Sınıf Bilinci mecmuamızın Yaz nüshasının neşri münasebetiyle Giresun ilimizde tertip edilen "Sınıf Bilinci: Cihadın Mütemmim Cüzü" adlı panelin tam metni:
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti; üç senelik bir neşriyat olarak planladık bunu. Bir sene fasıla veriyoruz. 1439 senesi boyunca Sınıf Bilinci neşretmeyeceğiz; 1440 senesinin ilk ayından itibaren aylık olarak neşredeceğiz inşallah. Bu sene aylık çıkacak “Sınıf Bilinci”nin, mecmuamızın hazırlıklarını yapacağız. Aynı zamanda dört kitabı tamamlar mahiyette bir Elifba hazırlayacağız. Onları beş kitap olarak, takım halinde takdim edeceğiz, inşallah.
Şimdi, salona gelmeden evvel Osman Ağa’nın mezarını ziyaret ettik. “Mezar” ve “ziyaret” kelimeleri akraba, Latin yazısıyla anlaşılmıyor tabii. Orada kitabe hem Latin yazısıyla hem Kur’an harfleriyle yazılı şekilde vardı. Kur’an harfleriyle yazılan metinde “istiklâl harbi” ifadesi vardı, Latin yazısıyla olan metinde “istiklâl savaşı” ifadesi vardı. “Fevkalade hizmetlerinden” bahsediyordu Kur’an harfleriyle olan metinde, Osman Ağa’nın; Latin yazısıyla olan metinde “büyük hizmetlerinden” bahsediyordu. “Teşkil etmiş” diyor Kur’an harfleriyle, Latin harfleriyle olan metinde “meydana getirmiş” diyor. Mesela bu ikisi de Arapça kelime, teşkil ve meydan kelimeleri. Latin yazısı dolayısıyla insanlar ne dediğini bilmez duruma getirilmiştir. “Harp” ve “savaş” kelimeleri mesela. Bu kelimeler zıddıyla beraber anılırlar; “harp” ve “sulh”, “savaş” ve “barış”. Yani “sulh” ve “barış” kelimeleri birbirinden ne kadar uzaksa “harp” ve “savaş” kelimeleri de o kadar uzaktır. Savmakla izah ederler, savaş kelimesini “işteş”dir yani. O yüzden “istiklâl savaşı” dendiği zaman karşılıklı bir istiklâl savaşından bahsedilmiş olur.
“Mütemmim Cüz” ibaresi geçiyor panelimizin isminde. Bu da gene Latin yazısına mahkum edildiğimiz için ne anlama geldiğini pek bilmediğimiz bir kelimedir. Halbuki Kur’an harfleriyle okuyup yazıyor olsak bunun “tamam” kelimesiyle akraba bir kelime olduğunu herkes şıpınişi anlayabilir. Noksan veya fazla olmayan şey “tamam”dır. Mesela sarf ilminde, bugün gramer dedikleri şeyde -bize de okulda öğrettiler- isim tamlaması olur. Sarf ilminde de onlar işte muzafun ileyh, muzaf diye anılır; bir tamlayan olur bir de tamlanan olur. Mesela “Türkün kılıcı” dediğimiz zaman “Türkün” kelimesi “kılıcı” kelimesini tamlar. “Mütemmim” de böyle bir şeydir. Yani “sınıf bilinci”dir cihadı tamlayan şey.
Şimdi, cihad bir sınıf bilinci gerektiriyor zaten. Zira cihaddan bahsedebilmek için dâr’ül-İslâm ve dâr’ül-harp ayrımı yapmak zarureti var. Cihad dar’ül-harpte yapılır, dâr’ül-İslâm’da yapılmaz. Yani Müslüman Müslümanla savaşmaz. Yavuz Sultan Selim’in İran’a sefere çıkarken Şiiler hakkında bunlarla savaşılabilir, bunlar Müslüman değil fetvası alması bu yüzdendir. Gerçi Osmanlı’da fetva meseleleri dikkate değerdir. Devlet-millet ayrımını göstermesi bakımından da dikkate değerdir. Yani vaktimiz kalırsa değiniriz. Dâr’ül-İslâm’ın şartı Müslümanların bir toprak parçasında birinci sınıf insan olduğunun kabul edilmesidir. Yani Müslümanların birinci sınıf insan kabul edilmediği yer dâr’ül-İslâm değildir. Bu sebeple zaten cihadın ön şartıdır bir sınıf bilincine sahip olmak.
Sınıf Bilinci nedir peki? Bu, İstiklâl Marşı Derneği’nin her zaman on senedir söylediği şeyin anlaşılmasına mebnidir aslında. Biz, bu toprakları iki kez vatanlaştırdık. İkisi de cihad neticesinde oldu. Önce haçlıları püskürtüp diyar-ı Rum’u dâr’ül-İslâm haline getirdik; sonra da Hristiyan takvimine göre yirminci asrın başında İstiklâl Harbi’yle, gene bir cihadla vatanımızı elimizde tuttuk. Yani Müslümanların sözünün geçtiği tek toprak parçası olarak elimizde tuttuk. Bu da sınıf bilincinin cihadın mütemmim cüzü olduğunun anlaşılması için elzemdir. Yani dâr’ül-İslâm şarttır dedik cihadın varlığı için. Türkiye’den başka, bir istiklâl harbi verip dâr’ül-İslâm, Müslümanların sözünün geçtiği bir toprak parçasını elde tutma kararlılığı gösteren başka bir Müslüman topluluk olmamıştır. Bu sebeple gene İstiklâl Marşı Derneği’nin on senedir söylediği şeyin anlaşılması zarureti var. Cumhuriyetin ilanı ümmet-i Muhammed’in ikinci hicretidir. Yani biz Mekke’den Medine’ye Mekke’yi fethetmek üzere hicret etmiştik, Cumhuriyet’in ilanının da bu şekilde anlaşılması lüzumu var.
Bir de Yavuz Sultan Selim’in fetva almasından hareketle bir şeyi daha belirtip arkadaşlara vereceğim sözü. Devlet-Millet ayrışması bakımından. Şiilerin Müslüman olmadığına dair Yavuz Sultan Selim fetva aldı Şeyhülislam’dan. Fakat bilhassa İstanbul’un Fethinden sonra Osmanlı Devleti “din asıldır devlet onun fer’i gibi kurulmuştur” hükmünü tersine çeviren allamelerle bir şekilde işini yürüttü. Birinci cihan harbinde Almanlarla yani gavurlarla ittifak edip itilaf devletlerine karşı, yani başka gavurlara karşı, Ruslar İngilizler ve Fransızlara karşı Cihad-ı Ekber ilan etti halife. Buna da ses çıkaran kimse olmadı. Şeyhülislam Hayri Efendi bunun fetvasını vermişti. Daha önce, gavurlarla aleni ilk ittifak Kırım Harbi’nde vuku buldu. Fakat Kırım Harbi’nde gavurlarla ittifaka cevaz vermeyen Şeyhülislam azledilmişti. Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi. O zaman Osmanlı bu sefer İngilizler, Fransızlar ve Piemonte Krallığıyla beraber Ruslara karşı ittifak etmişti. O zaman Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi buna cevaz vermediği için azledilmişti. Deyip Cihad bahsinde mütemmim malumatı bize verecek Lütfi Özaydın’a sözü tevdi ediyorum.
