Sınıf Bilinci mecmuasının "Kış" nüshasının neşrolunması münasebetiyle 4 Şubat 2017 günü İstanbul Şubemizde tertip edilen panelin tam metni:
Oruç Özel:
Selamun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle, kış sayısının neşrolunması sebebiyle toplandık. Bugünkü toplantımızı derneğimizin İstanbul şubesinde yapıyoruz. Bunun bir sebebi derneğimize ve İstiklâl Marşı Derneği üyesi olmayanların gelip buraya gelmesini sağlamak, diğeri ise İstanbul’da İstiklâl Marşı Derneği’ne salon tahsis edilmesini resmi makamların pek uygun görmemesi. Doğrudan böyle bir tavır yok, dolaylı olarak var. Bu sebeple de bu toplantıyı bir düğün salonunda yapmaktansa kendi şubemizde yapmayı yeğledik.
İstiklâl Marşı Derneği’nin Genel Merkezi bu bulunduğumuz binada kuruldu. Bundan on sene önce, yine bir şubat ayında, yani tam tamına on sene önce tutuldu burası. Ve o günden beri İstiklâl Marşı Derneği’ne önce genel merkez daha sonra İstanbul şubesi olarak hizmet veriyor. Ama burası her hafta cumartesi günleri şu andaki olduğu kadar kalabalığa kavuşmuyor. Ama her hafta Cumartesi günleri, bugün burada dinleyeceğiniz, dinlemeye geldiğiniz konuşmanın çok uzağında olmayan şeyler konuşuluyor. Dolayısıyla bugünün aslında -dernek üyeleri olarak düşündüğümüzde- diğer günlerden dinleyecekleriniz hususunda pek bir farkı yok. Biz, derneğimizin kurulduğu günden bu yana yazımızı geri almanın ancak bizi Müslüman kılacağı üzerine siyasetimizi güdüyoruz. Yazımız yok ve Türklüğümüz yok. Yazımız yok, ne okuma hususunda ne yazma hususunda Müslümanlığımız yok diyoruz. Bunun dışında bir şey arayanlar buraya gelmiyorlar. Bunun dışında bir şey aramayanların hepsi de burada olmayabilir. Ama bizler Müslümanlığımızı Kur’an-ı Kerim’in yazıldığı harfler olmadan Müslümanlığımızı elimizde tutamayacağımıza iman ediyorsak, buna iman ediyorsak bunun buradan başka konuşulduğu Türkiye’de başka bir yer de yok.
Şimdi Fikret Demir Bey, Genel Merkezimizin Yönetim Kurulu Üyesi ve akabinde Lütfi Özaydın, yine Genel Merkezimizin Yönetim Kurulu Üyesi, konuşmalarını yapmadan önce kısa bir şeyi daha haziruna söylemek istiyorum. O da İstiklâl Marşı Derneği’nin bir kooperatifinin olduğudur. Kooperatif hemen bu bulunduğumuz binanın biraz ilerisinde. Bu kooperatif bir tüketim kooperatifi ve kurulmasının maksadı Türk milletinin evine, Türkiye’de ve dünyada kahir ekseriyetle endüstriyel üretimle yapılmayan veya bu üretimden en az etkilenmiş gıdaların girmesini sağlamak ve bu sebeple de çabamız milli bir pazarın oluşmasına önayak olmak, “market alışverişi” denen şeyden beri durmak. Bu sebeple kurulmuş bir kooperatifimiz var.
Bununla ilgili bir ilan henüz yapılmadı. Bu çabamızla bugün yapılan toplantı, bunlar birbirini pekiştiren şeyler. Nedir o? Ekonomik faaliyet, Müslümanın yaptığı iktisadî faaliyet ile Müslümanın hayatının birbirinden ayrılmadığı. Bunun -inşallah çok iyi bir şekilde yaparak- olabileceğini; endüstriyel üretimin dışındaki gıdalar ile de insanların yemek pişirilebileceğini hepinize ve bütün Türkiye’ye, göstereceğiz. Ve inşallah hepiniz de buna talip olacaksınız.
Şimdi Fikret Demir Bey’i konuşmasını yapmak için kürsüye davet ediyorum.
Fikret Demir:
Biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak bütün içtimalarımıza tekbir ve salatla başlıyoruz. Zaten Besmele’nin, Hamdele’nin olmadığı bir mükaleme, bir muhavereyi de “ebter” kabul ediyoruz. Soyu kesik, hayırsız. Estaûzubillah:
Dar-u dünyada Rasûl-ü Ekrem’e dil uzatan cümle küffara Kur’an’ın bize öğrettiği şekliyle “sen ebtersin” diyoruz. Bu topraklarda doğup-büyüyüp; yiyip-içip de “ben Türk değilim” diyenlere de “beter ol” diyoruz, “beter ol” yani; soyun kurusun. Allah azze ve celle’nin bize öğrettiği bed-duayı tekrar ediyoruz.
İstiklâl Marşı Derneği’ne intisabımın yedinci yılı. Bugüne ne kadar bu ocaktaki közden bana nasib olanından siz de işitme zahmetinde bulunacaksınız. Becerebildiğim kadarıyla Rasûl-ü Ekrem’in şu tavsiyesine uyarak devam etmeye çalışacağım:
buyuruyor Rasûl-ü Ekrem. “Kelamın hayırlısı kalîl ve delîl olanı.” Az olacak ama ifade ettiği şey de net olacak. Dolayısıyla bütün söyleyeceğim şeylerin özü olarak Bakî efendinin bir şiirini okuyacağım. O şiiri okumadan önce de birkaç şey zikredeceğim. Aslında Şair -Hıristiyan takvimiyle 16. asırda kaleme aldığı sekiz mısrada- her şeyi özetlemiş.
