İdris Ekinci, Mehmet Raşit, Aşkar Dergisi (19. Sayı), Haziran 2011
Mehmet Raşit: Üstad biz, İstiklâl Marşı Derneği’ni önce konuşalım, daha sonra Of Not Being A Jew üzerine konuşalım istiyoruz. Yani siyasi konularla başlayalım.
Peki.
Mehmet Raşit: İstiklâl Marşı Derneği’nin Kahramanmaraş’ta düzenlediği konferansta siz bir hattan söz etmiştiniz. Biraz da seçimlere gönderme yaparak, 12 Haziran 2011 seçimlerine gönderme yaparak Adana-Kahramanmaraş-Gaziantep-Şanlıurfa...
Hı hı...
Mehmet Raşit: Bunun Türkiye’yi…
Maraş-Antep-Urfa-Adana... Tabii. Sen tersten başladın.
Mehmet Raşit: Evet. Benim sıralamam tersten oldu. Bu hattın önemi nedir? 12 Haziran’a vurgu yaparak bundan bahsettiniz.
Evet... Bildiğiniz gibi Ankara’nın katkısı olmaksızın gayr-ı müslim âlemin geriletilmesi bu hat üzerinde başladı. Yani İstiklâl Harbi’nin manasına varmak için gösterdiğimiz çabalarda bu hattın çok mühim bir yeri var. Dediğim gibi... Biz Türkiye topraklarını vatanlaştırırken hangi gaye ile, hangi gayeye varmak üzere, hangi niyetle hareket ettiysek bu hat üzerinde gerçekleştirilen hadisede aynı şeye müteallik. Türkiye toprakları Hristiyanlardan ama esas itibariyla gayr-ı müslim dünyadan toprak kazanmak, onları gerilemeye mahkûm etmek suretiyle vatanlaştığı için Türkiye toprakları bunun 20. asrın ilk çeyreğinde gerçekleşmesi bu hat üzerinden oldu. Yüksek siyasetin işin içine girmediği sadece millet hissiyatının öne çıktığı bir hareket bu. Yani Sakarya Meydan Muharebesi’nin provası... Tabi sonunda Sakarya Meydan Muharebesi olacak diye düşünmediler ama biz bugünden geriye doğru baktığımızda Sakarya Meydan Muharebesi’nin provası Maraş’ta yapıldı. Maraş’ta 22 gün 22 gece gâvurla göğüsle göğüse savaşıldı. Bu, Urfalılara cesaret verdi. Urfalılar zaten bir mücadelenin içindeydiler ama Maraşlıların bunu başarmış olması onların haydi haydi başaracaklarını gösterdi. Maraş’ta “Bayraksız namaz olmaz!” sloganı bir istikamet tayin ediyor. Urfa’da da, çok önemli bir şey, Ermeni unsurlarla takviye edilmiş Fransız birliklerini geri çekilmesi hususunda bir anlaşma yapılıyor. Onlar geri çekilmeye başlıyorlar. Fakat Urfalılar, havaya ateş ederek onları takip ediyorlar. Yani sembolik olarak, yani buradan siz kendi kendinize gitmiyorsunuz, biz sizi yolluyoruz diyerek biz sizi postalıyoruz diyerek bir şey gösterdiler. Onlara ateş etmediler ama havaya ateş ederek onları takip ettiler. Bu tabi sonradan Antep’te zaten diğer yerlerden daha önce mücadelenin başlamış olduğu fakat işte gâvurların da Türklerin de zaman zaman üstünlük sağladığı bir mücadelenin de karara bağlanmasını kolaylaştırdı Adana için mühim bir şey var: Türk milleti nasıl bir şeydir, bunu anlamak hususunda... Çünkü Adana’ya İngiliz birlikleri girdikleri zaman halka bir beyanatta bulunuyorlar. Diyorlar ki biz geçici bir süre için buraya