Lütfi Özaydın:
Cihadla ilgili açılış mevzularını ikinci başkanımız izah ediverdi. Ben sadece bunlarla ilgili biraz daha teferruatlı birkaç konuyu anlatmaya çalışacağım. vaktimiz elverirse. Ben hatıra anlatmayı severim, yine bir hatırayla başlamak istiyorum. Bir on sene oldu veya olmadı. Bir komşu ziyareti sırasında konuşuyoruz, ağzımız laf yapıyor ya… İşte Türklük mevzuuna sıra geldi, bütün mevzuları harcadık. Gaza, cihada geldi sıra, bununla alakalı olarak Türk Milleti’nin teşekkül ettiğini Türk Milleti’nin, ister dost ister düşmanları tarafından olsun bu vasıflarla mücehhez olduğunu bildiğini beyan ettim. Bunu söylediğimde, o kendi köyünden bir hatıra nakletti. Hane sahibi bir düğün sırasında, ya kendi köylerinde veya gelin almaya gittikleri başka bir köyde bir hanede oturup sohbet ederlerken, gelin alınmasını beklerlerken, orada bir de 90-100 arasında yaşı tahmin edilen bir hanımın olduğu fakat o hanımın görgüsü bilgisi konuşmasıyla oldukça üst seviyede bir kadın olduğunu söyledi kendisi bana. Tabi böyle kadınlara bizde örflü derler. Örfi demek devlet’e ait demektir. Örfi kanun dediğinde devlete ait kanun… Dışarıdan gelin alayı gürültü yapıyor, silahlar atılıyor, bağırış çağırışlar, davul zurna çalınıyor… Böyle bir gürültü olunca yaşlı teyzemiz şaşırıyor tabi. “Ne oluyor dışarıda ne var, niye böyle bir gürültü oldu?” filan diye şaşırdığını görüyorlar. Herhalde kulakları ağır işitiyor ki böyle bir soru sormuş. Demişler ki bir şey yok, gelin almaya geldiler de köyün gençleri eğleniyor, silah filan atıyorlar. O da şöyle bakmış, demiş ki “Haa, ben de sandım ki gavur kırmaya çıkıyorlar.” Şimdi gavur kırmak. Bit, pire kırar gibi gavur kırmaktan bahsediyor. Bizim memlekette de domuz kırmak tabiri vardır. O tabiri çocukken duydum. Köyün arazisine domuzlar dadanınca işte silahlandılar tüfekleri omuzladılar kuşakları fişekleri kuşandılar çıktılar bir kaç domuz leşiyle döndüler, domuz kırdılar. Hane sahibi arkadaş diyor ki ben şimdi yeni anladım, bu kadın niye “gavur kırıyorlar”, “gavur kırmak” ne? Anladığım şu dedi, demek ki bu hanımın zihninde sevinilecek, şölen yapılacak, tantana yapılacak bir şey varsa bu işte ancak gavur kırmaya giderken yapılır. Belki de bunu o milli mücadeleye giderken insanlar böyle yaptığı için, böyle bir şey aklında kaldı. Bunu tabi biz bilemiyoruz.
İşte bu Türklerin yani bizim milletimizin bu vasıfları dolayısıyla düşmanları ve dostları mevzi aldılar. Arapçaya dair yani Arapça kitapları okuduğumuzda, devamlı benim rastladığım şeydi el-etrak hısn-ül'mü’minin/, el-ğaziyyun/, el-mücahidun/, lafızlarıyla sıfatlanır. Sonunda öyle bir şey geçer. Yani müminin müminlerin kalesi, mücahitler müslimînin, Müslümanların mücahitleri lafızlarıyla Türkleri zikrederler. Türklere karşı olanlar da bunu böyle tavsif ederler, Avrupalı yazarların eserlerinde de rastlıyoruz. Ki Müslüman toplumların içerisindeki bazı yazar çizer takımında da bunlara rastlıyoruz. Mesela bir iki örnek söyleyeyim; Ali Şeriati gibi. Ali Şeriati’nin işte şöyle bir cümlesi var: “Türkler İslâm’a taassubu getirdi. İslam uzlaşmacı bir şeydi, Türkler geldiler ondan sonra bu kesildi, onlar bu ne hal? dediler ellerine silahları aldılar, yani gaza ve cihad yapıp planlarımızı alt üst ettiler demek istiyor. Onun kitaplarında vardır bu mealde cümleler. Modern Arap müelliflerinin kitaplarında da bu minval üzere cümlelere rastlıyoruz. Ben bunları çok önceleri okumuştum. Bunun böyle olmasının sebebi Türkler küfürle, kafirlerle, bizim lisanımızla gavurlarla uzlaşmadılar. Yani onların sözlerini dinleyip “biz anlaşalım”, “gelin şöyle yapalım, böyle yapalım, beraberce bir hayat yaşayalım, böyle bir hayat kuralım, dünya mutlu tertemiz olsun diye böyle bir şey düşünmediler. Onlar gavur kırmayı düşünüyorlardı. Esasında eleştirenler de haklı, hepsi isabetli bu tesbitlerin. Çünkü ilk duyduğumda ben hayret etmiştim şuna; Kudüs’te bir haçlı devleti kuruluyor ve 250 sene yaşıyor. Kocaman Müslüman toplulukların içinde, Müslümanların gözbebeği olan bir yerde haçlı devleti kuruluyor, 250 sene yaşıyor. 50 sene 100 sene yaşayan haçlı kontlukları da var. Urfa Kontluğu Antakya Kontluğu Müslüman topluluklar içinde... Türkler bunun için meydana çıktılar. Çünki o insanlar o Müslümanlar kafirlerle uzlaşma peşindeydiler. Sünneti terk ettiler yani gazayı terk ettiler, nasıl acaba bunlarla uzlaşabiliriz diye düşünürlerken işin böyle olmadığını, sünnete bağlı olmak gerektiğini düşünen insanlar akın akın bu topraklara geldiler ve Türkler oldular. Böyle özetleyebiliriz. Bu topraklara geldiler, haçlıları durdurmak üzere ve elhamdülillah haçlıları durdurdukları gibi gerilettiler. Nereye kadar gerilettiler Türkler onları? Viyana’ya kadar onları gerilettiler. Bundan sonra esamisi okunmuyordu o haçlıların o yüzyıllar boyunca. İşte bu insanlar gavur kırıp, şenlik yapıp, zaferlere erip, taassup içinde silahlarına ve atlarına bağlı olarak yaşadılar. Kendilerinin dışında Müslüman olmayan insanlara da gavur ismini taktılar. Bu çok aşağılayıcı bir vasıf oldu onlar için ve bunlar devamlı bundan kurtulmaya çalıştılar.
Tarihe baktığımızda bunu ayan beyan görebiliriz. Mesela ben Halil İnalcık’tan okumuştum. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu. O da gaza ve cihada bağlamış varlığımızı. Onun bir iddiası var diyor ki; Yalakova’da (Yalakova dediği bu günkü Yalova yani yalak dedikleri sahil manasına geliyor. Sahil yani denizin yaladığı yer. Yalakova denmiş o zaman) Bizans tarihlerinde Bafeus Savaşı diye bir savaş geçiyor, harp geçiyor. Osman Gazi işte bu zaferle parlıyor. Büyük bir zafer bu. Kocaman Bizans İmparatorluğu ve Osman Gazi de o zaman bey falan değil. Çobanoğulları Beyliği’nin ucunda müdafaa yapan bir mücahit, bir gazi. Bu gaza neticesinde büyük bir zafer elde edince ki bizim tarihçiler de onu yazıyor. İşte Aşık Paşazade’de de bunu görmek mümkün o Bizans tarihlerinde de bunu görmek mümkün. Diyor ki; Paflagonyanın (Kastamonu ve civarı) gazileri geldiler ve Osman Gazi’ye biat ettiler ve diğer yerlerden gelen gaziler de olmuş. Yani sen kocaman Bizans İmparatoru’nun ordusunu iki defa yenmiş o savaş’da. Birincisinde yeniyor ikincisinde tekrar toparlanıp tekrar denizden geliyorlar, onları da yeniyor, dolayısıyla Bizans ordusu geri çekilmek zorunda kalıyor. İşte Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu 1302 tarihinde yani hicri tarih olarak bu 702 tarihine denk gelir. Ondan sonra da aynı şekilde onun oğlu da cihad ve gaza ettiği için zaferler kazandığı için çok kolay olarak onun oğluna biat ediyorlar yani Orhan Gazi’ye biat ediyorlar. Osmanlı Devleti de burada böylece kurulmuş oluyor, beylik olarak ve Yalova’da ki o zamanki ismi Yalakova’da darphane kurulup hutbe okutulup kadılar tayin etmeye başlıyor. Buraya dayandırıyor İnalcık. Yani gazaya dayandırıyor biz diyor yani Halil İnalcık’ın tabiriyle biz burada yeni bir ırk oluşturduk. Gaza ve cihada dayanan bir ırk ve o devlet de gaza ve cihad devleti olarak zuhur etti… Geldiler Türkler Osman Gazi’ye, gazi olduğu için gaza yaptığı için biat ettiler ve bir devlet kurulmuş oldu. Ve o insanlar gaza ve cihad için gelip biat edip ona destek verdiler. Gaza devam ettiği müddetce de Osmanlı Devleti varlığını üstün bir şekilde devam ettirdi. Yani gaziler kurdu Osmanlı Devleti’ni. Gazaya devam ettiği müddetçe terakkisi devam etti.
