüman, birisinin gayrimüslim olduğunu söyleyebilirim. Dinleyici: Ankara nasıl? Mustafa Deveci: Ankara iki Müslüman, bir gayrimüslim. Yani nüfus olarak belki yüzde beşe tekabül ediyor ama yüzde otuz gibi bir imkana kavuşuyor gayrimüslimler. Yüzde kırk eder. İsmet Özel: “Osmanlıya dönelim" diyenler zaten bunu istiyorlar. Mustafa Deveci: Seçimler de çok hileli yapılıyor. Yani bu Kanunu Muvakkete bile yetmiyor bu oranı tutturmaya hileyle yapılıyor. Çünkü seçilecek mebus sayısı halkın sayısıyla orantılı değil. Yani bunu birilerine düveli muazzamaya şirin görünebilmek için mi yaptılar yoksa hangi sebeple artık onu bilmiyoruz. İlk mecliste yani Kanuni Esasiye göre kanun teklif etme hakkı bakanlar kuruluna ait. Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan da teklif edebiliyor. Ancak Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan ancak kendi görev alanlarını ilgilendiren konularda kanun teklif edebiliyorlar. Padişahın mutlak veto yetkisi var. Burada yürütme, yasama, yargı gibi birtakım kelimeler kullanmak zorunda kalıyoruz. Yani bu modern manada hukuki tabirler bunlar ama bunlar olmadan da artık bu konuyu işlemek ve bazı şeyler aktarmak güç olacak. Bu mefhumları kullanmaya affınızı isteyerek devam edeceğim. Padişah yürütme organının başı, halife niteliği var, biraz önce söylemiştik; sorumsuz. Kanuni Esasinin beşinci maddesine göre “zatı hazreti padişahının nefsi humayunu mukaddes ve gayri mesuldür” Bu sorumsuzluk siyasi, cezai ve hukuki açılardan tam idi. Yani bugün Reis-i Cumhurun böyle tam bir sorumsuzluğu söz konusu değildir. Bakanlar kurulunun bir takım özellikleri var. Yargı organlarını anlatıyor. Yani bu manada çok modern bir anayasa. Yani o dönemde mer’i olan Amerikan Anayasası, Fransız Anayasası, İspanyol Anayasası vesaire bunlardan hakikaten modern kriterlerle bir ecnebi baktığı zaman “yaptığın Kanuni Esasi bu muydu kardeşim” demesinler için yapılmış bir anayasa. Hakikaten onları bütün o mefhumları kabul eden o mefhumlara cevap verecek modern kalıplara sokma gayretini gösteren ve bunda hakikaten bir muvaffakiyeti haiz bir anayasa. Bugün bile en liberal anayasa hocaları bile Kanuni Esasiyi bu manada çok yetkin görürler. Meclisi Mebusan belli dönemlerde tatile giriyor belli dönemlerde padişahın çağırmasıyla toplanabiliyor. II. Abdülhamit tatile girdikten sonra Meclis-i Mebusanı çağırmadı ve böylece padişah feshetti diye anlatılır. Ama yani dolaylı bir fesih olmuş. Meclis toplanamıyor ve bu I. Meşrutiyet dönemi dediğimiz bir dönem yani 17 Aralık 1908 e kadar II. Kanuni Esasi dönemine kadar bir süre geçiyor. Yani uzunca bir süre Meclis-i Mebusan faaliyetini icra edemiyor. 31 Mart Vakası var vesaire bunlara fazla girmeyeceğim. Bunlar ve Abdülhamit’in Kanuni Esasiyi tekrar yürürlüğe koymak mecburiyeti haline getiriyor. Meclis-i Mebusan toplanıyor ve bu defa Kanuni Esasi’nin ikinci dönemi dediğimiz bir dönem var burada yirmi bir maddede değişiklik yapılarak önceki Kanuni Esasi bir takım revizyona tabi tutuluyor. 1908 den sonra. Bu revizyon neyi temin ediyor; padişahın önceki Kanuni Esasi’deki yetkileri törpüleniyor. Bakanlar kuruluna bazı yetkiler veriliyor. Meclis-i Mebusan’a da bitakım ilave imkanlar getiriliyor. Meclisi Mebusanın daha önce böyle bir imkanı yokken, yeni sistemde Bakanlar Kurulu, Meclis-i Mebusan’a karşı mesul kabul ediliyor. Kanuni Esasi 1921 Anayasası dediğimiz Teşkilatı Esasiye Kanunu ile ortadan kaldırılmıyor. 1921 Anayasasını Kanuni Esasi’ye ilaveler şeklinde düşünebilirsiniz. 1921 Anayasası sayı olarak fazla olmayan 23 maddelik bir Teşkilatı Esasiye Kanunu. Siyasi hayatın bütün safhalarını düzenlemiyor. Modern manada çok mufassal anayasa hükümleri yok. Neden? Çünkü Kanuni Esasi hala yürürlülükte kabul ediliyor. 1921 anayasasıyla çatışmayan maddeleri yürürlülükte. 1924’e kadar. Şimdi 1921 anayasası bizim İstiklal Marşı Derneği olarak hakiketen dikkatle üzerinde durmamız gereken bir anayasa. Yani önceki Kanuni Esasinin hangi şartlarla kimleri rahatlatmak için, dünya sisteminin hangi zorlamalarla ayak uydurmak için olduğunu bilmiyoruz. Bir sürü teoriler var. Şunlar için böyle oldu. Bunlar için böyle oldu... Fakat 1921 Anayasası İstiklal Marşının kabul edildiği bir dönem. Yani 1921 deki yasama faaliyetine giren meclisin dünya sistemindeki bir takım zorlamaları rahatlatmak, Türkiye içerisindeki dünya sisteminin yancılarını birtakım konforlara ulaştırmak gibi bir takım lüksleri artık yok. Bıçak kemiğe dayanmış tabiri caizse. Böyle olunca hakikaten en çok ihtiyacı olan şey ne bu durumda? Tahkim edilmesi gereken bir ‘milli varlık’ var. Böyle olunca 1921 Anayasası hakikaten bu milli varlığın bütün insicamıyla ortaya çıkmasını temin edecek tedbirler alıyor. Yani 1921 Anayasasının en mühim vasfı olara şunu söyleyebilirim; bir “meclis idaresi”ni tesis ediyor. Yani TBMM bütün işleri doğrudan deruhte ediyor. Yani bakanlar kurulunu kendi içerisinden seçiyor ve istediği zaman azledebiliyor. Yargının bile tamamen meclisin uhdesinde olduğu söylenebilir. Çünkü İstiklal Mahkemeleri kuruluyor ve bu mahkemelere meclisten üyeler atanıyor. Yani o klasik manada yasama, yürütme ayrı olacak falan vs. bunların hepsi bıçak kemiğe dayanınca bir kenara itiliyor. “Bize ne lazım? Bu iş milletle görülecek. Öylemi, o zaman aç milletin önünü” böyle bir duyguyu burada çok net olarak görebiliyorsunuz. 1.madde “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatanı bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” diyor. “İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder” der 2. maddesi. Milletin yegâne temsilcisi Büyük Millet Meclisi. Ayrıca şöyle bir husus var. Bir devlet başkanlığı müessesi yok. Tabi burada saltanat ve halifeliğin tamamen kaldırılmamış olmasının etkisi var. Pratik olarak meclis her işi bizzat kendisi gördüğü ve başka bir yürütme organına kendisinin dışında bir merciyi işlerin içerisine karıştırmama duygusunu burada çok net olarak fark ediyorsunuz. Yani bir devlet başkanı yok 1921 Anayasasında. Devletin başı olarak meclis var. İşler yapan da meclis, kaza( yargı) merci’i de meclis, karar vereni de meclis, tatbik edeni de meclis. Böyle güçlü bir meclis idaresi var 1921 de. Şimdi 1921’de tabi malum birinci meclis vazifesini tamamlıyor ve 1 Nisan 1923 tarihli oturumunda yenilenme kararı alıyor. 1.Meclis son toplantısını 15 Nisan 1923 te yapıyor, bir daha toplanamıyor, seçimler yapılıyor. II. dönem meclis 11 Ağustos 1923’te faaliyetine başlıyor. II. Meclisin tabii ilk büyük icraatı 29 Ekim 1923 tarihindeki 364 Sayılı Kanun oluyor. Bu kanun ne yapıyor? Yani bizim klasik olarak okullarda öğretilen “cumhuriyet kuruldu” veya “cumhuriyet ilan edildi” denilen hadise aslında 364 Sayılı Teşkilat-ı Esasiye kanununun yani 1921 Anayasasının bazı maddelerinin değiştirilmesine dair bir kanunun kabul edilmesi hadisesi. Bu kanun 29 Ekim’de mecliste kabul ediliyor. Esas hadise budur. Peki bu 1921 Anayasasının bazı maddelerini değiştiren kanun neleri değiştiriyor? Bunu size takdim edeyim. Birinci madde: “Hakimiyet bilakayd u şart milletindir .İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” iken “Hakimiyet bilakaydu şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” hükmü muhafaza ediliyor. Buna ilave olarak “Türkiye devletinin şekl-i hükümeti cumhuriyettir.” ibaresi ilave ediliyor. 1921 Anayasasında 2. maddede, İslam diniyle alakalı bir hüküm yok. Bu hüküm 29 Ekim 1923’te Teşkilatı Esasi Kanununa ilave ediliyor. Yani “Türkiye’nin idaresi cumhuriyettir”le beraber, 2. maddesi “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır” da ilave ediliyor. Yani ilan edilen cumhuriyetin bir İslam Cumhuriyeti olduğu da 29 Ekim 1923’te ilan ediliyor. Buradaki incelik nedir? Burada bir Reis-i Cumhur makamı ortaya çıkarılıyor, teşekkül ettiriliyor. Ve Reis-i cumhur bakanlar kurulunun başındaki kişiyi tayin eder, başbakanı seçer, şimdiki tabirle başbakan da diğer vekilleri tayin eder hükmü getirilerek meclisin yürütmeyi yani hükümeti bizzat kurma yetkisi elinden alınıyor. Yani 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet kurulmamış, devletin şeklinin cumhuriyet olduğu bir kanunla kabul edilmiştir. Ve bu kanunun tek maddesi de bu değil, başka hususlar da içeriyor. Şimdi 1924 Anayasasına geçeceğim. 1924 Anayasası dediğimiz, 9 Mart 1924 tarihinde genel kurulda görüşülmeye başlanıyor ve 20 Nisan’da kabul ediliyor, 20 Nisan 1924’te. Tabi bu 1921 yılındaki meclisin, üstün yetkilerle teşekkül etmiş olan idarenin yetkilerinin daha çok elinden alınmaya başlandığını görüyoruz 1924 anayasasında. Ancak meclis ikinci meclis olmasına rağmen, yani Lozan’ı kabul etmiş meclis olmasına rağmen tabii öyle her istenilenin yaptırılabildiği bir meclis değil hâlâ. Ve mesela 25. maddede meclisi Cumhurbaşkanının fesh etmesi yetkisi tasarıda olmasına rağmen 130 üyenin 126’sı aleyhte oy veriyor. Yani “Cumhurbaşkanı, meclisi fesh edemez” diyorlar. Yani 130 üyenin 126’sı bunu reddediyor. Yani 1924 Anayasası, 1921 anayasasındaki milletin elindeki, millet meclisinin elindeki idari kuvvetleri törpülüyor ama tamamen de berhava edebilmiş değil. Bu yeni anayasa, 1924 usulünde şimdikine benzer bir usul belirliyor. Yani dediğim gibi cumhurbaşkanını meclis seçiyor, cumhurbaşkanı başbakanı seçiyor, başbakan da bakanlar kurulunu seçerek cumhurbaşkanının tasvibine sunuyor, cumhurbaşkanı yetkiyi veriyor. Bu şekilde güven oyuyla yine sistem işletiliyor. Şimdi 1924 anayasasında “Türklerin hukuk-u ammesi” başlığını taşıyan bir fasıl var. Burada şunu görüyoruz, buradaki “Türkler” tabirini vatandaş manasında anlayabiliriz. 88.maddesi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” diyor. ‘Türklük’ vatandaşlık bağı derecesinde bir hususiyeti anlatıyor. Bir siyasi kimlik değil. 1787-89 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi diye tabir edilen bildirgeye çok paralel düşen haklar inşa ediliyor. Türklerin Hukuku Ammesi denilen bahiste beynelmilel kriterlerin tekrarı var. Kanun-i Esasi ile başlayan anayasal hareketlerde padişahın yetkilerinin törpülenerek meclisin daha çok, yani siyasi iradenin kudret ve kuvvetin meclise doğru aktarılmasına yönelik siyasi hareketler görüyoruz. Bütün siyasi hareketler bundan müteşekkil. Yani Kanun-i Esasi ilan ediliyor, arkasından ikinci Kanun-i Esasi ilan ediliyor, meclisin yetkileri daha da arttırılarak geliyor. Ve 1921 yılında meclis hakikaten olağanüstü imkanları haiz bir hale geliyor. Bu defa ne oluyor? İş tam tersine dönüyor. Bu defa meclisten tekrar yetkilerin koparılmasına yönelik bir eğilim görüyorsunuz. Bu 1924’te var. 1961’de daha artarak devam ediyor. 1982’de artık meclisin tamamen bir şimdiki tabirle bir tasdik makamı gibi bir hale geldiğini söyleyebiliriz. İstiklal Marşı Derneği üyesi olarak benim burada fark ettiğim husus 1921 anayasasındaki milli hassasiyetin, millet meclisinin hassasiyetinin korunması gerektiği kanaatindeyim. Ve millet meclisinin şu andaki tamamen kısıtlanmış olan yetkilerinin daha da güçlendirilmesi daha da tahkim edilmesi, dokunulmazlıkların daha çok arttırılması gerektiği kanaatindeyim. Tabii bunların olabilmesi için hakikaten millet meclisinin tabi ki teşekkülü de mühim. Yani bugünkü gibi tabiri caizse tamamen bir atama şeklindeki meclis teşekkülünün önüne geçilerek hakikaten millet iradesinin temsili imkânının sağlanması gerekiyor. Hakikaten bu milleti temsil eden bir meclis teşekkül ettikten sonra da o meclisin yetkilerinin azamiye çıkarılması ile ancak bu içinde bulunduğumuz durumdan bir derece yükseğe çıkma imkanının doğacağı kanaatindeyim. Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Biz de Mustafa Deveci’ye teşekkür ediyoruz. Son vurguladığı husus İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olarak benim de kanaatim sayılır. Yani bugün Türkiye’de son derece sulandırılmış bir siyasî ortam var. Zihinlerin kirletildiği ve insanların haysiyet namına hiçbir şeyle irtibat kurmadıkları bir siyasî atmosfer içindeyiz. Ve bu siyasî atmosfer içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi bir fantezi de önümüze sürülüyor. Yani biz dünya üzerinde bir millet olarak kalmayı başarabildiysek bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, birinci meclisin bilhassa gücüne, yani iradî gücüne borçluyuz. Yani, şu anda Türkiye’de Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak bir tarafa, bunun tahkim edilmesi ve her meclis üyesinin kendi başına aksiyon gösterebilecek bir pozisyona yerleştirilmesi gerekiyor. Ama işte bunun için de biraz önce Mustafa Deveci’nin dediği gibi o mebusların gerçekten “mebus” olmaları lâzım. Yani bu cumhuriyet tarihi boyunca çok yara almış bir husus. Ben sözü Dadaşhan Kavas’a vermeden önce şunu söyleyeceğim. Yine bu kirlenmiş, sulandırılmış siyasî atmosfer içinde şöyle sözler duyuyorsunuz: Yeni bir anayasa yapacaklarmış ve bu ne olacakmış; beynelmilel standartlarda bir anayasa olacakmış! Ve ne yapacakmışız, biz millet olarak neye özeniyormuşuz? İleri demokrasiye özeniyormuşuz! Bütün bunlar sadece aldatma değildir aynı zamanda ahlakî bir düşüştür. Çünkü Birleşmiş Milletler anayasası mı yapıyorsunuz? Ne yani, beynelmilel standartlara uygun anayasa ne demek? Bu gibi bazı lafları insanlar, herkes çocukluğu kabul ederek dinliyor. Çocukları “dondurma alacağım, sinemaya götüreceğim” diye kandırırsınız. Yani şimdi beynelmilel standartlara uygun anayasa ne demek? Dediğim gibi yani Birleşmiş Milletler anayasası mı yapıyorsunuz? Hayır! Türk Milletinin anayasasını yapıyorsunuz. Dolayısıyla burada standart Türk Milletinin hayatiyetidir. Standart arıyorsan zaten burada; -işte biraz kelimelerin etimolojisiyle falan da ilgilenmek zaman zaman işimize yarar- standart dediğimiz şey “sancak” demektir. Yani kelimenin etimolojisine bakarsanız, zamanında insanlar belli sancaklar altında toplanırlardı. Avrupa’da “hangi standarttan konuşuyorsun” dediğin zaman “hangi sancağın altından konuşuyorsun, hangi sancağın adına konuşuyorsun” manasında... “Standartlık” gene Amerika Birleşik Devletlerinde insan karakterinin bir parçası olmuştur. Yani insanlar bir milletin mensubu olmaktan çıkıp bir türün mensubu olmak haline gelmişler. Yani bir standartta olursun Amerika’da. Ama bu standart tıpkı mektep çocuklarına öğretildiği gibi “Canlılar doğar, büyür, kendine benzer bir üye bırakır ve ölür.” Bu standarttır, ABD’de. Yani insanın doğup büyümesi ve çocuğunun olması ve ölmesi… İşte bundan, hayat dediğin bundan ibarettir. Yani bir nebatın, bir hayvan türünün yaşamaktan anladığı şeyle bir Amerikalının yaşamaktan anladığı şey tıpatıp aynıdır. Sonra onu belki paralarının gücüyle allarlar pullarlar ama bundan başka bir şey değildir. Şimdi ileri demokrasi dedikleri şey de gülünç bir sözdür. Yani neyin ilerisi? Yani hangi demokrasiden bahsediyorsunuz? Bu tamamen zırvanın da ötesinde bir şeydir. Demokrasi, biraz önce anayasa konusunda söylediğimiz şey, yerini modern dünyada Amerika’da bulmuş bir şeydir. Gene Aristokrasinin nâ-mevcudiyetiyle alâkalı bir şeydir. Yani o toplumu yönetecek seçkin zümreler olmadığı için mecburen “demos” -Yunanca ahali manasına geliyor- ahalinin varlığının esas alınması söz konusudur. Ve Amerikan demokrasisinin ahalinin varlığını esas almaktan başka bir ölçüsü, kriteri, ölçütü yoktur. Yani kıta Avrupa’sında her milletin kendi varoluşuna bağlı bir milli hedefi olduğu halde ABD’de maddi kazanç ve refahın idamesinden başka bir milli hedef yoktur. Dolayısıyla Amerika’da demokrasinin iyi olan kısmı, parası olanın daha çok parası olanla iyi geçinmesi ve daha az parası olanlara zulmetmemesi… Bu böyle bir şeydir. Başka bir ölçüsü yoktur. Demokrasi kelimesi büyük bir… 20. yüzyılda, 21. yüzyılda zaten tamamen çığırından çıktı, 20. yüzyılda tuhaf oynamalara maruz kalmış bir şeydir. Dikkatinizi çekmesini beklediğim şeylerden bir tanesi şu: 1945 yılından sonra Sovyetler Birliği, Avrupa’da kendi sınırına yakın yerlerde komünist rejimler kurulmasını sağladı. Bunlara Rusya’nın uydusu devletler deniyordu, “peyk devletler” deniyordu. Yani Josef Stalin çarlığın geleneksel dış politikasına dönerek Rusya’nın sınırlarını güvenlik altında tutabilmek için büyük güçlerle Rusya arasına tampon bölgeler yerleştirdi. Yani Almanlar en son Ruslara saldırmışlardı. Böyle şeylerin olamaması için önce aşılması gereken ülkeler koydu Stalin. Bu ülkeler siyaseten tamamen bu manaya geldiği halde Sovyetler Birliği çökünceye kadar Halk Demokrasileri diye adlandırıldı. Yani people’s republic. Sonra ne oldu? Sovyetler Birliği çökünce bu ülkeler demokrasiye döndü. Anlıyor musunuz? Bu ülkeler önce “halk demokrasisi” idiler. Sovyetler Birliği yıkılınca bunlar “demokratik ülkeler” haline geldiler. Yani böyle bir zihnî tahribat demokrasi konusunda yaşanmıştır. Bu kadarını bu arada söyleyeyim ve sözü Dadaşhan Kavas’a, Celaleddin Kavas’a bırakayım. D. Celaleddin Kavas:
Teşekkür ederim. Selamün Aleyküm.
Ben az önce temas edildiği gibi anayasa kelimesinin neden bugün konuşmamızda geçmesi gerektiğine dair birkaç şey belirteceğim. Neden “anayasa” kelimesiyle karşı karşıyayız? Aslında uzun yıllar boyunca Türkiye’de “Esas Teşkilat Hukuku” diye bir hukuk dalı vardı. Türkiye’deki iki hukuk fakültesinde Esas Teşkilat Hukuku kürsüleri vardı. Batıdaki “constutituon”u daha iyi karşılayan bir ifadeydi bu. 1924 Teşkilat-ı Esasîye Kanunu yürürlükteydi. Tıpkı 1921 Teşkilat-ı Esasîye Kanunu gibi. Tabii Türkçeleştirmek bahanesiyle, öztürkçecilik düşüncesiyle, 1945’te bunun adını “1924 Anayasası” diye değiştirdilerse de 1952’de bundan vazgeçilerek yeniden “Teşkilat-ı Esasîye Kanunu” haline getirildi. Ama 1961 Anayasası bilhassa anayasa adıyla yürürlüğe girdi ve bu kelime de tuttu. Neden tuttu? Çünkü Türkiye’de bir cumhuriyetin teşkil edilmiş olması mühimdi. Her şey böyle bir Cumhuriyet’in bir şekilde mevcut olmasına istinat ediyordu. Ancak 27 Mayıs 1960’la birlikte artık Cumhuriyet’in mevcudiyetinin esas olduğu fikri terk edildi. Anayasa esas oldu artık. Anayasanın, yasaların, hukuki düzenlemelerin, yani bir tür normativizmin egemenliği öne çıktı. 27 Mayıs öncesinde Cumhuriyet’in mevcudiyetinin neye istinat ettiği sarahatle bilinirken 27 Mayıs sonrasında bu sarahatin dağılması, anayasanın önemli bir şeymiş gibi kabul edilmesine yol açtı. Bu, dünyada olup bitenlerle alâkalı bir şeydir. Dünyada anayasanın, anayasacılığın manasını ise sadece hukukî mülahazalar çerçevesinde yakalamaya çalışmak bu mananın uzağında kalmakla neticelenecektir. Bir anayasanın veya bir kanunun manası onun muhtevasından değil, bilhassa onu çevreleyen hadiselerden anlaşılabilir. Dünyada anayasanın manasını ancak 1945 tarihini dikkate alarak yakalayabiliriz. Çünkü 1945 pozitivizmin gözden düşürülmeye başlandığı bir tarih olduğu gibi, hukukî pozitivizmin reddinin de öne çıkmaya başladığı bir tarihtir. Çok kabaca ifade etmek gerekirse hukukî pozitivizm bir hukuk normunun, otorite tarafından sadece vazedilmiş olmasının yeterliliğini ifade ediyor. Yani bir iktidar tarafından bir hüküm tesis edilmişse buna uyulması esastır. Hâlbuki hukukî pozitivizmin reddini isteyen tabii hukuk düşüncesi şunu söyler: “İktidarın bir hüküm tesis etmesi, bir kanun koymuş olması yetmez, öncelikle bizim ‘evrensel, ideal değerlerimize uyması gerekir” İşte 1945’le birlikte, Birleşmiş Milletlerin “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi birtakım metinler üretilerek bir çerçeve çizilmeye başlanmıştır. 1945 öncesinde “anayasa” demek bir ülkenin kendi iradesiyle neler yapabileceğine işaret eden veya bir ülkenin neler yapabileceğinin yolunu açan bir şey demekti. Yani, Hegel’in üstün bir seviye olarak gördüğü Prusya’nın anayasasını biz Kanun-i Esasî için örnek aldık. Meselâ bir Weimar Anayasası demek hayranlık uyandıracak bir siyasî sistemin ifadesi demekti o zamanlar.
İsmet Özel: Weimar anayasasının 1961 Anayasası’na örneklik ettiği de söylenir.
D.Celaleddin Kavas: Evet, bu da söylenir. Dolayısıyla anayasa demek o ülkenin yapabileceklerini gösteren bir şeydi. Bir anayasa, o ülkenin en azından siyaset felsefesi bakımından kat ettiği yolu, kendi insanlarına neleri taahhüt edecek gelişmişlikte olduğu gibi Batı dünyasına ait bir değeri gösterebiliyordu. Hâlbuki 1945 sonrasında “anayasa” demek artık bir ülkenin kendi iradesiyle neler yapamayacağını ifade etmeye yarayan bir şey haline geldi. 1945 ve 1949 arasında İkinci Dünya Savaşı’nda mağlup olan ülkelere bir dizi anayasa dayatıldı. 1947 tarihli Japon Anayasası’nın 9. maddesi şunu söylüyor: “Nizam ve adalete müstenit milletlerarası bir sulhu gönülden dileyen Japon Milleti, halkın hükümranlık hakkı olarak harpten ve milletlerarası anlaşmazlıkları hal işinde tehdit ve kuvvet kullanmaktan, daimi şekilde feragat eder. Bu itibarla hiçbir kara, deniz ve hava kuvveti veya herhangi diğer bir harp kuvveti muhafaza edilemez. Devlete muhariplik hakkı tanınmaz.” Yani bu ülke için anayasa bir üstünlük değil bir zafiyetin ve mağlubiyetin ifadesi olmuştur. Bizim için de işler bu minvalde seyretti. Yani bize bunun mukabili olarak 1961 Anayasası’nı değil, bir kontrol ve manipülasyon vasıtası olarak “anayasa”yı dayattılar. Meselâ biz 1961 Anayasası ile birlikte dünyanın, Anayasa Mahkemesi olan dördüncü ülkesi oluverdik. Öncekiler kimlerdi? İlk anayasa mahkemesi 1920’de Avusturya’da kurulmuş, ancak 1930’larda bu kapatılmıştı. Dünya hukuk literatüründe anayasa mahkemesi yani anayasa yargısı gibi bir kavramın cesamet kazanması 1945’le birliktedir. Tabii bu işin cesamet kazanmasında meselâ meşhur Yahudi asıllı hukukçu Hans Kelsen’in rolü büyüktür ki bu onun kavmi irtibatlarıyla da alâkalı bir şey. Bu kişi aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin hukuki statüsünün netleşmesinde de rol sahibidir. Bu da esaslı bir tetkiki ilzam eden ayrı bir konu. Anayasa mahkemesi de, az önce ifade ettiğim gibi, bir ülkenin kendi iradesiyle yapamayacağı şeylere müteveccih bir müessesedir. Avusturya 1930’larda kapattığı bu anayasa mahkemesini 1945’te yeniden açmıştır. Ama bilhassa 1945’te anayasa mahkemesi ihdas etmesi kendisine dayatılan ülkelerin başında Almanya gelir. İkincisi İtalya’dır. Üçüncüsü ise Türkiye. Almanya’nın başına gelenler oldukça manidardır. Almanya 1949’da kabul edilen Anayasasına Almanca’da “Anayasa” anlamına gelen kelimeyle isim vermemiştir. Daha doğrusu Almanlar bizim “Anayasa” dediğimiz, İngilizlerin ve Fransızların “Constutituon” dedikleri şeye normalde “Verfassung” derler. Almanya’nın 1919’da kabul edilen Weimar Anayasası bir “Verfassung”dur. Ama 1949’da Almanya’ya dayatılan anayasaya Almanlar “Verfassung” demediler. “Grundgesetz” dediler, yani temel kanun gibi bir şey. Ve 1949 tarihli, halen de yürürlükte olan bu anayasa hiçbir zaman halkoyuna sunulmadı. Sadece eyalet meclislerinde oylandı ve eyaletlerin tamamı değil, çoğunluğu bu anayasayı kabul ettiği için yürürlükte bu anayasa. Bu anayasanın 146. maddesi şunu söyler: “bütün Alman halkı için geçerli olan bu Anayasa, Alman halkının serbest iradesiyle kabul edeceği bir Anayasanın yürürlüğe girdiği günde geçerliliğini kaybeder.” Ve bu anayasa bazı konularda kendinden önceki 1919 Weimar Anayasası’nın yaptığı düzenlemelere atıf yapar. “Şu şu konularda Weimar Anayasası’nın şu maddeleri uygulanır” diye. Yani şu anda Weimar Anayasası’nın mülga olduğunu söylemek de yorumla mümkün olan bir şey. “Almanların anayasalarında millî marş yok” derlerse “Anayasalarında milli marşları yok ama böyle şeyler var” diye karşılık verilebilir. Ve bunca senedir bunları değiştirmiş değiller. Böyle şeylere maruz kalmasına rağmen Almanya’nın ancak 1973’te Birleşmiş Milletlere girebilmiş olması manidardır. Tabii Fransa’da da Anayasa Mahkemesine benzetilebilecek bir Konsey varsa da bunun fonksiyonu çok daha farklı ve nevi şahsına münhasır bir şey. Amerika’da ise apayrı bir sistem işliyor. Amerika’da Federal Yüksek Mahkeme ya da diğer mahkemeler Anayasa’ya aykırı bir kanun tespit etseler de bunu iptal edemiyorlar. Sadece onu ihmal etme yetkileri var. Yani Amerikan Kongresi kendi anayasasına aykırı da olsa istediği kanunu çıkarır ve kimse de bir şey yapamaz. İşte Almanya’nın istemeyerek kabul etmek zorunda kaldığı Anayasa Mahkemesi, İtalya’da ise bilhassa komünistlerin “Böyle bir saçmalık olamaz” diye karşı çıktığı Anayasa Mahkemesi Türkiye’de birilerinin güle oynaya kabul ettiği bir şey oldu. Oldu mu acaba? 