22 Mayıs 2010 tarihinde Kayseri TV'de Genel Başkanımız İsmet Özel ile yapılan mülakatın metni:
— İsim müsemma ilişkisi çerçevesinde baktığımızda, hem isminiz hem soy isminiz çerçevesinde isabetli bir isimlendirme veya soy isimlendirme olup olmadığı noktasında bir fikriniz var mı? Veya o isimleri hak etmek için bir gayretiniz var mı?
İsmet Özel: İsmi alan ismi koyan değildir. İnsanların kendi isimlerinden ne derece etkilendiklerine belki bakmak lâzım. Ben kendi payıma, ismimin manasını ilkokul çağlarımda bilmiyordum. Ben 1944 doğumluyum ve 1944 yılında Türkiye’nin başında bir Millî Şef vardı. Millî Şef’in adı da İsmet’ti. Büyük bir ihtimalle benim adımı koyan babam bunu önemsemiş, ciddiye almış, adımı İsmet olarak koymuşlar. Ama aslında benim adımın ilk ihtimalle Bayram olması lâzım. Ben Hıristiyan takvimine göre 19 Eylül 1944’te doğdum. Bu tarih İslâm takvimine göre 1 Şevval 1363. 1 Şevval deyince insanlar ne olduğunu akıllarına bile getirmezler. Şevval’in 1’i Ramazan Bayramının birinci günüdür. Dolayısıyla benim almam gereken ilk isim ihtimali Bayram’dı. Yıllar sonra bu hadiseyi naklettiğim zaman çocuklarım, “Baba iyi ki Bayram Özel olmamışsın, çünkü bayramlarda devamlı ‘Bayram Özel’ programları oluyor.” demişlerdi.
— Siz de biliyorsunuz, son bir ay içerisinde İsmet Paşa çerçevesinde bir tartışma gündeme geldi. Tarihe de ilginiz var. İsmet Özel bu tarihi okurken İsmet kelimelerini duyunca nasıl bir psikoloji, rol model, kendi içinizde…
İsmet Özel: Tabii ben bu altmış altı yaşımda artık adımın biraz önüne geçtim. Adımın İsmet Özel olması benim İsmet Özel olmamdan daha önemli değil. Ben çocukluğumda hem adımdan hem de soyadımdan hoşnut değildim. Çünkü biliyorsunuz Türkiye’de birçok isim hem kız hem erkek ismi oluyor. İsmet de bunlardan birisi. Ve benim hayatımda ilk bildiğim İsmet, Kastamonu’da bizim evden biraz daha yukarıda oturan İsmet Hanım’dı. İsmet Hanım’ın bahçesinde çok güzel yediveren gülleri falan olurdu ama ortada bir “İsmet Hanım” olduğu için ben bu İsmet adından pek hoşlanmazdım erkek çocuğu olarak. “Adım başka bir şey olsa daha iyi olurdu.” diye kafamdan geçerdi. Daha sonra lise çağlarında ismimin manasını önce İngilizce olarak öğrendim. İngilizce öğrenirken gördüm ki adımın manasına “honesty” (dürüst) diye karşılık vermişler İngilizce. Ama daha sonraları peygamberlerin “ismet”i olduğunu öğrendiğim zaman ismimin çok esaslı bir şey olduğunu kabul ettim. Dediğim gibi adımın dürüstlükle alâkalı olduğunu öğrendikten sonra ister istemez daha dikkatli olmak zorunda kaldım. Adımın İsmet olmasıyla peygamberlerin ismetinin olmasını öğrendikten sonra yalan söylemek artık bana pek uymaz bir şey olmaya başladı. Ama işte böyle gidip gelmeler olduğu için, edebiyat dünyasına girerken ilk defa şiirlerim yayınlanmaya başladığı sırada ya da yayınlamayı düşündüğüm sıralarda kendi kendime bir hesaplaşma yaşadım. İstersem edebiyattaki adımı değiştirebilirdim. Çünkü birçok insan böyle şeyler yapıyordu. “Acaba” dedim, “böyle yapayım mı?” Yani, “Şiirlerimi başka bir isimle yayınlasam mı?” diye kendi kendime sordum, uzunca bir süre düşündüm. Sonunda şu karara vardım: “Hayır, adım ne ise onu kullanacağım ve bundan sonra da müstear isim kullanmayacağım.” Dediğim gibi de yaptım. “Çünkü kendi adını taşıyamayan, kendi adını yüklenemeyen, kendi adının ağırlığını kaldıramayan bir insan başka hiçbir ağırlık kaldıramaz.” dedim ve İsmet Özel adıyla şiirlerimi yayınlamaya başladım. Bunda da çok isabetli bir karar vermişim. Şimdiye kadar bir tek müstear isim kullandım, o da Abdullah Çıdamlı’dır. Sebebi de şu: Yeni Devir gazetesinde yazarken bir tercümemi gazeteye satmak mecburiyetinde kaldım. Onun hikâyesi de uzun ya… Her neyse, oradan alacağım para dolayısıyla mecburen bir metin yayınladım. Günlük yazı yazan bir adamın bir tarafta da tercüme yayınlaması pek şık görülmedi, Abdullah Çıdamlı müstear adını kullandım. Onun dışında da adımla barışık olarak yaşadım. Bunu aslında bütün insanlara teklif ediyorum. İnsanlar adlarını taşımayı göze almalılar. Çünkü onlara o adı veren kültürü ciddiye almış, ister istemez onunla hesaplaşmış olurlar. Öte yandan İsmet İnönü’yle benim başım hiçbir zaman hoş olmadı.
— Tabii gençlik günlerinizde İsmet İnönü sürekli eleştirilen ve tu kaka konumunda olan bir siyasî figür olmalı, o da sizi rahatsız etmiştir.
İsmet Özel: Hayır, yani İsmet İnönü’yü beğenmek isterseniz onda beğenilecek çok fazla taraf bulursunuz. Ama kınamak isterseniz kınanacak bir taraf bulursunuz. O yine sizin şahsi tutumunuzla alâkalı. Ben Siyasal Bilgiler Fakültesinde talebeydim ve İsmet İnönü de 3. Koalisyon Hükümetinin Başbakanıydı. İsmet İnönü’ye kesin notumu o sırada verdim. Gazete haberi olarak İsmet İnönü’nün Başbakanlığa gitmeden önce bankasına uğrayıp para çektiği haberi vardı. Uğradığı banka Osmanlı Bankasıydı. O zaman, o günkü kafamla dedim ki, “Bu memlekette Millî Şeflik yapmış bir adam parasını yabancı bir bankada muhafaza ediyorsa bu insanın Türkiye’yle irtibatı ne olabilir? Türkiye’ye ne gözle bakıyor ve kendini Türkiye’de ne olarak görüyor?” Bu da manidardır aslında. Biliyorsunuz, İsmet İnönü Süleyman Demirel için şu ifadeyi kullanmıştır: fuzulî şagil. Yani işgal ettiği mevkii gereksiz yere işgal ediyor. Bu da çok düşündürücü bir şey. Acaba başbakanlık mevkii Türkiye’de fuzulî olarak değil de gerçekten nasıl işgal edilebilir? Bunu düşünmek lâzım. Bunu düşünürken “asılan Başbakan”ı düşünmek lâzım. Asılan Başbakan’a ve ekibine karşı İsmet İnönü’nün, “Sizi ben bile kurtaramam.” demiş olmasını düşünmek lâzım. Hangi ülkede yaşıyoruz? Kim ne yapıyor? Bu ülkede idareci olmak ne demektir? Bu ülkede ismi duyulmuş bir insan olmak ne demektir? İnsanlar bu ülkede gerek servetleri sebebiyle gerekse başka bir sebepten anılan bir kişi oldularsa, bunu nasıl kazandılar? Bu fevkalâde önemli bir şey. Konuşmamıza isimden başlamakla çok isabet ettiniz. Yani bu adamın adı niçin anılıyor? Bunu bir kere çözmemiz lâzım. Bu adam nereden geldi? Bu adamı niçin biliyoruz? Meslekî başarısı olan bir insanın Türkiye’de hangi işle görevlendirildiğini düşünmemiz lâzım. Ya da, “Böyle bir şey oluyor mu?” diye düşünmemiz lâzım. Türkiye’de, “Gördünüz mü! Şu konuda şu işi yaptı, dolayısıyla şu makama getirildi.” dediğiniz bir örnek verebiliyor musunuz bana? Yoksa tersi mi? Yoksa bir adam çok başarılı olmasına rağmen birilerinin tekerine çomak soktu diye o başarısının cezasını mı görüyor? “Biz bu memlekette ne idik, neyiz ve ne olacağız?” diye düşünürken isimlerimizi hesaba katmamız lâzım, diyorum.