Lakin bu şiire gelmeden: -Sınıf Bilinci’nin “kış” sayısı elimizdeki; o vesileyle burada bu muhavereyi yapıyoruz.- şunu sarahatle kavramak zorundayız. Neyi? Arapçayı öğrenmenin hükmünü. Arapçayı öğrenmek farzdır. Cümle Muhammed ümmetine. Tamam farz-ı kifayedir ama farzdır. Rasûl-ü Kibriya buyuruyor ki:
“Arapçayı öğrenin çünkü o dininizdendir.” Bu farzdan ne oldu? Bu farz bu topraklarda nasıl meyve verdi? Buradan Türkçe’ye nasıl vardık? Mesele bu. Buradan Türkçe’ye şu şekilde vardık:
Bu topraklarda Allah’ın kendisine hidayet nasib ettiği, imanla şerefyab kıldığı ulema, udeba ve şuara,bu farz-ı kifayeyi yerine getirmek için Arapçayı öğrendiler o öğrendikleriyle bir lisan tekellüm ettiler. İşte oradan doğan lisan Türkçe. Dolayısıyla Türkçe dediğimiz lisan bu farz-ı kifayeyi yerine getiren ulemanın konuştuğundan doğan lisan Türkçe. Dolayısıyla bu lisan bizim itikadımıza taalluk ediyor.
Ulema Kur’an’ı, ve sünnet-i seniyye’yi öğrendiği lisanı günlük hayatına, konuşmasına, yazmasına taşıyınca bu Türkçe oluyor. Yunus Emre diyoruz, çünkü Yunus Emre şiirini Türkçe yazıyor. Yunus Emre Türkçe yazıyor ama onunla hemen hemen aynı dönem diyeceğimiz Rûmî Farsça yazıyor. Allah bize böyle bir lisan hediye ediyor... Daha öncesi de var belki ama Türk şiiri bakımından Yunus Emre’nin bir sınır olduğunu söylüyoruz. Bunu bugüne kadarki içinde yaşadığımız şartlanmalar sebebiyle anlamamız çok zor. Eğer bir şekilde yolumuz, yolunuz İstiklâl Marşı Derneği’ne düştüyse Türkiye’de yegane, biricik talebe olunabilecek yer burasıdır. Eğer yolunuz buraya düştü de talebe olduysanız hemen aslınıza intisab edersiniz. Ve konuştuğunuz, tekellüm ettiğiniz lisanın nereden geldiğini anlamaya başlarsınız.
Ben bunu sarahate kavuşturmak için anamın bana anlattığı bir hikayeyi nakledeyim. Hikaye şöyle : tembel, haylaz bir kız var; lakin babasının evi de çok kalabalık, gelen giden çok fazla, çok yoruluyor, bu durumdan da müşteki… Nasib oluyor bu kız bir yuva kuruyor. Çok geçmiyor kızcağız hamile kalıyor. Hamile kalınca sen artık çalışma diyorlar, otur. Tarlaya da gitme, çifte de gitme. Hamileliğini daha rahat geçirebilmesi için... Bu kız da bu durumdan gayet memnun. Süreç neticeleniyor bir çocuk dünyaya geliyor, oğlu oluyor ve adını da Mahmud koyuyorlar. Bu kız oğlunu şu ifadelerle seviyor: “Mahnacığım Mahmud, keşke babam evinde de olsaydın. O kadar meşakkate katlanmazdım.”
Mahna, ne mahnası varmış? Bu kelime ne? Ayette geçen, estaûzubillah:
Da geçen mi? Yoksa mi? Bir var: Allah imtihan eder, tecrübe eder, dener hepimizi. Bütün dar-u dünyadaki ömrümüz bundan ibaret. Bir de meslek manasına gelen var, buradaki "mahna" ikincisi. Meşgale, bir şeyin tatbikatını yapmak, meslek manalarına geliyor. O bakımdan. Yani o meşgaleyi, o mahnayı, mehne kelimesini biz bahane yapmışız. Ne bahanen var? Neyle uğraşıyorsun?
Kendi aslını görmek isteyen için bir şey daha söyleyeceğim. Bizim rafta da görmüşsünüzdür, TİYO’nun son yayınlarından birisinin adı “Kalın Türk”. Bu eserin ismi Hıristiyan asrıyla yirmi birinci yüzyılda verilmiş bir isim. Kalın ve Türk, iki Türkçe kelime. Peki bu “kalın” kelimesinin aslı ne? Ben bu konuşma ile ilgili düşünürken şu ayet-i kerime aklıma geldi...
Şunu biliyorsunuzdur, öyle tahmin ediyorum İstiklâl Marşı Derneği’yle bir şekilde bir irtibatınız olduysa, Allah azze ve celle buyuruyor ki, estaûzubillah:
“Ey Allah’ın nebisi” ya da “Ey Nebi! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et.”
kelime bu. “/galaza”den, “ve onlara karşı da şedid ol, kalın ol.” Şimdi bizdeki kalın kelimesi neredendir? Ben Arapça sözlüklere baktım bunun en çok kullanılan mastarı “/galiz”. Mana olarak bir: şiddetlilik, sert olma. İki: ipin kalınına da deniyor. “Kolan”ı bilirsiniz belki, kalın olan. Bizdeki Kalın Türk neymiş? Tevbe suresinde, kafire ve münafığa karşı takınılması gereken tavrı gösteren şeymiş. /galaza biliyorum, yazımını da biliyorum. Mahana nasıl bahane olduysa /galaza da kalın olmuş. Dolayısıyla neyi müdafaa ediyoruz. Neyi müdafaa edeceğiz?
Allah’ın hidayet nasib ettiği Muhammed ümmetinden mü’min olanlarının şuarasının, üdebasının, ulemasının tekellüm ettiği bir lisan Allah bize nasib etmiş. Kur’an’ın nüzulünden, Rasûl-ü Ekrem’den sonra. Onu müdafaa ediyoruz, davamız bu. Elbette ki ne söylediğimin farkındayım ve Türkiye’de Türk budur, Türkçe budur dediğimde birçok insana bunun hayret verici hale geldiğinin de farkındayım. Lakin meselenin aslı budur. Yani imanı tebellür etmiş, imanı lisanına akmış insanların lisanı. Türkçe dediğimiz şey bu. Ve bu çatı altında müdafaa edilen şey de bu. Eğer Mevla nasib ederse -şairin dediği gibi- “Gel hidayet Hak’tan ola”; bunun dışında başka türlüsü mümkün değil zaten. Eğer Allah hidayet nasib ederse lisanımızın aslı çok ortada, çok ayan beyan bir şey.