geldik, kalıcı değiliz. Yani bunu beyan etmek ihtiyacı duyuyorlar; yani hani bize karşı mücadeleyi başlatmayın manasında yani. Dolayısıyla bu niyet ve kararlılık Türkiye’de memleketi için bir şeyler yapmaya hazır insanların elini kolunu serbest bırakan bir niyet ve kararlılık. O yüzden şimdi biz Maraş-Urfa-Antep-Adana hattıyla bütün Türkiye’yi kontrol edeceğiz dediğimiz zaman, bütün Türkiye’de memleketi için bir şey yapmayı iyi sayan kim varsa artık bizimle beraberdir manasına geliyor. Yani biz bunu tekrar söylüyoruz. Yani insanlar: “Vay herifler ne kadar iktidar meraklısı!” falan filan diye düşünebilirler, düşünsünler. Ama biz bunu Türk milletinin niyet ve kararlılığının tecessüm etmesi, cesamete kavuşması manasında söylüyoruz. Biz eğer Maraş-Urfa-Antep-Adana hattını pekiştirebilirsek bu, Türkiye’de artık kendimizin pazarlık edebilmek için kalınması vazgeçilmez bir unsur olduğumuzu da gösterecek. Kim bizimle pazarlık edecek onu bilmiyorum. Karşımıza çıktığı zaman tanıyacağız onları.
İdris Ekinci: Ben bir soru...
Bunun üzerine...
İdris Ekinci: Bununla biraz alakalı. Üstadım siz, birçok konuşmanızda ve mülakatınızda tarihî dayanakların yeniden gözden geçirilmesi, onlara yaklaşımı, tarihten çıkartılacak derslerin yeniden gözden geçirilmesini ve köklü bir değişime tabi tutulmasını vurguluyorsunuz. Mesela buradaki en büyük vurgu da Türk olma... Bir: Tarih bu açıdan sizin düşüncelerinizde önemli bir yer teşkil ediyor. Peki benim sorum şu: Belli bir dönemden sonra bazı kavramlar değişik şekillerde dolduruldu. Mesela siz Türklüğü çok farklı bir şekilde anlatıyorsunuz, vurguluyorsunuz. Peki, bu kirlenmişlikten, yanlış anlatmaktan/anlatmalardan sizin anlattığınız Türklük kavramı sıyrılıp çıkabilecek mi? Ya da nasıl bir engel teşkil ediyor diğer anlamlar? Çünkü yaklaşık iki yüz yıldır, üç yüz yıldır bu toplum, tarih ve kendi dayanakları karşısında bir ayrışıma girdi. Siz yeniden bir bilinç, köklü bir değişim, her şeyin yeniden gözden geçirilmesi, kullandığımız kavramların yeniden tanımlanması ve içinin tekrar bambaşka bir şekilde doldurulması teklifinde bulundunuz. Peki, bir siyasî grup ya da birçok siyasî grup sizin kullandığınız kavramın aynısını farklı bir şekilde kullanıyor. Bu sizin kullandığınız kavramın anlaşılmasında
Türk Kavramı?
İdris Ekinci: Evet. Bu kavramın anlaşılmasında bir engel midir ya da nasıl engeldir?
Şimdi... Kendi şeref, haysiyet, namus haznemiz esas alınması lazım. Biz ne kadar şerefli bir insanız, ne kadar namuslu bir insanız, ne kadar haysiyetli bir insanız? Bunu kendi kendimize tarttığımız zaman her şey yerine oturur. Şimdi Türkiye’de neden şu soru sorulmuyor: Mektep çocukları, hatta şimdilerde üniversitelerde de bunu yapıyorlar, bir Tarih dersi okuyorlar, bir Devrim Tarihi dersi okuyorlar. Öyle değil mi?
İdris Ekinci: Evet.