— Sohbet ilerledi ama ben yine başlangıca dönmek istiyorum. Şöyle bir şiirsel cümle var: “Ve bir bahar günü doğdun sen, baharın kendisi oldun sen”. Siz sonbaharda doğmuşsunuz.
İsmet Özel: Sonbaharın kendisi mi oldum acaba?
— Yine bir ifade ve yorum… Bakışınız itibariyle -tırnak içinde söylüyorum, kabul edip etmemek size bağlı- pesimist bir bakış açısı varmış gibi. Sohbetlerde sizi dinledikten sonra -bugün de oldu-, “Üstat, bize bir umut vermediniz.” şeklinde bir itiraz da oldu. İsim, müsemma ilişkisinde olduğu gibi, bu mevsim ilişkisi çerçevesinde baktığımızda İsmet Özel sonbahar mı? Bugün Kayseri’de yapacağınız konuşmanın başlığı itibariyle de baktığımızda: “Ne Bahar Kaldı Ne Gül”. Ama en azından sonbahar şu anda elimizde var gibi gözüküyor.
İsmet Özel: Acaba mevsimler itibariyle mi vakti tayin etmek isabetlidir, yoksa gün itibariyle mi? Çünkü Resulullah (S.A.V.), “Ben ikindi vakti geldim.” demiştir. Demek ki zamanı tespit ederken günü esas almamız daha iyi. Yani sabah mı, öğlen mi, ikindin mi, akşam mı doğdu? Bildiğiniz gibi bu dört mevsim diye bildiğimiz şey ılıman iklim kuşağının yaşadığı bir şey. Kutuplara ve ekvatora yaklaştıkça dört mevsimi tanıyamıyoruz. Onun için isterseniz şu benim sonbaharda doğduğumu da…
— Ama bu da ikindi vaktinde, günün son zamanında, gurubdan bir adım önce…
İsmet Özel: Şimdi bakın, hilkatte kusur yoktur. Allah hiçbir şeyi namüsait bir şekilde yaratmamıştır. Her şey tamı tamına olduğu, olması gerektiği yerdedir. Onun için bir kere dünyaya gelmemiz de, dünyada bulunduğumuz müddet boyunca başımıza gelenler de başka türlü olmayacak şeylerdi. “Keşke” demek insanı dinden çıkarır. “Keşke öyle olmasaydı.” Hayır, öyle bir şey yok. Öyle oldu. Bunun neden öyle olduğuna ve bunda insanların dualarının nasıl yön tayin edici olduğuna bakmamız lâzım. Ben sık sık şunu söylüyorum: Dervişin birisi Allah’a dua etmiş. Demiş ki, “Yarabbi, Sen’den günde üç tayından başka bir şey istemiyorum.” Kısa bir süre sonra hapse atılmış ve ona günde üç tayın vermişler. Yani insanın, duasını yaparken hayırlısını istemesi lâzım. Çünkü biz bütün hayatımızı bu şekilde zehir ediyoruz, gerçekten hayatımızı karartıyoruz. Meselâ diyoruz ki, “Şu mektebi bitireyim ne olursa olsun.” Ya da, “Şu işe gireyim ne olursa olsun, şu ihaleyi alayım ne olursa olsun.” Bizim dediğimiz oluyor, duamız kabul oluyor, ama ne olursa da oluyor.
— Şöyle dua etsek nasıl olur? Sizin Kırk Hadis’te duayla ilgili müthiş bir yazınız var, onu da biraz burada vermiş oldunuz. Bir yakınım, hayırlısını duayla istemiş, “İstediğimi hayrıma çevir, diye dua ediyorum.” diyor. O olamaz mı? İnsanlar isterler ve bunun da kendileri için yapıcı, yaratıcı, tayin edici olmasını…
İsmet Özel: Kur’ân-ı Kerim’de sık sık bizim heva ve heveslerimizin kınandığına şahit oluyoruz. Öyle değil mi? O isteğin öne çıkarılması bizim zaaflarımızdan doğan bir şeydir. Biz Allah’ın bize en iyisini verdiğini anlamayız kolay kolay. Bunu anlamamız için tekâmül etmemiz gerekir, terakki etmemiz gerekir. O yolu tıkamamamız lâzım. Yani bizim başımıza gelen kötü şeyler çoğu zaman bizim tekâmül ve terakki etmemiz için faydalı olan şeylerdir. Meselâ kızgın sobaya elimizi bir kere değdirince onu bir daha değdirmeyiz. O arada tabii elimiz yanar. Kendimiz için, başkaları için iyi bir şey istediğimizi nereden çıkarıyoruz? Bizim dünyaya gelişimiz bir imtihandır. Şunu insanların akıllarından çıkarmaması lâzım: Allah bütün ruhları yarattıktan sonra onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Bunu herkes biliyor.
— Bu olup bitmiş bir olay mıdır, sürekli olan bir olay mıdır?
İsmet Özel: Bu olup bitmiş bir olaydır. Onun için biz dünyaya geliyoruz.
— Ama hatırlamıyoruz?
İsmet Özel: Hatırlıyoruz. Zikir, hatırlamayla alâkalı bir şey; anma. Biz dünyaya geliyoruz. Allah’ın rahmeti gazabını aşmıştır. Allah’ın gazabı rahmetinin üstünde değildir. Onun için biz Kalûbelâ’da “Hayır” demiş olsak bile Allah bize bir dünya hayatı veriyor. Yani deniliyor ki, “Eğer sen bu dünya hayatında orada yaptığın gafleti tamir edecek bir hayat yaşarsan sana cennet açık.” Ama öbür tarafı da var: “Sen orada verdiğin doğru cevabı unutmuş bir hayat yaşarsan o zaman da cehennemi boylarsın.” Sözüne sadık mısın, yoksa yeniden yemin etmeye mi hazırladın kendini? Allah lâtiftir ama kesif değildir. Allah her zaman lütfeder. İnsanların imkânlarını daraltmaz. Allah hiç kimseye zulmetmez. Biz kendimize zulmederiz. Hem insan olarak kendi bedenimize ve ruhumuza, hem de birbirimize. O yüzden İsmet adında olmak iyidir. Yani hiç kimseye yanlış bir ad takılmış olamaz. İnsan, hayatıyla kendi adının manasını tekrar düzenler.