1961 Anayasası %40’a yakın “hayır” oyuyla kabul edildiği gibi bu oylamaya %81 oranında bir katılım olduğunu da hatırlamak lâzım. Tabii 1945’ten 1961’e 16 sene geçtiği söylenebilir. Ancak Türkiye’de bir anayasa yargısının gerekliliği daha 1950’lerin başlarında kimilerince dile getirilmeye, hatta yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Bazı hâkimler, yerel mahkemelerdeki bazı hâkimler meclisin çıkardığı bazı kanunları 1924 Anayasası’na aykırı bulduklarını ifade ederek bunları uygulamamak yönünde kararlar vermeye başladılar. Her ne kadar Yargıtay bu kararları bozsa da akademik çevrelerde bu kararlar hayli alâka uyandırmaya başladı. Bu işler o kadar hususen hazırlanmış ve hızlandırılmış bir gündemdi ki, 27 Mayıs sabahı İstanbul komisyonu olarak bilinen, Sıdık Sami Onar başkanlığındaki heyet, daha o sabah uçakla İstanbul’dan Ankara’ya getirildi. Neticede bu anayasa mahkemesi Türkiye’de de kurulmuş oldu. Bizden sonrakiler ta 70’li yılların ortalarına rastlar. İşte bu vetire, 1950’lerden itibaren Türkiye’de anayasa meselesinin başlıca mesele haline getirildiği bir vetiredir. Dolayısıyla çok özgürlükçü olduğu söylenen 1961 Anayasası Türkiye’nin atılım yapma sahasının yok edildiği, bulunduğu yerden kıpırdayamayacak bir konuma hapsedildiği bir döneme hizmet etmiştir. O saatten sonra anayasanız neyi söylerse söylesin, ne kadar özgürlükçü veya atılımcı veya her ne hususiyet taşırsa taşısın. Amerikan Federal Yüksek Mahkeme üyelerinden birinin sözü şuydu:“Biz anayasaya bağlıyız. Ancak anayasa, yargıçlar ne diyorsa odur.” Gerçekten de bunun bir diğer örneği 1982 Anayasası’dır. Anayasa hukukunda merkezi tartışma konularından olan hürriyet – otorite dengesi bakımından 1982 Anayasası otorite yanlısı bir vasıfta olmakla bilinir. Ama 1982 Anayasası’nın yürürlükte olduğu yıllar iktisadî liberalizmin –tabii onu klasik liberalizm olarak görmek de pek mümkün değil ki bazıları neoliberalizm olarak isimlendirmeyi daha çok tercih ediyor zaten- en hızlı yol kat ettiği yıllardır. Ancak Türkiye’de, bütün dünyada olduğu gibi işler insanların niyetlerine bakıyor. Yani bütün bu Türkiye aleyhine tesis edilen şeyleri insanlar Türkiye lehine sonuç verecek şekilde kullanma yolunu denemediler bile. Böyle bir şey olabilir miydi, bilemiyoruz, ama denenmedi bile. Meselâ Anayasa hukuku doktrininde “Anayasallık Bloğu” diye bir bloktan söz edilir. Şöyle izah edebiliriz. Anayasanın mevcut maddeleri dışında Anayasa’nın 2. maddesinde atıf yapılan bir metin vardır. Bu da “Başlangıç” başlığını taşıyan metindir. İşte “Türk Milleti’nin demokrasiye âşık evlatları …” falan diye biten meşhur metindir bu. Anayasa’nın ikinci maddesi Cumhuriyet’in niteliklerini sayarken “Başlangıç”ta yer alan hususlara da atıf yapar. Bu sebeple Anayasa mahkemesi norm denetimi yaparken, yani meselâ bir kanunun iptali meselesini ele alırken bu Başlangıç’ta yer alan şeyleri de ölçü norm olarak esas alır. Hâlbuki bu bir hukuk metni değildir. Anayasa hukuku kitaplarına bakın, hepsinde bu başlangıç metninin edebi özellikler taşıdığı, Cumhuriyet’in genel felsefesini izah ettiği ama yine de normatif gücünün bulunduğu ifade edilir. Bu sebeple Anayasallık Bloğu denen bu bloğa dâhil edilir. Tabii uluslar arası insan hakları belgelerine Anayasa’da atıflar olduğu için onları da bu bloğa dâhil eden anayasa hukukçuları vardır. Ama şu ana kadar kimse çıkıp da Anayasa’nın sadece bu söylenenlere değil, aynı zamanda üçüncü maddesinde İstiklâl Marşı’na da atıf yaptığını, dolayısıyla İstiklâl Marşı’nın da edebi hususiyetleri dışında normatif bir gücü olduğunu, bu sebeple Anayasa Mahkemesi’nin İstiklâl Marşı’nda belirtilen ideolojik çerçeveye aykırı bir kanunu iptal etmesi gerekeceğini… Değil söylemek aklına bile getirmemiştir. Burada öyle bir normatif güç söz konusudur ki, Cumhuriyet’in esasları olarak dile getirilen diğer her şeye rüçhaniyeti vardır. Velhasıl, 1945’ten bu yana olan şey, dünyada bütün anayasaların uluslararası belgelere atıfta bulunarak, onlara bağlı kalmayı taahhüt ederek şekillenmekte oluşudur. Bu 1945 öncesinde bahis konusu dahi edilemeyecek bir şeydi. Bu, söz konusu furyanın bir parçası olan 1961 Anayasası için de geçerlidir. Dünyada 1945’ten bu yana, birer devlet teşkilatıymış gibi algıladığımız birimleri bulunan bir şebeke mevcuttur. Bu şebekenin merkezi, Amerika Birleşik Devletleri’ndedir. Bu çok açıktır; meselâ bunların bir “Merkezi Haberalma”ları vardır. Demek çevresel haber almaları da var. 1945’ten bu yana dünyanın her yerindeki devlet oluşumlarını kendi şebekesinin birer birimi haline getiren, bunun için de anayasacılık ideolojisini de dönüştürerek bu birimleri kendi programı içinde şekle sokan bu sistem 27 Mayıs 1960’ta son verdiği Türk Esas Teşkilatından, yani Türkiye Cumhuriyeti’nden geriye kalan mevcudiyeti önce 1961 Anayasasıyla, ardından da 1981 Anayasasıyla bugüne kadar getirdi. Şimdi “ideolojilerden arındırılmış bir anayasa” diyorlar. Hâlbuki anayasanın, anayasacılığın kendisi bir ideolojidir. Eskiden bu siyasal liberalizmdi ağırlıklı olarak. Ama dediğim gibi 1945’ten sonra anayasa demek, anayasacılık demek Amerikanizm ideolojisi demektir. İçinde ne yazarsa yazsın. Az önce Cemil Tunç’un ifade ettiği gibi, bunlar hukuk fakültelerinde ve sair mekteplerde anlatılmıyor. Bu şekilde hiç anlatılmıyor. Bilindiği halde. Ama bizim anlatmamız lâzım. Çünkü Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne tuzak kurarak, Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne kazık atarak, Türkiye’den ve Türk Milleti’nden gasp ederek, Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne ihanet ederek temin edilmiş devlet imkânlarıyla okuduk, diploma sahibi olduk. Dolayısıyla biz bunu devlete değil, Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne borçluyuz. Türkiye’ye bu diplomaların zekâtını değil, evvela diyetini ödememiz gerekiyor. Çünkü biz harama tevessül etmek niyeti ve gayreti taşımamış da olsak, haram yollarla elde edilen malın zekâtı olmuyor. Diyetten sonra bir şeyimiz kalırsa onun da zekâtını ödeyelim. Eğer herhangi bir maddi sermaye varlığından veya herhangi bir etnik dayanışmadan ekmek yememişsek, yemiyorsak kendimizi başka nasıl izah edebiliriz? Sözlerimi şöyle tamamlayayım. Bugün 1982 Anayasası’nı değiştirmek isteyenlerin bizden gizledikleri niyetlerinin ne olduğuyla ilgili pek çok şey söylenebilir. Ama zaten açığa vurdukları niyetleri başlı başına fecaattir. Türkiye’de feci insanlar yaşadığı için bundan rahatsız olmuyorlar. Rahatsızlık izhar edenler sadece Cumhuriyet’in kazanımları diye bir şeyin elden gideceğini düşünenler. Hâlbuki cumhuriyetin kazanımları diye bahsettikleri şeyler İstiklâl Harbi’nin kazanımlarının ortadan kaldırılması adımlarıdır. Bugün yeni bir anayasa Türkiye’yi yok oluşa götürmeye mi hizmet edecek? Bu iş için önceki anayasaların yardımıyla hayli yol kat ettiler zaten. Yeni bir anayasa sadece milli varlığımızın yeniden tahkim edilmesi imkânlarını yok etmeye yarar, başka hiçbir şeye değil. Eğer Türkiye için iyi şeyler düşünen insanlarsak anayasa değiştirmeyi değil, yazımıza yeniden sahip çıkmayı gündemimize almamız lâzım. Milli varlığımızı yeniden tahkim edecek olan şey evvela budur.
İsmet Özel: Her zaman olduğu gibi biz de Dadaşhan Kavas’a teşekkür ediyoruz. Benim sesim biraz karılmış. Bir sonraki konuşmacı Halil Özkan olacak ve ondan sonra da son iki konuşmacıyı dinlemek üzere kısa bir ara vereceğiz. Konuşmama başlarken demiştim, bir şeyler anlamak için kafamızı hazırlamamız lâzım diye. Vereceğimiz bu ara o işe yarayacaktır sanıyorum. Burada bulunmak herkese bir sorumluluk yüklüyor. Yani şimdiye kadar üç konuşmacı dinledik. Bu üç arkadaş da -en çok alkışı her ne kadar Dadaşhan aldıysa da- bu üç arkadaş da bize Türkiye’de saklanan, çarpıtılan şeyler hakkında sarih malumatlar sundu. Yani burada konuşmacı olanlar kadar dinleyenlerin de sorumluluğu var. Siz buraya millete ihanetin yollarını bulmak üzere mi geldiniz, yoksa millete sadakatin gereğini yerine getirmek üzere mi geldiniz? Bunu kendi kendinize soracaksınız. Yani burada bir şeyler söyleniyor ve burada söylenen şeyler Türkiye’nin hiç bir yerinde söylenmiyor. Yani şimdi Türkiye’de bir zelil durum tatbik edilmek üzere anayasa hazırlıkları bilmem ne, falan filan bunlarla uğraşılıyor ve bunların iç yüzüne dair şeyler, sadece İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında dile getiriliyor. Türk bayrağı altında olmak, İstiklâl Marşı altında olmak demektir. Yani Türk bayrağı, o sönmeyeceği söylenen al sancak, İstiklâl Harbi’nin zaferle sonuçlanması sonucunda bir milletin sembolü haline geldi. Yani İstiklâl Harbi Türklerin zaferiyle sonuçlanmamış olsaydı bugün, milattan sonra 2011 yılında sadece ansiklopedilerde Türk sözüne rastlayacaktınız. Onun için o Türk bayrağının “O benim milletimin yıldızıdır.” ifadesine kavuşması, İstiklâl Marşı’yla mümkün olmuştur. İstiklâl Marşı’nın sadece bir beyanat olmadığını ama aynı zamanda bir program olduğunu dört senedir söylüyoruz. İstiklâl Marşı bir millete bir program teklif ermiştir. Ve bunu da 41 mısradan çıkarmak hiç zor değildir. Şimdi ben size, bütün bu olan bitenin aslına dair bir şeyler ifade etmek istiyorum. “Sana mı kadı bunlar?” diyecekseniz: Maalesef bana kaldı! Ben bütün ömrüm buyunca -67 yaşındayım- memleket menfaatlerini müdafaada, herkesin benden ileride olduğunu düşünerek yaşadım. Yani bu memlekette, bu varlığı yok etmeye çalışan insanlar olduğunu düşünmüyordum hiçbir zaman. Ama sonunda bu fikrimin çok da sağlam bir fikir olmadığını gördüm. Yani insanlar rahatlıkla, Türkiye dışında gücünü göstermiş bazı odakların emrinde olmayı, aynı zamanda Türkiye’ye yarar şeyler yapılmak manasına geldiğini sanarak yaşıyorlar. Bu tuhaflık cehaletten olduğu kadar ahmaklıktan da doğuyor. Yani insanlar aslında ne kadar cahil iseler o kadar ahmaktırlar. Ve insanlar ne kadar sadık iseler o kadar da zekidirler. Yani tavuk yumurta meselesinde olduğu gibi, bize yutturulan yanlışlardan bir tanesi de budur. Bazı insanların çok akıllı fakat namussuz olduğunu söylerler. Bazılarının da çok dürüst ama saf, enayi olduğunu söylerler. Böyle bir şey olmaz. Yani bir insan harama tevessül etmemek ve helalden ayrılmamak konusunda ısrar ediyorsa bu adama aptal diyen aptaldır. Dangalaktır. Yani bir insan harama tevessül etmiyor ve helal alanından ayrılmamak konusunda ısrar ediyor. Bu adamın zekâ seviyesinin düşük olduğunu söyleyen insan zelil insandır. “Oooo, gâvurlar çok akıllı!” Bizim halkımız ne demiş? “Gâvurun aklı olsa Müslüman olurdu.” Şimdi bu böyledir ve hep böyle olagelmiştir. Adem (A.S)’dan beri yürüyen küfür-iman mücadelesinin şimdiki yerindeyiz. Neresindeyiz? Ben size onu söyleyeceğim. Bana mı kaldı? Bana kaldı! Modern tarih dediğimiz şey, Kuran-ı Kerim’in nazil olmasıyla başlayan bir şeydir. Kuran-ı Kerim nazil olmadan önce insanlar eski bir zaman da yaşıyorlardı. Ama Kur’an-ı Kerim insanlara dünyada bulunmanın ne manaya geldiğini gösterdi. Öğretebildi mi? Bilmem… Ama gösterdi. Kur’an-ı Kerimden istifade etmek suretiyle bir şeyler bina eden, bir şeyleri mamur eden insanlar daha sonraki hayatı biçimlendirdi. Ve bugün yaşadığımız alan bu biçimlendirmenin en göze batan şeklidir. Türkler Anadolu topraklarını Dar-ul İslâm haline getirdikleri zaman antik çağdan hatta arkaik çağlardan beri devam eden tarih anlayışı değişti. Dünyaya başka türlü bakmak zorunda kaldı insanlar. Avrupa bu tarihten sonra Avrupa olmaya başladı. Daha önce Avrupa diye bir yer yoktu. Ne zaman ki Türkler Anadolu topraklarını Dar-ul İslâm haline getirdiler ondan sonra diğer yerlerde yaşamanın ne şekil alacağı tekrar gözden geçirildi. Türkler Anadolu topraklarında kalmadılar. Balkanlara geçtiler ve burada da ilerlediler. Peki, Türkler mi yaptı bunu, Osmanlılar mı? İlk soru budur. Osmanlılar Türkler karşısında küçük düşmemek üzere bir şeyler yaptılar. Türkler yapıyorlardı, Osmanlılar sahip çıkıyorlardı. Yani Osmanlı devlet düzeni, Türklerin yapabilirlik alanının tahdit edilmesiyle şekil aldı. Türkler ne yapacaktı? Onu bilmiyoruz. Ama sonuçta Balkanlara hâkim olarak, Avrupalıları toprak bakımından verimsiz, iklim bakımından elverişsiz bir alana hapsettiler. 