Eskiden İnkılâp Tarihi derlerdi. Yani bunlardan ikisinden birisi fazla. Çünkü, eğer ikisinde de doğrular öğrenciler naklediliyorsa hususî bir vurgu yapılmasına gerek yok. İnkılâp Tarihi... Yani onu normal olarak, bir dönem olarak okutabilirsiniz. Ya da mesela diyelim ki müfredatta İnkılâp Tarihi dersi haftada bir saatse, Tarih dersi haftada iki saatse Tarih dersini üç saate çıkarırsınız o muhtevayı da Tarih dersinin içine yedirirsiniz. Bu çok akıllıca bir şey değil mi? Ama böyle yapılmıyor. Yani sanki burada öğretilenler başka şeyler, Tarih’te öğretilenler başka şeylermiş gibi... İnsanlar da kendi şerefleri, haysiyetleri ve namusları konusunda bir bağlamda farklı, bir bağlamda yine farklı olmak gerektiğini düşünüyorlar. Benim söylediğim şey eğer bir fikretme, akletme yolunu benimsersek bunun kaideleri, aynı kaideler olmalı. Bize modern medeniyetin yaptığı kötülüklerden birisi hayatımızı parçalamaktır. Burada da kafamızı parçalıyorlar. Yani iş hayatımız var, aşk hayatımız var, efendim, edebiyat hayatımız var. Bunların hepsi ayrı ayrı kaidelerle işliyor. Ve biz her birinde ayrı, burada da Tarihi, bir şekilde anlıyoruz. Ama İnkılâp Tarihi’ni de başka şekilde anlıyoruz. Benim söylemeye çalıştığım şey ne anladığımızı ve ne anlatmak, nakletmek istediğimizi bir esasa bağlayalım. O zaman benim söylediklerim neye dair olduğu apaçık ortaya çıkacaktır. Siz mesela, insanlar, Osmanlı Tarihi’ni ilk mektepten beri okurlarken yükselme devri, duraklama devri, çöküş devri diye bir sınıflama... İnsanlar, bu mekteplerde okutuluyor, normal bir şey diye düşünüyorlar. Bir devletin bütün geçmişini tarayın bakalım duraklama devri diye bir devir var mı? Bir devlet duraklar mı? Yani duraklamak ne demek, böyle bir şey olur mu? İnsanlar bir şeyleri yutmaktan adeta memnunlar. Benim söylediğim şey, eğer bize bir şey yutturulduysa onu kusalım ve sıhhatli şeyler yiyelim. Dolma yutmaktan vazgeçelim. Benim dediğim bundan başka bir şey değil. Birileri bir şeyler yutturmuşlar. Yani. Şimdi... Dün akşam yemeğinde söylüyordum. Haplar üç türlüdür: tablet, draje ve kapsül. Ben dördüncü tür hap bilmiyorum. Eğer tabletse o yutulacak şey; sıkıştırılmış, yuvarlak hale getirilmiştir. Mesela aspirini tablet olarak yutarız. Çünkü onu yutarken ağzımızda çok rahatsız olacağımız bir tat bırakmaz. Ama bazı ilaçlar dile değer değmez çok acı bir tat verecekleri için şekerli bir tabakayla kaplanır, ona draje diyoruz. Bir de yabancı bir maddeden kap yaparlar, onu sıkıştıramadıkları için toz halinde yutacağımız şeyi içine koyarlar. Buna da kapsül diyoruz. Yani böyle iki parçalıdır. Açtığın zaman dökülür içindeki. Onun için, onun içine önceden yutacağımız şeyi koyarlar. Kapsül bunlar içerisinde herhalde en netamelisidir çünkü biz iki şeyi yutarız: hem ilacı yutarız, hem de o ilacı koruması gereken kabı yutarız. Drajede hiç olmazsa ağzımızı tatlandıracak bir şey vardır. Bu kapsül de o da yoktur yani (Gülümsüyor.) Neyse... Bunlar aslında konumuzla doğrudan alakalı bize bazı şeyler çırılçıplak yutturuluyor. Bazı şeylerin üzerine şeker kaplıyorlar. Bazı şeyleri de buna yutmazsan öbürünü asla yutamazsın şeklinde kapsül haline getiriyorlar. Onun için tek tek bilgilerimize bakmamız lazım. Nedir, ne değildir? Yani hâlâ... Yani Avrupalıların kelimeye, yani seçtikleri kelimeyle bizim seçtiğimiz kelimeler arasındaki farkı iyi anlamamız lazım. Historia ile tarih arasındaki farkı da bilmemiz lazım. Aynı şey değil. Evet.