— Sizin konuğumuz olacağınızı duyduktan sonra sizi iyi takip ettiğini sandığım arkadaşlar tarafından bazı sorular geldi. O sorulardan birisini şimdi sormak istemiyorum, isminizle bağlantılı olarak soracağım o soruyu. Ben hâlâ başlangıçtayım, çünkü doğduğunuz şehirdesiniz. Herhalde anne sütünden sonra gıda olarak ilk aldığınız mayi Erciyes suyu?
İsmet Özel: Mutlaka.
— Sokağa çıktığınızda, anne-baba ve oda imajından sonra zihninize resmi düşürülen ilk imaj belki de Erciyes dağıdır.
İsmet Özel: Bilemem. Doğumevinde doğmuşum. Onun için…
— O zamanlar yüksek katlar olmadığı için Erciyes her taraftan görünüyordu. Herhalde bir şekilde suyunu içip şeklini de görmüş olmalısınız.
— Buradan şuna gelmek istiyorum. Mimar Sinan da çocukluk yaşlarında İstanbul’a getiriliyor. Süleymaniye’yle ilgili anlatılan bir anlatıda Erciyes’in siluetini bir şekilde İstanbul’a Süleymaniye şeklinde taşıdığı söylenir. Şairlere, sanatçılara, mimarlara bir şekilde ilham kaynağı olan bir dağ. Kayseri’ye dışarıdan gelen ziyaretçileri gezdirdiğimde Erciyes’le ilgili hep şu yakıştırmayı yaptılar: “Yakışıklı! Erciyes çok ihtişamlı falan değil, yakışıklı.” Daha başka bir şey demezler, “yakışıklı” kelimesi genelde kullanılan bir kelime oldu. Bu açıdan bakıldığında İsmet Özel’in hem düşünce, hem sanat dünyası, ruh dünyası çerçevesinde Kayseri’yle ilgili, burada dünyaya gelmiş olmanızdan hareketle Kayseri’ye bir şekilde ilgi… Her Kayseri lâfını duyduğunuzda kulak kesilmiş olmalısınız, diye düşünüyorum. Bu şehrin hayatınızdaki yeri, hem Erciyes dağı, hem Kayseri ile ilgili…
İsmet Özel: Şöyle bir şey var. Benim hatıramda Kayseri yok. Çünkü çok küçük yaşta ayrılmışız buradan. Yani ben sadece Kayseri’de doğdum. Ama nüfus cüzdanımda doğum yeri Kayseri yazdığı için, Kayseri’nin de Türkiye’nin hemen hemen ortasında bir yer olması, Türkiye’nin batısıyla, doğusuyla, kuzeyiyle, güneyiyle gerçekten irtibatlı bir şehir olması, bana bu topraklara ait olma bakımından takyid gibi bir şey göründü. Bir fiş doldurmam, bir şey yapmam söz konusu olduğunda, doğum yeri: Kayseri. Çocukluğumdan beri, mektebe gittiğim zamandan beri hep karşıma çıkan bir şey. O bende bir şey yaptı: “Ben bu ülkenin esaslı bir yerindenim.” Kayseri harika bir yerdir, anlamında değil. Ama haritaya baktığınız zaman Kayseri nerede diye…
— Sizin Selçuklu’ya atfettiğiniz değer ve Kayseri’nin Selçuklu’nun en esaslı şehirlerinden biri olması da herhalde sizi…
İsmet Özel: Öyle çok fazla üzerinde düşünmedim doğrusu. “Doğum yeri: Kayseri” denilmesi bana kâfi geldi. Benim çocukluğumun yedi senesi Kastamonu’da geçti. Dolayısıyla kültürel alışveriş bakımından benim şahsiyetimde Kayseri’den çok Kastamonu’nun yeri var o manada. Bunları insanlar bugün artık dikkate almaz oldular. Trakya’sından Kars’ına kadar bu topraklarda garip bir alaşım, garip bir –garip mi demeli, belki garip demeli- yabancı olan birinin tanıyamayacağı bir atardamar var. O manada meselâ bir Kayseri - Sivas rekabeti vardır, değil mi? Ama Sivas da Kayseri de aslında aşağı yukarı birbirlerine karıştırılabilecek kadar yakın şeylerdir. Böyle bir şey var. Bizim bu ülkeyle ilgili çok hususî bir tınımız var. O bakımdan bir yeri çok kabartmak haksızlık olur. Tam tersini yapmamız lâzım. Yani Trabzonlunun Balıkesirliyle ne kadar münasebeti olduğunu fark edecek bir olgunluğa ulaşmamız lâzım.
— Erciyes’ten hareketle, ben en azından İsmet Özel’i zirvede gördüm. Bu sizin zirveyi amaçlayıp amaçlamadığınız, zirvede olup olmamanız şeyi değil. Bir de dağ metaforu Kur’ân’daki dağ anlatımıyla düşünüldüğünde İsmet Özel ne düşünür, diye sormak istiyorum. Meselâ Haşr Suresinde, “Eğer biz Kur’ân’ı dağa teklif etseydik paramparça olurdu.” deniliyor. Dağ ve insan… Bir sanatçı, dinî duyarlığı çok gelişmiş olan İsmet Özel dağ ve insan kıyaslamaları konularında ne söyler acaba?
İsmet Özel: Benim 1965 yılında yazdığım Partizan şiirinde bir mısra var: “Uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor”. Kendim uyuduğum zaman benimle birlikte bir dağ da uyuyorsa bu benim dağ olduğum manasına gelmez. Ama başka kelimelerle söylenecek olsaydı öyle söylenmezdi. Yani şiir hiçbir zaman başka bir ifadeye tercüme edilemez. Bunu tekrar ederek, buradan anlaşılmaya değer bir şey olduğunu fark edebiliriz. “Uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor”. Şöyle bir şey var: Herkes kendi biricikliğinin farkına varmak zorundadır. Herkes! Bu aynı zamanda başka insanlara olan saygımızı da, başka insanlara olan minnetimizi de beraberinde getirir. Birçok insan Allah’ı ispat etmeye kalkarak saçma sapan şeyler yapıyor. “Bunu yapan bir kudret olmasaydı bu olabilir miydi?” falan diye. Sık sık söylenen şeylerden biri de hiçbir kar tanesinin bir diğeriyle tıpatıp olmadığıdır. Düşünün, milyonlarca sene kar yağıyor, ne kadar çok kar tanesi olduğu sayıya gelmez ama bunların hiçbiri diğerine benzemiyor. Bunu bir de insana yaklaştırırsak, insan dediğimiz yaratık ulvî olanla süflî olan arasındaki irtibatı kuran yaratıktır. İnsan ünsiyet ile ortaya çıkar. Dolayısıyla bu biriciklik, insandaki tek olma hali herkesin bir zirve olduğu manasına gelir. O bakımdan kimse, “Ne münasebet, ben zirve değilim.” diyemez. Herkes tabiî zirvedir. Veya olma hakkına ve imkânına sahiptir. Ben altı kardeşin en küçüğüyüm. Küçük kardeşler, anne-babaları da dâhil olmak üzere kendilerinden daha büyük olanlara daha dikkatli ve münekkit gözüyle bakar, onları kritize eder. Büyükler küçüklere o kadar dikkatle bakmaz ama küçükler büyüklere dikkatle bakar. Dolayısıyla kendi çocukluğumdan ve büyüme çağımdan itibaren, “Benimle kandaş olan bu insanların dışında kıymetim anlaşılabilir?” meselesi benim meselem oldu. İnsan kendi kendine bir şey olmaz. Ama, “Bir şey miyim acaba?” diye sormaya başladığı andan itibaren o, olmaya başlar. Küçük kardeşlerde daha kolay sorulabilen bir soru bu. Belki bunun bir payı vardır büyümemde.