Bütün şartlanmalarımıza, bize verdikleri bütün o berbat eğitime rağmen, millet olarak Kur’an’dan ve sünnet-i seniyyeden doğduk. Bunun dışında bizim hiçbir izahımız yok. Bu lisanı tevlid eden şey de imanın tezahürü. Başka hiçbir şey değil. Dolayısıyla Türkçe’ye düşman olmak, Türk’e düşman olmak, Türk Vatanı’na düşman olmak kafirliğin dışında başka hiçbir izahı olmayan bir şeydir. Hiçbir izahı yok. Bunu -tırnak içerisinde- “kafir” çok iyi biliyor. O yüzden bu lisan elimizden alındı. Onlar bundan çok eminler. Ama bilmeyen -varsa eğer- bizimkiler. İstiklâl Marşı Derneği’nin söylediğine kulak tıkayanlar bunlar.
Bir şekilde Allahın bize nasib ettiği kadarıyla ömrü ikmal ederken şu iki tavra dikkat etmemiz gerektiği kanaatindeyim. İki hadîs-i şerif üzerinden, anlatmaya gayret edersek neyden kaçıp neye iltica etmemiz gerektiği hususunda istikameti muhafaza edebileceğimizi düşünüyorum. Birinci hadîs öyle zannediyorum ki Türkiye’de meşhur. Rasûl-ü Ekrem buyuruyor ki:
“Münafığın üç tane alameti vardır.”
“Birincisi, konuştuğu zaman yalan söyler.”
“İkincisi ise bir şeyi vaad eder ve ona ihanete eder.” Üçüncüsü ise:
“Kendisine emanet edilene ihanet eder.”
Eğer istikamet arayanlardan isek bu bizim içtinap edeceğimiz şeyler. İkinci hadîs-i şerifte ise şöyle buyuruyor Rasûl-ü Ekrem:
“Eğer bir kişide üç haslet var ise kişi onlarla imanın tadını alır.” Birincisi:
“Eğer Allah ve Rasûlü o kişiye, Allah ve Rasûlü dışında her şeyden daha sevgili ise, daha kıymetli ise, daha yüksek ise, yani o kişi bir bununla imanın tadına, halavetine varır.” İkincisi ise:
“Bir kişiyi ancak Allah için sevmesi”. Bir insanla münasebeti, ona duyduğu ilgi ve alaka ancak bu şekilde sıhhate kavuşacaktır. Hadîs-i şerifin başka tariklerinde buğz ifadesi de geçiyor. “Bir insana sevgisi veya buğzu ancak Allah içindir.” Üçüncüsü ise:
Üçüncüsü ise “Allah ona hidayet nasip ettikten sonra küfre düşmekten, kendisi için bir ateş yakılmış ve adeta ona atılacak gibi korkmasıdır” Bu kişi imanın tadını alıyor alabiliyordur buyuruyor.
Bu çatı altında bize istikamet tayin eden şeyin, nifaktan, şirkten, riyadan kaçarak imanın tadına doğru yürümek olduğu kanaatindeyim. Başta da bizi Türk kılan bu idi, bugün de bizi Türk kılacak olan şey bu. Başka türlüsü mümkün değil. Yani eğer kişi imanın tadını almaya doğru bir istikamet tutturursa öyle zannediyorum ömrünü ayette ifade edilen, Türkiye’deki ve dünyadaki ahval düşünüldüğü zaman bize öğretilen dualardan biriside budur, estaûzubillah:
“Ya rabbi bizi ebrarla beraber” -harfî tercüme edersek- “vefat ettir, onlarla beraber canımızı al” şeklindedir. İstikameti burada aramaya gayret edersek öyle zannediyorum ettiğimiz dua da yerini bulacaktır. Dolayısıyla eğer Türk olmaktan anladığımız şeyin, bu olduğu sarahatle ortaya çıkar, zihinlerde tebellür ederse, öyle zannediyorum daha net bir durumla karşı karşıya kalırız. Çünkü Türkiye’de başımızdaki en büyük bela, safların netliği meselesidir. Yani dün Suriye’dekilerle beraber tatil yapanlar, sonra Amerika’nın talimatıyla Suriye için terörist yetiştirenler, orada planları istediği gibi gitmeyince avdet edenler, Suriye’den milyonlarca insanı alanlar, şimdi de Suriyeli mültecileri evlerinde ağırlayan, onlara bilmem neler yapanlar, bunların hepsini okurken, yaparken, bu melanetlerinin tamamını işlerken, bir şeklide ayet okuyorlar, hadis okuyorlar. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Yani Suriye için terörist yetiştirirken de bir ayet, hadis buluyor okuyor. İş dönüyor dolaşıyor işler terse gidiyor, sarpa sarıyor, şimdi onlara yardım etmek ensar-muhacir çerçevesinde değerlendiriliyor. Böyle bir melanetle karşı karşıyayız. Yani bu bakımdan hepimiz Allah’tan sırat-ı müstakîmi samimi bir şekilde istemek dışında başka bir yolu olan insanlar değiliz. Başka mümkün değil.
Zahir diyoruz lakin adamaların zahirine bakınca Müslüman kisvesiyle görünen insanların satış reklamcısı olduklarını görüyoruz. Böyle bir şey. Türkiye'de içinde kaldığımız durum bu.
Eğer İstiklâl Marşı Derneği’ne yolumuz düşmezse Türkiye’de hiçbir şeyin sıhhatine dair, ne ayet-i kerimelerin ne hadîs-i şeriflerin, ne Türkiye’deki iktisadın ne siyasetin, sarih bir şey duymanıza ihtimal yok. Hiç fark etmez ayet de okusalar hadis de okusalar bir şekilde ya şirke ya nifaka ya bir melanete bulaştırmak için yapıyorlar. Dolayısıyla İstiklâl Marşı Derneği derdin istikamet olduğunu, bu istikametin de yine Kur’an’da ifade edilen “İstikamet Kur’an’ın kendisidir”, bundan başka olamayacağı, bunun sıhhatle dile getirildiği yer başka bir yer değil, başka bir yer de yok. Bunun sarahatle görülmesi gerek diyorum.