1526 değil mi Mohaç’ın tarihi? 16. Yüzyılın ilk çeyreği… Bu Avrupalıların her an Türklerin istilası altında kalabilecekleri korkusunun başladığı tarihtir, 1526. Macar lisanında bir tabir var… – Ben Budapeşte’ye gidip bunu teyit ettim. Önce kitaplardan okumuştum, gidip Budapeşte’ye hakikaten böyle deniyor mu diye sordum?- Macarlar bir şeyin çok kötü olması halinde o şeye maruz kalan insanı teselli etmek için şunu söylüyorlar: “Bırak canım Mohaç’tan daha büyük kayıp olacak değil ya!” Bir Macar birini kötü durumundan dolayı teselli etmek için bunu söylüyor. “Ya boş ver Mohaç’tan daha büyük felaket olacak değil ya!” diyor. Şimdi, bu böyle bir şey. Büyük bir felaket yaşadılar. Fakat Vatikan, Doğu düşmanlığını elden bırakmadığı için -Doğu düşmanlığı derken sadece İslâm düşmanlığı değil, Doğu Hıristiyanlığı’na olan düşmanlığını da elden bırakmadığı için- bize şöyle veya böyle -tabii ki Yahudilerle de dayanışarak- İnebahtı felaketini yaşattı. Böylece, Avrupalıların Türk korkusunu pansuman etti. “Görüyorsunuz! Donanmalarını yaktık; yani her şey onların elinde değil; biz de varlık gösterebiliyoruz ve zaman içinde göreceksiniz onları temizleyeceğiz” demeyi Avrupalılara Katolik Kilisesi temin etti. Ve bunun en büyük sonucu Osmanlı devlet idaresinde görüldü. Nasıl oldu? Yavaş yavaş -Osmanlı Sarayı ile Avrupa’nın ve bilhassa Papalığın zaten çok girift münasebetleri vardı- Osmanlı devlet ricaline kendi teşkilatlarının çökeceği fikrini kabul ettirdiler. Yani, “Görüyorsunuz! Biz birçok numara çekiyoruz; siz de işte bu halinizle ancak şu kadar yaşayabilirsiniz” diyerek. Şimdi, burada çok daha önemli bir mesele var: Türklerin mağlup edilemez sayıldığı zamanda Osmanlı devlet yönetimi altındaki gayr-ı Müslimler, bu mağlup edilemez insanların hizmetinde olmakla kazançlı çıkacaklarını düşünüyorlardı. Ama ne zaman ki “Türkler mağlup edilebilir” fikri bir fikir olarak hayatiyet kazandı, o zaman Osmanlı idaresi altındaki gayr-ı Müslimler İstanbul dışında bir yerde efendi bulabilecekleri fikrini öne çıkardılar. Ve 1453 yılında -miladi olarak- devletlerini kaybetmiş olan Grekler dillerini kaybetmedikleri için bu yeni patronun kim olabileceği konusunda tetebbuda bulundular. Ve Ortodoks olmaları sebebiyle Moskova’nın, Antik Yunan geleneğine sahip çıkmaları sebebiyle İngiltere ve Fransa’nın, Yeni Dünyanın öncü halkı olma iddiası içinde olduğu için Almanya’nın desteğini almak suretiyle ilk defa Türk topraklarından bir parçayı kendilerine tahsis ettiler. 1830 Yılında Yunanistan bağımsız bir ülke oldu. Daha önce böyle bir şey yoktu. Ve aslında işler bu zamandan sonra tamamen Türklerin aleyhinde sonuçlanmak üzere bir seyre tabi oldu. 1839 Yılında Tanzimat Fermanı ilan edildiği zaman klasik Osmanlı idaresi son buldu. Klasik Osmanlı idaresi milletler prensibine göre düzenlenmişti. En yukarıda Müslümanlar yer alıyordu. Müslümanlar, beraya olarak adlandırılıyorlardı. Yani, kılıç ehli idiler. Gayrimüslimlerin silah taşımaları yasaktı. Yani silah taşıyabilenler Müslümanlardı. Reaya bütün tebanın adıydı. Ama beraya silahlı olan. Şimdi bu, Tanzimat’la beraber sona erince neyin nereye oturacağını fikren izah etmek imkânı ortadan kalktı. Fakat klasik düzen işlediği için ve bu düzende yeniçerilerin çok önemli bir yeri olduğu için 1826 yılında -yani Yunan İstiklâlinden dört sene önce- yeniçerilik kaldırıldı. Yani bunu herhalde çok basit bir mantıkla anlamak mümkün: Yeniçeriliğin kaldırılmasına Vaka-i Hayriye denir biliyorsunuz. Kimin hayrına olduğunu hemen Yunan İstiklâlinden anlıyorsunuz. Şimdi, 1918 yılına geldiğimiz zaman “dünyadan İslâm kaldırıldı” kabul edildi. 1918 yılında Avrupa medeniyetinin mensupları, kendilerine kök söktüren Türklerin artık bir daha hiçbir şekilde borularını öttüremeyeceklerini söylediler. Yani, bir siyasî organizasyon ve bir askeri güç olarak İslâm bitti. Onun için bizim İstiklâl Marşımız “kahraman ordumuza” ithaf edilmiştir. Kahraman ordumuz, İslâm’ın hala bir askeri gücü olduğunu göstermiştir. 1918 Yılında Türkiye’de ordunun dışında pes etmeyen hiçbir sosyal organizasyon yoktu. Halk yılgındı ve zaten başına bütün bu felaketleri sarmış olan yöneticilerden ikrah ediyordu. Sadece ordu mensupları… Tabi burada Birinci Dünya Savaşı’nın cereyanı sırasındaki Almanlarla münasebetimiz falan… Tabi ki İttihatçılığın ne olduğu, ne olmadığı bunlar konuşulabilinir. Ama bariz, inkâr edilemeyen bir şey var idiyse o da Türk ordusunun pes etmediği ve direndiği idi. Türk ordusu pes etmedi ve direndi. Bu direnişin mesnedi ne idi? Bu direnişin mesnedi doğrudan doğruya Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta yürütülen hareketlerdi. Tabii Adana’da da. Yani, aslında sıralamayı şöyle yapmamız lâzım: Maraş, Urfa, Antep, Adana. Sıralama böyledir. Buralardaki kararlılık ve buralardaki iman hassasiyeti Türk ordusunun bir şey yapabilme ümidini kalın hale getirdi. Ümit ince iken onların bu gövde gösterisi ordunun ümidini kallavi hale getirdi. Kayıtlardan, metinlerden görüyorsunuz ki bu ordu öyle ahım şahım bir şey değildi. Sadece “ben bu memleketi gâvura bırakmam” diyen insanların ısrarından ibaretti. Ve yüksek kademeleri de pek sağlam pabuç değildi. Asıl genç subaylar ve erat bu ordunun vücudunu teşkil ediyordu. Ne oldu? İstiklâl Harbi, bu memleketin sadece dinine sahip çıkan insanların sözünün geçtiği yer olabileceğini ispat etti. İstiklâl Harbi, 780 bin kilometrekarenin sadece dinine sahip çıkan insanların sözünün geçtiği yer olduğunu ispat etti. Ve o bakımdan da çok mühim bir kazanç bize Allah tarafından lütfedildi. Şimdi eğer biz Müslüman isek ve tarih sayımını, tarih tespitini Hicretle başlatıyorsak… Değil mi? Müslümanlar Hicreti sıfır yılı kabul ederler. Hicretten önce, Hicretten sonradır Müslümanların sayımı. Biz bugün bunu kaybettik. 1453 falan filan diyoruz. Bunu hicri olarak söyleyecek kabiliyetimiz yok. Cumhuriyetin ilanı ile başlayan şey, bizim -yine Hıristiyan takvimine göre- 1839’da kaybettiğimiz şeyin geri alınması noktasıdır. Biz 1839’da Müslüman olarak neyi kaybettiysek 1923’te onu geri aldık. O da: “bu topraklarda sözü geçen insan Müslüman’dan başkası değildir.” Biz bunu 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla geri aldık. Şimdi, hiç kimse düşünmedi bunu. Hicretle bunun bağlantısı ne idi? Biz Mekke ve Medine’yi kaybettik mi, kaybetmedik mi? Kimdik biz kaybetmiş olanlar? Müslümanlardık. Öyle değil mi? Yani Mekke ve Medine’yi Araplar mı kazandı? O halde Cumhuriyet’in ilanı aslında İslâm ümmetinin ikinci hicretidir. İlk hicretimiz Ası-ı Saadette olmuştur ve Cumhuriyet’in ilanıyla beraber biz ikinci hicreti yaşadık. Yani bizi sadece Mekkesiz değil, Medinesiz de bıraktılar. Dolayısıyla, bütün cumhuriyet tarihi bizim, Müslümanların medeni hayatı olmak zorundaydı. Medeni hayatımız bizim 1923’te başlıyor olmalıydı. Ve bu yapılmayacak bir şey değildi. Ama bunu insanlara değil hatırlatmak -insanları dini uygulama bakımından öyle zor noktalara sürüklediler ki- insanlar böyle şeyleri düşünmek bir tarafa “yahu işte hiç olmazsa dua edebilelim” üstelik bu duanın namaz kılmak olduğunu da askıya alarak… Yani böyle bir duruma icbar edildi insanlar. Şimdi, bu yeni anayasa hazırlıkları, bir daha böyle lafların Türkiye’de söylenmemesi, söylendiği takdirde o adamın hayatının sona erdirilmesi alanını açacak. Gaye budur. Yani bir daha… Meselâ Fransa’da böyle kanunlar çıkarmışlar. Fransa’da Yahudilik aleyhinde konuştuğun zaman kendini savcının karşısında buluyorsun.
Bir dinleyici: Roger Garaudy…
İsmet Özel: Evet, Roger Garaudy’nin tecrübesinden biliyoruz. Roger Garaudy bir bildirisini -ki o adam da matah bir herif değil ama neyse- hiç olmazsa parasını vererek ilan olarak bastırabildi. Çünkü gazeteler yayınlamıyordu bildiriyi. İlan olarak basabildi bir bildirisini Garaudy. Ben bunu bizim başımıza gelmesi muhtemel şeyler için söylüyorum. Yani biz Müslüman olduğumuzu biraz önce söylediğim şeyi söylememek kaydıyla kabul ettirebildik Türkiye’de. Yani, hiç kimse bize Cumhuriyet’in İlanı ikinci Hicrettir dedi mi? İşimiz ne idi bizim: Bu topraklar içinde tekrar Mekke ve Medine’nin ibadete açıldığı şartlara kavuşmak üzere yaşadığımız toprakların düzenlenmesi olmalıydı. Peki, bu yaşadığımız toprakların Mekke ve Medine’nin ibadete açılması için düzenlenmesi ne demekti? Bunun modern kültür içinde çok bariz, çok kolay anlaşılır bir şekli var: Türkiye’nin yaşama şartları bakımından özenilir bir yer haline gelmesi Mekke ve Medine’nin İslâm kültürüne geri dönmesinin başlangıcı olacaktı. Anlatabiliyor muyum? Kalkınma, refah v.s. gibi şeyleri telaffuz ederken, aslında bu kuru kuruya uyduruk bir şey değil. Türkiye’nin kendi imkânlarını azamiye çıkaran bir ülke olması demek, İslâm dünyasının kâfirler karşısında ikinci dereceye düşmesi demek. Yani “Hiçbir yer yoksa Türkiye var” dedirtebilseydik… Bu imkân hale elimizdedir. Ve Türkiye’nin her bakımdan yükselmesinin önündeki engeller doğrudan doğruya İslâm’ın reddedilmesi ile alâkalı bir şeydir. Yani insanlar bugün “Türkiye için bir şey yapıyorum” dedikleri zaman eğer bu Türkiye’nin aslî karakterini kazanmasına yarayan bir şey değilse yalan söyleniyor demektir. Türkiye’nin aslî karakteri nedir? Niçin bu ülke Türkiye’dir? Şimdi, birçok alçak Türkiye’nin adının değiştirilmesini de konuşuyorlar değil mi? Ve üstelik bunu Müslümanlıkmış falan filan gibi de yapıyorlar. “Anadolu İslâm Cumhuriyeti” hah! Türkiye Türkiye’dir. Türkiye, Türkiye olduğu için Dar-ül İslâm’dır. Bu 13. Asırda cereyan etmiş bir şeydir. 13. Asırda Türkiye doğmuştur. Ondan sonra Osmanlılar şunu yapmış falan filan, ayrı işler… Bugün de konuştuk, Dulkadiroğluları Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı birliğine katıldılar. Yani bizim bu toprakları Dar-ül İslâm haline getirmemiz doğrudan doğruya gaza beylikleri yoluyladır. Bu yüzden Mustafa Kemal’in 1921’de TBMM tarafından verilmiş unvanı Gazi’dir. Çünkü bu ülkede gazi olamazsan bu ülkenin bir parçası olamazsın, değil ki onu yönetmek… Gazi demek kâfirle mücadelesini yapmış olan, harp meydanında da canlı olarak geri dönmüş olan demektir. Yani bunlar, gördüğünüz gibi böyle bir yerlerden araştırılmış bulunmuş bilgiler değil, bunlar hepimizin… Ortada olan bir şey. İstiklâl Marşımız bugün 1982 anayasası içinde Milli Marş olarak zikrediliyor. Neden bu yapılıyor? Neden 1921, 1924, 1961 anayasalarında İstiklâl Marşı zikredilmediği halde 1982 anayasasında zikrediliyor? Çünkü birileri bir şeylerin tamamen Türklerin elinde alınabileceği korkusunu tanıdıkları için, bu korkunun bir sonucu olarak böyle yaptılar. İstiklâl Marşı anayasaya böyle girdi ve bugün şüphesiz ki bütün değiştirilemez maddeleri iptal ederek İstiklâl Marşını da anayasadan çıkarma niyetindeler. Ben aslında söyleyebileceğim şeylerin pek azını söyleyebiliyorum. Bunda sadece kanunî engeller falan filan yok, çoğu zaman değil her zaman hitap ettiğim insanların anlayış biçimleri bir şekilde bana yansıyor ve ben de sözlerimi ister istemez “hah, bu insanlara ancak bu kadarını söyleyebilirim” duygusuyla sarf ediyorum. O manada, dediğim gibi, burada bulunmak sadece konuşanların sorumluluğu değil, dinleyenlerinde sorumluluğudur. Yani bazı lafları işitmiş olmak sizi ne şekle soktu? Bu çok önemli! Şimdi Halil Özkan’ı dinleyeceğiz ve arkasından da bir ara vereceğiz.