Tarihte kendisine gazi unvanı veren bir de Abdülhamid-i Sani var. İkinci Abdülhamid. Bu kitaplarda ithaf cümlelerinde beratlarda tuğralarda, o tuğranın yanında El Gazi diye bir lafız da vardır. Demek ki böyle bir unvanı almış. Neden? Çünkü Türk milletinin başında olması için Türk milletinin kendisine biat etmesi için, bir kimsenin gazi olması gerekir. Abdülhamid de bundan dolayı, kendi ittihat-ı İslam politikalarını devam ettirmek üzere gazi unvanını aldı ve beratlarda kendi zamanında basılmış kitablarda bununla anılıyordu, bununla kendini andırıyordu. Yine en son gazimiz de, biliyorsunuz, Mustafa Kemal. Kendisi meclisten gazi ve münci unvanını istemiş. Gazi Müslümanları artık memnun etmek için, münci de İslam’a uzak insanlar için bir kurtarıcı, halaskar zabıtan manasında, onları memnun etmek için de böyle bir şey yapmış. Yani gazi ve gaza bizim milletimizin kurucu unsuru. Şimdi bizim milletimizin, Türk milletinin biat etmesi için, asalet falan olması gerekmiyor. Gazi olduğu zaman yetiyor biat edilmesi için. İşte bunu da yine Halil İnancıktan nakledeceğim. Kayı boyu meselesinin bir hurafe olduğunu söylüyor o. Yani böyle kayı boyudur, Oğuz soyudur böyle bir şey yok Osman sadece gazidir, Orhan sadece gazidir, Osman Hanedanının böyle bir boyla alakası yoktur diyor. Peki nereden çıktı bu kayı? Diyor ki Halil İnancık, 1440 yıllarında ikinci murat devrinde bu ortaya çıktı ilk defa Yazıcızade’nin tarihinde, ki Yazıcızade tarafından uydurulduğunu söylüyor. Sebebi de şu: Ankara savaşı olmuş, Timur bütün Anadolu’daki beyleri kendine biat ettirmiş. Oraların beylerini de şehzadelerini de kendine itaat ettirmiş ve buna hakkı olduğunu, bütün beylerin kendisine itaat etmesi zorunlu olduğunu çünkü kendisinin Oğuz boyundan geldiğini, Oğuzlardan geldiğini ve kendisinin Oğuz’un hanedanını temsil ettiğini söylemiş. Bu şekilde bütün Osmanlı şehzadelerini de kendine biat etmesine gerekçe yapmış. Tabii II. Murat, ki Fatih Sultan Mehmet’in babasıdır, hayır diyor. Biz de oğuzların Kayı boyundan geliyoruz. Ondan sonra Kayı damgaları basılıyor her yere. Toplara Fatih Sultan Mehmet Kayı damgaları vuruyor. Ondan sonra bazı şehzadelere Kayı isimleri veriliyor. Ona bağlıyor, yani Timur’un asalet iddia etmesine karşılık “benim babam senin babanı döver” kabilinde ben de asilim, ben sana niye itaat edeyim? ki Kabilinden kayı boyu hikâyesi uydurulduğunu söylüyor. Yani Türk milletinin başında olmak için gaza yapmak gerekiyor. Ve o gaza sana asalet veriyor. Biz izzeti ve şerefi Allah’ın ve Allah'ın resulünün yanında arayan insanlarız. Bunun için Müslüman olduk. Dolayısıyla Osmanlı devletini yaşatan insanlar, ona biat eden insanlar onu, varlığını devam ettiren insanlar gaza ve cihat yaptığı için asiller. Yoksa falanca boydan geliyormuş gibi bu hikayelere göre bunu sağlamıyorlardı.
Şimdi cihadın mütemmim cüzü deyince aklıma Kur’an-ı Kerim’den aklıma Tevbe Suresi 122. Ayette, estaizubillah:
Sadakallahülazim. Yani burada diyor ki, meal olarak söyleyeyim. Müminlerin hepsinin topluca sefere çıkmasının iyi olmayacağını söylüyor bu ayet-i kerime. Her fıkradan bir taifenin dinde derinleşmek üzere yani tefakkuh etmek üzere ve döndüklerinde kavimlerini uyarıp irşat etmek üzere geride kalması gerektiğini ifade ediyor. Yani Müslümanların içerisinden çıkan gaza ederek, gaza etmek üzere çıkan bir taife Türkler. Gaza etmek üzere çıkıyorlar ve bir millet oluyorlar. Bir taife oluyorlar ki, hemen lisan ve iştikak meselesi benim aklıma geliyor. Yani bu da kelimelere dikkat edin diyen “infiru”, Yani “nefer” o kelimeden geliyor. “Taifetün”, işte “tayfa” o kelimeden geliyor. İşte “fırka” olduğu gibi buradan geliyor. Bunların hepsi askeri tabirlerdir. Yani lisanımızda bunlarınn izlerini görmemiz mümkün. Hatta “ahricu” “ihrac” etmek de bunla alakalıdır. “Yahzerun” “hazer” etmek yani sakınmak da bununla alakalıdır. Ve biz bütün bunları yapmak üzere li yetefakkahu, fıkıh ediyoruz, fıkıh yapıyoruz. Yani cihat ve gaza ile meluf ve mevsuf insanlar Türkler. En azından işte bununla vasfolan insanları söylüyoruz. Biz Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaatiz. Türkler ehli sünnetin kalesidir. Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaat. Ve Mızraklı İlmihal’e göre de bunun manası şudur: Resul-ü Ekrem ve ashabı hangi itikat üzere iseler ben dahi o itikat üzereyim demektir. Bir daha söyleyeyim. Ehli sünnet olmanın manası Resul-ü Ekrem ve ashabı hangi itikat üzere iseler ben dahi ol itikat üzereyim demektir. Yani Türkler Resul-ü Ekrem’e ittiba ettiği için Türk oldular. Ve de gaziler olarak kendilerini isimlendirttiler. Hatırlayalım Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem medinede kaç sene kalmıştır? 9 seneye varmıyor. İşte Medine’de 9 sene yaşadı.Ve 9 sene içerisinde 27 veya 28 gazâya çıkmıştır. Gaza ne demektir onu da bir söyleyelim. Gazâ, ya da gazve diye söylüyoruz biz onu. Rasul-i Ekrem’in kendisinin bizzat katıldığı gazâlara biz gazve diyoruz. Eğer kendisi katılmamış da ordu göndermişse, birisinin liderliğinde bir ordu göndermişse, sahabeyi göndermişse ona da biz ne diyoruz? Seriyye diyoruz. Bunu iyi anlayalım. Yani Türkler gâzî olmaktan hoşlanırlar. Yani dillerinde bu daha çok vardır hepsinin. Seriyyeyi biz söylemeyiz yani bizzat çünkü her Türk kendisine gazâyla muvazzaf addeder. Kendisini gazâyla vasıflar ve Türkler de gazâ yapmak üzere teşekkül etmiş bir taifedir.
Şimdi nefer veya tayfa fırka olarak cihadı iyi bilmemiz gerekiyor. Cihâd acaba nedir, cihâd ne değildir? Bunu iyi bilmemiz gerekiyor. Eğer bu bilinmezse şeytanın oyuncağı oluruz ki yıllardan bu tarafa yani çocukluğumdan bu tarafa işte Afgan cihâdı ile başladı hala bir yerlerde cihâd ediliyor ama sonra o cihâdların sonunda bakıyoruz ki Müslümanlar birbirlerinin kanlarını dökmüşler ve kâfir hâkimiyeti tasallutu oralara gelmiş, yani iyi anlamamız gerekiyor bu cihâdın ne olduğunu. Yazısını elinde bulundurmayan bir topluluk nasıl cihâd yapacak? Kendi itikadının yazısı elinde bulunmuyorsa, başka itikatların yazısıyla nasıl bir davaya iddiaya sahip olacaklar? İşte bizim sınıf bilinci mecmuamız bunu anlatmaya çalışıyor.