— Genel manasıyla “kişinin kendini yaratması” olarak da belki görebiliriz.
İsmet Özel: Kendini muaheze etmek. Bu sonunda hesap gününün ciddiyetine varmaya da gider. İnsan kendi kendini hesaba çekebiliyorsa, kendinin hesaba çekileceğini de anlamış olur.
— Son yıllarda özellikle matbuat dünyasında şehirler üzerine yoğun bir edebiyat, kitap, yazı var. Bir şehir felsefesine, edebiyatına yol açıyor. Sizin de meselâ Üç Firenk Havası şiirinizde şehrin insanı üzerine çok çarpıcı ifadeleriniz var. İsterseniz okuyalım onu. Sadece oraları alıntılayarak, şiir alıntılanarak okunur mu bilemiyorum?
İsmet Özel: Olur, niye olmasın?
— “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin / kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin”, “bozuk paraların insanı, sivilcelerin”, “pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin”. Üç Mesele, İsmet Özel’i Türkiye gündemine -en azından bizim neslimiz itibariyle- oturtan büyük bir kitap. “Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma”. Medeniyete baktığımızda kökü itibariyle “Medine”, daha geriye gittiğimizde “din”. Din, Medine, Medeniyet silsilesiyle bakabiliriz. Sizin orada medeniyete getirmiş olduğunuz yoğun bir eleştiri var. Bir de, “İslâm şehirlidir.” denilir. Peygamberimizin bir hadisine de atfedilir: “Din daha olumlu bir şekilde bedeviyette değil hadariyette, yani şehirlerde yaşanır.” diyebileceğim öz mana olarak. İnsanların idrakinin oluşturduğu, dünya görüşünün somutlaşmış bir varlığı olarak şehre bakılabilir mi? Bu söylediklerimden hareketle şehir üzerine, şehrin bir imkân olup olmadığı… Çünkü bazı ifadelerinizde sanki kırsal daha ön plana çıkar gibi geliyor. Şehirden kaçışı öğütlüyor gibisiniz. Bir de şehirlerin karakteri, cinsiyeti olabilir mi, canlı organizmalar olarak algılayıp baktığımızda?
İsmet Özel: Kim söylemiş bilmiyorum: “Bütün genellemeler yanlıştır, bu dâhil.” Bir kelime var elimizde: şehir. Medine Arapça bir kelime, o da şehir demek. Görüyorsunuz ki burada bir ayrışma var. Hangisini esas alacağız? Şehir mi diyeceğiz, Medine mi diyeceğiz? Medeniyet kelimesi Medine’den çıkmış. Yesrib şehri Hicret’ten sonra Medinetün-Nebi olarak zikredilmeye başlanmış. Nebi kısmını unutmuşlar, Medine kalmış. Yesrib’e Medinetün-Nebi dememize yol açan şey oranın İslâm ahkâmının yürürlükte olduğu yer olması dolayısıyladır. “Medine de şehirdir, Roma da şehirdir, Paris de şehirdir, İstanbul da şehirdir, Semerkant da şehirdir.” olmaz. Şehir derken neden bahsediyorsun? Şöyle olabilir: “Avrupa’da bir medeniyetin doğmasına sebep olan şehir veya şehirler.” Bu anlaşılır; böyle bir zaman ve mekân tayiniyle. Bir kültürün doğmasına sebep olan bir şehir olabilir. Roma böyle bir şehirdir. Roma İmparatorluğu diyoruz, hâlbuki Roma bir şehir. Bir ülkenin adını vermiyoruz, bir şehrin adını veriyoruz. Şehir dediğimiz şey Antik Yunan’da kendi başına bir birimdi. Orada şehir devletleri söz konusuydu. Bunlar sadece bir devlet de değillerdi, aynı zamanda kendi başlarına kültürdüler. Miletliler, Atinalılar… Bunlar ayrı ayrı milletler gibiydi. Bir dil ortaklığı vardı aralarında. Onun dışında kültürel, farklı birimlerdiler. Onun için Aristoteles’in insan tarifi “şehir hayvanı” ya da “zoon politikon”; “siyasî hayvan” mı diyeceğiz? Çünkü polis, politik; bunlar birbirinin içinde kavramlar. Bizim Türk hayatında şehir Avrupa’daki fonksiyonlarını göstermez. Milâdî takvime göre 1453’te fethettiğimiz İstanbul şehri hiç şüphesiz fetihten öncesi ve sonrasında karakteri itibariyle birbirinden çok farklıdır, tanınamayacak kadar. Onun için Türk kültüründe şehir bir gelişme alanı olarak, bir işleme alanı olarak, hatta yükselme alanı olarak vardır. “Köyde veya kırda yapılan şeyler şehirde yapılmaz.” Bu Avrupa’ya mahsus bir cümle. Türk hayatında köyde ve şehirde yapılan şeyler birbirinin devamı olduğu gibi birbirinin farklı safhaları olarak da vardır. Onun için ben şiirlerimde şehirden bahsederken doğrudan doğruya modernliğin tasallutundaki şehirden bahsediyorum. O şehir yine kendine mahsus bir şeyler yaşatıyor olabilir ama o şehre modernlik musallat olmuştur bir kere. Anlatabiliyor muyum? Hatta “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir / kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa / yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa…”
— “O şehri terk etmenin vakti…”
İsmet Özel: Hayır! “o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir.” İnsanlar Hıristiyan’ca şartlandırıldıkları için intikam almanın, öç almanın yanlış bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bu çok korkunç, yanlış bir şey. Allah’ın isimlerinden birisi Müntekim’dir. Allah intikam alıcıların en güzelidir. Dolayısıyla insana intikam almak düşer. İnsan uğradığı haksızlığı sinesine çekmekle insanlıktan çıkar. İnsan uğradığı haksızlığın intikamını almak için yaşar. Onun için intikam peşinde olmak Müslüman’a en yakışan tavırdır. “Ben bunun intikamını alacağım.” dediğin zaman İslâmî bir söz söylemiş olursun. Ama, “Başıma geldi, çektim.” dersen Hıristiyanların riyakârlığına... Çünkü Hıristiyanlar da öç almaya hazır olarak yaşarlar.
— Kullandığınız kavramları ve kelimeleri çok hassas seçiyorsunuz. Özellikle Batı şehirlerini eleştirdiğiniz, cerh ettiğiniz bir metinde “din”, “Medine” ve “medeniyet” gibi bize ait, en azından bize sıcak gelen bir kavramı hedef tahtasına koyarak Üç Mesele’de işlemiş olmak sizin için bir handikap değil mi?
İsmet Özel: Hayır, değil! Bir kere “civilisation” kelimesini tercüme etmek üzere bizzat Ziya Gökalp tarafından uydurulmuş bir kelimedir medeniyet.
— Medeniyeti Medine’nin “din” kökünden koparıyor musunuz?
İsmet Özel: Medeniyet kelimesi bizim lisanımıza “civilisation” kelimesinin tercümesi olarak girmiştir.
— Öncesinde bu şekilde kullanımı yok?
İsmet Özel: Biz medeniyet demezdik.
— Hadariyet?
