Adana'da 20 Mayıs Cumartesi günü yapılan "Sınıf Bilinci: Kimlik Bunalımının Sonu" panelinin tam metni:
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor. Ancak halvet biraz uzun sürmüş. Evde erzak kalmamış. Hanımı bu durumdan çok mustarip olmuş ve artık dayanamayarak: “Hoca, evde un kalmadı, tuz kalmadı… Pazara gitsen de bunları alsan.” demiş. Hoca da halvetin tesiriyle demiş ki: “Ben kendimde değilim. Eğer pazara gidersem bırak tuzu, unu, ben kendimi bile getiremem; kocadan da olursun.” Hanımının ısrarlarına karşı hoca aynı şekilde itirazını dile getirmiş. Bunun üzerine hanımı, “Dur bak ben ne yapacağım.” demiş ve hocanın beline bir su kabağı bağlamış, eline de bir taş vermiş: “Dalıp gittiğinde, kendini kaybettiğinde bu taşla bu kabağa vurursun, tık tık yaparsın. Böylelikle kendine gelirsin, niye çıktığını, nereye gideceğini… hatırlarsın.” demiş. Hocanın aklına yatmış bu fikir. Belinde su kabağı, elinde taş çıkmış sokağa. Tabi uzun süredir çocuklar çarşıda pazarda hocayı görmediklerinden dolayı peşine takılmışlar. Hocanın kendinden geçtiği, daldığı bir sırada çocuğun birisi hocanın belindeki ipi çözmüş, su kabağını almış ve kendi beline bağlamış. Hoca bir an durumunun farkına varıp taşla vurmak üzere su kabağını aramış, ama kabak yok! Bakmış ki kabak bir çocuğun belinde bağlı; hemen koşmuş, çocuğun belindeki su kabağına tıklatmış, kendine gelmiş. Ama derin bir düşünce halinde çocuğa demiş ki: “Evladım, sen ben olmaya bensin ama ben kimim?” Burada bitiyor hikâye. Komik değil yani.
Ama bu 19. yüzyıl Nasreddin Hoca derlemelerinde anlatılan bir fıkra ve bugünkü mevzuumuzla alâkalı bir şey. Yani “Sınıf Bilinci dediğimiz şey, o bizim belimize bağladığımız, kendimizi bulmak için, mevcudiyetimizi hissetmek için tıklattığımız su kabağı aslında. Yani biz bugün bir kimlik bunalımı, artık bunalımı da geçmiş, bir kimlik buhranının içindeyiz. Ve tarih boyunca biz bir sınıf bilinci içinde sınıf ya da zümre meselesini halletmiş bir millet olarak yaşadık. Onun için bir kimlik krizimiz olmadı. Yani sınıflarımız vardı; bu devlet kademesinde de böyleydi, millet kademesinde de. Sınıflarımız vardı ve millete dışardan bakan o sınıfların inşa ettiği o milleti sınıfsız bir millet olarak görüyordu. Onun için işte Komünist şemada bir sıralama vardır: Önce bir ilkel toplum vardır, daha sonra bu evrilerek köleci bir topluma çıkar ve sınıf meselesi başlar. İlk ilkel toplumda, komün hayatında sınıf problemi yoktur. Kölecilik başladığında sınıf meselesi başlar. Onu feodal yapı izler; kölecilik ortadan kalkar. Orada da yine serf-senyör çatışması vardır. Daha sonra o feodal yapı kapitalizme evrilir. Sınıf çatışması devam eder. Sonra o kapitalizmden sosyalist topluma geçilir. Sınıf çatışması zafere ermek üzeredir ve komünist topluma geçilir, çevrim tekrar başa döner. Yani komün hayatına geçişin bir ön safhasıdır sosyalist toplum. Aslında meselenin özü şudur: Bize bakarak bu tanımlar yapılabilmiştir. Avrupalılar bu sınıfsız olarak gördükleri toplum düzenine nasıl ulaşabiliriz sorusuna cevap arayışlarında önlerine komünizm çıkmıştır. Her zaman, her alanda bize bakarak Batı’da bir şeyler olmuş, birtakım tanımlar yapılabilmiştir Karl Marks’tan başlamak üzere, daha öncesi de var… Ama o önümüzdeki şema Türk milletinin tetiklediği, Türk milletinden yansıyan şeylerdir aslında.
Tarih boyunca bizim sınıf meselemiz yoktu çünkü çok sağlam temellere sahip sınıflarımız vardı. Ne zamana kadar? Gerçi bu konulara arkadaşlar girecekler birazdan fakat şunu izah etmeye çalışacağım: En az bir 40-50 yıldır, 1960’tan beri biz kendi mevcudiyetimiz konusunda bir bilince sahip değiliz ve bir kimlik krizinin içindeyiz. Biz neyiz dediğimizde tıklatacağımız bir su kabağımız yok, arıyoruz bulamıyoruz. Bu elimizden alınmış bir şey, yani şu anda kim hangi sınıftandır dediğimizde meslekleri de işin içine katsanız, kimsenin vereceği bir cevap yok. Çünkü bugün Türkiye’de mesleklerin bir karşılığı yok, bir meslek sahibi olmak aynı zamanda sâlik olmak manasına gelmiyor. Yani bir insan hasbelkader üniversite sınavını kazanıp doktor, mühendis… olmasıyla sanayiye düşüp kaportacı olması arasında sınıf içindeki en azından kafa yapısı bakımından hiçbir fark bulamayız. Yani insanların kendini tabi hissedecekleri bir sınıf kalmamıştır. İşte “Sınıf Bilinci”, okur-yazarlık sınıfından başlamak üzere sınıf bilincine matuftur. Bugün okur-yazarlığın sahici tarafı dışında bütün sınıflar sahte bir şeylerle doldurulmakla ancak önümüze sunulabilir. Biz de “Sınıf Bilinci” mecmuasının üçüncü sayısının tanıtım toplantısı sebebiyle buradayız. Sınıf bilincimiz doğarsa buradan doğacak. Çünkü dilimizde yerleşmiş, bugün bile dilimizde yaşayan bir şeydir: Okumamış yani Latin harfleriyle bile okumamış insanlar, Latin harfleriyle bile olsa okumuş birini gördüklerinde “Sen okur yazar adamsın, bundan, bu işlerden anlarsın.” derler. Hâlbuki bilmezler onun da kendileri gibi, hatta kendilerinden daha beter, hiçbir şeyden anlamadığını… Bilmezler ama Kur’an harfleriyle okur-yazarlığa atfedilerek doğmuş “okur-yazar” sınıfına atıfta bulunurlar. Bir insanın okur-yazar olmasıyla, kafalarda şekillenmiş bir sınıf vardır. İşte bunun sahici bir tarafının olması için “Sınıf Bilinci” mecmuası çıkarılıyor. Şimdi ben İstanbul Şubemiz üyesi Seyfullah Köksal’a sözü bırakıyorum:
Seyfullah Köksal:
Sınıf Bilinci Bahar sayısının çıkması vesilesi ile buradayız. Ben burada “bahar” sayısı olmasına dikkat çekmek istiyorum. İlkbahar demedik, bahar dedik. Sonbahar da dememiş, Güz demiştik. İsmet Özel’in bir şiirinde geçer:
Buradan orta bahar diye bir şey olmadığını anlayabiliriz. Orta bahar diye bir şeyin olmayışı ilk ve son baharın da meşkûk olduğunu gösterir aslında. Zaten de öyledir. Yani bahar dediğimizde biz bir tazelenmeyi, meyve verecek ağaçların çiçeğe durmasını kastederiz. Bu bakımdan sonbahar ifadesinin yerine oturmadığı anlaşılabilir. Eskiden bahar günleri için fasl-ı bahar, eyyam-ı bahar, mevsim-i bahar ifadelerini kullandık şarkılarda, şiirlerde...