Bir de cihâdın ne olmadığı çok önemli. Acaba cihâd ne değildir? Çünkü günümüzde memleketimizde çok istismar edilip çokça kullanılıp harcandı bu. Ama çok şükür Kur’an var, hadisler var, fıkıh kitaplarımız var da işin aslını oradan bakıp öğreniyoruz. Şimdi 10-15 sene önce bir arkadaş grubu kendi ev sohbetlerine beni davet etti. Ağzın laf yapıyor böyle bazı şeyleri biliyorsun gel senden istifade edelim diye. Bir defa oldu başka olmadı. Yine cihâd konusu açıldı oradakiler cihâda öyle bir tanım yaptılar ki her şey cihâd! Oturup kitap okuyorsun beraber, o bir cihâd, ondan sonra talebe okutmak üzere para veriyorsun bu da cihâd, ondan sonra parti mitingine katılıyorsun bu bir cihâd, parti mitingine katılmak üzere otobüse biniyorsun bu da zaten büyük bir sefer zaten! ondan sonra bayrak sallıyorsun, kılıç sallamış gibi bu da cihâd… böyle gidiyor yani o kadar iş çığırından çıktı ki cihâd olmayan hiçbir şey kalmadı, yani dolayısıyla bütün amellerimizi cihâd olarak saysak yeridir. Müdahale ettim dedim ki: “Yav böyle bir şey olmaz yani hiç değilse Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine bakın, hadislere bakın! Cihâd denilen hadise nedir? Kur’an-ı Kerim’de de sünnete de fıkıh kitablarında da Allah yolunda küffar ile cana canla yapılan canla veya kan dökmeye kast edilerek yapılan amellere deniliyor. Bu mücadeleye cihâd deniliyor. Yoksa kalemle yazı yazdım ben cihâd ediyorum işte kalem kılıçtan üstündür dolayısıyla silahımız da hazır hemen cihâdı yapmış oluruz, böyle bir şey olmaz neden böyle? Çünkü cihadın böyle kullanıldığı vâkî değil, açın sünen kitaplarını fıkıh kitaplarını, cihâd bahsini, cihâd kelimesine bakın mutlaka küffarla böyle silahlı, boğaz boğaza, kan dökmek kastıyla yapılan hareketler olarak zikreder. Peki mal ile cihâd nedir? İşte bu cana can mücadeleye parayla da destek olmaya da malla cihâd deniliyor yani “ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum” mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz ayeti budur. İşte cihâdı böyle anlamak lazım. Fıkıh kitaplarına bakmamız lazım hadis kitaplarına bakmamız lazım. Yoksa modern dönemlerde yazılan kitaplara bakacak olursak cihâdın içinden bir türlü çıkamayız. Çok kolay onlara göre cihad işte buraya geldik toplandık işte bundan ala cihâd mı olur! Mesela ben burada anlatıyorum siz de dinliyorsunuz, evinizi falan bırakmış gelmişsiniz, işinizi gücünüzü, efendim tatilinizi bırakmış buraya gelmişsiniz bu da bir cihâd! Olmaz tabi böyle bir şey olmaz. Ve bunun tahrif edici bir şey olduğunu -cihâdı böyle anlamanın- uzun uzun anlattım, anlattım çok iyi anladılar. Ve bir daha beni toplantıya çağırmadılar. Çok iyi anladıklarına eminim yani.
Şimdi bazıları cihâdın kelime manasından hareketle ki cihâd işte gayret manasına geliyor. Cehdetmek, gayret etmek, amaçlamak, hedefe ulaşmak için gayret sarfetmek. Ben şimdi Okyanus’a bakmadan duramam. Okyanus’ta çok güzel ifadeler var. Mesela cihâd kelimesinin “cehede” “cehd” kökünden geliyor ve şöyle bir ifade geçiyor aynen söyleyim: “Südün -sütün yani- bilcümle yağını ihrâc eylemek. Ve taama iştihâ eylemek ve taamı çoğunsamak manasına müsta’meldir” diyor Okyanus. O zaman tereyağ çıkarmak üzere yapılan yayık yayma faaliyetine de cihâd, herhalde demeyeceğiz veya iyi işte kaşık sallayan iyi yemek yiyen insana da mücâhid diye bir şey denilebilir mi? yani sözlük manasından hareketle böyle bir şey söylenebilir mi? Elbette söylenemez. Ve benim İsmet Özel Bey’le ilk defa yüz yüze karşılaşmam da bu vesileyle olmuş, böyle bir mevzu geçmişti böyle bir bahis olmuştu. Şöyle onu da söyleyim ondan sonra anlatmaya devam edelim; 1988 yılı olsa gerek babamın hastalığı dolayısıyla, tedavisi dolayısıyla Ankara’da bulunduğumda, işte Sıhhiye’nin oralarda gezerken daha doğrusu hastaneye giderken baktım orada bir ilan: Bir kitapevi açılışı var işte İsmet Özel Bey de orada davetli. Bir de baktım saatine iyi 1 saat var. Gittim işte o kitapevine kendisi hatırlar mı bilmiyorum orayı Sıhhiye’deydi yeri. Orada işte erkenden gittim en ön yeri kaptım tabi karşı karşıya İsmet Bey de geldi, sigarasını da yaktı o zaman sigarayla konuştu, herhalde orada güzel bir konuşma oldu. İşte o zaman 88 yılında İrancılık hareketliliği vardı. Orada İran ile alakalı şeyler sordular, İsmet Bey’de çok kibar kibar İran’ı mahvetti? Yani çok kibar bir şekilde İran’ı eleştirdi. Bir de orada bir meşhur cemaat vardı. Oradan, o cemaatten olduğunu ayan beyan anladığım birisi soru sordu. Çünkü o dönemde İslam dergisi çıkıyor ki İslam mecmuası ilk çıktığında ben Giresun’daydım. Uzun süre devam etti İslam mecmuası. İşte orada arka sayfalarda zannedersem “dünyanın her tarafından cihadlar tefrika ediliyor. Falanca alim ve cihadı, filanca şeyh ve cihadı”. İşte Türkiye’deki şeyh efendileri de söylüyorlar “Şeyh filanca efendi ve cihadı” başlıklar var birsürü şeyler var. İşte herhalde bunlardan etkilenmiş olacak ki oradan birisi soru sordu. Dedi ki “Zahit Kotku ve cihadı hakkında ne dersiniz ?” İsmet Bey’de “ben öyle bir cihad görmüyorum, nerede?” veya “görmedim, nerede olmuş?” diye bir soru sordu veya buna benzer bir şeyler söyleyince, orada diğer birisi ukalaca veya aynı adam? Hatırlamıyorum şöyle bir söz sarf etti alçak sesle “Görmek için göz lazım”. O zaman İsmet Bey duydu tabi söylenilen şeyi “Benim gözüme bile çarpmadıysa bu bahsetmeğe değer bir şey mi?” veya “Ben göremediysem acaba bunu kim görmüş olabilir? Var mı gören?” diye bir şey sordu. Ondan sonra kalktı gittiler. İlk önce İrancılar bırakıp gitti sonra da bunlar bırakıp gittiler.
Herhalde izah etmiş oldum. Çünkü bu hakikaten kanayan bir yara. Cihad deniyor, tamam. Allah yolunda insan kitap yazabilir. Allah elbette onun ecrini zayi etmez, verir. Allah rızası için bir insan, birisine bir para verebilir. Bunun ismi vardır, sadaka vermektir. Veya bir çeşme yaptırabilir veya bir bina yaptırıp orada öğrencilerin kalmasını temin edebilir. Tamam, sadakayı cariyedir. Allah kabul etsin. Bunlar güzel faaliyetlerdir. Yani, ama bunların hepsine birden cihad denilmesi uygun bir şey midir? Veya işte ben parti kurdum, işte biz cihad yapıyoruz ve sizler de partiye üye olarak mücahid sınıfına girebilirsiniz. Böyle bir şey yok. Üstelik nerede görülmüş her beş senedir bir, sadece seçim meydanlarında cihada çıkmak. Yani böyle birşey olur mu? Hatta Bartın’da böyle bir hadise oldu. İlçe yönetim kurulundan bir genç var, bizim öğrencimizdi. Mezun olmuştu okuldan. “Ne yapıyorsun şu sıralar” diye sordum, “Cihada gidiyoruz” dedi. “Ne cihadı?” dedim, hakikatten Afganistan’a mı gidecek yoksa bir yerlere gidip cihat mı yapacaksın dedim “Hayır” dedi “köylere tebliğ faaliyetine”. “Haa parti propagandasına gidiyorsun” dedim. “Ne yani bu cihad değil mi?” dedi. İşte insanlar böyle anlamaya başladılar.