Bakî’nin şiirini de zikredip konuşmamı toparlayacağım. Hıristiyan takvimi ile 16. yy. ve Bakî'nin hayatında üç padişah var: Kanûnî, II. Selim, III. Murat, üçü var tahtta. Gerçi Bakî'nin Kanûnî Mersiyesi meşhurdur ama bu şiir ne söylüyor. Eğer bu şiire kulak verirsek meselenin aslı hiç de öyle değil. Türkçe bir şiir okuyacağım ve içinizde aşina olanlar şiirin ayet-i kerimelerin ve hadîs-i şeriflerin tercümesi olduğunu hemen anlayacaklar. Şiir şöyle:
Bütün mesele bu. Benim söyleyebileceklerimin çok çok üstünde ve ötesinde. Tahtta Allahu âlem Kanûnî oturuyor. Osmanlı’nın en -tırnak içinde- “zirve dönemi”. “Biz mükteka-yı zerkeş-i câha dayanmazız.” “O padişahın oturduğu koltuk, o taht, o altınlı, sinli şeye ben dayanmıyorum.” “Hakkın kemali lütfuna istinad ediyorum”, direk padişahın yüzüne söylenmiş bir şey. Benimki Hakk’ın kemâli lütfuna. Bizim nesebimiz, aslımız bu; lisanımız da bu. Bu da bizim Kur’an’a ve sünnet-i seniyyeye olan dinimizden, imanımızdan doğdu. Bugün de hala, eğer o lisana avdet edersek aslımıza dönebileceğiz.
Bir iki şeyi eksik ifade etmiş olabilirim. Bizim Kur’an ve sünnet-i seniyyeden aldığımız sadece müfredat değil, yani birebir kelime alma değil, muhteva da Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden. O yüzden Türkçeden İslâm’a, imana, ihsana, tevhide doğru yürüyoruz. Yani lisanımızın içeriğini de belirleyen Kur’an ve sünnet. Bir insana küfrediyoruz işte hepinizin bildiği bir şey yani küfrediyoruz. Sebbetmiyoruz. Tamam sövmek de var ama bir de küfür var yani onu kâfirlikle itham ediyorsun bundan daha aşağı ne olabilir? Türkçe böyle bir lisan ve bu bilindiği için kasd-ı mahsusa ile kâfirler tarafından elimizden alındı ve alındığı zaman da bu kâfirler “Bu elifbayı bunların elinden alarak Kur’an’ı tarihe gömdük” dediler. Bugün de durum ondan farklı değil. Çok daha fazla mesafe kat ettiler gidecekleri yer hususunda. Fakat bizim de şeref ve haysiyet arayan birisi olarak, şairin dediği gibi Allah’ın lütfundan başka istinadımız, ondan başka talep ettiğimiz bir şey yok.
Bir titizliği de elden bırakmamak lazım. O da şu: -hadîs-i şerif olarak da duydum ama- bunu da zikrederek Lütfi Hoca’ya devredeyim. Titizlik şu, benim aklımda kalan mısra şu: “Ko kıyl ü kali”. Muhtemelen, /vekâ Arabî’deki lefif fiil. İki tane illetli harf var. Bunun emir fiilinde, iki illetli harf de düşer sadece illetsiz harf kalır; şeklinde gelir. “Ko kıyl ü kali” dediği de o. “/vekâ”nın takva kelimesinin de kökü olduğunu bilenler bilecek. Kıyl ü kali ko dediği, yani ondan kendini koru.
Halletmemiz gereken birçok meselemiz var... İnşallah Mevla nasip eder bize, duamız o istikamette. Bu çatı altında “kıyl ü kal”in hemen bir kenara bırakıldığı ve istikametin iman olduğu, esas olanın da bu olduğunun kavranması elzem. Çünkü Rasûl-ü Ekrem aleyhissalatü vesselam buyuruyorlar ki:
“Sizin hakkınızda en çok şey korkuttuğum şey” -serbest bir tercüme- “küçük şirktir” diyor. Sahabe de diyor ki: “ya Rasûllullah bu küçük şirk nedir?” “” diyor Rasûl-ü Ekrem: riya, ikiyüzlülük, gösteriş. Demek ki hani bizim itikaden sıhhate doğru dua ederken, bundan da ictinab ederek kendimizi korumamız esas olan. Bu sayede Türklüğümüz kalınlaşacaktır. Yani Kur’an’la ve sünnet-i seniyye ile münasebetimiz sıhhat bulduğu kadar Türklüğümüz kavî olacak ve yine Allah azze ve celle bize inşallah kendimizi nispet ettiğimiz ecdadımız gibi yeniden bize nasip edeceğini edecektir. Hiçbirimizin nefsi... Bir Arap şair ona kulak verirsek şöyle diyor: “İnsan nefsi düşmanını yere sermeden mutmain olmaz.” Yani Allah bize ne nasip eder? Bilemiyorum. Ama bizim duamızın, gayretimizin, imana, ihsana ve tevhide olduğu açıktır. Beni dinleme zahmetinde bulunduğunuz için teşekkür ederek sözü Lütfi Hoca’ya devrediyorum.
Lütfi Özaydın:
Haset caiz, iki şeyden diyor Rasûl-ü Ekrem ve ben de, işte bu kelimeleri niye bulamadım diye haset ettim. Fikret Hoca'nın en son söylemiş olduğu “komak”, “vekâ”nın münasebetinden dolayı. Evet... Haset ederek başlayayım. Ama tabi intikamımı alacağım. Bu konuşmanın içerisinde bunlar inşallah olacak.
Sınıf Bilinci mecmuasını arkadaşlar hazırlarken, her iki sayıda da hep aklıma 70’li yıllarda çocukluğum döneminde babamla ilgili iki hatıra geldi. İkisi de beni çok derinden etkileyen hadiseler. Aynı vakitte olan iki hadise bu, yani farklı zamanlarda ama aynı vakitte. Sabah namazından sonra babam eve gelmiş, birdenbire kapıda bir at kişnemesi; ondan sonra babam paltosunu giyiyor, ayağına sağlam üşümeyecek derecede bir pantolon veya şalvar gibi bir şey geçiriyor. Ondan sonra eline Mushaf-ı Şerîf’ini aldı -hafız olduğu için küçük Mushaf-ı Şerîf’i var- onu aradı buldu. Dışarı çıktı. Tabi ben de peşinden merak ediyorum yani sabah bu vakitte nereye giderler, ne işleri var diye. Sonra anladım ki köyde bir adet var, bahar, ekinlerin olma zamanı, tam yeşerme zamanında -ki sonraki senelerde de bunu yaptı babam o köyde imam olduğu müddetçe- at üzerinde hatim indirerek bütün köyün arazisini dolaşıyor. Maksat herhalde köyün arazisinin mahsulatının âfâttan, musibetten muhafaza olması için dua etmek. Kur’an-ı Kerim’e bir bağlılık ve Kur’an-ı Kerim’in okunması bu hususta da bir fayda olması temennisiyle yapılırdı… Bu beni çok derinden etkileyen bir hadise. Bu hadise bana orada yaşayan insanların Kur’an’a bağlılıklarını işaret etmiştir.