şarkısında olduğu gibi nevbahar dedik bilhassa. Nev ilk demek değildir. Yeni demektir. Nevbahar deyince her sene gelen bahar anlaşılır. Mecazen ise bu baharın ilk günlerine işarettir. Cenap Şahabettin’in Elhan-ı Şita şiirinde olduğu gibi:
Bu mısraı geçen ilkbahar günlerini arar diye sadeleştirmek kadar saçma bir şey yoktur. Tanzimat’tan sonra bu baharın ilk günleri ilkbahar oldu. Daha yazımız elimizden alınmadan önce bahara ilkbahar denilmişti. Tanzimat’tan sonraki lügatlerde bahar kelimesinin karşılığı olarak ilkbahar kelimesini görebiliyoruz. İlkbaharı uyduranlar sonradan bir sonbahar icat ettiler. Bunun Türkçe’nin başına sarılan belalarla doğrudan bir alakası var. Biz yazımızı geri alarak bu zihnî çarpıklığı da ortadan kaldırmış olacağız. Harflerimiz elimizden alınmadan evvel kelimelerimiz değiştirilmeye çalışıldı. Değiştirilemeyen kelimelerimiz de tahrif edildi, çarpıtıldı, manası kaydırıldı. Bilhassa yazımız elimizden alındıktan sonra bunu kolayca yaptılar. Bugün Türk elifbasıyla yazmadığımız için millet kelimesinin neye tekabül ettiğini, milletin ne olduğunu da anlayamıyoruz.
Millet kelimesinin Türk lisanındaki mana ve muhtevasını tamamen Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden aldığını Hanyalı Konya mecmuasının ikici sayısında, Fikret Demir’in yazısında görebilirsiniz. Yani Türk milleti derken, millet olmasını tamamen dinine, İslâm’a borçlu olan ve tek başına bir sınıf olan Türk milletinden bahsediyoruz. Biz Diyar-ı Rum’u 13. yüzyılda Darü’l-İslâm kıldık ve bir vatanımız oldu. Bütün dünyaya burada biz hâkimiz, Türk Milleti; diğer milletler ise burada yaşayacaksa ancak Türk hâkimiyetini kabul ederek yaşayacaklar dedik. Gayr-i Müslimler Müslümanların Darü’l-İslâm’da birinci sınıf insan olduğunu yani üstün olduğunu kabul ederlerse ancak canları ve malları güvende olacak. Bu sadece Türk topraklarında böyle oldu. Sadece Türk topraklarında, bizim vatanımızda Müslüman olmak birinci sınıf insan olmak anlamına geldi. Bizim mahrum bırakıldığımız bilinç budur yani Sınıf Bilinci. Bizim bu topraklarda birinci sınıf insan olduğumuzu tekrar hatırlamamız gerekiyor. Bu da yazıyla olacak bir şeydir. Onun için Sınıf Bilinci mecmuasını çıkarıyoruz.
Ne demek Türk Topraklarında birinci sınıf insan olmak? Eğer İsmet Özel’in “Dil ile İkrar” serlevhalı yazılarını okuduysanız görmüşsünüzdür: kıyamete kadar karşımıza çıkacak zorlukları alt edebilmemizde metottan mahrum bırakılmamamız için bir Hulefa-i Raşidin devri bize verilmiştir. Biz de oraya kadar götüreceğiz: Darü’l-İslâm’da birinci sınıf insan nedir?
Biz insanları ikiye ayırırız: Müslümanlar ve gayr-i müslimler. Gayr-i Müslimler de kendi aralarından ayrılırlar ve buna göre bir yönetime tâbi tutulurlar, Ehli-i kitap olanlar ve olmayanlar. Ülkeler de bize göre ikiye ayrılırlar: Darül İslâm ve Darül harb. Darü’l-İslâm’da gayr-i Müslimlerle bir anlaşma yapılır: Zimmet anlaşması ve gayr-i Müslimler zımmi olurlar. Yani Müslümanlarla aynı haklara sahip olmazlar. Onlara Müslümanların zimmeti altında yaşama hakkı verilir.
Resul-i Ekrem Yesrib’e hicret ettiği zaman orayı Medinetünnebi ismiyle bir İslâm toprağı haline getirdi. Medinetünnebi’nin bir İslâm vatanı kılınması, Müslümanlarının sayısının gayr-i Müslimlere nazaran az olmasına rağmen esas kabul edilen bir şeydi. Medinetünnebi’de hâkim millet nüfus olarak az olmalarına rağmen Müslümanlardı. Diğer milletler nüfusları ne kadar fazla olursa olsun zımmi statüsündeydiler.