Halil Özkan:
Merhabalar!
Arkadaşlar değindiler, ben onların değindikleri konularda anayasa metinlerinin revizyonlarının siyasî istikametlerini anlatmaya çalışacağım. Tanzimat’la başlayan süreç Islahat ve Sultan Abdülaziz zamanlarıyla devam ediyor. Ve bunların ortak noktası Türk olmayanların daha fazla imtiyaz elde etmesine matuf. Yani Tanzimat’la Islahat ve Sultan Abdülaziz fermanları diye modernleşme çatısı altında topladığımız şeylerin Türk olmayanların daha fazla imtiyazlar elde etmesi olarak anlayabiliriz. Tanzimat Fermanından sonra bu toprakların dünya sistemine dâhil olması ve dünya sisteminin bir uydusu haline gelmesi üzere birtakım Kanunî düzenlemeler yapılmış -ceza yasası ticaret yasası gibi- yasalar iktibas edilmiş ve bizim hayatımızda olmayan faiz, anonim şirketi, kambiyo gibi şeyler artık bu topraklarda konuşulur ve uygulanır hale gelmiş. Tanzimat Fermanı’nın, Islahat Fermanı’nın ve Kanunî Esasî’nin bir diğer ortak noktası -dikkate değer bulduğum için not almışım- hariciye nazırları tarafından ilan edilir. Tanzimat Fermanı Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından, hariciye nazırlığı tarafından; Islahat fermanı Hariciye Nazırlığı yapmış ama sadrazam olan Mehmet Emin Paşa tarafından; Birinci Meşrutiyet de yine hariciye nazırı Mehmet Esat Paşa tarafından yüz bir pare top atışı ile ilan ediliyor. Beşinci Murat tahtta iken Mithat Paşa İkinci Abdülaziz ile yaptığı görüşmeler sonucunda İkinci Abdülhamit’ten anayasa yapma teminatını alınca Beşinci Murat’ı tahttan indiriyor ve Abdülhamit’i tahta çıkartıyor. Daha sonra Mithat Paşa, Sultan Abdülaziz’in katlinden sorumlu tutularak idama mahkûm edilince Mithat Paşa Fransız Konsolosluğuna müracaat ediyor ve iltica talebinde bulunuyor. Bu olayı nakletmemim sebebi –az önce İsmet Beyin söylediği gibi- Osmanlı idaresinin devlet idaresinin devletin yıkılacağına olan kanaati burada görülüyor. Ayrıca bu şahısların bu eşhasın gücünü bu topraklardan almadığının ortaya koyması bakımından önemli bir misal. Biz 1876 anayasasının yılındaki revizyonlar dört kademe halinde ele alınabilir ama ben çok fazla değinmeyeceğim. Burada esas itibariyle padişahın yetkileri sınırlamıyor. Ancak padişahın yetkileri meclise verilmiyor. Sadece padişahın yetkileri sınırlanıyor ve bu hükümet -ve tabi ki sadrazam tarafından- kullanılır hale gelmeye başlıyor. 21 Aralık 1918’den itibaren Meclis-i Mebusan feshediliyor. Daha sonra seçimler yapılamadı. Arap ülkeleri işgal altında olduğu için -bizim Hicaz topraklarımız işgal altında olduğu için- seçimleri yapamıyoruz. Bu dikkate değer. Eğer seçim yapılacak olur ise Hicaz’ın elimizden çıkmış olduğu kabul edilmiş sayılacak ve biz o yüzden seçimleri yapamıyoruz. Seçimlerin yapılması için tabi muhtelif baskılar var. İstanbul yönetimi yaptığı işleri meşrulaştırmak, İtilaf Devletleri istediği karaları aldırabilmek, Müdafa-i Hukuk taraftarları ise daha fazla güç toplayabilmek için seçim talebinde ve yahut seçim girişimlerinde bulunuyorlar. Bu da dikkate değer. Yani hem İstanbul yönetiminin hem İtilaf Devletlerinin hem de Müdafa-i Hukuk taraftarlarının seçim hususunda bir mutabakatı var. İstanbul hariç tüm vilayetlerden Müdafa-i Hukuk Cemiyeti yanlısı mebuslar seçiliyor ve 12 Ocak 1920 tarihinde toplanan meclis Anadolu hareketi yanında tavır alıyor. 16 Ocak 1920 tarihinde Misak-ı Milli beyannamesini oybirliği ile kabul ediyor. Ve işgal dolayısıyla tutuklanmalar meydana geldiği için bir süre sonra kendisini tatil ediyor. Bundan sonra birçok mebus –burada 92 tane mebus diye not almışım- 92 tanesi 23 Nisan 1920’de toplanan mecliste doğal üye olarak kabul ediliyor. Gelmeyen diğer mebuslarda –kaynaklara göre 17 görülüyor- istifa etmiş sayılıyor. 23 Nisan 1920’de Meclis kurulduktan sonra Meclis başkanı Mustafa Kemal, Meclise altı maddelik bir önerge veriyor. Bu önergede şu hükümler var: Bir, hükümeti kurmak zorunludur. İki, geçici bir hükümet başkanı veya padişah vekili atamak doğru değildir. TBMM’nin üstünde bir güç yoktur. Mecliste ortaya çıkan ulusal irade yurdun kaderine el koymalıdır. Meclisten seçilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı aynı zamanda hükümetin de başkanıdır. Yasama, yürütme ve yargı yetkileri TBMM’ye aittir. Ve altıncısı Padişah ve Halife baskı ve zordan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyeceği yasaya göre yerini alır. 1921 Anayasasında durum şöyle anlatılabilir diye notlar aldım. Kim denildiğinde Türk; neresi denildiğinde Türkiye; nasıl denildiğinde Türkiye Millet Meclisi; ne şekilde denildiğinde vilayet kaza ve nahiye; hangi sıfatla denildiği zaman nüfus; neye göre denildiği zaman Ahkâm-ı Şer’iye çok rahat cevap verilmekte. Fakat bu 1923 değişikliklerle birtakım şeylere uğruyor. Kesinti veya güç kaybı Meclis bakımından. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan meclis 1 Nisan 1923 yılında kendini feshetme kararı alıyor. Ve bundan sonra secim kararı alınıyor. Bunlara değineceğim. Meclis açılış gününde sultan ve halifeye bağlılık yemini ediyor. Meclisin adı ilk önce Millet Meclisi konmuş. Ek olarak temsilciler seçilmiş ve Büyük Millet Meclisi olmuş. En sonunda 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak adlandırılmış. 1921 anayasasında meclis iradesinin üstün tutulduğu meclisin kendi başkanını icra vekilleri Heyet-ini seçmesi yargılama yetkisi ve tabiî ki yasama yetkisi dolayısıyla çok rahat bir şekilde söylenebilir. Meclis iradesi en üstün seviyede. 1923 değişiklikleriyle artık milleti ve devleti temsil eden en üst makam TBMM olmaktan çıkıyor ve reis-i cumhurluk makamı getirilerek devlet ve milletin en üst makam olarak temsil edildiği yer reis-i cumhurluk deniyor. Vilayet konusu var. Neye rağmen reis-i cumhurluk ilan ediliyor –madde çok uzun okumayacağım- vilayetlerin ve nahiyelerin muhtar olmaları pahasına reis-i cumhurluk makamı getiriliyor.
Kurumlar iyice 1923’ten itibaren yerleşmeye başlıyor ve egemenlik kullanımı kurumların ellerine yavaş yavaş geçmeye başlıyor. Meclis 15 Nisan 1923 tarihinde kendisini feshediyor. Birinci Meclisin feshi esasen idarenin sona ermesi manası taşıyor, bana göre. Çünkü yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerini icra eden ve milletin nizam-i mümessili durumundaki meclisin kendini feshetmesi mümkün değil. Olması gereken zaten anayasada çok açık. “Salt heyet, lahik heyetin içtimaına kadar vazifesine devam eder.” Yani eski heyet yeni Heyet-in toplanmasına kadar görevine devam eder. Bu çok net bir şekilde 5’inci maddeye konmuş. Burada anayasaya aykırılık iddiası bulunmamızın bir şeyi yok belki ama çok önemli Birinci Meclis feshediliyor. Artık İkinci Meclis kurucu meclis olarak yerini alıyor ve İkinci Meclis’te 1924 anayasası kabul ediliyor. 1924 anayasası, 1921 anayasasının –yani Teşkilat-ı Esasîye kanunun- tadili şeklinde değil. Burada bugünkü anlamıyla zikredilen yeni anayasa çalışması yapılıyor ve yeni anayasa hükümleri konuyor. 1921 Anayasasının kanun numarası 85, 1924 Anayasasının kanun numarası 491’dir. Yani eğer bir tadil veya ekleme söz konusu olsaydı kanun numarası 85 olan Teşiklat-ı Esasîye Kanununa eklemeler ve çıkarmalar yapılırdı. -Biraz evvel Mustafa Deveci’nin söylediği üzere -10 maddelik- bir cumhuriyet ilanıyla birlikte tadil var değişiklik var. 1924 Anayasasında bu yoktur. 1924 Anayasası kurucu meclis olarak adlandırabileceğimiz darbe olarak adlandırabileceğimiz bir şekilde ve yöntemle kabul edilmiş yeni bir anayasadır. Artık bu anayasayla -1924 Anayasası’yla – birlikte sınırları ve anlayışı tamamen mevcut iktidar güç veya erk tarafından belirlenen milletinin katılımının sağlanmadı ve milletin seçtiği mebusların bulunmadığı veya katılımın en az alt düzeyde olduğu bir faaliyetler zinciri husule geliyor. 1924 Anayasası seçimlerin nasıl olacağı ve milletin vekili seçimlerinin düzenlendiği kanunların ne şekilde olduğunu bunlar ayrı bir tartışma konusu. Ve en önemlisi –az önce de belirttiğim gibi- meclis artık kendisini feshetmiş. Millet esasına göre değil artık devlet esasına göre hareket edilmeye başlanıyor. Birinci Meclis’te Birinci Gurup ve İkinci Gurup diye bir ayrım var. 1923 seçimlerinde bu İkinci Gurup tard ediliyor. Birinci grubun başında Mustafa Kemal var, İkinci grubun başında da Sabahattin Bey diye bir vekil, mebus var. İkinci grubun etkinliklerini buraya not aldım çünkü siyasî sapmanın neye taalluk ettiğini görülebilir ümidiyle.
Meclis vekillerinin 15 kişilik fevkalade harp komisyonuna devrine ilişkin yasa tasarısına karşı koymak. Yani Meclis veya Birinci Gurup diyor ki; 15 kişilik bir fevkalade harp komisyonu kuralım bütün yetkilerimizi buraya devredelim, diyor. İkinci Gurup da tabiî ki meclis iradesinin üzerinde hiçbir iradenin olamayacağından bahisle buna karşı koyuyorlar. İstiklâl Mahkemeleri kararlarına karşı Meclis müzakeresi açılması ve muhakemelerin kaldırılmasına veya başkumandanlık emrinden alınarak meclis denetimine sokulmasına ilişkin teklif veriyorlar. Bunu açmayacağım. Bunun anlaşılır olduğunu düşünüyorum. Meclisinin egemenlik haklarının Başkumandan Mustafa Kemal Başkumandanlık Kanunu 3’üncü ve 4’üncü kez uzatılmasına muhalefet ediyorlar. Muhalif çıkışlar yapan Trabzon vekili Ali Şükrü’nün Mustafa Kemal’in özel muhafız alayı komutanı tarafından öldürülmeleri protesto ediyorlar. Meclis rejimine muhalefeti vatan hainliği kapsamına alan böyle bir hükümete rejim muhaliflerini idam edilmelerine Hıyanet-i Vataniye Kanunu teklifine muhalefet ediyorlar. 1923 seçimlerinin tek parti denetimi altında anti-demokratik bir gösteriye dönüşmesine basın ve meclis yoluyla karşı çıkma denemelerinde bulunuyorlar. Sakarya savaşı sonunda Yunanlı ordusu yenilince Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görev süresinin uzatılmasına karşı çıkıyorlar. 25 Kasım 1925 secim yasasını değiştirmek için teklif veriyorlar, fakat kabul edilmiyor. Burada acı olan bir husus var. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete aitliği ve saltanatın devamlılığı konularında İkinci Grubun tavrı Mustafa Kemal liderliğindeki Birinci grubtan farklı değil. Bu normal bir şey. Fakat Adnan Menderes’in araştırmaları sonucu muhalefetin sosyal kökeni hakkında da burada ilginç veriler veriyor. Bu acı olan kısım. İkinci Gurupta arasında müftü, müderris, şeyh gibi din adamların oranı Birinci gruptakilerin üçte biri kadar. Yani bu işlerin nasıl olduğu ortaya koyan bir şey. 1921 Anayasasının birinci maddesi Hâkimiyet bilâkayd-ü şart milletindir hükmü havi. Fakat 1924 Anayasasının birinci maddesi Türkiye Devleti Cumhuriyetin idari şekli cumhuriyettir hükmüne havi. Hâkimiyet bilâkayd-ü şart milletindir hükmü 3’üncü maddeye öteleniyor 1924 Anayasasında. 1921 Anayasasında yürütme, yasama ve yargı faaliyetleri meclis bünyesinde iken 1924 Anayasasında Reis-i Cumhur ve onun tayin edeceği icra vekilleri marifetiyle yürütülüyor. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafzı 1921 Anayasasında meclis tarafından egemenliğinin kullanılmasına matuftu. Ancak 1924 Anayasasında Reis-i Cumhur ve icra vekilleri var. 1961 Anayasasında bunun da üzerine çıkılıyor millet egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır. Yani millet kullanıyor fakat yetkili organlar eliyle kullanıyor. Aynı hüküm 1982 Anayasasının 6’ıncı maddesinde de var. Egemenlik kullanılıyor fakat yetkili organlar eliyle kullanıyor. Peki, yetkili organlar neler? Ona birazdan değineceğim. Meclisin görevi 1921 Anayasasında Büyük Millet Meclisi ahkâm-ı şeriyyenin tenfizi yani infaz edilmesi, uygulanması kavaninin vazı, tadili, feshi, devletlerle muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilanı vs vs diye devam ediyor. 1924 Anayasasında bu 28 değişikliği ile kaldırılıyor ve ahkam-ı şeriyyenin tenfizi inhisar umum kavaninin vazı, tadili, feshi, mutazammum mukavelat yani akçeli ve yüklenme sözleşmelerin imzalanması yetkisi devletlerle muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilanı yetkileri meclisten alınıyor. Anayasanın egemenlik hakkını kullanması hangi kurumlar eliyle oluyor?