İkinci hatırladığım hadise ise, -o biraz beni olumsuz, menfî manada etkiledi- yine sabah namazı vakti babam eve geldi. Zaten o haberi biz bir gün önceden duymuştuk, köyden üç tane delikanlı işte askerden gelmişler, yirmili yaşlarda delikanlılar gurbete çalışmaya giderken işte otobüs kaza yapıyor, üçünün birden cesetleri geliyor. Zaten gelecekleri haberi alınmıştı. Babam o namazdan sonran eve geldi. Suratı çok düşmüştü, çok etkilendiği belli oluyordu yüzünden. “Ölümün de bir haysiyeti olur, ölümün de bir şerefi olur, ölümün de bir iyiliği olur” diye. Parmaklarındaki çizikleri gösterirdi, yaraları. Cenazeleri yıkamadan göndermişler. O cenazeleri yıkarken babamın elleri o camların içerisinde doğranmış bir şekilde. Çok etkilendiğim bir hadisedir. Hatta demişti: “Bilmiyorum bu şekilde bir yerlere gitmek, bu şekilde seyahat etmek ve hareket etmek, yani bu otobüslerde böyle yolculuk etmek caiz olur mu? Böyle bir şey insanoğluna yapılır mı?” dediklerini ben o zaman hatırlıyorum. İşte o köyde benim çocukluğum geçti.
1970'lerde Kıbrıs Savaşı yılı idi herhalde, 74 harekatında oradan ayrıldım ve orada çocukken müşahede ettiğim şeyler çok öğretici ve güzeldi... Belki çocuk aklıyla hep öyle gelmişti bana, belki hayalcilikten dolayı olacak, güzel şeyler hatırlıyorum. Oradaki insanları hatırlıyorum. Oradaki insanlarda toprağa bağlı bir hayat vardı. Hayvanlarıyla beraber yaşıyor insanlar. Henüz tek bir tane traktör vardı köyde. Atlar ve öküzlerle çift yapılıyor ve çok zengin yaşıyor insanlar. Yani nasıl diyeyim ben, o zenginlik başkaydı, paraları çok yoktu ama her şeyleri vardı. Şehre indikleri zaman sadece tuz, şeker ve gazyağı ile gelirlerdi. İyi de biliyorum; babamın heybesinde şehirden geldiği zaman bunlar olurdu. Bütün ihtiyaçlarını kendileri karşılardı o insanlar. Bulgurunu kendi yapar, yarmasını kendi yapar, salçasını kendi yapar, kışlık hoşaf yapmak için meyve kurularını kendi yapar. Çünkü bizzat biz içerisinde bulunuyorduk bunların. Ve hayvanlar... O hayvanlar... İşte keçileri ayrı, koyunları ayrı, mandaları, kazları, ördekleri, tavukları ayrı... Zengin ve derin bir hayat ve bizim hayatımızdı yani milli bir hayatımızdı bu.
Şimdi bu hayatı yaşayan insanlara gelince orada müşahede ettiklerim bugün bile aklıma geliyor, her biri farklı farklı özellikleri olan insanlar, her biri ayrı ayrı hünerleri olan insanlar. Mesela birisi, ki geçen ki takvim münasebeti ile olan konuşmada Taplı Mustafa Amca’dan bahsetmiştik, o marangozdu yani eline kimsenin su dökemeyeceği bir usta. Mesela Muhittin amcam taş ustasıydı, bir taş duvar yıkıldığı zaman veya bir yere duvar yapılacağı zaman mutlaka o gider ve o işi halleder. Mesela hayvanlardan anlayan bir yaşlımız vardı, ismini hatırlamıyorum, hayvanlara bir şey olduğu zaman ona müracaat edilir, o gelir, hayvanlarla ilgili müşkülatı çözer. Veya kadınlar vardı mesela. Ben iyi biliyorum, yüzümde bir yara çıkmıştı. İşte o kadına götürdüler. O da sülük vurdu ve yara iyileşti, iyileşmeyen bir yaraydı uzun zamandan beri. Bunun gibi bir hayat vardı. Ve o insanların sözünü dinlediği kimlerdi? Kimin sözü geçerdi orada? En başta okumuş insanlar, yani hafızlar var köyde, İslâmî ilim tahsil etmiş olanlar var, onlar baş köşelerde otururlar, insanlar onların ağızlarına bakar. Acaba bu insanların nasıl böyle bir itibarı vardı? Fikret hocam demin söyledi, bu lisanı öğretenler bu hayatı öğretenler o insanlardı.
Babamın ayrı bir yeri vardı; imam ve hafızdı çünkü. Ve babam köyden ayrılıncaya kadar orada kahvehane açılamadı babamın korkusundan. Çünkü kahve gelecek, kahve olduğu zaman da kağıt oyunları olacak, bu kumar… Babamın oradan tayini çıktıktan sonra kahve açıldı oraya, insanlar da kahveye gider olmuşlar. Veya işte oradaki insanların, okumuş insanların, cami cemaati insanların, namaza müdavim olan insanların, İslâmî hassasiyeti olan insanların sözü geçer; onlar istikamet belirlerdi. Bu istikamete göre yaşarlardı. Bu Sınıf Bilinci ne hatırlattı bana? İşte içindeki resimleri görünce, hayvanları anlattığını görünce içerisinde bu şeyleri hatırladım. Bizim hayatımız bu.