İsmet Özel: Evet, belki. Onu da bugün insanların akademik lisanda kullandıkları gibi kullanmıyorduk. Burada edebiyatla akademik dili ciddi bir şekilde birbirinden ayırmamız lâzım. Biz her zaman edebî olanı tercih ettik. Akademi, Avrupaî; daha doğrusu kökleri Grek Medeniyeti’nde olan bir şey. Bizim külliyelerimiz, medreselerimiz; Avrupa’dakiler onlardan örnek almış olsalar bile yine farklı çalışan şeylerdi. Din eğer imandan ayrılırsa husumete konu olabilir. Yani bizim istediğimiz şey dinin imandan ayrılmamasıdır. Allah indinde din İslâm’dır. Ama yine ayet-i kerimede deniliyor ki, “Leküm diniküm veliyedin”. Demek ki Allah indinde din olmayan bir dinden bahsedebiliriz. Anlatabiliyor muyum? Bu manada dinin her zaman bize en isabetli olanı verdiğini söylemek yanlıştır. Bizim milletimiz mi demiş onu, yoksa birisi mi dile sokuşturmuş bilmiyorum: “Dinsizin hakkından imansız gelir!” Benim şiddetle reddettiğim bir şey. Eğer dinsizin başına bir belâ gelecekse o belâyı dini ve imanı bir olan adamın getirmesi lâzım. Aynı şekilde imansızın elinden hayır ummak… Allah bu dine kâfirler eliyle de hizmet ettirir, amenna. Ama kâfirlerden, “Gel benim dinime hizmet et.” diye beklemem bana yakışmaz.
— Sizi yakından takip ettiğini sandığım kişilerden gelen sorular var, onları tevcih edeceğim size. Şöyle bir soru: Bir zamanlar İslâmcılığın tu kaka edildiği ve herkesin bu sıfattan sıyrılmak için kabuk değiştirmeye yöneldiği bir dönemde siz, “İslâmcı mısınız?” sorusuna, “Hem de nasıl!” karşılığını vererek İslâmcılığa omuz vermiştiniz. Aynı zaman diliminde birden çok İslâmcılık olabilir mi, olamaz mı? O zaman siz kendinizi İslâmcı olarak nitelerken nereye konuşlandırıyordunuz? Bir de bunun devamı olarak -o tartışmaya daha sonra yine geleceğiz ama burada biraz bağlantılı- son yıllarda siz İslâmcılık kavramından daha çok Türklük kavramı üzerine vurgu yapıyorsunuz. Tabii izah da ediyorsunuz buna niçin vurgu yaptığınızı ama şöyle bir konjonktürel etkisi var mı? Son yıllarda özellikle Türkiye’deki Kürt sorunu çerçevesinde Türklüğün bir şekilde telâffuz edilmesinin ayıp kaçtığı bir atmosfer, ortam var. Buna bir karşı çıkış anlamında Türk kavramını -tabii ki İsmet Özel’ce tanımlayarak- mı gündeme getiriyorsunuz?
İsmet Özel: Buna ne diyelim? Önce “Birden fazla İslâmcılık olabilir mi, olamaz mı?” meselesi var. Hadiseyi yerli yerine koymak lâzım. Bir kere iman ve küfür ayrımını kabul ediyor muyuz? Bu işleri birilerinin düzenini devam ettirmek için ele almak var, kendi düzenine sahip çıkmak için ele almak var. İstiklâl Marşı Derneği’nde Gaziantep Şube Başkanımız Mehmet Kendirci’nin bize öğrettiği bir şey var: “Biz insan olarak tarlamızı yağmurun yağdığı yere mi taşıyacağız, yoksa kendi tarlamıza yağmur yağsın diye duaya mı çıkacağız?” Esas olan budur. Tarlanı yağmur yağan yere mi götürüyorsun, yoksa senin tarlana yağmur yağmasına mı dua ediyorsun? Hadise bundan ibaret. Bütün karışıkmış gibi görünen şeyler, bizim tarlamızı bir yere taşımadığımızla alâkalıdır. Benim tarlam olduğu yerde duruyor. Kıraç bir zaman ya da yağmursuz bir zaman geçirebiliriz. Benim, “İslâmcı mısınız?” diye sorulduğunda, “Hem de nasıl!” diye cevap vermem bu manadadır. Ama öbür taraftan Türkiye’de siyasal İslâm olarak ortaya çıkan akımın, cereyanın, faaliyetin, tatbikatın A’dan Z’ye Sünnet-i Seniyye’ye ters olduğunu bilmek lâzım. “Ben şu zaman İslâmcıydım, bu zaman değildim.” falan, bunların hepsi insanların kendi itikatları itibariyle ihlâs, samimiyet, sadakat kavramlarıyla alâkalarını ortaya çıkaracak şeyler. Bütün dünyada -yalnız Türkiye’de değil- sistematik olarak Müslümanlar öldürülüyor. İnsanların buna verecekleri cevap, “Biz terörün her türlüsüne karşıyız.” falan gibi dangalakça şeylerse o zaman o insanların imanından da, siyasî pozisyonundan da her şeyinden şüphe etmek lâzım. Dünyada bugün sistematik olarak Müslüman nüfus azaltılıyor. Bu ilk defa yapılan bir şey değil. Ben başka vesilelerle de belirttim: 2. Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalist Almanya’da Yahudilerin toplama kamplarına sevk edildikleri, orada kitleler halinde altı milyon Yahudi’nin öldürüldüğü söyleniyor. Doğru veya yanlış. Velev ki doğru olsun. Oysa insanlar şunu dile getirmiyor: “Köle ticaretinin canlı olduğu yıllarda Atlantik’in bir yakasından öbür yakasına, yani Avrupa’dan Amerika’ya nakledilen kölelerin dokuz milyonu bu nakliyat sırasında öldü.” Avrupa’dan yüklenen, Amerika’ya boşaltılan köleler dokuz milyon zayiat verdi! Sadece nakliyat sırasında, ondan sonrasını katmıyoruz. Ve bu dokuz milyonun belki tamamı Müslüman’dı. Anlatabiliyor muyum? Biz bunu hiç konu etmiyoruz. İsmet Özel İslâmcı mıymış, Türkçü müymüş! Bir Müslüman’ın çektiği şeyin senin ıstırabın olması gerektiği halde, bu kadar sistematik şekilde Müslüman düşmanlığı yapılırken böyle şeyleri konuşmak eğer ihanet değilse gaflettir. Ama zaten bir insan ne kadar gafilse o kadar da haindir. Onun için Türklük meselesini insanların anlaması zor. Neden zor? Çünkü insanların Türk geleceği dışında bazı geleceklerle yaptıkları sözleşmeler var. İnsanlar Türk olmayan bir geleceğin programı içinde yer alıyorlar. Bunların adı ne olursa olsun, hiçbirinin adı Türk değil, Türk’ün geleceğiyle irtibatlı değil. Son zamanlarda görüyorsunuz Türk demiyorlar, Osmanlı-mosmanlı…
— Osmanlı kelimesinden rahatsızlığınız var gibi görünüyor?
İsmet Özel: Ben Osmanlı kelimesinden iğreniyorum. O hanedanlığa hiçbir sempatim yok. Türklükle Osmanlılık arasında da olsa olsa çatışmalı bir münasebet vardır.
— Türklüğü tanımlarken siz, “Gâvurla…”
İsmet Özel: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.
— Altı yüz, yedi yüz yıllık bir tarih dilimini Osmanlılar gâvurla çatışarak geçirmiş bir…
İsmet Özel: Osmanlılar siyasî bir dehanın en üst düzeylerindeydiler. Onlar büyük siyasî dahiler, ona itirazım yok. Yaptıkları çok isabetli siyasî manevralar var. Biz kâfirle çatışmayı göze almış insanlar olarak tabii ki bir yerlerde bulunduk.