Bu uygulama Hazreti Ömer döneminde bir nizam haline geldi. Hazreti Ömer döneminde Arap yarımadasında Yahudi ve Hristiyanlar mevcuttu. Daha sonra bunlar Arap yarımadasından sürgün edildiler. Geriye sadece gayr-i müslim köleler kalmıştı. Hazreti Ömer’in hilafetinin ilerleyen zamanlarında birçok fethin gerçekleşmiş olması ve sınırların genişlemesi sebebiyle gayr-i müslimlerle olan münasebetler arttı. Müslümanların fethettikleri yerlerle hâkim unsur olacaklarının tebarüz ettirilmesi için Hazreti Ömer, gayr-i müslimlerle Müslümanların münasebetlerini tanzim eden bazı şartlar koydu. eş-Şurûtu’l-Ömeriyye diye bilinir bu şartlar. Bu şartların esası şuydu: Gayr-i müslimlerin nüfusu Müslümanlardan ne kadar fazla olursa olsun Darü’l-İslâm olan bir yerde gayr-i müslimler zımmi statüsündedir. Müslümanların zimmeti altına yaşamaya mecburdurlar. Onların koyduğu kuralların dışına çıkamazlar. Hazreti Ömer’in fethedilen beldelerde ikamet eden gayr-i müslimlere birçok şart koyuyor. Onlardan bazıları şöyle: Gayr-i müslimler bulundukları yerlerde kilise inşa etmeyecekler, mevcut olanları yenilemeyecekler. Müslümanlar meclislerine geldiğinde ayağa kalkıp mecliste yer gösterecekler. Hiçbir şekilde kılıç taşımayacaklar. Eyerli ata binmeyecekler. Nerede olursa olsunlar Müslümanların kıyafetlerini giymeyecekler bellerine zünnar bağlayacaklar. Müslümanların ikamet ettiği mahallelerde üzerlerinde haç taşımayacaklar ve hatta kiliselerinin üstüne haç koymayacaklar, çanlarını alçak sesle çalacaklar. İçki satışı olmayacak, domuz eti Müslümanların bulunduğu yerlere yaklaştırılmayacak.
Osmanlı klasik düzeni de Halife Ömer dönemindeki bu nizamı temel alan ve Tanzimat’ın ilanına kadar devam eden bir sistem üzerine kuruluydu. Millet sistemi denildi buna. Hulefa-i raşidin döneminin ne kadar temel alındığı ayrıca konuşulur ama her iki dönemde de Müslümanların vatan kıldığı yerde hâkim unsur olacakları esas kabul edilmişti. Bu sebeple Osmanlı klasik düzeni milletler ayrımı esas alınarak teşkil edildi. En üst sınıfta Müslümanların olduğu hiyerarşik bir ayrım yapıldı milletler arasında. Milletler arasındaki ilişkiler bir nizama bağlandı.
Avrupa hayatı da serf ve senyör arasındaki ilişkinin, sınıf farklarının esas kabul edildiği bir sistem üzerine kuruluydu. Ama bunun bizdeki seyri Avrupa’dan çok farklı bir şekilde gelişti. Evet, devlet sınıfları var ve bu sınıfların yönettiği reaya var fakat bu iki sınıf arasındaki ilişki tamamen din esas alınarak şekilleniyor. Bu sebeple İstanbul’un fethinden hemen sonra netleşen bu nizam Osmanlı devletini çağdaşı olan devletlerden ayıran bir nizamdı. Tarih kitaplarında millet sisteminden bahsedilir fakat Müslümanların bu milletler ayrımındaki yeri üzerinde çok durmazlar. Hep Osmanlı hoşgörüsünden falan bahsederler. İslâm beldelerinde gayr-i müslimlerin Müslümanların zimmeti altında yaşamalarını yani ancak Müslüman hâkimiyeti altında canlarını ve mallarını muhafaza edebilmelerini İslâm’ın hoşgörüsü olarak izah etmeye çalışırlar. Acaba öyle miydi? Millet sistemi nedir? Ona bakalım.
Halk iki ana sınıfa ayrılıyordu: Yönetici sınıf -buna askerîler de denir- ve reaya. Yani bir sunuf-ı devlet var ve bir de reaya var. Riayet edenler veya sürüler. Yönetici sınıf yani sunuf-ı devlet kendi arasında Seyfiye, İlmiye ve kalemiye olarak üçe ayrılır. Bugün bunlara bir karşılık vereceksek; seyfiye sınıfına ordu, ilmiye sınıfına ulema, kalemiyye sınıfına ise bürokrasi diyebiliriz. Geriye kalan tebaa ise reayadır. Yani yönetilenlerdir. Reaya da kendi içerisinde hiyerarşik olarak bir sıralamayla üçe ayrılıyor: Grekler, Ermeniler, Yahudiler.
Devlet sınıfları ile reaya arasında keskin bir ayrım vardı. Reaya ve yönetici sınıflar arasında geçiş olağanüstü durumlar hariç mümkün olmamıştır. Olağanüstü durumlar da çok sınırlı yani geçiş yoktur denilebilir. “Raiyyet oğlu ve kardeşi raiyyettir” ifadesi kanunnamelerde geçer.
Devlet sınıfları yani seyfiye, ilmiye, kalemiye Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar bütün gücünü, bizim millet-i mahkûme dediğimiz bu üç milletin üzerindeki tatbikatından alıyordu.
Ama bunların üstünde devlet sınıflarının diş geçiremediği bir zümre var. Sunuf-ı devletin malı olmayan bir zümre: Beraya Zümresi. Beraya zümresi Müslümanlardan müteşekkil yani millet-i hâkime. Diğerleri millet-i mahkûme. Millet-i hakime kılıç ehlidir. Diğer milletlerin hepsi devlete bir haraç verirken beraya zümresi devlete haraç vermiyor. Mensubu oldukları din sebebiyle, Müslümanlıkları sebebiyle devleti muaheze etme, itham etme hakkına sahip. Diğerlerinin böyle bir hakkı yok. Devleti Müslümanlığımız sebebiyle muaheze etme ve diğer milletleri Müslümanlığımız sebebiyle zimmetimiz altında tutmak ve onlardan üstün olduğumuzu kabul ettirmek sınıf bilinciyle mümkün olan bir şeydi.