Gelelim lisan meselesine. Yani Kur’an-ı Kerim okuyarak meydana gelmiş bir topluluğuz biz. Daha doğrusu, bizim dedelerimiz, bize bu ismin verilmesini sağlayan dedelerimiz, bu topraklara cihad ve gaza üzere geldiler. Ve dolayısıyla Allahu Teala onlara bir lisan-ı sıdk bahşetti. Allahu Teala kendi yolunda gayret edenlere elbette güzel bir lisan-ı sıdk –Kur’an-ı Kerim’de bulabilirsiniz bu ifadeyi– bahşetmiştir ve Kur’an-ı Kerim’in lisanı ile konuşmaya başladılar. Biz, “etmek” derken de Kur’an-ı Kerim’den aldık bu ifadeyi, “eylemek” derken de bu kelimeyi Kur’an’dan aldık, “yapmak” dediğimiz zaman da bu kelimeyi Kur’an’dan aldık. Biz tokamızı da Kur’an-ı Kerim’den aldık, çelik çomağımızı da Kur’an-ı Kerim’den aldık. Biz çulumuzu da çaputumuzu da Kur’an-ı Kerim’den aldık. Kelimelerin kökenlerine bakıp bunu öğrenebilirsiniz. İşte Kur’an-ı Kerim okuyan ve hadise bağlı olan insanlar, sünnete, Rasûllullah’ın sünnetine bağlı olan insanlar böyle bir dile sahip oldu ki yine burada da bir hatıramdan bahsetmek istiyorum. Bu hatıra da Giresun’la alakalı. İki yıl burada okudum. 83 ile 85 yılları arasında ki o zaman ki ismi Eğitim Yüksek Okuluydu. Debboyda (Giresunda bir mevki) biliyorsunuz o okul. Orada, kısaca söyleyeyim Şevket Hoca biyoloji dersimize giriyordu. O da, insan vücudundaki vazifeleri gören sistemler konusu geldiğinde, her sitem bir öğrenciye ödev olarak verildi gönüllü olarak. Fakat sindirim sistemi için kimse çıkmadı, kurra çektiler o da bana çıktı. Ondan sonra ben anlatmak zorunda kaldım. Bir hafta içerisinde çalıştım, elli dakika ders boyunca bunu anlatacaktım, hoca da ona göre not verecekti. Bir bakıma iyiydi yani, bedavadan, vizelerin zayıf olsa bile geçebilirdik yani. Hazırlıklarımı yaptım, maketler tablolarla anlatmaya başladım. Tam bitirmeme yakın zil çaldı. Hoca devam etti, bitir dedi konuyu ben de bitirdim. Biter bitmez geldi yanıma, elini uzattı tebrik etti. Ve ilk söylediği şuydu “Sen hafız mısın?”. Şimdi ben bir türlü mevzuyu anlamadım yani bana niye hafız diyor, halbuki ben biyoloji anlattım, Kur’an-ı Kerim okumadım ki. Yani bana niye sen hafız mısın? diye sordu. Tabi ben aynı şeylere sorulara maruz kalınca tabi tekrar tekrar o zaman anladım. Neden dini eğitimle lisanım arasındaki bağı. Dersten sonra da arkadaşlar da tebrik ettiler çünkü sessiz sedasız dinlemişlerdi. Yani dedim kendi kendime acaba beğenmediler mi hiç kimse bir şey söylemiyor. Hatta sen bu kelimeyi niye böyle söyledin? veya sen niye bu kelimeyi kullandın? gibi sorular sordular. Yıllar sonra ben anladım. Çünkü Kur’an-ı Kerim okuduğum için. Bizim evde Kur’an-ı Kerim okumadan kurtulmak yoktu yani. Hem dedem başımızda, hem babam başımızda, onların destekçisi de annemdi. Şimdi bırakıp kaçsam mutlaka biri yakalıyor. Kur’an-ı Kerim okumak zorundasın, ezberlemek zorundasın yani o da bitiyor tekrar baştan başlıyor veya ondan sonra Arapça okuyacaksın diyorlar, daha ilkokula gitmiyorum ezberletiyorlar bir sürü şey, yani yaz tatili olmasını da istemezdim ayrıca, okula gidip biraz nefes alabiliyordum, böyle bir şeydi bizim ev, yani bu zoraki eğitimin demek ki bende böyle bir şey olmuş böyle bir haslet husule getirmiş olmalı ki kelimeleri böyle herhalde Kur’anı Kerime uygun olarak mı kullanıyorum? Bilmiyorum. Gene en son bu cumhurbaşkanlığı seçimlerindeydi. İşte elit takımın olduğu bir okula denk geldim seçim sandık kurulu başkanı olarak Kandilli ilkokulu, o yalıların olduğu yer ki beyaz Türkler diyorlar onlara Diyorlar ya artık kara mı beyaz mı bilmiyoruz. Orda şimdi cümleler kuruyorum, sandık kurulu da enteresan biri profesör emeklisi birisi diş hekimi birisi doktor birisi başka bir şey. Böyle cümleler kuruyorum bazı ifadeler kullanıyorum falan dikkatli dikkatli dinliyorlar hatta kelimeleri not alıyorlar, Allah Allah bu neyin nesi bu, 3 tane aday vardı seçimde ya üçünün de isimleri ikişer kelimeden fazla. Recep Tayyip Erdoğan, işte Ekmeleddîn İhsânoğlu ondan sonra Selahaddin Demirtaş diye telaffuz ediyorum tabi. Bu şekilde telaffuz etmem, Ekmeleddîn İhsânoğlu diye telaffuz ve tecvide uygun söylüyorum. ayıp yani bu şekilden başka telaffuz edilmez İhsânoğlu diye biz böyle alışmışız Ekmeleddîn diye uzatıyoruz mesela din kelimesini uzatmak lazım bunu bilmemiz lazım Recep Tayyip diye şeddeyi vurmamız lazım falan. Bu sefer bıktım söylemekten. çünkü özellikle orada Ekmeleddîn’e çok oy çıktı, Ekmeleddîn diye diye artık kısa kesmeye başladım, Erdoğan derken hepsi birden ne oluyor dediler ne güzel söylüyordun dediler. "Yoruldum" dedim. "Yok" dediler biz önceki gibi söylemeni bekleriz özellikle bunu isteriz musiki gibi dediler. Demek ki herhalde Kur’an-ı Kerim okumak bu ilimlerle uğraşmak lisanımıza demek ki böyle bir şey kazandırıyor. Tabi bunla ilgili söyleyeceğim çok şey var da, ben yine de burada diğer arkadaşlara sözü bırakmak istiyorum. Sınıf bilinci varlığının ve fıtratının kulluğa yaraşır bir hassaya sahip olmamız yani Türklüğümüzün ve mensubiyetimiz şuuruna varmamıza vesile olması niyazıyla.
Esselamualeyküm ve rahmetullah.
Gökhan Göbel: Lütfi Özaydın’a teşekkür ediyoruz. Şimdi İstanbul şubemiz üyesi Muttaki Ünlü’ye sözü tevdi ediyorum.
Muttaki Ünlü:
Sınıf Bilinci mecmuasının Yaz sayısı sebebiyle bu toplantıyı yapıyoruz. Bu mecmuayı çıkarmamızın gayesi en başta yazımızı geri almak. En başta yazımızı geri almak için çıkarıyoruz bu mecmuayı; çünkü yazımızı geri aldığımız zaman her şeyimizi geri almış olacağız. Yazımızı geri alacağız. Yazımızı geri almak konusunda bir tavır ve kararlılık sergiliyoruz çünkü yazımız olmadan lisanımızın olmayacağını biliyoruz. Türkçe konuşabilmek için Türkçe yazabiliyor olmamız gerekir. Ve zaten yazımızı elimizden alanlar da bunu çok iyi bildikleri için Kur’an harflerini yasakladılar. Türkçe konuşmayalım, bir Türk gibi tekellüm etmeyelim diye yaptılar bunu. Fakat yine de Türk ve Türkçe lafzından vazgeçemediler. Kur’an harfleriyle yazdığımız zaman ona Osmanlıca, Avrupa menşeli Latin harfleriyle yazınca ona Türkçe dediler. Aynı cümleyi Latin harfleriyle yazınca Türkçe oluyor, Kur’an harfleriyle yazınca Osmanlıca; yani Türkler için ve Türkçe için esas olan Latin harfleriymiş. Bunu böyle kabul ettirdiler çünkü Türk ve Türkçe lafzından vaz geçilemiyordu. Latin harflerini kabul ettirmek için ona Türkçe demek zorundaydılar. Çünkü Kur’an harflerini terkle Türkçeyi de terk etmiş bulunduk diyerek gerçeği itiraf etselerdi birileri çıkıp “Biz Türküz, lisanımızı da terk etmiyoruz” diyecekti.
Bizim neşrettiğimiz Ana Dile Eğilim kitabında mesela “Ali Ata Bak” cümlesi yazar. Şimdi bu cümlenin neresi Osmanlıca, “Ali Ata Bak”? Bu cümle ilkokulda çocuklara Latin harfleriyle öğretiliyor. Fakat biz Ana Dile Eğilim kitabında bunu Kur’an harfleriyle yazınca buna Osmanlıca diyorlar. Ana Dile Eğilim kitabı ve bizim bütün Kur’an harfleriyle neşrettiğimiz kitaplar kitapçılarda ve internette Osmanlıca kategorisi altında satılıyor. Çünkü dediğim gibi Kur’an harflerine Türkçe lafzından başka bir şeyle hitap etmeleri gerekiyordu; Türk lafzına yaslanmaya mecburdular. Bugün 2017 yılındayız, 1928’deki harf inkılabının üzerinden 89 sene geçti Türk lafzından ancak vaz geçilebiliniyor mesela artık Türk yerine Türkiyelilik diye bir laf teklif etmeye cüret edilebiliniyor.
Türkçe yani Türk gibi konuşmak istememiz Müslümanca yaşamak istememizle doğrudan alakalı bir şey. İsmet Özel’in yeni kitabı Dil ile İkrar’da sözlerin insanı sevk ettiğinden bahseder. “Sözler işleri döndürüyor ve biz insanları sevk ediyor” der. Dolayısıyla hangi sözü sarf ettiğimiz çok mühim. Sarf ettiğimiz sözler bizi bir yerlere sevk ediyor. Biz sarf ettiğimiz sözlere göre bir yerlere sevk oluyoruz. Fakat nereye sevk olunmak istiyoruz? Müslümanca yaşamak mı istiyoruz yoksa dünya hayatının esas olduğu zannı içinde miyiz? İşte Türkçe konuşmak bunun için önemli.
