Başka sualler de var: Kimdi İstanbul’un zaptını irade eden? Sultan II. Mehmet mi, Ulubatlı Hasan mı? Konduğumuz bir mirastan söz edilecekse kimin kime bıraktığı bir miras bu? Zatı itibariyle bir dönüm noktasını temsil ettiğinden hiç kimsenin şüphe etmediği Fatih bize bir şair sureti mi aksettiriyor; yoksa bir Rönesans Prensinin tereddütlerini mi? Türk varlığına dair sualler henüz yerini bulmamıştır. Bu sualleri kim vaz edecek? Muhatabı kim olacak? Bizimdir vehmine kapıldığımız ülkede biz Türkler hakkındaki bütün suallere her kim bize patron numarası çekiyor ise onun cevap verme borcu altına girdiğinin bilinci de doğmamıştır.
Doğacağı var mı? Böyle bir doğum gerçekleştiğinde Türk tarihi can sıkıntısı vermeyecek. Sınıf bilicine erdiğimizde hadiselerin başında ne idilerse, hâlâ öyle olduklarını göreceğiz. Patron rolüne soyunanlar Türklükle alakalı suallerin cevabını bulamaz, bilemez duruma düşmüşlerse yerlerini çabucak cevap bulma hasletine sahip kişilere bırakma akıllılığına talip olmalıdırlar. Bugün patron müsveddelerinin zimmetinde ne eme yarar bir cevap görebiliyor, ne de kaybedilen her şeyin telâfisine yol açabilecek bir utanma kaydına rastlayabiliyoruz. Hiçbir şeyleri yoksa 27 Mayıs 1960 sabahına kadar sözüm ona Cumhurî Türkiye’deki her bir konu mankeninin utanması vardı. Bunlardan İsmet İnönü kendini Millî Şef ilân etmede mazur sayılmasını şu mantıkla açıklıyor: hiç kimse “Atatürk ölünce Türklerin başında artık adam kalmadı” demesin, diyemesin diye bunu yaptım.