Millet-i hâkimenin millet-i mahkûme üzerindeki hâkimiyetini anlatmak için bazı misaller aktaracağım size.
Darü’l-İslâm’da hiçbir binanın boyu camiden yüksek olamaz. Zımmi statüsünde olan gayr-i müslimlerin oturduğu evler millet-i hâkimenin yani Türklerin oturduğu evlerden daha alçak olacak. Dahası var: Eğer bir mahallede gayr-i müslimlerin sayısı Müslümanları geçerse, buna bağlı olarak da cami cemaatinde bir azalma olursa gayr-i müslimler evlerini satıp mahalleyi terk edecekler. Bu sayı belli bir dengede ise cami yakınlarına evlerini inşa etmeyecek veya mahallenin camiye uzak bir köşesine taşınacak. Bu sebeple Galata’da bile cami çevrelerinde Hristiyanlar ikamet edemiyordu. Yeni Cami çevresinde oturan Yahudilerin evleri satın alınarak oradan uzaklaştırıldılar.
Kitaplarda “tuhaf yasaklar” diye anlatılan bu yasaklar “şurûtu’l-ömeriyye”nin bir aksıdır. Hamamda nalın giymenin yasaklanmasına kadar vardı bu yasaklar. Gayr-i müslimlerin Müslüman olmadıkları fark edilsin diye hamamda nalın giymeleri yasaklandı. Müslümanların yıkanırken nalını ayaklarından çıkarma ihtimaline karşı bundan vazgeçildi. Peştamallarına demir bir halka takma mecburiyetinde bırakıldı gayr-i müslimler.
Bu sistem ne zamana kadar böyle devam ediyor? Türklerin mağlup edilemeyecek bir millet olduğu fikrinin henüz Türkiye’de ve Avrupa’da hâkim olduğu zamanlarda bu sistem herhangi bir sorun çıkarmıyordu. Gayr-i müslimler için de Müslümanların zimmeti altında yaşamaları ortaya bir mesele çıkarmıyordu. 1571’e kadar böyleydi. 1571’de Türk donanması yakıldı. “Türkler mağlup edilebilir” fikri dünyada olduğu gibi Türk topraklarında zımmi statüsünde yaşayan gayr-i müslimlerin Müslümanların zimmetinden çıkıp kendilerini Avrupa’daki sahiplerinin zimmetine sokma faaliyetlerine başlamasına sebep oldu. Yetmedi, daha sonra Müslümanları zimmet altına almak için neler yapılabilir planları kurmaya başladılar. 1571’den sonra yani “Türkler mağlup edilebilir” fikrinin Avrupa’da hâkim olmasından sonra Türk topraklarındaki gayr-i müslimler kendi hâkimiyetlerini sağlamak üzere attıkları adımları hızlandırdılar. Karşılarında yaşanan bu bozgun dolayısıyla kimin kolunun, kimin sakalının kesildiğini hesap edemeyen bir devlet sınıfı vardı. Bir de hesaba katılmayan ama ihtiyaç olduğunda kendini hemen ortaya atan bir hâkim millet.
Avrupalıların ve Avrupalılarla iyi geçinme çabası içinde olan devlet sınıflarının karşısında fırsat bulduğunda -eğer iş kâfiri tepelemekse- inisiyatifi ele alan bir millet her zaman var oldu. Haçova Meydan Muharebesi’nde olduğu gibi. Haçova’da düzenli ordunun bozguna uğraması neticesinde ordunun geri hizmetinde olan seyislerin, aşçıların ellerine kazma, kürek, nacak ne buldularsa küffara saldırmaları ve bir yandan da “kâfir kaçtı”, “küffar bozuldu” diye bağırarak zafer kazanmaları devlet sınıflarının hiç hesaba katmadığı bir “Sınıf Bilinci”ni gösterir.
Haçova Meydan Muharebesi’ni zikrettim, çünkü bizim sınıf bilincimiz, siyasetimiz Haçova esas alınmadan anlaşılacak bir şey değildir. Devlet sınıfları eliyle, milletin kazandığı bu zafer heba edildi. Bu zaten hep böyle olmuştur. Millet-i hâkime kendi başının çaresine bakarak, mensup oldukları sınıfın bilinci sayesinde ne yaptıysa yaptı fakat sunuf-ı devlet ise heba etti.
II. Mahmut’tan itibaren bu sınıf bilincinden yoksun kalmamız için bir sürü yeniliklere maruz bırakıldık. Bunu adı sonradan inkılaplar oldu. Müslüman’ı diğer milletlerden tefrik eden ne varsa II. Mahmut’tan itibaren geride bırakılmaya başlandı. Müslümanlar ve gayr-i müslimler Fes takmaya mecbur edildi. Bu sebeple II. Mahmut’tan itibaren kılık kıyafetinden insanların Müslüman mı, yoksa gayr-i müslim mi olduğunu ayırt edemedik. Daha önce birisinin kılık kıyafetinden sadece Müslüman mı gayr-i müslim mi olduğu değil; gayri müslim ise hangi taraftan olduğu da anlaşılıyordu. Çünkü farklı renklerde kıyafetler giymek zorundaydılar. Müslim, gayr-i müslim herkese fesi icbar etmekle II. Mahmut bunu ortadan kaldırdı. Kimin ne olduğu anlaşılamadığı için biz “neyin nesi kimin fesi” dedik. Başımızdaki püsküllü bela dedik fese.
Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar öyle ya da böyle Türk topraklarında Müslümanların birinci sınıf insan kabul edildiği nizam devam ediyor. Tanzimat Fermanı ile beraber her şey tersine döndü. Bunu söylerken Tanzimat’tan öncesinin, Millet sistemi üzerine kurulmuş olan Osmanlı klasik düzeninin bizim için bir ideal sistem olduğunu falan söylemiyorum ama Müslümanların millet-i hâkime kabul edildiği, yani Müslümanın en kıymetli insan olduğu bir sistemdi millet sistemi.