Her başımıza gelen şeyin sorumlusu olarak kendi dualarımızı biliyoruz ve kabul ediyoruz. Aynı şekilde Allah’ın bize tekellüm ettiğimiz lisanı vermesinin de dualarımız dolayısıyla olduğunu bilmemiz lazım. Kim ne istiyorsa Allah ona onu veriyor ve de lisanımız da bu şekilde. Bunun için mesela biz Türkler belli bir şeyi istediğimiz için “şehid” kelimesini kullanıyoruz, buna mukabil İngiliz de başka bir şey istediği için “martyr” diyor. Biz “şehid” kelimesini sarf ederek bir yöne sevk oluyoruz, İngiliz de “martyr” diyerek başka bir yöne sevk oluyor. Yani bu iki kelime aynı manaya gelmez, asla gelmez. Ve fakat bu kelimeler bütün tercümelerde mecburen birbiri yerine kullanılır. Yani “şehid”, “martyr” diye tercüme edilir İngilizceye. Tanımını yapacak olursak İngilizcedeki “martyr” kelimesi dînî veya siyasî inançlarından dolayı ölen kişiye denir yani o inançlar ne olursa olsun. Mesela küresel ısınmaya karşı mücadele veren birisi, bu uğurda ölürse ona “martyr” denir İngilizce’de. Ve bu tam olarak bu kelimenin manasına uygundur yani. Hatta “martyr to” şeklinde de söylenir. Yani şehid diye çevirecek olursak bir şey için şehid olmak demek. Yani Allah’ın yolunun gayrısı için de şehid olunabilir. Mesela “He was a martyr to the cause of racial harmony” diye bir cümleye rastlayabilirsiniz, bu cümleyi bir İngilizce sözlüğün martyr maddesinden aldım; “Irksal harmoni mücadelesi için şehid oldu” demek. Yani adam bütün ırkların eşit olduğunu savunup öldüğü için şehit deniliyor ona. Yani demek ki dediğim gibi Allah yolunun gayrısı için de şehid olunuyor İngiliz’e göre. Bu işte gavur kafası ve de Amerikan kafası çünkü Amerikancada da bu böyle. O yüzden mesela Amerika’da Malcolm X de Martin Luther King de herkes tarafından şehit yani martyr kabul edilir ve öyle söylenir çünkü ikisinin de kendi davaları yolunda öldüğüne kimse itiraz etmez. Halbuki Malcolm X Müslüman, Martin Luther King Hristiyandı, bir kafirdi yani. Diğer taraftan Türkçede ve Kur’an-ı Kerim’de şehid hepimizin bildiği gibi yalnızca Allah yolunda ölen ve öldürülenlere denir. Yani şehid İslam uğruna ölenden başkası olmaz. Şimdi bu da Türklerin kafası.
Bugünse demokrasi için ölenlere şehit deniliyor. Neden? Çünkü insanlar Türkçe konuşmuyor, Türkçedeki şehid kelimesini telaffuz etmiyor insanlar. İnsanların dilleriyle ikrar ettiklerini kalp ile tasdik etmeye niyetleri yok. Demokrasi için öldü denilerek şehit sayılıyor adam. Halbuki şehid, kelimenin tanımı itibariyle Allah yolunda ölenlere denir. Buna rağmen “demokrasi şehidi” diye bir ifadeyi en azından absürt bulmayan bu insanlar aslında Amerikancadaki “martyr” kelimesinin bir tercümesi olarak şehid kelimesini telaffuz ediyorlar. Dolayısıyla hangi din olursa olsun, hangi siyaset olursa olsun bir dava uğruna ölmüş olan herkes şehit sayılabilir onlara göre. Yoksa Türkçe konuşmuyor bu insanlar, Amerikanca konuşuyor. Dolayısıyla içimizde ne kadar Amerikalı olduğunu fark etmemiz lazım. Fakat eğer yazımız elimizden alınmamış olsaydı bu saçmalıklar peyda olabilir miydi? Aramızda Türkçe bilen yani Türkçe bilen insanlar olsaydı bu saçmalıkların peyda olamayacağını savunuyoruz çünkü neyin ne olduğunu bilen insanlar olacaktık.
Mecmuamızın adını Sınıf Bilinci koyduk. Bu “sınıf bilinci” ibaresi hepimizin bildiği gibi bütün dünyada Marksist düşünce içerisinde anlaşıldığı kadarıyla telaffuz edilir. “Sınıf bilinci” dendiği zaman bütün dünyada Marksizm’de anlatılan ezilen veya sömürülen işçi sınıfının kim olduğunun, nerede olduğunun farkına varması şeklinde anlaşılır. Ve bu ibare İstiklâl Marşı Derneği dışında her yerde Marksist düşüncede tanımlandığı şekilde ikrar edilir. Mesela Türkiye’de 1988-1999 yılları arasında çıkmış “Sınıf Bilinci” isimli, kendini “devrimci, marksist, teorik, politik dergi” olarak tanımlayan bir dergi vardır. Aynı şekilde dünya kadar metin bulabilirsiniz “sınıf bilinci” ibaresini literatürde ararsanız. Hepsi Marksist bir kavram olarak karşınıza çıkar. İstiklâl Marşı Derneği müktesebatı dışında her yerde bu böyle anlaşılır, Türkiye’de ve dünyada. Neden? Çünkü tercüme bir ibaredir onların telaffuz ettiği. Literatürde İngilizce olarak class consciousness denir ve İstiklâl Marşı Derneği dışında her yerde sınıf bilinci denildiğinde aslında class consciousness’ın tercümesidir o. Peki class consciousness veyahut bunun tercümesi olarak sınıf bilinci nedir?
Marksizm’de sınıf denildiği zaman ilk akla gelen şey sınıf çatışmasıdır. Sınıfların çıkarlarının tabiî olarak birbirine ters düştüğü kabul edilir. Ve tarih boyunca her zaman bir sınıf mücadelesinden söz edilir. Böyle söyler Marks: Bütün insanlık tarihi sınıf mücadelesinden ibarettir.
Öncelikle tarihin belli bir yönde ilerleyen bir şey olduğu kabul ediliyor. Köleci toplumdan feodal topluma geçilmiştir, feodal toplumdan da kapitalist topluma ulaşılmıştır. Kapitalist toplumdan sonra da sınıfsız topluma varılacağı kabul edilir. Sınıf çatışması da bu ilerleyişin motorudur, can kaynağıdır. Köleci toplumda köleler ve köle sahipleri çatışır ve bunun sonunda bir devrim olur ve bu devrimle beraber yeni sınıflar ortaya çıkar: feodal beyler ve serfler yani köylüler. Sonra feodal beyler ve köylüler çatışır ve yine devrimle bu sefer burjuva sınıfı ve işçi sınıfı ortaya çıkar. İşçi sınıfının burjuva sınıfıyla çatışmasıyla vuku bulacak devrimle de kapitalizmin yıkılacağı ve en sonunda da sınıfsız bir topluma varılacağı söylenir. Dolayısıyla bu ilerleyişi sağlayan sınıf çatışmasıdır.
Sınıf dediğimiz şey de, Marksizm’de, üretim ilişkileri ile belirlenen bir şeydir. Üretim ilişkileri dediğimiz şey ise insanların üretim araçlarıyla olan ilişkisidir. Ve bu ilişki sahiplik ilişkisidir. Yani üretim araçlarına sahip misin değil misin? Dolayısıyla esas olarak iki sınıf vardır Marksizm’de: üretim araçlarına sahip olanlar ve üretim araçlarına sahip olmayanlar. Üretim araçları nedir? İnsanın emek sarf ederek bir ürün ortaya çıkarması için lazım olan şeyler. Mesela domates yetiştirmeniz için tarlaya işte tohuma vs. ihtiyacınız var; ya da mesela piyasayla rekabet edebilmek için üretimi artırmanız lazım bu yüzden traktöre ihtiyacınız var. Ve yahut da cep telefonu imal etmek için mesela bir sürü makine lazım ve de maden lazım. Bütün bunlara üretim araçları diyoruz. İşte bu üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar iki sınıf teşkil ediyor.
Şimdi, bu üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanların çıkarlarının birbirine ters düşmesi sömürü sebebiyledir. Sömürü dediğimiz şey de üretim araçlarına sahip olmayan sınıfın yani emeğinden başka bir şeye sahip olmayan sınıfın ürettiği artı değerin onun elinden alınmasına deniyor.