Mehmet Raşit: Ben bunun devamı olarak bir şey sormak istiyorum. Türkiye’de “Ekmede yok, biçmede yok / Yemede var Osmanlı”dan, bugün “Atalarımız Osmanlı”ya geçiş var. İnsanlarda bir Osmanlı hayranlığı görülüyor. Mesela, televizyonlar zaman zaman sokak röportajı yapıyorlar. Bunların birisinde erkeklere bıyıklarını soruyorlar. Sizin için bu bıyığın anlamı nedir? İşte insanlar, buna “Bıyık bize Osmanlı’dan kaldı.”, “Bu benim Osmanlılığım, geçmişim.” Yani insanlarda hem bir geçmiş arama arzusu var, hem de bir Osmanlı’ya sarılma var. Özellikle son dönemdeki tarih yayınları, tarihle ilgili üretilen popüler kitaplar, bize bir, tarihin de kullanılamaz hâle yani oradaki malzemeyi de sanki yabancı bir maddeyle etrafını kapatmışlar. Bu, bizim için yani tarihe ulaşmakta bugün sıkıntı yaşıyoruz. Evet, 50-60 yıl önceki konuşulduğu gibi dar bir alanda konuşmuyoruz tarihi. Pek çok şeye ulaşma imkânı var ama böyle de bir maniplüsyona açık bir şekilde popüler birikmişlik var ortada.
Şimdi... İnsanlar, o hâle getirildiler ki mankafalılıklarını ve ahlaksızlıklarını, zekâ ve dürüstlük olarak öne çıkarıyorlar. Osmanlı tabiri birazcık merak eden gayet kolay bilebilir ki yani devletin çöküşünü geciktirmek için benimsenen birkaç ideolojiden birinin başvurduğu tabir. Yani... Tabi ki bu hiç olmamış bir şey değil. Osmanlı, aşağı yukarı 2. Bayezid saltanatından beri kullanılan bir terim. 2. Bayezid’e gelinceye kadar Osmanlı Devleti, gerçekten hedeflediği noktaya varıp varamayacağı konusunda müteredditti. Osmanlı tarihinin olabileceği olması gerektiği fikri, 2. Bayezid saltanatında yani İstanbul alındıktan ve büyük depremin hasarlarının giderilmesini devletin başarıyla sonuçlandırmasından sonra ele alındı. Yani bu işi yaptık artık, dediler. Biz artık, müesses nizamız. O müesses nizam nasıl tesis edildi. Geriye doğru bakarak bir tarih yazmaya heveslendiler. Şimdi. Yani insanlar dünyalarının nelerden müteşekkil olduğu konusunda zavallılıklar içindeler. Kendilerine bir şeylerin dayatılmış mı yoksa bu şeyin kendi seçmelerinin sonucu mu olduğunu hiç yoklamadan yaşıyorlar. Yani ben acaba bu koltuklar üzerinde oturarak mı yaşamalı mıyım? Bu soruyu sormadan yaşıyor insanlar. Artık böyle yaşanıyor deyip yaşıyorlar. Dolayısıyla bu şeyler de Osmanlıcılık, cart curt bunlar da birilerinin işlerini kolaylaştırmak için birilerine benimsettikleri şeylerden ibaret. Hiç kimse İstiklâl Marşı Derneği’nin ya da İsmet Özel’in dikkati çektiği hususa kulak asmıyor. Yani biz diyoruz ki Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanıyla beraber, 1839 Tanzimat Fermanı’nda kaybedilen şey geri alınmıştır. Bunu şimdi insanlar, ben Osmanlı’yım diyen insanlar, bunun farkında bile değiller. Yani. Yani biz devletin, bir din devleti olduğu hakikatini Cumhuriyet’in ilanıyla teyit ettik. Tanzimat Fermanı, Osmanlı tebasının birbirine tamamen eşit olduğu fikrini getirdi. Yani milletler prensibi ya da milletler esası lağvedildi. Yani filanca millet, filanca milletten sonra gelir diye bir şey söylenmez oldu artık. Cumhuriyet hemen ilan edildiği gün ya da o günlerde Teşkilat-ı Esasîye Kanunu değiştirildi. Teşkilât-ı Esâsî’nin birinci maddesi “Türkiye devleti bir cumhuriyettir.” şekline girdi. İkinci maddesi “Türkiye devletinin dini, din-i İslam’dır.” şekline girdi. Yani biz Tanzimat’la kaybettiğimizi Cumhuriyet’le geri aldık. Yani Türkiye tekrar bir İslam devleti oldu.