Şimdi Sınıf Bilinci mecmuasının içerisindeki malumat normal olarak, yani ilkokul mezunu insanların bilmesi gereken bir malumat. Bizim vatanımızda hangi hayvanlar yaşıyor? Hangi bitkiler var, hangi ağaçlar var? Bunların isimleri nelerdir? Mesela biz bilirdik. Yani belki bu okulla gelen bir şey değildi ama ben araziyi gezdiğim zaman, -ki bunu sonradan fark ettim- etrafımızı saran her şeyin isimlerini bilirdik. Birkaç sene önce Malatya ve Elazığ’a öğrenci götürdük, -ben öğretmenim-, 40-50 öğrenciyi bir araziye götürdük. Ben orada hemen hatırladım. İşte devetabanı, çiğdem ondan sonra böyle bin bir türlü otlar, bazılarının ismini unutmuşum, hardal otu; ondan sonra devedikeni. Bunlardan yenecek miktarda topladım. Çocuklara ikram ediyorum, çocuklar bakıyorlar yani bunlar ne diye? “Bunlar yenir” diyorum. İşte kimisi aldı yedi, güzelmiş dedi. Kimisi baktı bir tat alamadı. Kimisi hiç almadı. Çünkü yaşadıkları hayat buna uygun bir hayat değil, böyle bir hayattan çıkarmışlar çocukları. Ama ben bunları hatırladım. Çünkü orada geçirmiş olduğum hayatın bana öğrettiği şeylerdi.
Şimdi, bu tahsil hayatı, neler okunduğu çok önemli bir mevzu idi. Mesela benim iyi hatırladığım bir başka şey de, benim Kur’an-ı Kerim okuduğumu, ezber yaptığımı görünce yaşlı bir amcanın gelip, “Oğlum esas okumak budur, bunları okuduğun zaman okumuş sayılırsın. Diğerlerini boş ver, onlar lay ley lom” yani “onlar gavur harfleri”. Hatta mekteplere de gavur mektepleri derlerdi, yazıya da “gavur yazısı” tabirlerini amcalarımız, dedelerimiz, yaşlılarımız o zaman kullanırlardı. Ve onların gözündeki yazı buydu. Yani onların gözündeki yazı İslâm yazısı, Kur’an yazısı idi ve ondan daha üstün, daha değerli bir şey yoktu. Bunu bize hissettirirlerdi ve ben bunu çocuk yaşta anlardım, hissederdim.
Hemen bir başka mevzua geçeyim. Tırmık hikayesini bilirsiniz değil mi? Belki duymuşsunuzdur, küçükken anlatmışlardı tahsil hayatıyla ilgili olarak. Güya işte medreseye giden bir talebe çok eski zamanlarda köye gelmiş. Biraz tembel olduğu için galiba iş yapmak da istemiyor. Demiş ki babası, “Oğlum şu tırmığı al da tarlayı çekeceğiz, tırmıklayacağız”. “Ben” demiş “artık tahsilli oldum böyle şeylerle uğraşmam, tırmık ne, o nedir?” derken tam yürürken tırmığın üzerine basıyor tırmığın ucuna, taraklarına. Taraklarına basar basmaz alnının ortasına sapı yiyince, “Kim koydu bu tırmığı buraya!” diye bağırınca “Bak” diyor “öğrendin değil mi” diyor “tırmığın ne olduğunu”. Şimdi tahsil hayatı... Yani neler okundu da, bizim lisanımızı teşkil etti? İnsanlar neler okuyordu, neler yazıyordu ve bizi de meydana getiren, lisanımızı da meydana getiren bunun neticesinde ne ortaya çıktı? Demin Fikret Hoca bunu gayet açık, sarih bir şekilde izah etti, teşekkür ediyoruz kendisine.
Şimdi tırmık demişken ben de biraz etimoloji parçalayayım, biraz ukalalık yapayım. “Tırmık” kelimesi ve “tarak” kelimesi birbiriyle alakalı şeyler. “Taramak” kelimesi, “tırmık”, hatta “dirgen”, hatta “direk”, hatta “dirilmek”, hatta “derlemek”, hepsi “derâ” fiiliyle alakalı. Çünkü Araplar tarağa “midrâ” derler. Mim’i kaldırdığınız zaman ne kalır geriye? Midrâ kelimesinin başından mim’i kaldırdığınız zaman geriye ne kalır? “Dara” kalır, “dera” kalır. İşte “tırmık”, “dara” kelimesi hep burayla alakalı bir şeydir. Araya böyle bir malumat da girmiş oldu.
Dolayısıyla bu hayat İslâm’dan Kur’an’dan ve sünnetten neşet ettiği için bu hayatta tırmığımız, tarağımız bizim o. Kur’an’dan gelen kelimeler. Aynı “savurmak”, “sürmek” kelimelerinin Kur’an’dan geldiği gibi. İşte
ayet-i kerimesi, Adiyat Suresinde. “/sevr” peltek “s” ile yazdığımız zaman bunu, sürmek olarak almışız. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de savurmak kelimesi, tozutmak, estirmek manasında, tarlayı sürmek... Ki /sevr öküz demektir. Öküze de öküz denmesinin sebebi tarlayı sürdüğü içindir. Araplar bunun için ona /sevr demişler. Biz harmanları savururuz. Dirgenlerle, tırmıklarla yaparız bunu. Yani neresine bakarsanız bakın bizim Türkçe’mizin yaşanılan hayattan ve yaşadığımız hayatımızın İslâm’dan neşet ettiğini, Kur’an’dan neşet ettiğini ve bu İslâmî tahsil hayatının emsilenin, binanın, maksutun ve onlardan okunan şeylerin, bizim lisanımızı, kelimelerimizi teşkil ettiğini öğrenebiliriz. Ki bir şey daha söyleyeyim. İlerde söylemeyi düşünüyordum ama şimdi sıcağı sıcağına bahsedeyim: mesela biz ölüyoruz, ölmek fiilini kullanıyoruz. Olmak kelimesiyle aynı yazılır ölmek - /olmak. Ve bu eğlemek kelimesiyle de alakalıdır, evvel kelimesi de alakalıdır. Yani ölmekle olmanın ne yakınlığı olabilir? Birbirine zıt kelimeler ama şu ayeti düşündüğümüz zaman niye öldüğümüzü de anlarız, niye “ölmek”e “ölmek dediğimizi de”:
Yani biz Allah’dan geldik, yine ona dönücüleriz. fiili, fiili... “Evvel” kelimesi de oradan gelir. fiili rücû etmek, başa dönmek manasına geliyor. Yani öldüğümüz zaman demek ki nereye gidiyormuşuz? Oluyormuşuz, başa dönüyormuşuz, “evvele” dönüyormuşuz, ilke dönüyormuşuz, geldiğimiz yere dönüyormuşuz. Ki bu ayetten mülhem olarak biz ölüyoruz ve öldüğümüz zaman ölmek fiilini de bunun için istimal ediyoruz.