Şimdi, Adam Smith insanlar arasında bir alış veriş olduğunda aslında alınan verilen şeyin insanların emeği olduğunu söyler. Yani ben domates yetiştiriyorum bir başkası da t-shirt üretiyor mesela. Şimdi ben mesela ortalama 1 saatte 1 kilo domates yetiştiriyorum, bir başkası da 1 saatte 1 tane t-shirt imal ediyor; Adam Smith diyor ki o zaman 1 kilo domates 1 t-shirt değerindedir. Yani esas olan harcadığımız emektir diyor, dolayısıyla ben 1 saat emek harcayarak ürettiğim şeyi verip senin bir saat emek harcayarak ürettiğin şeyi satın alıyorum. Bu durumda diyelim ki t-shirt üretimini hızlandıracak bazı teknikler geliştirdiniz, yeni bir makine icat ettiniz mesela; artık 1 saatte 1 t-shirt değil 10 t-shirt yapıyorsunuz. Bu durumda 1 kilo domates artık 10 t-shirt değerindedir diyor, çünkü gene 1 saatlik emeği 1 saatlik emeğe değiştiriyorsunuz. Çünkü esas olan ne kadar emek harcadığımız. Şimdi bunları Adam Smith söylüyor fakat Karl Marks da bunu onaylar. Adam Smith’in başka her şeyi geri plana itip emeği yani iş gücünü alış verişin ölçüsü olarak öne çıkarmasını çok doğru ve yerinde bulur Marks. Ve kapitalizmde işçinin, yani üretim araçlarına sahip olmayan sınıfın sömürülmesi de bu esas üzerine oturur. Şimdi ben harcadığım 1 saatlik emeğimle başka birinin sarf ettiği 1 saatlik emeği satın alabilmeliyim. Fakat alamıyorum. Nasıl? Çünkü emeğimin karşılığını alamıyorum. Diyelim ki bir işçi günde 8 saat çalışıyor ve 100 lira yevmiye alıyor. Ve diyelim ki bir günde çalıştığı o 8 saatte 80 tane t-shirt üretiyor, bir t-shirt’ün değeri de 10 lira olsa 800 liralık mal üretmiş oluyor. Şimdi bu işçi 8 saatte 80 t-shirt ürettiğine göre çarşıya çıktığı zaman bir günde sarf ettiği emeğin karşılığı olarak 80 t-shirt satın alabilmesi lazım. Fakat 80 t-shirt alabilmesi için 800 lirası olması lazım, fakat o 100 lira alıyor. Dolayısıyla işçi, kendi sarf ettiği emekle, ona eş değer başka bir emeği satın alamıyor. Kendisi bir günde 80 t-shirt üretiyor ama ona verdiği emeğe karşılık eline geçenle 10 tane t-shirt alabiliyor ancak. İşte işçinin 800 liralık mal üretip de bunun sadece 100 lirasının eline geçmesi ve geri kalan 700 liranın patronun yani fabrikanın sahibinin eline geçmesine sömürü deniliyor.
Şimdi sınıf bilinci dediğimiz şeye gelecek olursak, sınıf bilinci bugün sömürülen sınıfın, yani emeğini katarak üretim yapan ve fakat emeğinin karşılığını tam olarak alamayan işçi sınıfının sömürüldüğünün farkına varmasına deniyor Marksist literatürde. Dolayısıyla sömürüldüğünün farkına varan işçi de kimsenin makinelerin ve fabrikaların sahibi olmadığı yani patronların olmadığı, herkesin ürettiğinin karşılığını tam olarak aldığı bir dünya için mücadele edecek, sonunda sınıfsız bir topluma yani üretim araçlarının sahibi olanlar ve olmayanlar diye sınıfların olmadığı bir topluma varılacak. Sınıf bilincine sahip olmak demek bu demek.
Şimdi Marksizm’de sınıf bilinci kavramından bahsediliyor çünkü bu bilince sahip olmamak da mümkün. Fakat insanlar Marksist manada sınıf bilincine sahip olmasalar dahi o sınıfa mensub kabul edilirler. Yani siz sömürüldüğünüzün farkında olmayıp hayatınızdan memnun bir şekilde yaşasanız da işçi sınıfının bir ferdi kabul edilirsiniz. Yani sizin işçi sınıfının bir mensubu olup olmamanız tamamen maddi şartlar neticesiyledir. Eğer maddi olarak kapitalist ekonomi içerisinde üretim araçlarına sahip değilseniz işçi sınıfındansınız. Bunun farkında olun veya olmayın. Bunun farkına varıp bir şeyler yapmak gerekiyor, ayrı mesele. Ama sizin hangi sınıfa mensub olduğunuzu maddi şartlar belirler. Fakat Türklüğe mensub olmak ya da olmamak tamamıyla tercih meselesidir. O yüzden biz “Dinini seç, Türk ol!” diyoruz. Yani Türk olmak bir tercih meselesidir. Türk olmayı bir tercih olmaktan çıkarıp bunu annesinden, babasından devşirdiği bir şey telakki edip kendisi hak etmediği bir kimlik olarak “Türküm ben” diyenlere biz “Nerenden belli?” diyoruz.
Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği olarak bizim telaffuz ettiğimiz ve mecmuamızı adlandırdığımız Sınıf Bilinci’nin bütün bu anlattıklarımla da hiç alakası yok. Çünkü biz başkaları gibi “class consciousness”ın bir tercümesi olarak anlamıyoruz bu ibareyi.
Öncelikle “sınıf” kelimesi Türkçede müsbet bir mana ihtiva eder. Bunu esnaf kelimesinden anlayabiliriz. “Ben esnafım” dediği zaman bir insan kendisinden zarar gelmeyecek, güvenilir adam olduğunu söylemiş oluyor Türkçede. “Ben esnafım” demenin bu müsbet manayı kaybetmesi de lisanımızın tahrip edilmesiyle alakalıdır. Bugün artık “ben esnafım” dediği zaman insanlar “ben de biliyorum ne dolaplar çevirdiğini” demiş oluyor. Mesela alış veriş yapmak üzere pazarlık yapıyorsunuz, indirim istiyorsunuz ve satıcı “Kurtarmıyor” diyor. Siz de diyorsunuz ki “Biz de esnafız” yani “nasıl adam dolandırıldığını ben de gayet iyi biliyorum”. Yani kurtarmıyor derken yalan söylüyorsun diyor. İşte bizim “Ben esnafım” dendiğinde güvenilir adam olmanın işaret edildiği bir lisana kavuşmak istememiz lazım. Buna talip olmalıyız.
Sınıf Bilinci dediğimiz zaman peki biz neye işaret ediyoruz? Sınıf bilinci dediğimiz zaman biz 13ncü yüzyılda Dâr’ül-İslam kıldığımız diyar-ı Rum’da sadece Müslümanların birinci sınıf insan sayıldığının bilincine varmağı anlıyoruz. Türk topraklarında sadece Müslüman olanlar 1nci sınıf insan kabul edildi ve bu bütün dünyada sadece Türk İli’nde oldu. Türk İli’nde Müslümanlar üstün sayıldı ve Müslüman olmayanlar ancak bu topraklarda sadece Müslümanların sözünün geçtiğini, bu toprakların sahibinin Müslümanlar yani Türkler olduğunu kabul ederlerse canları ve malları güvende olarak yaşayabildiler. İşte “sınıf bilinci” dediğimiz zaman biz bunu kastediyoruz. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Gökhan Göbel: Biz de Muttaki Ünlü’ye teşekkür ediyoruz. Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği Genel Sekreteri Mustafa Tosun’a sözü veriyorum.
Mustafa Tosun:
Teşekkür ederim.
Hoşgeldiniz. Sayın Fahrî Başkanımız, Sayın Genel Başkanımız, üyelerimiz, misafirlerimiz hepinize teşekkür ediyorum geldiğiniz için. Yakınlarda bir yoklama alındı ben de alsam mı diye düşünüyorum. Acaba bir yoklama alayım ama konusu biraz farklı. Türk olanlar olmayanlar diye yapsam Türk olmayan çıkar mı diye de merak ediyorum ama yoklama yapmayacağım.