Mehmet Raşit: Yani gayr-ı müslimlerle Müslümanların eşitliği kaldırıldı, tekrar Müslümanların üstün olduğu...
Tabi... Yani Türkiye’de tek bir milletin yaşadığını, onun da İslam milleti olduğunu teyit etti Cumhuriyet. Akabinde zaten bunu devam ettirebilmek için yani nasıl olacak şimdi... Onu ayrıca konuşmamız lazım, şu manada yani dünya ahvali neydi, dünya sisteminin iç işleyişi nasıldı onu konuşmamız lazımdı. Ama netice itibarıyla tek parti yönetimi, Türkiye’deki tek parti yönetimi “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” sloganını benimsemek zorundaydı. İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz diyorlar. Yani, biz hepimiz Müslüman’ız manasına geliyordu bu. Her ne kadar Lozan Anlaşması’yla azınlıkların hakları beynelmilel garanti altında olsa bile. Dolayısıyla bugün insanların kendilerinin nereden nereye getirildikleri konusunda hiçbir şey bilmeden Osmanlıyız, cart curt demeleri, yani sadece komiktir. Biz bunu dernek olarak bilhassa vurguluyoruz. Büyük bir imkândı İstiklâl Marşı, “Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın!/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın” diyor. Bu, diyoruz ki biz, 23’ten 2011’e geçen süre içinde İstiklâl Marşı’nda bahsedilen “yarından da yakın” kısmı heba edilmiştir. Kalan bize bir yarın var, biz bu yarını tahakkuk ettirmek istiyoruz. Allah’ın vaadinden dönmeyeceğini biliyoruz. Bütün mesele, bizim o vaade layık olup olmadığımızdır. Yani vaat edilmiş şeye, liyakat kesbedip kesbetmediğimizdir. Onun için birtakım insanların Türkiye’yi yok etmek üzere hazırladıkları planların aleti olmamak lazım. Çünkü Osmanlıyız dediğin zaman Türkiye Cumhuriyeti kötü bir şeydir demiş oluyorsun. Değil mi? Ve bu da dolaylı yoldan birilerinin işine geliyor. Türkiye Cumhuriyeti kötü bir şeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kalkması da iyi bir şeydir. Çünkü insanlar diyorlar ki biz bu topraklarla yetinmeyiz, daha nereleri alacağız. Haritalar yayınlanıyor: Filanca yılda Türkiye’nin müessir olacağı yerler. Türkiye artık şuralarda artık sözünü geçirecek diye haritalar yayınlanıyor.