Şimdi, bu Allahü Teâlâ’nın bize gösterdiği şeyleri bu dernek çatısı altında öğrendik. Ve biz yazımızı geri almadıkça kendi nesebimiz, kendi kimliğimiz, kendi varlığımız ve bu topraklarda niçin bulunduğumuz, bulunma sebebimiz hakkında herhangi bir kanaat edinemeyeceğimizi de burada öğrendik. Yazımız olmadan biz yoğuz. Çünkü Türkçe yok. Türkçe bu yazıyla beraber ortaya çıktı, 1000 yıldır bu yazıyla beraber yazıldı ve kelimelerimiz bu yazıyla beraber teşekkül etti. Ve binlerce yıl insanlar -okuması yazması olanlar- kelimeleri düşündüğünde bu yazıyla düşündüler. Ve dolayısıyla dilimizden de o şekilde tezahür etti bu kelimeler, o şekilde çıktı. Bundan dolayı Sınıf Bilinci bize bir şey söylüyor. Bizim üzerinde yaşadığımız bir vatanımız var ve bu vatanı teşkil eden itikadımız var ve o itikadımızı bize öğreten bir lisanımız var. Ve o lisanı bize aktaran bir yazımız var, Allahü Teâlâ’nın bize öğrettiği yazı, Türk yazısı. Yani hemen diyeceksiniz ki “Arap harfleri, Arap yazısı” falan. Kur’an-ı Kerim inmeden önce öyle bir yazı yoktu. Araştırıp bakabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim indikten sonra Allahü Teâlâ bize bir yazı öğretti. Sahabeler bu yazıyı geliştirdiler, Hz. Ali buna başkanlık ediyordu. Harflerin nasıl yazılacağını, nasıl yapılacağını, nasıl bitişeceğini... Çünkü böyle rivayetlerimiz var zaten. Bunları mü’minlere Allah öğretti. Bu bir İslâm yazısıdır, Kur’an-ı Kerim yazısıdır. Bu da Arap harfleri değil. İsimlendirme yanlış. Zaten şimdi çok ilginç geliyor bana, nereye gitsem “Bu Arapça mı?” diye soruyorlar. Sanki bu memlekette bin sene insanlar Kur’an harfleriyle yazı yazmadılar gibi bir muamele ediliyor bizim yazımıza. Buna Türkçe dediğimiz zaman, bu harflere Türkçe dediğim zaman “Arapça bu” diyorlar. Ya daha ne kadar zaman oldu ki? Yani 1928’den bu yana ne kadar zaman geçti ki? Yani daha dedelerimizin raflarında, hatta evlerimizin raflarında bu kitaplar hala duruyor. Camilerimizde hala duruyor. Ve sokaklarda taşlarda, kitabelerde hala bu yazılar duruyor. Sanki çok uzun bir zaman geçmiş, unutulmuş gibi hissediyor insanlar. Ama biz yazımızı geri alma peşindeyiz.
İşte Sınıf Bilinci’miz de bu. O yaşadığım köyde ben bunun izlerini buldum. Yani tarihimizde de bunu bulabiliriz. Türkler ve bu memleketin Müslümanları devleti ve yöneticileri ve devletin kolluk güçlerini, İslâm’la muaheze etme bilincine sahip bir sınıftı. Ve bu bilince sahip bir sınıf olmadığımız müddetçe de Türkiye Türkiye olarak varlığını muhafaza elbette edemeyecek.
Tahsil hayatının kazandırdığı şeylere bir iki örnek daha vereceğim. Benim lise döneminde, babamın bulunduğu köyde bir kadın, Hanife Bibi derdik ona. Halalara “bibi” derler bizim bazı köylerimizde, böyledir, Hanife Bibi derdik. Okuma yazması olmayan Azeri göçmeni bir kadın. Şimdi ben o zaman lisede okuyorum, siyer-i nebî okuyoruz. İşte bize ödev vermişler, peygamberimizin hayatıyla ilgili. Biz arkadaşlarla ödevi tartışırken o habire müdahale ediyor: “Hayır, orası öyle değil, şurası şöyle. Şu olay oldu da ondan sonra böyle oldu” diye. Bu okuma yazması olmayan bu kadın bu malumatı nereden aldı? Ben hala hayret ediyorum, o kadının çocukluğundan beri evlerinde siyer-i nebî okunduğunu yine kendi söylemişti. Ve şehirde oturduğumuzda Seten Kadın diye bir teyzemiz vardı. Seteni bilenler vardır herhalde değil mi: buğday, yarma ve bulgur dövmeye yarayan teker şeklinde taştan bir alettir. Eskiden onun oturduğu evde öyle bir şey varmış, oranın ismi kalmış seten. Oradan da, belediye o araziyi satınca bu kadın almış. Kadının adı Seten olarak kalmış, öyle bir kadındı. Fakat, bunun bariz vasfı şuydu. Ben hala pişmanım, yani o kadının söylediklerini ben niye kaleme almadım, sesini niye acaba kaydetmedik ki o zaman imkanlar biraz kısıtlıydı. Anlattığı hikayeleri ben hiçbir yerde duymadım, hiçbir yerde yazıldığını da görmedim. Fakat, o kadar seri, akıcı bir üslupla da anlatıyordu ki ben babama soruyordum, “Ya bu teyze bunları nerden biliyor?”. Çünkü öyle kelimeler kullanıyor ki, ben sözlüğe bakıyorum. İmam Hatip lisesinde okuyoruz, Arapça öğreniyoruz. Arapçada kitaplarda okuduğumuz kelimeleri kullanıyor. Ve bu, bu nasıl bir şey, yani bu kadın bunları nasıl öğrendi, bu kelimeleri nasıl biliyor? Hanife Bibi bu siyer malumatını nasıl aldı? İslâmî bir hayat, yani gavurluk karışmamış bir hayat yaşamışlardı ki bunları biliyorlardı. Belki de karıştı ama ben o zaman fark edemedim, bilemiyorum. Fakat benim izlediğim, gördüğüm şeyler, takip ettiğim şeylerden anladıklarım benim dikkatimi çekmiş ve bunlar bende kalmış. Ben bunları unutmadım. Ve o insanları, o insanlara o lisanı sağlayan, o bilgiyi, o kültürü sağlayan şey elbette işte o millete, milletimize, Türk milletine nizam veren İslâm’ın işaretlerini görüyoruz.