— “Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Devletin dini İslâm’dır” diye bir maddeyi anayasaya derc etmesini çok önemsiyorsunuz, Osmanlı’nın İlây-ı Kelimetullah ilkesini önemsemiyorsunuz.
İsmet Özel: Önemsemiyorum, değil. Osmanlı Devleti kendini bir din devleti ve hassaten de bir İslâm Devleti olarak takdim etmediği taktirde hiçbir meşruiyet tezi ileri süremeyecekti. Osmanlı Devleti kendini bir din devleti olarak ortaya çıkarmak mecburiyetindeydi. Aksi taktirde hiçbir zemin yoktu.
— Niçin Cumhuriyet için, Cumhuriyet’i kuranlar için o mecburiyeti söylemiyorsunuz?
İsmet Özel: Anlamadım?
— Tabii buradaki konuşmamız içerisinde değil de daha başka konuşmalarda İstiklâl Savaşı dönemini vurguladığınız, bir kutsiyet…
İsmet Özel: Hayır, hayır! Türkiye Cumhuriyeti ilân edildi. Yani saltanat geçersiz kabul edildi. Yeni kurulan devlet ne olacaktı? Buna ne isim verilecekti? Neden yeni bir devlet var? Tıpkı Osmanlı gibi bu da, “Devletin dini din-i İslâm’dır” demediği taktirde, “Kimsiniz siz kardeşim! Ne oluyor, nereden devlet olma hakkını elde ettiniz?” demezler miydi ona? Lozan Antlaşması’yla beraber azınlık haklarından bahsediyoruz. O azınlık hakları kimlere tanınmış: gayri-Müslimlere! Orada hiçbir farklı isim zikredilmiyor. Grek, Ermeni, Süryani, Yahudi, bunlar geçmiyor: Gayri-Müslim! Müslüman olmayan. Onun için Kürtlerin azınlık statüsüne sahip olmaları…
— Söz konusu değil.
İsmet Özel: Söz konusu! Avrupalılar bunu istiyorlar fakat Dr. Rıza Nur Kürtlerin Müslüman olmaları sebebiyle azınlık sayılmayacaklarını, azınlık olmanın ancak gayri-Müslim olmakla mümkün olacağını Avrupalılara kabul ettiriyor. Dünyada birtakım siyasî manevralar sürdürülüyor. Globalizm diye bir şey var. Globalizmin bayraktarlığı nasıl yapılıyor? Demokrasiyle yapılıyor, değil mi?
— Evet.
İsmet Özel: “Demokrasi, demokrasi, demokrasi!” diye tutturan ülkelerin hangisi özenilebilir bir demokratik işleyişe sahip? Hangisi? Hangisinde “demos” ön sırada? Hiçbirinde! Ama bu gayet güzel yapılıyor. Şöyle güzel bir ifade söylüyorlar: “ABD’yle aranızı bozmayın, yoksa sizin ülkenize de demokrasi gelebilir!” Anlatabiliyor muyum? Benim gençliğim, 60’lı yıllar bilhassa, Amerikan demokrasisinin alaya alındığı bir dönemi kaplar. Demokrasi dediğimiz şey Amerika’da bir tek sebepten dolayı mana taşır: Amerika Birleşik Devletleri’nde aristokrasi yoktur. Bir kan bağı dolayısıyla imtiyaz ve üstünlük meselesi yoktur. Amerika’yı demokrat kılan tek özellik bundan ibarettir. Onun dışında çevrilen numaralara, herhangi bir siyaset bilimi kitabını açın bakın; Amerikan demokrasisi deyince kasıklarınızı tuta tuta gülersiniz.
— Soruların hepsi farklılık arz etse de ortak noktası özellikle Türklük tanımına getirmiş olduğunuz sözleri kapsıyor. Birisi şöyle diyor: “Sanki Museviliğin Yahudilikle buluşturulup, orada bir teoloji üretilip Yahudilikle Museviliğin özdeş hale getirilmesine benzer bir yorumu mu yapmaya çalışıyor Türk’le İslâm kavramını özdeşleştirerek İsmet Özel?”
İsmet Özel: Tabii insanlar bunu düşünmüşler. Yahudiler kendilerinin üstün olduğunu iddia ediyorlar. Ben, “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı.” dediğim zaman insanlar da, “Acaba Yahudiliğin iddialarına benzer bir iddiayı buraya mı taşıyor?” diye söylüyorlar.
— “Elhamdülillah Müslüman’ım” denirdi, şimdi de, “Ne mutlu Türk’üm diyene” demekle…
İsmet Özel: Alâkası yok! “Ne mutlu Türk’üm diyene” başka bir şey. “Türk’üm diyene” diyor, “Türk olana” demiyor.
— Onu da hatırlatmış olayım, burada var.
İsmet Özel: Biraz önceki sorunuzdaki meseleyi açıklığa kavuşturalım. Türkiye’de Kürt meselesiyle alâkalı, ona tepki olarak benim Türk kelimesini öne çıkarmam bahis konusu değil. Onunla hiç alâkası yok. Ben Türkiye’de yaşayan ve, “Ben Kürt’üm” diyen insanların yaptıkları tahribatın, “Ben Arnavut’um, ben Çerkez’im, ben Gürcü’yüm, ben Pomak’ım, ben Abaza’yım.” diyen insanların yaptıkları tahribattan çok daha az olduğu kanaatindeyim. Türk meselesiyle Kürt iddialarını ya da Kürt heveslerini birbirine karıştırmamak lâzım. Özellikle Amerikalılar bizim burada Türk - Kürt ayrışması doğmasını istiyorlar. Böyle bir şey yok. Türk dediğimiz zaman Kürtlere karşı bir şey söylüyor değiliz. Konuşulacaksa o ayrıca konuşulacak bir şey.
— Benim bir Kürt olarak, -Kürt yerine koyayım kendimi ve Müslüman’ım- bu söyleminizden alınmamam, rahatsızlık duymamam için bir neden söyleyebilir misiniz?
İsmet Özel: “Ben rahatsızlık duymalıyım bir Kürt’sem eğer.” diyorsunuz. Bir insan, “Genetik ve kültürel olarak bana Kürt diyorlar. Ama aslında ben kâfirle çatışmayı göze alan bir Müslüman olduğum için bir Türk’üm.” diyebilir. Benim söylediklerimden bir Kürt’ün rahatsız olmasında hiçbir mana yok. Ama, “Ben elbette Kürt’üm çünkü arkamda Batı Medeniyeti var.” diyorsa o zaman tabii benim söylediklerimden rahatsız olur.
— “Çünkü Selahattin Eyyubi gibi bir tarihî şahsiyet yetiştirdim, Haçlılarla savaştım.” diyorsa. “Kılıçaslan’la kardeşiz.” diyorsa?
İsmet Özel: İyi canım olsun, çok bayılıyorsa… Bakın, ben şunu söylüyorum: Bir insan, “Ben Türk değilim.” diyorsa, ben ona, “Beter ol!” diyorum. Bütün mesele bu.
— Yüz, yüz elli yıllık tarihe baktığımızda bu Türk kavramı, kendi içerisinde çok farklı yerlere çekilebilecek siyasî, ideolojik, ırkî yönleriyle gündeme taşındığı için; çok steril bir kavram ve onun içini siz dolduruyor değilsiniz. O anlamda o endişeyi gidermek üzere, insanların o yaralardan, etkilerden uzak bir Türk algısını algılamasını nasıl bekleyebiliyorsunuz?