Aslında o haritaya baktığında orada Türkiye görünmüyor. Kocaman bir saha var ama orada Türkiye yok! Yani içinde Yunanistan, Suriye falan var ama Türkiye yok! Güya Türkiye’nin tesir sahasıymış. Türkiye’nin olmadığı bir Türkiye’nin tesir sahası! Bunlara insanlar, kulak verdikçe ya da bu saçmalıklara ciddi şeylermiş gibi baktıkça günden güne batağa saplanıyorlar ama onlar bu batağa saplanmaktan memnunlar çünkü bu onlara refah ve tatmin olarak dönüyor. İnsanlar bir Amerika seyahatini, efendim, bir Batı üniversitesinde okumuş, oradan diploma almış olmayı kazanılabilir en büyük şey gördükleri için bu, kendi battıkları batağın, iyi ki battım diyerek memnuniyetle karşılanmasını getiriyor. Yani ben Türkiye’ye ihanet etmeseydim bana bu imkânı verirler miydi; bunu insanlar benim söylediğim gibi söylemiyorlar ama lisan-ı hâl ile bu ortaya çıkıyor.
İdris Ekinci: Türkiye ahiretin tarlasıdır sözüyle dünyadaki Müslümanların Türkiye merkezli hareket etmesi gerektiğine sanki... Ya da Türkiye’den neşet edecek bir hareketin dünyadaki insanları, Müslümanları bir yere getireceğini vurguladınız, işaret ettiniz. Benim burada merak ettiğim konu şu: Türkiye dışından sizin bu düşüncelerinizi bilen, değerlendiren, sizinle bağlantıya geçen, sizi merak eden isimler, gruplar, kişiler oldu mu acaba?
Mehmet Raşit: Müslümanlar arasından mı?
Şimdi... Benim ne dediğim, İstiklâl Marşı Derneği’nin nereye yerleştiği konusunda dünyada bu işle ilgilenen insanların bilgisi ve ilgisi olduğundan eminim. Fakat dünyada İslam âleminde aksiyoner olarak bilinen bir kişi dışında, ismini vermeyeceğim, kimse benimle gelip konuşmak ihtiyacını duymadı. Ama ben, adım gibi eminim hepsi ister Amerika kıtasında olsun, ister Çin’de olsun bizim derdimizin ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. Çünkü Türkiye böyle bir farkındalığın sonucu olarak doğmuştur. Yani şu anda Sivas’tayız. Sivas Kongresi, bütün dünya Müslümanlarının hâlâ kendi başının çaresine bakacak bir millet dünyada bir Müslüman millet, yani millet derken sadece Müslümanları anlıyoruz o manada, varlığını devam ettirecek mi sorusuna cevap olmak üzere Sivas Kongresi toplanmıştır. Yani o zaten bir İslam Enternasyonaliydi zamanında. Dolayısıyla bugün, Türkiye’nin ne olacağı, nereden nereye gideceği meselesi müslim veya gayr-i müslim, dünya siyasetinin kadroları tarafından gayet iyi biliniyor. Onun için... Ama senin soruna... Gâvurca "cospiration du silence" deniyor buna yani Türkçeye bazen susuş kumkuması olarak tercüme ediyorlar. Yani söz konusu olan budur. Yani hakkında konuşmamak, görmezlikten gelmek, onu etkisiz bırakmaya dönük bir şeydir. Yani İstiklâl Marşı Derneği’nin varlığı, hem de şahsen benim tavrım, eğer bahsedilmezse onlar lehine bir sonuç vereceğinden bu şey yapılıyor... İnsanların birtakım zaafları var.
İdris Ekinci: Yani Türkiye’deki hâl devam, bütün dünyadaki hâl de devam ediyor.