Şimdi Türklükten bahsediyoruz, Türkçeden bahsediyoruz. Acaba bunları derken neyi kastediyoruz. Yani daha başta insan derken neden bahsediyoruz acaba. Şimdi bize yutturulan bir şey var yani üç bin, dört bin yıldır Türk diye bir kavim vardı bu buraya geldi deniyor. İşte Orta Asya’dan getirilen Türkçe diye bir dil vardı diye yutturuluyor. Eğer bilimsel bilgi denilen tuzağa düşersek; bilim yaptığını zannettiğimiz sistem sahiplerinin kategorilerine sığışmayı marifet sanabiliriz. Bilimsel safsatalara Türklük konusunda kanarsak, kananlara şunu da sormak gerekir. Madem bilimsel düşüncenin gerekleri ve isterleri kabule şayandır. O zaman tuzağın diğerlerine de düşmek mi lazım? Madem Türklük İslam’la mukayyet değildir o zaman insan da maymundan gelmiştir demen muhtemeldir. Bunu da kabul etmen lazım olabilir. Yani aslında benzer kafa yapısının ürünü şeylerle karşı karşıyayız. Yani seni bir görüntü benzerliğinden, seni bir yere sıkıştıran aynı gavur kafası. Türklüğü de İslam öncesine dayandırmaya, Türkçeyi de Ural-Altay dil grubu falan filan diye bunlara dayandırmaya çalışıyorlar. Ama işin aslı bu değildir. Türklük, insanlığın yaratılışında olduğu gibi şeytanın muhalefetini aşmakla mümkündür. Bu şeytanın Adem’e secde et emrine karşı duran İblis’e benzer şekilde sefer et emrine (Tebük) sefer etmem ibadet etmek için mescit yapacağız diyen münafıklıktan sıyrılarak kavuşulan karakterin adı olmuştur Türklük. Adem’i cennetten uzaklaştıran ve mühlet alan İblis gibi Hulefâ-i Râşidîn dönemi sonrası ısırıcı saltanatın vücut bulması vakıası Müslümanların yakasına musallat olmuştur. Adem ve Havva’nın tövbesi kabul olunmuştur. Türklük tövbe ehli olmaktır.
Biz Türklüğün bir millet ama farklı bir millet olduğunu ifade ettiğimizde benim karşıma hemen şu cümlelerle çıkıyorlar. Rasûl-ü Ekrem'in veda hutbesinde ki “acemin araba üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takvadadır” demiştir. Sen nasıl Türk'ün üstünlüğünden bahsedebilirsin? Adam zannediyor ki beni çıkılamaz bir alana hapsetti. Oysa ki tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Yani burada Araplık Acemlik değil takva sahibi olmak insanı üstün kılar deniyor. Peki Türklük nedir? Kafirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denilir. Kafirle çatışmayı göze almak takvanın en mükemmel hali değil midir? Bunu yapmıyorsan zaten Türk değilsin. Yapabiliyorsan takvalı oluyorsun. Takvalı ve Türk olduğunda da Rasûl-ü Ekrem'in “üstünlük takvadadır” sözünün muhatabı oluyorsun. Omlet yapmak istiyorsan Yumurtayı kıracaksın. Yani takva bu, yani adam aslında kendi kendisine Türklüğün diğer şeylerden farklı olduğunu ifade etmek zorunda kalıyor. Bunun Türklük ve Müslümanlığın bu özdeşliğinin farkında olanlar bu geçtiğimiz asırda planlarını yaptılar. Ne yaptılar? Bir yandan İslâm’la zaman zaman geçişse bile alakası olmayan bir Türklük icat etmeye çalıştılar, bir yandan bu yürüdü. Diğer bir yandan ise Türklük diye bir şey var dediler. Senin seccadeni serdiğin her yer senin vatanındır, dünya vatandaşısın falan filan. Böyle bir İslamcılık icat edildi. Bu aslında etle kemiği ayırmak için yapılan bir projeydi bu proje de zamanında iş gördü, zamanında da bu babaların oğulları birleştiler. Artık aynı kabinede bakanlık yapar hale geldiler.
Oysa ki bu Türklük konusundaki kafa karışıklığı Türkçe konusunda da var. Bir defa Kur’an harfleriyle yazıldı İstiklâl Marşı. Cumhuriyet’in ilân edilmesi de Kur’an harfleriyle oldu. Şimdi, bize diyorlar ki: işte “bu eski yazı zordur şudur budur.” Ama bize şunu söylemiyorlar: Ruslar Kiril alfabesi kullanıyorlar. Çinliler başka bir alfabe kullanıyorlar; Japonlar, Hintliler... Yani o dilleri Latin harfleriyle yazmaya kalksanız eciş bücüş bir şey ortaya çıkıyor. Bu, Türkçe’de, Kur’an’dan doğmuş bir dilde daha da çok ortaya çıkıyor. Meselâ biz, -buraya gelmez ama- vâli gelseydi, biz ona “vâli” diyoruz. Niye? Biz Kur’an harflerini bilen insanlardan duyduğumuz için hâlâ “vâli” diyoruz. Eğer bir zaman sonra olacak belki bu olan şey: Vali geldi. Benim şimdi arkadaşım var. Adı, Hâkan diyoruz, biliyoruz yani oradaki “a” farklı. Şimdi: Hakan geldi. Bunun gibi binlerce misal getirebiliriz. Biz aslında dedelerimizin yani bu işi az buçuk bilenlerin ekmeğini yiyoruz. Onlardan duyduğumuz için; Latin harflerinin getirdiği bozulmayı bir nebze izale edebiliyoruz. Bir zaman sonra varacağımız yer Kıbrıslı gibi konuşmak. Kıbrıslı gibi konuşan birilerini duymuşsunuzdur. Onların iyice zıvanadan çıkmış bir dili var. Bu dille edebiyat yapmak mümkün değil. Peki Kıbrıs neden böyle? Çünkü, çok önceden onlar İslam hakimiyetiyle bağını kopardılar. Ya da bu bağ hiçbir zaman kurulmamış ola da bilir. Yani İslam’a tam intibak etmeyenler Türk topraklarında yaşasalar bile bazı Türkçenin gerektirdiği sesleri çıkarmadıkları ve faklı bir frekansta konuştukları rahatça görülebilir. Burada sadece resmi azınlık olan Rumi Ermeni ve Yahudileri de kast etmiyorum. Başkalarını da kast ediyorum.
Şimdi, bir zaman sonra Türkçe harflerle olan bağını kopardığında neyin neye tekabül ettiğini anlayamaz hale geldiğimizde Türk dilinin ortadan kalkma problemi ile karşı karşıya gelinecektir. Ancak derneğimizin ısrarla sahiplendiği Kuran harfleri ve has Türkçe davası buna inşallah mani olacaktır.
Fahri Başkanımız İsmet Özel Latin harfleriyle yapılabilecek sınırları harikulade noktalara taşıdı. Ben bir kere, asıl fasih harflerine döndüğümüzdeki yazacağı (inşallah) metinlerini merak ediyorum. Bunun heyecanı bile büyük bir şey. (İsmet Özel’e hitaben) Ben sizden bir şiir okuyabilir miyim İsmet Bey?
Şimdi, Giresun’da yaşıyorum. Giresun şubemizi dört sene önce açtık. İsmet Bey açılış konuşması yaparken aynı anda patlama oldu Reyhanlı’da. İlk büyük patlama o dakikalarda oldu. Sonrasında biz Reyhanlı’da konferans verecektik. Ona müsaade edilmedi. Gezi Parkı’dır, şudur budur. Yani inşallah bir patlama olmamıştır bir yerde, olmamıştır; bunu dedikten sonra olmaz herhalde. Bir de mesela benim meşhurdur Ankara’ya gidişlerim. Yeni Anayasa konferansına. Rize’den Ömer Faruk’la beni alacaklar. Giresun’dan beni aldılar. Ordu’dan da Salih’i alacağız. Arabayı sabahın beşinde durdurdu polis. Evraklara baktılar ve vergi borcundan dolayı arabayı bağladılar. Ondan sonra yoldaki trafik işaretleirni hemen kaldırdılar. Bizi bekliyorlarmış demek ki. Neyse Salih bizi aldı, götürdü. Kırıkkale’ye vardık. O zaman da tren garında patlama oldu. Büyük patlama oldu. Neyse konferansı yaptık.
Demek istediğim şu: Yani, burada az kişi olabiliriz. Belki çok parlak konuşamayabiliriz ama bir yerlere değiyor. Çünkü konuştuğumuz şeyler bizi ateşten koruyacağını düşündüğümüz şeyler. Ben o kadar da beceremiyorum. Bizi ateşten koruyacak ve cennete koyabilecek şeyleri, yapmış insanların yolundan, Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, onların yolunda gitmeye çalışıyoruz. Onların anlayışıyla, onların bakış açılarıyla, onların konuştuğu gibi konuşmaya çalışıyoruz. Allah inşallah bunu bize nasip eder. Ben milletimizle, hemşehrilerimle bu davada birleşebileceğimizi umuyorum. Ama her kontakt noktasında bir şekilde başka şeyler oluyor. Bu konsantrasyon dağılıyor. Ama bu da Allah’ın takdiridir. Hayırlı olan budur. Bir şeylerin zamanı gelmemiştir. İnsanlar olgunlaşmamıştır. Biz olgun değilizdir. Ancak, Allah inşallah bizi hayırlı akıbetlere ulaştırır. Ben teşekkür ediyorum.
12 Ağustos 2017, Giresun