Anayasa mahkemesi, Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet Şurası -yani Danıştay-, Milli Savunma Şurası, Milli İktisat Şurası 1961’de, Türkiye Milli Bankası, Yüksek Hâkimler Kurulu, üniversiteler, TRT, RTÜK, haber ajansları, müzeler, milli kütüphaneler, devlet konservatuarı opera ve tiyatrolar… Devlet erkini ve egemenliğini özerk yapısıyla kullanıyor. 1971’de YAŞ bunu kullanmaya başlıyor. 1982 Anayasasında da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, YÖK, Askeri Yüksek İdari Mahkemesi millet adına egemenliğini kullanmaya devam ediyor. Millet iradesinin tahkiki anlamında bir macera var. Bunu şöyle dile getirebiliriz; Anayasanın 90’ıncı maddesinin son fıkrası; Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletler arası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasa aykırı iddiasıyla iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.
İsmet Özel: Kaç tarihli bu?
Halil Özkan: Bu 2004 tarihli...
İsmet Özel: Her şey ortada…
Halil Özkan: Yani milletlerarası antlaşmalar anayasaya aykırılık iddiasıyla muaheze edilemiyor.
Milletlerarası antlaşmalara uygun bulma ve anlaşmaları meclise sunma ile yürürlüğe konulması hükmü 1982 Anayasa ve 1961 Anayasanın ortak hüküm. Ama Milletlerarası bir antlaşmaya dayanan uygulama antlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî antlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluluğu yoktur, hükmü getiriliyor.
İsmet Özel: Vay canına!
Yani fazla söze hacet olmasa gerek diye düşünüyorum. Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi veriliyor hükümete. Hükümet, Kanun Hükmünde Kararname adı altında meclis iradesinin tüm yetkilerini haiz düzenlemeler yapabiliyor. Hatta cumhurbaşkanlığı başkanlığında OHAL yetkisini kullanıyor. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulması veya ortadan kaldırılması söz konusu. 15’inci maddesinde yer verilmiş temel hak ve hürriyetlerin durdurulması. Bu, meclisin kararıyla değil Kanun Hükmünde Kararname ile pekâlâ mümkün, mevcut durumda. Savaş ilanı kıskançlıkla meclis uhdesinde muhafaza edilmiş olmasına rağmen 1982 Anayasasındaki mevcut durumda cumhurbaşkanına meclis acil durumlarda, meclis tatil dönemlerinde veya meclis ara verme hallerinde savaş ilanı yetkisi veriyor. Dolayısıyla faaliyetlerin nereden nereye doğru gittiği konusunda bir fikir verebilmişimdir.
Teşekkür ediyorum.
İsmet Özel: Biz de Halil Özkan'a teşekkür ediyoruz. Şimdi 15 dakikalık bir ara verelim. Ve iki konuşmacımız kaldı. Belki de ağır toplar geriye kalmıştır. İşte buraya geldiğinize pişman olmadığınızı görüyorum. Yani, yani hoşunuza gitmese bile, burada öyle şeyler söylendi ki bunlar Türkiye'de başka yerde söylenmiyor. Görüşmek üzere.
İsmet Özel: Selamünaleyküm!
İkinci oturumunda iki konuşmacımız var. Onlara sözü bırakmadan önce bu toplantının mahiyeti ve gayesi hakkında bir iki söz söyleyeyim. Ben böyle bir toplantının Ramazan ayı girmeden önce yapılmasını teklif ettim. Ve böylece cereyan etti. Ramazan ayı Müslümanlar için önemli bir şey. Değil mi? Yani bu toplantı Ramazandan önce olmalıydı ki Müslüman olanlar Ramazan boyunca bu toplantıdan kazandıklarını düşünebilsinler. Şimdi Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem irtihal ettikten hemen sonra Müslümanlar cahiliye devrine ait içlerinde kalan hevesleri biraz daha kıpırdattılar. Ve bu zaman geçtikçe bizim Resulullah’ın risaletinden öğrenmemiz iktiza eden şeyleri azalttı. Dolayısıyla Hülefa-i Raşidîn devri –dört halife devri- Müslümanlığın bir hayat tarzı olarak devam etmesinden insanlığın büyük bir istifade sağlayacağı fikrinin henüz canlı olduğu bir zamandır. Daha sonra insanlar Müslümanlıktan, başka şeyler anlamaya başladılar. Resulullah’ın getirdiği risaletinden başka şeyler anlamaya başladılar. Ve hatta bugün birtakım gâvurlar diyorlar ki; “İslâm asıl gelişmesini tamamladıktan sonra kendini buldu” falan filan diyen, iddia eden manyaklar var. Biliyorsunuz, değil mi? Şimdi kafanızda şunu büyütmeyin, ya da kafanızdan şu fikri tard edin: Dünya şekilden şekle girmiş, bugün öyle bir yere gelmiş ki o senin dediğin hayırlı şeyler olmaz artık. Yani insanlar öyle şeyler yapıyorlar, öyle şeylere alışmışlar ki Müslümanlık falan filan ancak kendini avutursun. “Öyle şeylerin vakti geçti” demek Allahın her şeye kadir olduğunun inkârı demektir. Böyle bir şey olmaz. Önce kendin Müslümanlığın ne olduğunu bir anla. Birinci oturumunda söylediğim gibi “yahu bunu anlatmak sana mı kaldı?” Şöyle… Diyoruz ki İslâm’ın 5 şartı var: -ki ben onu Türklüğün 5 şartı olarak da zikrediyorum – Kelim-i Şahadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek. Şimdi eğer bunlar İslâm’ın şartı ise bunların hepsi tek başına Müslüman olunamayacağının göstergesidir. İman dediğimiz şey doğrudan doğruya bizim… Zaten bu hadislerde netleştirilmiş bir şey: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Yani, La ilahe illallah dediğin zaman bir içtimaî hadiseden bahsediyorsun demektir. Ferdi bir şey değil. Çünkü Allah’tan başka bir ilah olmadığını kabul etmek dünyada karşına çıkan hiçbir gücün Allah’ın gücünü aşamayacağını söylemektir. Demek ki, o gücü hesaba katmadan ne yapacaksın? Yani doğrudan doğruya dünyayla savaşa girerek Müslüman oluyorsun. Aşağıda olan şeylerle savaşa girerek Müslüman oluyorsun. Savaş, sokakta kendi kendinle oynamak değildir. Savaş bir şeylerle savaşmak demektir. Şimdi Ramazandan önce bu toplantıyı yaptık. Çünkü insanlar hala dünyada, bu dünyanın dört bir tarafında Ramazan ayının Müslümanların topluca oruç tuttuğu bir ay olduğunu bilir. Ve bunu çok normal, çok tabii karşılar. Düşünün dünyada Müslümanlardan başka böyle bir millet yoktur. Bir zaman dilimi içinde herkes aynı şeyi yapar. Bütün Müslümanlar oruç tutarlar. Bunu başka bir dinde bulamazsınız. Diğer bütün ibadetlerimizde bütün ümmeti ilgilendiren ibadetlerdir. Ve namaz ferden, ruhsat ile kılınır. Yani tek başımıza namaz kılma ruhsatı verilmiştir bize. Ama esas olan ezan okunduğu zaman bütün Müslümanların topluca namaz kılmalarıdır. Esas olan budur. Yani bütün Müslümanların namaz kıldığı bir toplumdur, İslâm toplumu. Ha kılmayanlar, mazereti olanlar… Bunlar ayrı şeylerdir. Dediğim gibi tek başına namaz kılmak ruhsat verilmiş bir şeydir. Yani kılabilirsin ama esas o değildir. Yani bir Müslüman toplumundan bahsedersek bütün Müslümanların 5 vakit namaz kıldığı bir toplumdan bahsediyoruz. “Böyle bir şey daha olmaz!” Hayır, olacak, Allah izin verirse. Yani biz Türkiye’de namaz saatleriyle çalışma saatlerini ahenk halinde yaşatacağız. Sabah namazından iki saat sonra mesai vakti başlayacak. İkindi okunduğu zaman mesai bitecek. Yaz ve kış hep böyle olacak. Şimdi bunları niye söylüyorum? Şunun için söylüyorum: Yeni anayasayı niçin istiyoruz? Türkiye’nin mahvolması için istiyoruz. Türkiye gibi bir devletin hiçbir etkisi olmasın diye istiyoruz. Bu laflar bir ideolojik slogan değil. Türkiye’nin varlığı dünyada İslâm gücünün yeniden hissedileceğinin beyan edilmesidir. Yani Türkiye olmasaydı İslâm gücü olmayacaktı. Dediğim gibi biz İstiklâl Marşı’na bakarak: Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın / Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın. Biz -dört senedir- diyoruz ki Cumhuriyet idaresi “yarından da yakın” kısmını heba etti. Bize şimdi “belki yarın” kısmı kaldı. Bu “belki yarın” kısmı ne manaya gelir? Dünyada mali hiyerarşi üzerine kurulmuş bir sistem var. Dünyada en büyük sermaye, onun altında ondan daha küçük olan sermaye, onun altında ondan daha küçük olan sermaye… Böyle hiyerarşik bir sistem var. Ve hepsi sermayeye dair bir şeydir. Yani dünyada şu anda emir-komuta zinciri, para sahipleri arasındaki ilişkiden ibarettir. Başka hiçbir şey yoktur. Ve dediğim gibi yeni anayasanın Türkiye’nin mahvolmasına sebep olacağının delili de bu sistem dolayısıyladır. Çünkü Türkiye’de Türklerden ve Türk olmanın üstünlüğünü savunanlardan başka herkes dünya sisteminin Türkiye’de mutlak hâkimiyetini savunmaktadır. Sadece birkaç tane meczup denebilecek Türk; “Hayır, biz kendi başımızın çaresine bakabilecek bir milletiz” diyor. Bunlar kaç kişi? Üç mü beş mi? Bilemiyorum. Ben bunlardan bir tanesiyim. Şimdi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki temel fark… Meselâ NATO yardımlar itibariyle 7/10 oranı uyguluyordu galiba. Yani Türkiye’ye 10 veriyorsa Yunanistan’a 7 veriyordu, nüfusa falan bakarak… Şimdi dünyada yürürlükte olan işler bakımından Yunanistan’ın Türkiye karşısındaki avantajı şuydu: Türkiye’nin yarım yamalık da olsa, çarpık uyduruk da olsa bir kalkınma problemi vardı. Yani Türkiye bir şekilde kalkınmak isteyen bir ülke. Yunanistan kalkınmak isteyen bir ülke değil. Yunanistan dünya sistemi içinde kendi yerini tayin etmiş bir ülke. Yani diyelim ki Romanya gibi, Rusya gibi, Hindistan gibi “yahu ben bunu niye başkalarına boyun eğerek yapacakmışım, bunu ben kendi başıma yaparım” diye bir iddiası olmayan bir ülke Yunanistan. Yunanistan, daha doğuşunu dünyadaki güç dengelerine bağlı olarak elde ettiği için ve aslında entelektüel kapasite bakımından bütün dünyada kendini hesaba kattırmış bir ülke olduğu için öyle dünya sisteminin dışında, dünya sistemine ters bir pozisyona talip değil. Zaten o işleyişin iyi bir yerinde. Bunu niye söylüyorum? Şimdi, Türkiye’de Ermeni davasına emek vermek isteyen insanlar, dünyada itibarlı yerlerde başarılı pozisyonlar kazanmış Ermeni diasporasının yönlendirmesinden bağımsız bir şey isteyerek işlerinin yürüyeceğine inanabilirler mi? Yok. Değil mi? Yani dünyada bir mali hiyerarşi var. O mali hiyerarşinin bir yerinde Ermeni Diasporası iyi bir pozisyona sahip. Dolayısıyla Türkiye sınırları içinde Rum, Ermeni, Kürt, Gürcü, Çerkez, Pomak, Arap… Ne dersen de! Hangi unsur olursa olsun işinin ilerlemesini doğrudan doğruya dünyadaki bu mali hiyerarşinin etkinliğine borçlu. Türkiye’de etkin olamadığı takdirde onların işi hiçbir şekilde yürümez. Çünkü Türkiye’de bu hiyerarşinin himmetine muhtaç olmadan varlık gösterme iddiasında olan tek kuruluş İstiklâl Marşı Derneğidir. Diğerlerinin hepsi birilerinin Kanada’dan, Amerika’dan, İngiltere’den, Fransa’dan, Avustralya’dan kendilerini görmesini bekliyorlar. Hatta ben adımı yazıp gelişmiş arama yapıyorum –Oda TV’ydi değil mi?- onun yayınlarından birinde; “Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen faşist bir şairin ayak sesleri” diyor. Yani Türkiye’de ulusalcı dediğiniz insanlar beni gösterip diyor ki; bak sen bizi harcıyorsun ama… Sen bizi gözden çıkarırsan bunlar gelir aslında. Anlatabiliyor muyum? Böyle bir sistem var dünyada.