1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla beraber Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan bütün tebaanın eşit olduğu ilan edildi. Yani millet-i hâkimenin, berayanın hususi bir yeri olduğu inkâr edildi. En üstte Müslümanların bulunduğu milletler prensibinin cari olduğu sistem reddedildi. Tanzimat Fermanı ilk sonucunu iktisadî hayatta verdi. Çünkü bir sene önce Balta Limanı Anlaşması ile gayr-i müslimler topraklarımıza gümrüksüz mal sokmaya başlamışlardı. Zımmiler Türk topraklarında Türk düzenini yok etmek isteyen gâvurların acenteliğini yaptılar. Simsarlık, tefecilik, vurgunculuk, kalpazanlık onların yaptığı işlerdi. Bu ne zamana kadar böyle devam ediyor: Cumhuriyetin ilanına kadar. Şimdi size Cumhuriyetin ilanından iki sene evvel yazılmış bir şiiri okuyacağım. Tanzimat’tan cumhuriyetin ilanına kadar yaşadığımız dönemin, millet-i hâkimenin reddedildiği bir dönemin nişanesi olarak bu şiiri okuyacağım. Okuyacağım şiir Nazım Hikmet’in “Ağa Camii” şiiri.
Ağa Camii
Nazım Hikmet bu şiiri 1921’de yazıyor yani İstanbul işgal altında iken. Henüz on sekiz yaşında milliyetçi hislerle yazdığı bir şiir. Siz buna sınıf bilinci de diyebilirsiniz. Nazım Hikmet bir şeye itiraz ediyor. eş-Şurutu’l-Ömeriyye’den bahsettik, millet sistemindeki bazı yasaklardan bahsettik. Orada darü’l-İslâm’da camiden daha yüksek bir bina olamaz kaidesi vardı. Tanzimat’tan sonra bu da ortadan kalkmış oldu. Ağa Camii, İstanbul’da, Beyoğlu’nda gayr-i müslim nüfusunun en yoğun olduğu bir yerde. Tanzimat’tan sonra orada gayr-i Müslimlerin binaları yükseliyor, Ağa Camii’den daha yüksek kiliseler inşa ediliyor.
Tanzimat’ın ilanından cumhuriyetin ilanına kadar başımızdaki böyle püsküllü belalarla uğraştık. Nüfus, nüfuz, makam mevki olarak Müslümanların aleyhine gayr-i Müslimlerin lehine olan hadiseler yaşandı cumhuriyetin ilanına kadar. Yani millet-i hâkimenin inkâr edildiği bir zaman. Buna Osmanlılık diyorlar. Müslim’i ve gayr-i müslim’i ile bir Osmanlılık uyduruldu.
Cumhuriyetin ilanına kadar bu böyleydi. Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye topraklarını ikinci defa vatanlaştırdık. Biz zimmetimiz altındaki insanlarla eşit olma zilletinden cumhuriyetin ilanıyla kurtulduk. Devletin dininin din-i İslâm olduğunu ilan ettik. Yani kaybettiğimizi geri aldık. Cumhuriyetin ilanıyla ikinci defa vatan sahibi olduk. Millet-i hâkimenin reddedildiği o zillet günlerinin eseri olan festen kurtulduk. Şapka geldi. Men-i müskirat kanunu çıkarıldı. Cumhuriyetin ilanından bir sene sonra bu yasak da kaldırıldı. Daha sonra inkılaplar oldu. Cumhuriyetin ilanıyla ikinci defa vatanımızı darü’l-İslâm kıldık ama bu da inkılaplar yoluyla heba edildi. Tıpkı Haçova’daki gibi. Cumhuriyetin ilanı bizim için ikinci bir bahar olabilirdi ama şarkıda olduğu gibi:
İstiklal Marşı da,
Bunun yarından yakın kısmı heba edildi. Biz “Sınıf Bilinci” ile yarına talibiz.
Seyfullah Köksal’a teşekkür ederiz. O konuşurken bazı şeyler aklıma geldi. Şimdi, İstiklâl Marşı kahraman ordumuza ithaf edilmiş bir marş. Ve dünyada sadece Türk milleti bir sınıfla anılan millettir, onun dışında başka bir millet yoktur. Türk milleti asker millettir, ordu millettir. Yani bir sınıfla, asker/ordu sınıfıyla Türk milleti anılır, o sınıfla tanımlanır. Bu tarih boyunca böyledir. Yani bu toprakları darü’l-İslâm haline getirdiğimizde Ahi teşkilatı veya önceki adlandırmasıyla fütüvvet teşkilatı başta olmak üzere işin içinde hem meslekî bir sınıf işi vardı, hem de bu Ahi dediğimiz, fütüvvet eri dediğimiz insanların hepsi aynı zamanda birer askerdi. Yani adam zanaatını icra eder, icap ettiğinde atına binip kılıç kuşanan hazır kıta askerdir. Türk milleti bu sınıfla, bir tek sınıfla anılır. Başka sınıfları bulabiliriz ama Türk milleti tek sınıfla anılır. Onun için tarih boyunca bize dışardan bakan gâvurlar bizi sınıfsız bir toplum olarak görmüşlerdir. Ve buna imrenerek, buna bakarak bir şeyleri kodlamaya çalışmışlar, Avrupa medeniyeti diye bir şey doğmuştur. Kahraman ordumuza ithaf edilen İstiklâl Marşı bizim kimliğimizi oluşturur. Çünkü bizim kimliğimiz bir sınıfla anılan bir kimliktir. Seyfullah’ın söylediklerinden aklıma gelenler bunlar oldu. Şimdi Genel Merkez Yönetim Kurulu üyemiz Faysal Toprak konuşacak. Buyrun:
Faysal Toprak:
Selâmün aleyküm,
Sınıf Bilinci’nin üçüncü sayısı Bahar’ı ve Hanyalı Konya mecmuamızın yeni sayısını neşredebildiğimiz için Allah’a hamd ederek başlamak istiyorum.