O köyde öyle bir hayat yaşanırken, işte o trafik kazasını da size söyledim. Ondan sonra bütün işler değişti. Traktör geldi köye. Ondan sonra işte üretim artsın, tarım şöyle olsun. Ha bunu da ekleyelim: “tarım” kelimesi de derlemekle alakalı, “derim” yani. Uyduranlar galiba bunu herhalde oradan uydurdular, derlemekle alakalı, tarım dediğimiz zaman o kasdediliyor çünkü. Yani taramak fiili de zaten oradan gelme. İşte, o traktörlerin gelmesiyle beraber gübre geldi. Gübrenin gelmesiyle beraber naylon poşetler, torbalar geldi, naylon kap kacak geldi. Ve bir saldırıya uğradı insanlar. Ellerindeki kıymetli kaplarını, kacaklarını, bütün eşyalarını plastiklerle değiştirdiler. Yani nasıl oldu bu? Ve ondan sonra faizler geldi, krediler geldi ve benim görmüş olduğum belki son kalıntılarıydı o İslâmî hayatın; ki 6-7 sene oluyor o köye ben tekrar bir gideyim, gezeyim dedim ki 3-4 tane yaşlıdan başka kimse kalmamış. O güzelim evler, topraktan ve ahşaptan yapılma güzel evler harabeye dönmüş. Köyde hiç genç kalmamış. Ve bizim hayatımız artık bitmiş. Yani artık bunu özellikle ben müşahade ettim. Çünkü şu anda da bakıyoruz topraklarımızın büyük çoğunluğunda ziraat yapılmıyor artık, ekilip dikilmiyor. İnsanlar tarlada vakit geçirmek istemiyor veya tarlayla alakalı işler yapmak istemiyorlar... Ancak mecburiyetten yapıyorlar bazıları. İnsanlar artık kendi domatesini, kendi hıyarını kendi yetiştirmek istemiyor, kendi tavuğunu kendi beslemek istemiyor. Daha doğrusu şöyle diyorlar: “Hayvan pisliği koklamak istemiyoruz”. Artık böyle bir şey kalmadı. Dolayısıyla, yani bizim hayatımız kalmayınca da lisanımız kalmadı.
İstanbul’da toplandık. Türkiye’nin büyük çoğunluğu bu bölgede toplandı ve bu insanlar ne iş yapıyorlar? Ve bu yaptığımız işler, milletimizin nesine çare veya nesine, hangi yarasına merhem? Yani büyük dünya şirketlerinin işte buradaki temsilcilerinin bürolarında... Ben isimlerini bile telaffuz edemediğim işler yapıyorlar. İşte, CV gibi bir şey diyorlar, acaba bu neymiş? Veya neydi, müdür manasında bir kelime kullanıyorlar. CEO diyorlar. Çünkü başka türlü olmaz. Çünkü yaşanılan hayat olmayınca o hayat idare edilmez, idare İslâmî bir kelime... Ancak ne olur? Evet o ancak CEO olur yani müdür falan olmaz. Çünkü artık durum oraya doğru gidiyor. Şöyle tabelalara bakıyor muyuz? Ben yol boyunca, Ümraniye’den Çengelköy’e doğru inerken şöyle 100 tabela varsa 95’i yabancı yazılar, dükkanların tabelalarında yani. Berber değil, kuaför; hadi kuaför yazsın o da bir şeydir, ordaki “f”yi çift yapmışlar. Herhalde öyle yazıyorlar değil mi? Kuafför diye böyle bir şey yapmışlar.
Şimdi, böyle bir hayatın içerisinde biz nasıl Türk olacağız, nasıl Türk olarak kalacağız? Gittikçe Amerikalılaşıyoruz. Tek çare var: ya Türk olacağız veya Amerikalı olmaya mahkumuz. Eğer Türk olacaksak biz, Türk olarak kalacaksak yazımızı geri almaya mecburuz. Yazımızı geri almadığımız müddetçe bizim Türklüğümüzden -herhangi bir eser zaten kalmadı- ve kalmayacak. Ancak lisanımızda bunu ifade ediyoruz. Bu yazı bir kültür meselesi değil. Geçmişe dönük tarihi arkeololojik kazılar yapmak için, geçmişteki nostaljik bilgileri öğrenmek için değil bu yazı. Bu varlık yokluk meselesi, itikadımızın meselesidir. Var mı olacağız, yok mu olacağız? Yazımız olduğu müddetçe biz varız, yazımızı geri aldığımız zaman varlığımızı da geri almış olacağız. Yazımız olmazsa biz Amerikalı olmaya mahkumuz.
Şimdi gene derneğimizin çıkarmış olduğu Elhan-ı Şita kitapçığında Peyami Safa’nın yazısının sonunu okumak istiyorum. Bizim dile getirdiğimiz şeyleri görmüş ama onun niyetini bilemiyoruz tabi. Diyor ki Peyami Safa: “Bu edebiyat alaka ve heyecanı, galeyan derecesini kaybetmekle beraber Cumhuriyet inkılabından sonra da birkaç sene devam etti.” Edebiyat merakından bahsediyor. “Fakat, milli kültürle yeni nesiller arasında köprüsüz bir uçurum açan harf inkılabı bu heyecanı söndürdü ve edebî gelişmeyi durdurdu. Arap harflerini bilmeyen edebiyat nesillerini tarihsiz kalmak ve sıfırdan başlamak gibi korkunç bir gerilik noktasına itti, mıhladı. Şimdi, bu zavallı nesilleri o karanlık hareket noktasından kurtarmak ve çok ilerlere kavuşturmak davası önündeyiz. Millî kültürümüzle onlar arasında yıkılan köprüleri yeniden kurmak vazife ve mesuliyeti karşısındayız.” Bu nasıl yapılacak? Yazı gittikten sonra bu şikayet etmiş olduğu şey, yazıyla ilgili talebimiz olmadığı müddetçe nasıl gerçekleşecek? Nasıl yapacağız? Çıkış yolu bu -belki zor olacak-: yazımızı geri almadan bizim Türkiye davamız ve İslâm davamız da asla olmayacak.
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
4 Şubat 2017, İstanbul