Şimdi, eğer Türkiye’den bütün insanlığın hayrına bir hareket doğacağına inanmıyorsanız İstiklâl Marşı Derneğiyle irtibatınızı kesin. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği bütün insanların hayrına bir şeyin ancak Türkiye ile ve başka hiçbir yerle olmayacağını savunuyor. Sadece Türkiye ile olabileceğini savunuyor. Ben Niğde’de o lafı ettim: -Kolaylıkla da yayıldı- Arap ülkelerinde iyi şeyler oluyor diyenlerin hepsi kâfirdir. Onların İslâm dairesinin içinde yer almaları imkân ve ihtimali yoktur. Çünkü bu ülkelerinin hepsi bize Mekke ve Medine’yi kaybettiren kültürün mahsulüdürler. Dolayısıyla bunları gözden çıkarıp bunlarla bir şeyler yapmaya çalışmak zavallılıktır, en hafif bir tabirle. Şimdi, “olmaz, senin dediklerin olmaz.” Çünkü birçok gerekçe gösterilebilir: “Biz şimdi cep telefonlarından vaz mı geçeceğiz?” Haa… İşte mesele burada. Yani şimdi insanlar öyle bir rotada ilerliyorlar ki… Herkes biliyor, herkes biliyor bunu: Cep telefonları zararlı şeylerdir. İnsan sağlığına zararlıdır, insan ahlakına en çok zarar veren bir şeydir, vesaire… “Ama mecburum işte cep telefonuyla gidiyorum bir yerlere başka çarem yok.” diyorlar.
İnsanlar Kuran-ı Kerim’in niye nazil olduğunu, niçin Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerini anlamadıkça kendilerine bir çıkış yolu bulamazlar. “Bulurlar” diyenler kâfirin ta kendisidirler. Yani “Kur’an’ı boş ver, ben doğrusunu biliyorum” dediğin zaman sen Müslüman olabiliyor musun? Yani nasıl olabiliyorsun? “Ben de Müslüman’ım ama Kur’an okumam.” Yani Allahın vaadinin hak olduğunu bilerek bir şeye başlarsın. Haa yapamadık. O zaman kabahat sende. Yani sen ne zaman sadakat gösterdin de bundan dolayı zarara uğradın? Bunu kendi hayatınızda, kendiniz söyleyin. Ne zaman hayatınızda sadakat gösterdiniz de bunu zararını gördünüz? Hiçbir örnek gösteremezsiniz. Ama kendi hayatınızda geriye doğru bakın: Ne zaman ihanet ettiniz o zaman onun beş misli zararını gördünüz. Hepimiz için doğru olan bir şey bu. Yani onun için doğru bir şeyi yapmaktan korkmak kime düşer? Biz çok meşru bir şey yapıyoruz ama insanlar bunu büyük tehlikeli bir şey olarak görüyor ve gösteriyorlar. Kim İstiklâl Marşı’nın Türkiye’nin marşı olduğunu inkâr ediyor? Kimse etmiyor, edemiyor. Değil mi? Ve birisi İstiklâl Marşı’nın bu millete bir lütufta bulunabileceği inancıyla anayasaya sokmuş. Kim yapmış, bilemiyorum. Ama bu bir can simidi olmak üzere konmuş anayasaya, belli ki. İstiklâl Marşı’ndan feragat etmek, demek ki Türkiye’nin varlığına çok önemli bir darbedir, deyip Muammer Parlar’a sözü bırakıyorum.
Muammer Parlar:
Bugün benim nasibime de Kuran ve anayasa konusunda konuşmak düştü. Müspet ya da menfi Kuran ve anayasa ilgisinin anlaşılabilmesi için, Allah ile Kul ilişkisi ve Kulluk ile Cemiyet ilişkisinin anlaşılması lâzım. Her iki ilişkiyi de anlayabilmek için mahsus donatımdan yoksun insane için tek bilgi kaynağı vahiydir. Allah ile Kul ilişkisinden başlayacak olursak; İnsanlar, cinler, güneş, ay, dağlar, bitkiler ve hayvanat kulluk için yaratılmıştır. “İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” bilgisi, bizim, varoluşumuzu anlatır. Göklerdekiler, Yerdekiler, Güneş, Ay ve yıldızlar, dağlar, bütün hayvanlar, gibi diğer mahlûkatın da kulluk için, tespih için yaratılmış olması, Dünya’daki bulunuş gerekçelerini/mizi anlatır. İnsanının dünyada bulunuşunun gerekçesi olan kulluğu, Allah’ın hükmüyle var olan cemâdâtın, Allah’ın hükmünü topraktan öğrenen nebâtâtın ve zamanı okumayı bilen hayvânâtın kulluğunu muhtevidir. Kuran bilgisini mutlak kabulle başlayan teslimiyetimiz, teslimiyetin temekkün etmesiyle imana ve imanın hulusiyetiyle /katışıksızlığı ile ihlasa ulaşır. Yani biz kelime-i şehadet getirdiğimiz zaman Müslim, Allah’ın iradesinin her şeyden üstün olduğunu içimize sindirdiğimiz zaman mümin, bir millet mensubu olarak önem kazandığımızda da Muhsin oluruz. İşte bizim kulluk ile cemiyet ilişkimiz burada ehemmiyet kazanır. Biz kulluğumuzun gereği olarak bir millete mensub oluyoruz. Bir cemiyete, cemaate dahil oluyoruz. Millet mensubiyetimiz ırktan, kültürden, ortak yaşamdan gelmiyor. Millet mensubiyetimiz, tuttuğumuz yoldan ve dinden geliyor. İlimle ve şiirle dile gelen bir millet hayatımızın varlığını biliyor ve Milleti Rasülullah üzere bir yolculuğu önemsiyoruz. Yine biz kulluğumuzun gereği olarak Kabe’ye yönelirken ayak basacak bir toprağı, var olmak sayıyoruz. Vatanımız varsa varız, yoksa yokuz. Her şeyimizden vazgeçiyor ve tek vatanımızın olmasını niyaz ediyoruz. İşte bizim bugünkü elimizde olan şey, Menzilden menzile yol alarak, kafirle çatışmayı göze alacak bir olgunluğa ulaşan kulluk, vatanlaşmaya devam eden toprak, ve henüz varlığının anlamını bilinçle kavrayamadığımız bir millettir. Helakten kurtulmak için ilmin yetmeyeceği, ilmiyle amel olmak gerektiği, bunun da yetmeyeceği, amelimizin ihlâslı olması bizim bilgilenmemiz kapsamındadır. Yani Biz muhlis olmadıkça helakten kurutulamayız. İşte bunun için bir millet hayatının inşasını ve idamesini önemsiyoruz. Kul olarak bir vatanda bir millet hayatının inşası, siyasî faaliyetleri ve belirli bir teşkilatlanmayı gerektirir. Yani bizim bir “devlet organizasyonuna” ve “bu işleyişin kurallarının konulduğu metinlere” ihtiyacımız da kulluğumuzdandır. Yani kulluğumuz kapsamında bir ihtiyacımız yoksa bunlara da ihtiyacımız yoktur. Üç kişinin içlerinden birini emir tayin etmeden yaşamasının helal olmayacağı ve “İnsanlara gelen sıkıntılara sabretmenin onlardan uzaklaşmaktan (inzivadan) daha hayırlı olduğu bilgileri, cemiyet yaşamının sünneti hüda hükmünde olduğunu bize haber veriyor. Yani biz, bir emir altında yaşamayı, ayetten alıyoruz. “Allah’a, peygamberine ve emir sahiplerine itaat edin” bilgisinden dolayı bir emir altında yaşıyoruz. Yine biz, ancak dinî hükümlerin icrası için emir altında yaşıyoruz. Elbette ki biz millet hayatı olmadıkça dünyevî anlamda da sıkıntılarımıza çözüm bulamayacağımıza inanıyoruz. Ancak asıl yönelişimiz, dünya’daki beklentilerimizden değildir. Biz ancak kulluğumuz için bir millet hayatını öne çıkartıyoruz. İslâm âlimleri manevi şahsiyete haiz olduğu edilen dokunulmazlık zırhı ile korunan modern devlet teorisini kabul etmemiştir. Yönetim, halife, sizden olan emir sahipleri, imam gibi kavramlarla anlatılmıştır. Yine yönetimin, istişare ile olacağı, “İş hakkında onlara danış” emriyle bize öğretilmiş bir bilgidir. Bu haliyle anayasa da ancak kitap ve sünnetin sınırları içinde yasama faaliyeti kapsamında düşünülebilecek bir şeydir. Belki anayasa kelimesiyle değil ama yasa kelimesiyle konuşmak lâzım. Onu da “yasama” kısmında açıklamak uygun olacak. Devletin her ne kadar ulemâ kabul etmediyse de bugün anlaşılması amacıyla bu ifade imkânlarına başvuruyoruz. Ve zaten biraz önce de belirttiğim gibi tüzel kişiliğe ait bir devlet teorisi ulema tarafından kabul edilmiş bir teori değildir. Devletin unsurları; ülke, halk ve hâkimiyetten oluşmaktadır. Halk dediğimiz Müslümanlar, Zimmîler ve Müste’menlerden oluşmaktadır. Modern Anayasa hukuku tasnifine bağlı kalarak devletin temel organlarını anlatacak olursak; İslâm fıkhında gerçek anlamıyla kanun koyucu (sâri' = hakim), Allah, yani ilâhî iradedir. Yani kitap ve sünnettir. Emir sahipleri ya da müçtehitlerin ancak bu hükümleri aşmamak kaydıyla içtihadda bulunmaları mümkündür. Emir sahipleri kendileri müçtehit değillerse bu faaliyete katılmaları mümkün değildir. Kendileri ancak bu faaliyete müçtehit iseler ya da müçtehitlerden bir tanesinin kavlini tercih etmek suretiyle bu faaliyete katılmaları mümkündür. Bu faaliyet, -sınırlı yasama yetkisi diye ifadelendirilen bu faaliyet- ancak kitap ve sünnete uygun olmak haliyle mümkündür. Tabii ki bunu anayasaya bağlamak bir yanlışlıktır. Ben de esasen konu bana tevdi edildiğinde anayasayla Kur’an’ın yan yana gelmesinden ve buna ilişkin bir şeyler söylemekten güçlük yaşadım. Tek bir şey söylemek lâzımsa, Kuran’la anayasanın hiçbir ilgisi yoktur, en azından müspet hiçbir ilgisi yoktur. Fakat yasama yetkisi dediğimiz şeyi belki burada anlatmak icap ettiği için böyle bir yönteme başvurduk. Yasama yetkisi de dediğimiz gibi; Ancak kitap ve sünnetteki hükümlerin tespiti, aynı zamanda icmadaki hükümlerin tespiti, bunun dışında içtihat edilmesiyle kaim bir yetkidir, yasama yetkisi. Bu yetki peygamber döneminde ancak Peygamber tarafından, çok sınırlı sayıda da atanmış olan valiler tarafından kullanılmıştır. Muaz bin Cebel gibi, Peygamber de bunu teyid etmiştir. Peygamber döneminden sonra Hz. Ebubekir döneminde Hz. Ömer’in içtihat ettiğini, Hz. Ali’nin içtihat ettiğini biliyoruz. Yine Hz. Ömer döneminde de kimi yerlere içtihat edecek müçtehitler kadı veya vali olarak atanmıştır. Kısaca yasama yetkisini böyle söyledikten sonra yönetim diyebileceğimiz yetkiyi konuşalım.