İsmet Özel: İnsanlar şunu düşünsünler: Türklük hakkında bildikleri şeyleri kimden öğrendiler. Türklerden mi öğrendiler yoksa Türk olmayanlardan mı? Hangi Türk olmayan benim Türk tarifimi söyleyebilir? İnsanlara Türkiye Devletinin sınırları dışında hayatiyet sahibi bir Türklük –argo bir tabir kullanacağım- kakaladılar. İnsanlar da yedikleri bu kazıktan memnun olarak bir Türk’ten bahsediyorlar. Hâlbuki şunu herkes kafasına yerleştirsin: “Türkiye Türk’ü yapmıştır, Türk Türkiye’yi yapmıştır.” Bu ikisinden biri ortadan kalktığı zaman diğeri de ortada kalmayacaktır. Türk Türkiye’yi yapmıştır, Türkiye Türk’ü yapmıştır. Bu ikisinden biri ortadan kalktıktan sonra diğeri hayat bulamayacak. Onun için ben bugün 780.000 kilometrekaremizi fevkalâde ehemmiyetli buluyorum. Sadece kendimiz için değil, bütün insanlık için. Bütün insanlık başına gelen medeniyet belâsını defedebilmek için bu 780.000 kilometrekarenin selâmetine muhtaçtır. Bu 780.0000 kilometrekare Batı Medeniyeti’nin -ya da Medeniyet’in diyelim sadece- belâlarından müstağni kalabilirse bütün insanlık bundan istifade edecektir. Ama, “Bize ne insanlıktan!” deniyorsa o ayrı mesele.
— İran İslâm Devriminin ilk yıllarında, dünya kutuplaşmasında bir yeri olduğu ve bunun da daha çok Fransa tarafında olduğu şeklinde bir yorumunuz vardı. İran’a mesafeliydiniz. Geldiğimiz nokta itibariyle baktığımızda yeniden, o günden bu tarafa İran bir şekilde gündemi oluşturuyor. Dünya siyasetinde bir yeri var, konuşuluyor, tartışılıyor. Ama ben sizin İran İslâm Devrimiyle ilgili pek yorum yapmadığınızı görüyorum. Hemen hemen her konuda konuşuyorsunuz ama İran konusunda herhangi bir görüşünüz ya sorulmuyor…
İsmet Özel: Bu konuda benim bazı aforizmalarım çok zikredildi. Ben meselâ “Müslümanların da bir Moskova’sı oldu.” demiştim.
— Demiştiniz, ilk dönemde çok konuştunuz.
İsmet Özel: Ben daha Humeyni Tahran Havaalanına inmeden, bu işin aslının bizim kafamızda yaşattığımız Müslümanlıkla irtibatlı olmadığını söylemiştim. Bunun delilleri var. Benim yazılarım ortada. Daha Devrim gerçekleşmeden ben Devrim hakkında konuşmaya başladım ve hiçbir zaman bunun bir İslâm Devrimi olduğu kanaatini taşımadım. Bu gayet güzel bir tezgâhtı. Amerikan General Motors şirketinin lokomotif olduğu bir faaliyetti. Ve öyle sonuçlandı. Bunları dünyada bilmeyen kalmadı. Bir, kendi kendini aldatmaktan zevk alan Türkiye’deki insanlar belki… Reagan rejiminin İrangate skandalı, Reagan’ın General Motors’un yönetim kurulundan Beyaz Saray’a taşınmış olduğu falan filân, bunları bilmeyen mi var? Ama kendimizle ilgili şeyleri menfaatimiz gereği ya da aldığımız ücret sebebiyle başka türlü görmeye ve göstermeye pek meraklıyız.
— Siz kitap çevirileri de yaptınız. Çevirmiş olduğunuz kitapları tercih ederken herhalde bir amaca matuf tercüme ettiniz. Tercüme etmiş olduğunuz kitaplardan birisi Türkiye’de bayağı etki de uyandırdı, Abdülkadir es-Sufi’nin Cihad kitabı. Bu kitabı oradaki fikirleri tasdik etmek manasında mı çevirmiştiniz?
İsmet Özel: Ben onun Abdülkadir es-Sufi imzasını kullanmadan önce Ian Dallas imzasıyla çıkan kitabını tercih ettim: Gariplerin Kitabı. Aslında hadise şudur. Hamid Algar bir gün -şimdi adını hatırlayamadım- o mühendisle birlikte Rasim Özdenören’in evine geldi. Hamid Algar’a birçok soru sordum. Sorduğum sorulardan bir tanesi -Hamid Algar çok rahat Türkçe konuşuyor- “R. D. Laing okudunuz mu?” idi. Bu adam anti-psikiyatri diye adlandırılan ekolün en önemli temsilcisi, İskoç. Bu soruya cevap vermedi Hamid Algar. Dedi ki, “Onlardan bir tanesi geçenlerde Fas’ta Müslüman oldu ve iki kitap yazdı: The Book of Strangers, The Way of Muhammad.” Bunları hemen not ettim ve bu kitapları edindim. Ve birazcık benim ruh dünyamla da alışverişi olduğu gerekçesiyle Gariplerin Kitabı’nı tercüme ettim. Gariplerin Kitabı’nı Yeryüzü Yayınları bastı. Yeryüzü Yayınlarında işbölümü yapmıştık. O sırada bu zatın İngilizce üç kitabı tercüme edilmişti. Ben Gariplerin Kitabı’nı tercüme edecektim, “The Way of Muhammad”, “Muhammed’in Yolu”nu –sonradan Muhammedî Yol diye tercüme edildi- başkası tercüme edecekti. Diğer arkadaşlar tercüme işinde gevşek davrandıkları için ben o arada “Cihad”ı da tercüme ettim, bilhassa seçmedim onu. Ama o sırada hem Gariplerin Kitabı’nda, hem Cihad’da benim mütercim olarak düştüğüm notlar vardı. O notlar yayınevi tarafından kitabın satışına menfi etki eder diye kaldırıldı. Yani ben o kitabı tercüme ederken ne yaptığımı biliyordum. İhtida etmiş bir İskoç’un bana akıl öğretmesine meraklı gözlerle bakmıyordum.
— O kitapta belli ritüellerin, kurumların reddedilmesi gerektiği aşılanıyor. Meselâ onlardan birisi de ulusal marşlar, bayraklar, ordular, kurumlar falan. Ulusal marşımız, İstiklâl Marşımızın o kitapla çok bağlantılı bir şekilde Türkiye’de cerh edildiği, eleştirildiği bir ortam oluştu ve siz şimdi İstiklâl Marşı Derneği Başkanısınız?