Biz Türkiye’de yaşan insanlar olarak bir kimlik bunalımının içine doğduk. Ve bu kimlik bunalımı Tanzimat’tan bu yana birçok safha geçirdi. Bunların hepsini tek tek anlamak mecburiyetimiz var. İçine düştüğümüz değil içine itildiğimiz bir bunalımdır bu. Bilhassa 1980’den sonra eriyip tükenen şey insanların birbiriyle olan dayanışma duygusudur. Kendini dünya sisteminin tanzim ettiği gündelik hayata kaptıran insanların hepsi bir kişilik parçalanmasıyla yüz yüze. Türk Milletinin önünde parçalanıp ufalanmaktan kurtulmanın tek yolu olarak Türk harflerini geri almak meselesi var. Yani Türk harflerine kavuşmamız bir şekle kavuşmamız anlamına gelecek. Bu sayede eskilerin Hıristiyan yazısı dediği Latin harfleri sebebiyle kaybolan seslerimizi işitir hale geleceğiz. İşittiğimiz seslerle Türk musikisi canlanacak ve Türk harfleriyle yazılan Türk şiirine varacağız. Bu öyle bazı dangalakların sandığı gibi bir geriye dönüş özlemi değil. Bizim işimiz geleceğimizle. Her bahar gibi bu da yepyeni bir şey olacak. Bunun hayal olduğunu sanan iki tip insan var: Biri sınıf bilincinden dolayısıyla da bir bilinçten yoksun kalmayı tercih eden Müslümanlar, diğerleri kafirler. Biz yazımızı geri almak konusundaki ısrarımızla safımızı belli etmiş insanlarız. Karşımızda XIII. Hıristiyan asrında bir bunalıma ittiğimiz ve Türklere karşı intikam hevesiyle yükselmiş batı medeniyeti var.
XIII. Hristiyan asrının sonlarında İtalya’da bir zihniyet değişikliği baş gösterdi. Sanat tarihi kitapları Rönesans’ın başlangıcına işaret eden ilk numunelerin bu tarihte belirdiğini yazar. Olan şey şuydu: İlk kez kilise resimlerine eşya ve şahıslar dahil ediliyordu. Yani resimlerde anlatılan dinî hikâyeler ilk defa bir mekân içinde tasvir edilmeye başlandı. Daha önce diyelim, İsa resmin en üstünde yer alıyor, Kudüs’e girerken onu karşılayan insanlar karşısında değil de altında resmediliyordu. Yani boş bir zeminde dinî mertebelere göre yukarıdan aşağıya doğru bir hiyerarşi vardı. Kitaplarda yazmayan ise bu zihniyet değişikliğinin tamamıyla Türk tesiriyle olduğudur. Yani Avrupalılar Haçlı Seferlerinde uğradıkları hezimet sebebiyle belli bir bölgeye sıkıştıklarını kabullendiler. O yüzden azizleri, melekleri falan yere indirmek zorunda kaldılar. Artık dinî hikâyelerde fonda Roma'nın yapıları mekân olarak bulunuyordu. Böylece yeni beklentilerinin zeminini o tarihten dokuz asır önce yıkılan Roma İmparatorluğu’nun kalıntılarında aramaya mecbur kaldılar. Bu döneme çok sonra Rönesans yani yeniden doğuş dediler. Aslında Kapitalizm ortaya çıkmasaydı buna yeniden doğuş deme imkânları yoktu. Çünkü XIV. asrın başında yeniden doğdukları yoktu sadece Türkler eliyle düştükleri aciz durumdan kurtulma yolları arıyorlardı. XIV. asırdan sonra Avrupa’da krallıkların merkezileşmeye, güçlenmeye başladığı görülür. Yani daha önce Serf ve Senyörler arasındaki mülkiyet münasebeti yavaş yavaş yerini Derebeyleri ile Merkezi krallıklar arasındaki mücadeleye bırakır. Kapitalizmin uç vermeye başlaması burjuva ve işçi sınıflarının ortaya çıkmasıyla da esasen üretim ilişkilerinden ortaya çıkan hasıladan kimin ne kapacağı mücadelesi başladı. Yani Avrupa’dan bütün dünyaya ithal edilen eşitlik, özgürlük, adalet, nasyonalizm gibi mefhumlar Avrupa’da maddî temelleri esas alan bir sınıf çatışmasının ürünleridir. XIX. asırda Marksizm ya da Bilimsel Sosyalizm denilen ideologinin ortaya çıkışı da bu sınıf mücadelesinde üstünlüğü, idareyi ya da diğer bir ifade ile dünya malına kimin, nasıl tasarruf edeceğini sarahate kavuşturma meselesiydi. Bizdeki sınıf çatışmasının, sınıf bilincinin Avrupa’daki sınıf bilincine temel teşkil eden kavramlarla izahı mümkün değildir. Mesela 1923 yılında ilk kez Türkçeye tercüme edilen Komünist Manifesto’nun başında şu ifadeler var: “Bir hayalet, komünizm hayaleti Avrupa’yı dolaşmaktadır. İhtiyar Avrupa’nın bütün iktidar makamları, papa ve çar, Meternih ve Gizo, Fransız radikalleri, Almanya polisleri, bu hayaleti kuşatıp sıkıştırmak için bir mukaddes Ehl-i Salib tertibiyle ittihad ettiler...” Mukaddes Ehl-i Salip, bu bizim lisanımızda haçlılar manasına gelir. Metnin orijinalinde kutsal ittifak gibi bir mana çıkar ama bu haçlılar manasında bir kelime değildir. Fakat hem başka türlü bir ifade imkânı olmadığı için hem de Müslümanlara sempatik görünmesi için böyle bir karabet kurulmuştur. Yani biz eğer 1960 yılından sonra kimlik bunalımımızı sosyalist bir dönüşüm altında aşabilseydik bunun sonu ister istemez bir İslâmî dönüşüme varacaktı. Mesela kime nasıl anlatacaksın alt-yap üst yapı konularını. Bunların teorik olarak dayanacağı toplumsal kuruluşlar ve sınıflar Türkiye’de mevcut değil ki. Artı değer şudur diye anlatsan adam onun manası ancak helal mi haram mı, faiz mi değil mi diye tercüme ederek anlamaya çalışacak. Sonra Marksizme göre toprak değer yaratan bir şey değildir en üstün şey emektir diyeceksin. Adam ekmeği yere düşünce öpüp başına götürüyor. Yani buna benzer şeylerin hepsi bizim sınıf bilincimiz içinde eriyecekti. Kendimizi bir sosyalist dönüşüm geçirerek bulabileceğimizin anlaşılması üzerine bu ihtimal de sözde bu işin içinde bulunanlar tarafından yok edildi. O yüzden Deniz Gezmiş’in yakalandığında ilk sözü “bizi kesinlikle asacaklar” olmuş. Çünkü hem kendisine emirlerin nerden geldiğini gayet iyi biliyor hem de kimlerin onu astıracağını biliyor. Hepsi beynelmilel irtibatların neticesi.