Yönetim yetkisi de Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde şer’i hükümleri icraya denir. Hz. Ebubekir ilk defa Peygamberin vefatından sonra “ümmetin işlerini yapacak birine ihtiyaç var” diye toplantıyı başlatmıştır. Yani ümmetin işlerini yapacak birinin bulunması amacıyla başlamış bir yönetim yetkisi vardır. Hz Ebubekir ilk dönem “Peygamberin Halifesi” olarak anılmıştır, bunun sonrasında ise Hz. Ömer, “Emir’ül mü’minin” adıyla anılmıştır. Halifenin seçiminde Hz. Ebubekir’in seçilmesi gibi, Ehl-i hâl ve'l-akdin seçimi, Hz. Ömer’in seçilmesi gibi, İstihraç usulü, Hz. Osman’ın seçilmesi gibi Şura usulü uygulanmıştır. Halife hukuken sorumsuz da değildir. Hz. Ömer’in gönderdiği bir mübaşir sebebiyle çocuğu düşen kadın için Hz. Ali diyetini ödemesini tavsiye etmiştir. Yönetim bunun dışında vezir ve valiler tarafından yapılmıştır. Yargı dediğimiz kaza ise ilk dönem bizzat Peygamber tarafından yürütülmüştür. Yine biz böldük, modern tasnife uygun olsun diye ama Peygamber döneminde tabii ki bugünkü anlamıyla kullandığımız yasama, yürütme, yargı dediğimiz kuvvet ayrımı bulunmamaktadır. Bütünüyle peygamber hem yasama yetkisini, hem yürütme yetkisini hem de kaza yetkisini kendisi kullanmıştı. Yine valiler aynı zamanda kadı sıfatıyla atanmıştı. Yani muaz bin cebel hem kadı olarak atanmış hem vali olarak atanmıştı. Bu dönemin kabaca teşkilatından bahsettikten sonra Raşit Halifeler dönemi sonrasına geçebiliriz. Peygamber ve halifeler döneminde Müslümanlar arasında ciddi ihtilaflara neden olacak onların ve düşünce ve inanç birliğini sarsacak herhangi bir fikir ve görüş ileri sürülmemiştir. Çünkü peygamber itikadî konulara girmeyi şiddetle menetmiştir. Peygamberin vefatından sonra ilk Hz Ebubekir döneminde zekat vermek istemeyenlere karşı Hz. Ebubekir’in içtihadıyla cihat ilan edilmiştir. Raşid Halifeler döneminden sonra Kitap ve Sünnet toprağından her ayrılış, ümmetin başına yeni belalar açmıştır. Dünya sevgisi ve asabiyet hırsı -kavmiyetçilik ve ırkçılık taassubuyla- ısırıcı saltanat dönemi başlamıştır. Saltanat günlerinde İslâm fıkhına uygun yönetim yerine devletin dayattığı anlayış öne çıkmıştır. Muttakî alimler iktidardan uzak kalmayı bu vasıflarını muhafazanın şartı saymışlardır. “Saltanat rejimini reddeden” İmam-ı Azam ve “Kur’an mahlûktur” tezini reddeden İmam Ahmet bin Hanbel zindanlara, kırbaç cezalarına maruz kalmıştır. Saltanat sistemi hem iktidarın teşekkülü ve devrinde hem de denetim sisteminden tebeayı devre dışı bırakmıştır. Bugün sizin dininizi ikmal ettim ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Bilgisine muhalefet, İmamet ihtilaflarını doğurmuş ve şia’nın doğumuna zemin hazırlamıştır. Yine müteşabih ayetlerin, yorumuna girmeleri, Mutezileyi, ayetlerin zahiriyle amel etmeleri Hariciliği, doğurmuştur. Peygamberin şiddetle reddettiği kader konusundaki tartışmalar, , kaderiye, cebriye ve mürcie gibi fırkaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hasılı saltanat rejimlerinde İslâm fıkhına uygun yönetim yerine devletin dayattığı anlayış öne çıkmıştır. Hilafetin akaid kitaplarında konu edilmesi dikkate alınırsa hilafet itikadî bir vecibe yerine bir otorite olarak tezahür etmiştir. Bilgisi ve bilgisine muhalefet, Kaderiye, Cebriye, Mürci-e fırkaların doğmasına neden olmuştur. Hâsılı Saltanat rejimlerinde İslâm fıkhına uyan devlet yerine devletin dayattığı anlayışı öne çıkmıştır. Hilafetin akaid kitaplarında konu edilmesi dikkate alınırsa hilafet, itikâdi bir vecibe yerine bir otorite olarak tezahür etmiştir. Bu anlatıdan sonra benim konularım içinde olan bu konuyla da doğrudan bağlantılı olmayan bir bölüm daha var. Bu da İslâm ülkelerinde anayasal hareketler. Bu kısımla ilgili de kısa bir konuşma yapacağım. İslâm ülkelerinde anayasal hareketler on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda kendini göstermiştir. O da iki şekilde ortaya çıkmıştır. Birincisi; İngiliz, Fransız ve Rusya gibi müstemlekeci devletlerin kendi kolonilerinde ortaya çıkan uygulamalardır. İkincisi ise batının sahip olduğu tahsil, talim, terbiye muhitleri eliyle dolaylı yollardan İslâm ülkesinde kendisini göstermiştir. İslâm ülkelerinde anaysa alanında müşterek prensiplere iten en önemli amil batının ulaştığı iktisadî, kültürel, teknik merhaleye en kısa zamanda ulaşma güdüsüdür. Batıdaki gelişmesine paralel olarak ilk devlet iktidarını kayıtlamak ihtiyacı gösteren hareket Osmanlı’da başlamıştır. Bunun devamında 1856’da Tunus’ta bir anayasa hareketi başlamış ve 1861’de devlet iktidarını kayıtlayan ilk anayasa Tunus anayasası olmuştur. 1861 tarihli batı modelini esas alan Tunus anayasasından günümüz İslâm ülkeleri anayasalarına kadar hemen hemen hepsi çeşitli batı ülkeleri anayasalarının kopyalarıdır veya onlardan mülhem olmuşlardır. İslâm ülkelerindeki bu münferit memleketlerden sonra birinci ve ikinci cihan harpleri akabinde bağımsızlıklarını kazanmış İslâm ülkelerinde anayasal hareketler revaç bulmuş ve birleşmiş milletler teşkilatının tespit ettiği ilke ve ideallere uygun anayasalı ülkeler doğmuştur. Yani bu sonucun doğmasında en önemli etken anglo-amerikan toplumun harp sonrasında beynelmilel kuruluşlarda ve keza münferit devlet kuruluşlarındaki etkisidir. İslâm ülkelerindeki anayasaların doğuşlarındaki temel etken Amerikan Başkanı Roosevelt’in dört ana hürriyeti, Atlantik şartı ve Birleşmiş Milletler Beyannamesidir. Bunların hepsi harp sırasında yada hemen harbin akabinde çıkmış metinlerdir ve bu metinler iki şeyi öne çıkartmıştır. Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin edeceği ve ikincisi kendilerini idare edecek hükümet şeklini seçmede kendilerinin yetkili olacağı, bu iki ilke Birleşmiş Milletlerin temel prensibi olmuş ve bütün bağımsızlığını kazanan ülkelere dikte edilmiştir. Bunun misali ise; Suriyede1930’da Fransız manda anayasası yapmış 1950’de Birleşmiş Milletler desteğiyle yeni anayasa yapılmış. Irak’ta, İngilizlerin kabulüyle 1925 anayasası yapılmış, 1958 darbesi sonrası yeni anayasa yapılmış. Pakistan’da 1948’de anayasa kabul edilmiş. Mısır’da 1923’te Belçika anayasasından mülhem bir anayasa hazırlanmış, 1952 ihtilalından sonra 1956’da yeni anayasa yapılmıştır. Libya’da 1921’de Birleşmiş Milletler Teşkilatı nezaretinde anayasa hazırlanmıştır. Ürdün’de 1946’da İngiltere’nin bağımsızlığını vermesi üzerine anayasa kabul edilmiştir. Yine Sudan gibi örnekler de bunu göstermektedir. Yani İslâm ülkelerindeki anayasa hareketleri biraz önce arkadaşlar tarafından da anlatılan anayasanın batıdaki doğuşuna da uygun olarak devlet iktidarını sınırlamak üzere doğuşu bir tarafa, İslâm ülkelerinde bizzat Birleşmiş Milletler Teşkilatının ve o günkü dünya sistemini temsil eden ülkelerin katkı ve destekleri ve dayatmaları sonucunda doğmuş anayasalardır. Bu haliyle “Kur’an ve anayasa” ilişkisinin hem batıdaki gelişmesi, hem İslâm ülkelerindeki gelişimi dikkate alındığında menfi bir ilişki olduğu ortaya çıkmaktadır.
(Alkışlar)
İsmet Özel: Teşekkür ederim. Sol tarafımdan kuvvetli alkışlar geldi demek ki…(Gülüşmeler) Evet ben bu arada çok laf etmeyeceğim. Mustafa Tosun’a sözü bırakacağım. Ondan sonra herhalde kapanış mahiyetinde bir iki laf ederim. Aslında söylenecek çok şey var ama dediğim gibi Türkiye’de bu işler daha yeni açılıyor. Dediğim gibi Türkiye bu tarz görüşlerin serdedilebileceği bir ülke olmaktan çoktan çıkmıştı. Şimdi ilk defa -siz ne derseniz deyin- “aslında işin aslı budur” diyen insanlar var ve siz de onları dinlemiş olmaktan dolayı talihli insanlar arasına katıldınız. Buyurunuz Mustafa Tosun!
Mustafa tosun:
Teşekkür ederim.
Benim payıma düşen, özelde bu değişikliklerle ne amaçlanması ile ilgili bir konuyu barındırıyor. esasında tüm bu gelişmeler geri dönülmez bir paradigma değişimine yöneliktir.
13. yüzyılda ve 20. yüzyılda iki kez bizler tarafından vatanlaştırılan bu topraklar, bu bin yıl hiç yaşanmamışçasına bir hale getirilmek istenmektedir. Aslında bunu yapmak isteyenler bu isteklerini gizleme ihtiyacı bile hissetmemektedirler. Öylesine ki, bakanlık yapan Bülent Arınç bir röportajında “Türkçe ve İstiklâl Marşı’ndan bir rahatsızlığım yok ama çağın şartlarına göre gerekirse değişebilmeli” diyebilmekte. Yine cumhurbaşkanı her fırsatta, bunun yeni bir fırsat olduğunu söylemekte yine daha önce anayasa taslağı hazırlattırılan Doğu Ergil yine röportajında Osmanlı’nın batı tarafı demokratikleşti şimdi de sıra doğu tarafında diyebiliyor ve yine İstiklâl Marşı’ndan vazgeçersek İstiklâlimizi mi kaybedeceğiz, yıkılacak mıyız diyebiliyor. Bu olaya müdahale konusunda başkaları da atak davranabiliyor. Meselâ TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in eşi Cem Boyner şu sözleri sarf edebiliyor: “Türkiye’de insanların mutluluğu, onuru, haysiyeti bir kısmının değil tümünün birer birer, bu ülkenin bölünmesinden daha önemlidir.” diyebiliyor, bu sözler söylenebiliyor. Tutturulan terane şu üç değişmez maddeye dokunulsun kapsamında gitmekte. Ne istiyorlar? Anayasadan, her yerinden Türklük ibaresinin çıkarılmasını istiyorlar. Ne istiyorlar? Nüfus cüzdanlarından din hanesinin çıkarılmasını, zorunlu din dersinin kaldırılmasını, anadilde eğitim(birilerinin güya), kimliklerin tanınmasını ve merkeziyetçi devlet anlayışının ortadan kaldırılmasını amaçlıyorlar. Oysaki Türk hayatının ayırıcı vasfı merkezi otoriteyle beraber himayeden mahrum tüm bireyleriyle dolaysız bağ ve dayanışma kurabilmesindedir. Devletin federal sisteme geçilerek bu imkânın da tıkanılmasına çalışılmaktadır bu nedenle milli zırh vasfı taşıyan her şey sistem sahipleri tarafından berhava edilmek istenmektedir. Milli zırh vasfı hakikaten Milli devlet özelliklerinin önce ayıklanıp daha sonra yok edilerek ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğün ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır. Esasında amaçlanan Türkiye’nin kendine mahsus yaşama imkânlarının yok edilmesi ve bunun bir daha geri dönülmez şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Bir de buna 1982 yılı sonrası şartların Anayasaya işlenmesi meselesi var meselâ 1982 Anayasasının kabulünden bu yana dünyada birçok değişim meydana geldiği ileri sürülmekte. Meselâ tek kutuplu dünyayla artık Amerika’nın isterleri doğrultusunda bir globalleşme yaşandığı bunun Anayasaya yansıtılması gerektiği iddia edilmekte yine Neo-Liberal iktisadın artık rakipsiz kaldığı iddia edilmektedir ve bunların tümünün 1993 yılında Samuel Huntington’ın medeniyetler çatışması tezi ve buna karşı geliştirildiği iddia edilen evrensel barış ve medeniyetler buluşması gibi tartışmalar yedeğinde veya başatlığında yürütüldüğü ortadadır. Türk Bayrağı, Türkçe, İstiklâl Marşı, Türklük bunların her biri devletin hem dayanağı hem de garantörüdür. Bunlara yönelik değiştirme çaba ve niyetleri doğrudan doğruya devletin varlığını ortadan kaldırmayı amaçlar. İstiklâl Marşı’na duyulan husumet milli zırhın kullanım kılavuzuna duyulan bir husumettir. Bu nedenle, o zaman diyoruz ki “Türk Bayrağı altında, İstiklâl Marşı altında dinini seç Türk ol.”
İsmet Özel: İstiklâl Marşı Derneği’nin gündeme getirmek ve yahut gündem haline getirmek istediği şey hayali, teorik, heveskârane şeyler arasına dâhil edilemez. İstiklâl Marşı Derneği çok bariz, gözle görülebilir, elle tutulabilir şeylerden bahsediyor ve insanların bunlara karşı tavırları konusunda uyarıda bulunuyor. Şimdi yönetim; Türkiye’deki yönetim ve dünyadaki yönetim devamlı olarak insanları eciş bücüş şeylerle oyalıyor. Meselâ bunlardan bir tanesi: Geçenlerde Yunanistan Başbakanı dedi ki; “biz de komşumuz Türkiye gibi IMF’den kurtulmak istiyoruz.” Öyle demedi mi? Bu, aaa ne kadar harika bir şey! Türkiye IMF’den kurtulmuş meselâ! Yani insanlar böyle şeylere… Yani bunu Yunanistan Başbakanı söylüyor, Türkiye’nin IMF’den kurtulduğunu söylüyor. Peki, insanların aklına bir şey geliyor mu? Türkiye madem IMF’den kurtuldu şeker pancarı ziraatına döndü mü? Yani Türkiye’nin IMF’den kurtulduğunu söyleyenler Türkiye’nin eskiden… IMF yasakladı Türkiye’de şeker pancarı ziraatını. Neden IMF Türkiye’nin şeker pancarı ziraatını yasakladı? Çünkü şeker pancarı kendi başına stratejik bir ürün yani sadece şeker elde edilmiyor; küspesinden, her şeyinden istifade edilebilen bir şey. Yani eğer şeker pancarı ziraatı Türkiye’de yaygın ve esas kabul edilirse savaş halinde Türkiye’nin yedeklerinin tükenmesi daha zorlaşacak. Anlatabiliyor muyum? Yani Türkiye’de şeker pancarı buğdayın yerini tutmasa bile destek olabilecek bir şey. Adamlar bunu -hiçbir iktisadî gerekçeleri yok- doğrudan doğruya siyasî gerekçeyle Türkiye’den ayırdılar. Buna benzer çok şey var. Meselâ yıllar önce Mısır’da Assuan Barajı yapıldı. Ne oldu? İşte sulamayı tarımda falan… Palavra!! Assuan Barajı yapılmadan önce dünya soğan piyasasında bir Mısır tekeli vardı. Mısır kendisinde öyle bir stok olduğu için soğan fiyatlarını empoze edebiliyordu. Assuan Barajının yapılmasıyla beraber Mısır bu tekeli kaybetti. Anlatabiliyor muyum? Yani dünyada birilerinin akıllarını böyle hayalî şeylerle yormaya lüzum yok. Birileri birilerine ne yapıyor onu bilmek lâzım. Onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları her bakımdan manalı ve zarurî şeylerdir. Türkiye için de dünya için de. Bu manada Türkiye’nin kendi başının çaresine bakmak meselesi bırakın kalkınmayı, yani gelir düzeyinin yükselmesi… Ama bir ülke olarak “biz buyuz ve buyumuz var” deme imkânı, dünyada hâkimiyet sürdüren güçlerin korkulu rüyasıdır.
Bugün Avrupa birliği halen içinde taşıdığı korku sebebiyle gıda stoku yapıyor. Korktukları şey, yüzyıldır korktukları şey şu: Ya dünya milletleri bizim onarla yaptıklarımızı fark eder de bunun öcünü almaya kalkarsa biz nasıl yaşayacağız? Onun için adamlar başından beri eğer savaş sürerse en azından on sene dayanabilelim diye on senelik stoklar yapıyorlar. Gıda stoku yapıyor Avrupalılar ve o gıda stoku tabi gıda olduğu için bir süre sonra bozuluyor. Onu atıp yeni stoklar yapmak zorundalar. Öyle de yapıyorlar ve bu stokların bütün parasını bizden çıkarıyorlar. Bizden, Hindistan’dan, Kenya’dan, her yerden… Yani Avrupalılar kendilerini savaş halinde yaşatabilecek gıdayı stok ediyorlar ve bunu birçok iktisadî dolambaçla maliyetini bizim üzerimize yıkıyorlar. Söylenecek çok şey var. Ben bilhassa bizim cumhuriyet tarihi boyunca millet olarak yapmaya çalıştığımız şeylerle bunlara mani olanlar arasındaki münasebete temas etmek istiyordum. Onları da başka bir toplantıda, Ramazan’dan sonra konuşuruz inşallah.
Hepinize hayırlı Ramazanlar diliyoruz.
http://player.vimeo.com/video/27626292?title=0&byline=0&portrait=0&color=59a5d1" width="500" height="278" frameborder="0">