İsmet Özel: Türkiye’de kâfirlerin dolmalarını yutmaya çok meraklı, iştahı bu bakımdan çok kabarık insanlar var. Bu insanlar rahatlıkla Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olduğu dangalaklığını da ileri sürebiliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet değildir. Ve bizim millî marşımızın adı İstiklâl Marşı’dır. Türk Millî Marşı diye bir şey yoktur. Bizim İstiklâl Marşımız var. Bizim bir İstiklâl Harbimiz var, bizim bir İstiklâl Marşımız var. Macarların, Portekizlerin, Letonyalıların millî mücadeleleriyle bizimki hiçbir zaman, değil yan yana konmak, uzaktan bile benzemez. Bizim topraklarımız kâfir tasallutundan kurtarılmış topraklardır. Bizim İstiklâl Marşımız kâfir fikriyatından kaçırılmış bir metindir. Onun için bizim İstiklâl Marşımız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alkışlarla ve çoğunlukla kabul edildi, ama bu sırada “Ret, ret!” diye bağıran mebuslar da vardı. Biz bunu bilmiyor değiliz. Bizim İstiklâl Marşımız kabul edildiğinden kısa bir süre sonra rafa kaldırıldı. Bugün İstiklâl Marşı’nı yaşamıyoruz. İstiklâl Marşımızın öyle bir bestesi ve icrası var ki bu İstiklâl Marşı’nda ne söylendiğini gizlemek için yapılan bir şeydir. Onun için öyle gâvurlardan akıl alıp İsmet Özel’e lâf söyleyenlerin alnını karışlarım. “Önce komünistti, sonra İslâmcı oldu, şimdi de Türkçü takılıyor…” Bunlar pespaye insanların pespaye lâflarıdır. Ben bu şehirde doğdum. Bu şehrin İslâmî karakteri ne kadarsa hepsini bünyemde taşıyorum. Bu toprakların dârül-İslâm oluşu benim varlık sebebim. Bizim bir vatanımızın olması… Bir şey nakledeceğim size, buna insanlar dikkat etmiyorlar. Sanat Emeği diye bir dergi çıkıyordu 1980’den önce, TKP paralelinde yayın yapan bir edebiyat ve sanat dergisi. Orada Zülfü Livaneli’yle bir kadın Yunan şarkıcının mülâkatı yayınlandı. Mülâkatın bir yerinde Zülfü Livaneli diyor ki, “İkimize de birtakım görevler düşüyor. Sen Yunanistan’da Türkler lehine konuş, ben de Türkiye’de Yunanlılar lehine konuşayım.” Zülfü Livaneli’nin teklifi bu. Yunanlı şarkıcı kadın da diyor ki, “Böyle bir şey olmaz, ben her şeyden önce komünistim. Kendi milletimin, kendi halkımın duygularına ters bir şey söyleyemem. Eğer ben bir Yunanlı komünistsem Türkler lehine konuşmam.” Anlatabiliyor muyum? Ama öbürü de yapılabilecek en büyük avanaklığı yapıyor. İsmet Özel’in komünist olması Müslüman Türk halkının bir parçası olmayı şeref sayması demektir. Bunu öbür dangalaklar böyle bilmediler diye, onlar Müslüman Türk halkının bir parçası olmayı komünist olmanın yüz akı saymadılar diye bu işin mahiyeti değişmez. Dünyanın her yerinde her insan mensubiyet ve aidiyet vakıasıyla karşı karşıyadır. İnsanlar mensup oldukları şeye ait olmayı başarabilirlerse insan olmanın en tercihe şayan kısmına yerleşmişler demektir; insan mensup olduğu şeyle ait olduğu şeyi birleştirebildiyse. Onun için böyle uyduruk ideolojik ithalâtı kendi hayat prensibimiz haline getiremeyiz. Biz bugün İstiklâl Marşı Derneği olarak diyoruz ki, İstiklâl Marşı’nın 41 mısraı bizim ideolojimizdir. İstiklâl Marşı’nda ne deniyorsa onu kabul ediyoruz ve sizi de onu kabule sadece davet etmiyoruz, bir gün zorlayacağız! Sizi davet ediyoruz şimdilik. Fakat davetimizi reddetseniz bile sizi kabule zorlayacağız. İstiklâl Marşı’nın 41 mısraının bize ne öğrettiğini siz de öğreneceksiniz. Öğrenmek zorunda ve uygulamak zorunda kalacaksınız. Eğer bu bizim istiklâlimizin marşıysa. Ama siz bugün istiklâl istemiyorsanız, tamam. Biz sizin hesabınızı görmeyi biliriz! Siz bizim istiklâlimizi istemiyorsunuz ve bunu da çeşitli dalaverelerle çoğunluğa yutturmaya çalışıyorsunuz! Çoğunluk yutsun. Ama biz çoğunluk söyledi diye Hak’tan vazgeçecek değiliz. Çünkü İstiklâl Marşı, “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” diyor. Hakk’a tapmayan milletle bizim işimiz yok.
— Sorular çok, zaman az kaldı. İsmet Özel kendisini bir silsile içerisinde görüyor mu? Bir halef-selef zinciri içerisinde baktığımızda selefleri var mıdır? Geriye doğru baktığımızda daha çok beslendiğiniz; fikrî, ruhî kaynaklar itibariyle kendinizi atfedebileceğiniz kimlerin ismini söylersiniz, sizi anlamaya biraz da yardımcı olsun diye?
İsmet Özel: Ben bir Türk şairiyim. Türk milleti Yunus Emre’nin öncülüğünde şiirle doğmuş bir millettir. Türkçeyi de Türk milletini de şiir ortaya çıkarmıştır. Şiirini Türk milletinin elinden alın, geriye tozu bile kalmaz. Dumanı da kalmaz. Onun için Türklük birinci derecede şiirdir. Şiir de şuurdur. Şuurdan bînasip insanların Türklükle irtibat kurmaları imkânsızdır. O manada geriye doğru gittiğimde Türklüğün cesametine katkıda bulunmuş herkes benim atamdır.
— İsim vermekte bir mahzur... Hem rahmetle anmış oluruz.
İsmet Özel: Cemal Süreya der ki, “Orhan Veli Türk şiirine kasket giydirdi.” Ben ise Orhan Veli’yi iki mısraıyla bütün tarihimize en isabetli yorumu getirmiş insan sayarım: “Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük; kimimiz nutuk söyledik.” Bu iki mısra Orhan Veli’yle beni halef-selef durumuna getirir. Benim edebî metin olarak yayınlanan ilk şiirim Yorgun şiiri. Ve o şiirin ilk mısraı da, “Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz”. Bu mısra İstiklâl Marşı’ndaki, “Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı” ifadesinin İsmet Özel’ce söylenmiş halidir. Geriye doğru gittiğimde Akif’i de, Namık Kemal’i de…
— İbn-i Haldun?
İsmet Özel: Hayır, hiçbir alâkam yok. Ona İslâm'ın Marks'ı derler.
— Gazali?
İsmet Özel: Hayır, Gazali de benim adamım değil.
— İmam-ı Azam?
İsmet Özel: İmam-ı Azam, tamam! İmam-ı Azam kendisine devlet maaş bağlamak istediği zaman diyor ki, “Ben mücahit değilim ki Beytülmal’den para alayım.” Ben İmam-ı Azam’dan birçok şey öğrendim. Bunlardan bir tanesi budur. İmam-ı Azam ki kendini mücahit saymıyor, şimdi kıçıkırık adamlar kendilerini ne sanıyorlar? “Cihat ediyorum” demek için çok önemli bir şey yapıyor olmak lâzım. İkincisi de şudur: İmam-ı Azam ve bir arkadaşı güneşin altında bir şey bekliyorlar. Arkadaşı İmam-ı Azam’a diyor ki, “Şu evin gölgesinde duralım, güneş çok yakıcı.” “Hayır!” diyor İmam-ı Azam, “O evin sahibi olan adamın bana borcu var. Eğer ben onun evinin gölgesinde serinlersem bu faiz olur.” Anlıyor musunuz? Ben Türk şairleri içinde ve İslâm büyükleri içinde bana bu hassasiyeti nakletmiş olan ne kadar insan varsa hepsini atam biliyorum.