Avrupa’dakine hiç bir bakımdan benzemeyen bizim kendi sınıf mücadelemize gelirsek biz XIII. Hıristiyan asrında Anadolu topraklarını Darü’l-İslâm haline getirirken bir beklentiden istifade ettik. Elbette gaziler, dervişler çok önemli bir rol oynadılar. Fakat diğer yandan birçok yerli unsur bu topraklarda çok uzun zamandır birikmiş olan beklentilerine İslâm’a girerek karşılık buldu. Hem kendilerine dayatılan dinin batıl olduğuna dair bir yatkınlıkları vardı, hem de Bizans’ın merkezî otoritesinin zayıflaması üzerine baş göstermeye başlayan feodal birimlerden duyulan rahatsızlık vardı. Yani hazır bir bilinç vardı ama bu İslâm katına çıkabilmiş değildi. Biz hem haçlıları hezimete uğratarak hem de şiirin bize verdiği imkânla bilhassa Hıristiyanlığı ve sair diğer batıl itikadları toprağın altına gömdük. Böylece bir vatana kavuştuk. Bizim vatanımıza kavuşmamızla yazımızın şeklini bulması aynı zamana denk gelir. O yüzden mesela Fuad Köprülü bizim edebiyatımızın Orta Asya ile bağının ne kadar ince ve zayıf olduğundan bahseder. Edebiyatla aldığımız şekil bize bir Türk düzeni temin etti. Bu Türk düzeni o kadar baskın ve iyi işleyen bir şeydi ki gâvurlukta ısrar edenler ikinci, üçüncü sınıf insanlar olarak yaşayabilmeyi nimet bildiler. Bizim sınıf çatışmamız da bu zaman diliminde Osmanlının bir cihan imparatorluğu haline gelmesiyle başladı. Bir yanda sunuf-ı devlet vardı diğer yanda onu muaheze etme hak ve yetkisine sahip, haraç vermeyen, gâvur kıran beraya sınıfı vardı. Devlet bu haraç vermeyenlere mecbur olduğu gibi gayr-i müslimlerin de hamisi olmakla vazifeli sayıyordu kendisini. Mesela Orhan Bursa’yı aldığında oradan kaçan Yahudileri geri getirtmiş, koruma altına almış, yetmemiş Şam’dan ve Halep’ten birçok Yahudiyi Bursa’ya davet etmişti. Bunun tarihi 1326’dır. Yani Osmanlı kimliğini kendine yakıştırmak bu topraklardan Türk Milleti eliyle doğan hasılaya ihanetten başka bir şey değildir. Bizim sınıf çatışmamız 600 sene boyunca hiç bir zaman sunuf-ı devletin zorbalıklarına kavuk sallamayanların yanında olmakla kayıtlıdır. Avrupa’daki gibi sınıflar arasında mülkiyeti esas alan çatışarak uzlaşmaya varmakla formüle edilecek bir şey değildir. Bugün de durum bir bakıma 600 sene önceki gibidir: Devlet bize mecburdur. Çünkü sunuf-ı devletin bugünkü uzantılarına boyun eğmeyen yegâne kuruluş İstiklâl Marşı Derneği’dir. Bugün içinde bulunduğumuz ve neredeyse bunamaya varacak kimlik bunalımı sınıf bilinci ile aşılabilir. Tarihî rolümüz bugün bundan ibarettir. Sınıf Bilinci kimlik bunalımının sonu olacaktır.
Bizim kimlik bunalımımız Tanzimat’la başladı. Bilincimiz devlet tarafından yaralandı. Millet sistemi kenara itildi ve Müslüman olarak üstünlüğümüzü kaybettik. Fırsattan ilk istifade etmek isteyenler bizim XIII. Hıristiyan asrında toprağın altına gömdüklerimizdi. Mahmut Makal’ın köy romancılığı numarasıyla kitabına Yer Altında Bir Anadolu ismini vermesi veya işte Hırant Dink’in “benim bu toprakların altında gözüm var” demesi hep bu yüzdendir. Yani onlar başlarına ne geldiğini çok iyi biliyorlar. Şimdi de toprağın altından başlarını çıkarabilecekleri günlerin geldiğine dair kuvvetli bir inanca sahipler. Biz Tanzimat’ın ilanıyla bir bunalıma düştük ama iş yapamaz hale gelmedik. Devlet İslâmî kimliği yok etmeği göze alamadığı için öyle ya da böyle kökü İslâm’da olan bir toplum yapısını teşkil edebilmek üzere batılılaşma adına her türlü pazarlığa açık bir alan açtı. Bunlardan biri mesela Ermeni harfleriyle Türkçe yazılabileceği idi. Bu batılılaşma serencamı içinde hem matbuatta hem de birçok paşanın desteğini alan şey Türkçenin Ermeni harfleriyle yazılmasının gerektiğiydi. Türkçenin kesinlikle Kur’an harfleriyle yazılması gerektiğinden yana tavır koyan Namık Kemal bile çok mecbur kalınırsa Ermeni veya Grek harfleriyle de Türkçe yazılabileceğine ihtimal vermişti. Bu ümid 1915 yılına kadar canlılığını korumuştur. Kırım harbiyle beraber kimlik bunalımımız bizi ne dediğini bilmez bir hale getirdi. İslâm terakkiye mâni değildir şiarı neredeyse kaziye-i muhkeme haline getirildi. Bu bunalım içinde yapılacak en iyi iş yine en sağlam tarafımızdan geldi: Şiirden. Serveti Fünun Edebiyatı ile Türk şiiri çok yüksek bir seviyeyi tekrar tutturabildi. Mesala Sis şiiri şöyle başlar.
Tevfik Fikret’in Sis şiirinin estetik bakından William Turner’ın tablolarından hiç aşağı kalır yanı yoktu. Fakat kimlik bunalımı bunu fark edilmesine mâniydi. Bunalımı onu memleketi terk edip Yeni Zelanda’ya yerleşme fikrine bile götürmüştü. Bilhassa İngiliz Ressam William Turner’la Tevfik Fikret’i karşılaştırdım. Çünkü William Turner estetik kaygılarla nasıl neredeyse fırça kullanmayı bırakıp parmaklarıyla, tırnaklarıyla resim yapar hale geldiyse Tevfik Fikret de benzer bir şeyi daha önce kullanılmayan Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri şiire sokarak yapmıştı. Yani yapılabilecek en üst seviyedeki işi yapıyor, Türk şiirinin ifade imkânlarını genişletiyordu. Bu kimlik bunalımının bizi ne dediğini bilmez bir hale getirişine âşık edebiyatında da rast geliriz. Mesela aşağı yukarı aynı tarihlerde Sivaslı Ruhsati şöyle yazmıştı.
Dört hanımı 23 çocuğu olan, devletle başı hoş olmayan ve ömrünün son demlerinde imamlık da etmiş bir müslümanın ne dediğini bilmesi gerekir ama durumumuz buydu. Çok sürmedi Balkan Harbi ve Seferberlik tecrübesi bize çıkacağımız düzlüğü de takip edeceğimiz hattı da İstiklâl Marşı’nın yazılması ile gösterdi. Böylece modernleşmeyle başlayan kimlik bunalımından kurtulmamızı sağlayacak ideologiyi şiir formunda temin ettik. İstiklâl Harbi’ni vererek tek dişi kalmış canavarın kolunu Sakarya’da kestik. Cumhuriyetin ilanıyla da bu toprakları ikinci kez vatanlaştırdığımızı dünyaya ilan etmiş olduk. Ama birileri ellerini çabuk tuttu 1924’te Sakarya Zaferini taşıdığı manayı örtmek için adı sonradan 30 Ağustos Zafer Bayramı olan Başkumandan Zaferi diye bir bayram icad ettiler. Fakat şiir söyleyenler yine neyin ne olduğunu bilen insanlardı. Ömer Bedrettin Uşaklı 1927 yılında Başaklar Arasında şiirinde kimliğimize dair şöyle diyordu:
Fakat sunuf-ı devletin devamı olarak Cumhuriyet idaresi inkılaplarla sınıf bilincinizi istismar etti. Cumhuriyetin ilanını ikinci hicretimiz olarak görmemize mâni olacak baskıya maruz bırakıldık. Bu baskıyı 14 Mayıs 1950’de sınıf bilinciyle bertaraf ettik. Cumhuriyet Halk Partisi’ne hayır diyerek Demokrat Parti’yi iktidara getirdik. Sınıf olarak kendimizi göstermiş olmakla, kimlik bunalımımızı aşmakla uğraşabileceğimiz bir on yılımız oldu. Fakat 27 Mayıs 1960 müdahalesi bizim sınıf mücadelemizi başka bir kimlikte aramaya mecbur etti. O da sosyalist bir dönüşüm adı altında olacaktı. Buna da mâni olundu. Sonra siyasal İslâm AKP’yi doğurdu ve kimliksiz, şahsiyetsiz bir insan tipi ortaya çıkartıldı.
Ben 20 yaşında ne olduğumu, kim olduğumu merak eden biriydim. Üniversite hayatım boyunca madem sigara içiyorum, bizim memleketin işçileri kazansın diye yerli marka sigara içerdim. Türkiye’ye gelen yabancılara da kötü gözle bakardım. Ne işleri var burada diye. Bir de Adanalı bir arkadaşa başımıza bir padişah, kral adı her neyse adam gibi biri yeter dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bunlar öyle belli bir bilinçle falan eriştiğim düşünceler değildi. Tabii olarak böyle düşünmemim sebebini çok yıllar sonra Cuma Mektupları’ndan öğrenmiştim. Bunlar geçmişten devraldığımız yönetim hatlarıyla irtibatlıydı. Gerisini merak edenler Cuma Mektupları’nı okusun. Benim diyeceğim, bugün insanlar kendi tercihleriyle, kendi eriştikleri fikirlerle hareket ettiklerini sanarak yaşıyorlar. İçine hapsolduğumuz zihnî kalıpların dışında düşünebilmeyi , anlayabilmeyi, fehmedebilmeyi, fark edebilmeyi ancak Türk harflerine sahip çıkarak becerebiliriz.
Mesela son referandum vesilesiyle millete dayatılan mantık ne? Neymiş tek adam yönetimi olacakmış, tek bir kişi isterse her şeyi değiştirebilecekmiş falan filan. Diğer taraftakiler aslında tek adam kötü bir şey değil, bakın Mustafa Kemal de tekti, hem meclis de var olmaya devam edecek gibi saçma sapan laflar ediyorlar. Bir kere tek adam diye bir şey yok. Manasız bir şey bu. Tek denilen şeyin yerinde dünya sistemi vardır, o da beynelmilel bir hâdisedir. Yani devletin başında bir teklikten bahsetmek aptalca bir şey. Geriye adam kalıyor. Devletin idaresinde adama benzeyen birine de Başvekil Adnan Menderes’ten bu yana rastlanmış değil. Seyfullah kardeşimden öğrendim “adam değil cüdam” diye bir tabir varmış. Şimdikilerin hepsi cüdam. O da sefil, kötü, beceriksiz manasına gelirmiş.
20 Mayıs 2017, Adana