Tabii, tabii. Yani benim bir kitabımı, “Henry Sen Neden Buradasın” kitabımı birinci ve ikinci kitabı birlikte, Almanca’ya tercüme etti birisi ve kitabı bastırmaya uğraşıyor şimdi. Ama öyle herhangi bir yayınevi olmasın da Almanya’nın saygın yayınevlerinden birisi bassın diye gayret ediyor. Ama kitabı okuyan her Alman, bir daha o çevirmenle görüşmedi, şimdiye kadar yaşadığımız şey... Yani... Dolayısıyla bu iş böyle yürüyor. Birileri, İstiklâl Marşı Derneği’nden bahsetmenin kendi siyasî hayatlarının sonu olacağını biliyor. Bir gün İstanbul’da tramvayda birisi, biliyorsunuz televizyonda kısacık bir program oldu İstiklâl Marşı’yla ilgili ve bende orada İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olarak bulundum. Birisi İstiklâl Marşı’nın sözlerini alaylı bir şekilde...
Mehmet Raşit: Bir dergide yayınlanmıştı...
Evet. Birisi heyecanla yanıma yaklaştı. Siz dedi, İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanısınız değil mi, dedi. Benim İsmet Özel olduğumu falan bilmiyor. (Elini birbirine çarparak) Yani Türkiye’de bu işe duyarlılık öyle sanıldığı gibi değil. Yani bu duyarlılıktan menfi tesir alacak olanlar, bu bağı kesmek, Türkiye’de yaşayan insanlarla İstiklâl Marşı Derneği arasındaki irtibatı kurmamak üzere bayağı yoğun şeydeler... Neydelerse işte...
İdris Ekinci: ... gayret içerisindeler.
(Gülüyor)
Mehmet Raşit: İstiklâl Marşı Derneği, 2007’de kurulmasından itibaren öncelikle bazı kavramların yerleştirilmesine, bazı fikirlerin izale edilmesine uğraştı ve bazı vurgular da yaptı. Mesela, benim gözlemlediğim kadarıyla Anadolu’da İstiklâl Harbiyle ilgili kendi şehirlerinin yaptıkları mücadeleleri bir folklorik malzeme işler gibi o hadiselere baktıklarını gözlemliyordum. Hatta kavun karpuz festivali yapar gibi kurtuluş bayramları tertip ediyorlardı. Şimdi, mesela İstiklâl Marşı Derneği’nin vurguları bunu değiştirdi. Mesela “Yiğit Adana” önerisi... Adana’ya yiğit unvanı verilmelidir. Az önce bir hattan söz ettik. Yine İzmir’in demokratlığı, İzmir Şube’sinin açılışında vurgulandı. Anayasa konusunda İstiklâl Marşı Derneği de taraftır diyorsunuz. Bütün bunlardan sonra artık birtakım kavramlar yerine oturtulduktan sonra, bazı vurgular yapıldıktan sonra, 12 Haziran’dan akabinde farklı bir Türkiye olacağını da söylüyorsunuz Bundan sonraki siyasî vurguları neler olacak İstiklâl Marşı Derneği’nin? Neleri gündeme getirecek? Bu önümüzdeki dönemde İstiklâl Marşı Derneği’nin
Şimdi bizde siyasî partilerin seçim vaatlere gibi şunu yapacağız, bunu yapacağız demeyelim.
Mehmet Raşit: Bu mülakat yayınladığı zaman...
... seçimler bitmiş olacak.
Mehmet Raşit: Evet...
İstiklâl Marşı Derneği’nin hayatta kalması bir işti. Bizim, üyelerimizin aidatından başka hiçbir gelir kaynağımız yok. Hiç kimse ile de bu manada bir bağ kurmaya da niyetli değiliz. Yani hani, bir yerden para gelirse şöyle olur falan filan şeklinde. Şimdiye kadar İstiklâl Marşı Derneği, Türkiye’de yaşayan insanların en azından, çok az bir kısmı dahi olsa, yani belli hassasiyetleri muhafaza eden insanların hiç olmazsa İstiklâl Marşı Derneği var demelerini temin yeterdi bizim için yani, yani. Bundan sonra bu yetmeyecek mi? Biz Türkiye üzerinde yapılan operasyonların kötü tesirlerini yok etmek üzere bir şey yapılmasını zaid addediyoruz. Çünkü eğer, Türkiye üzerine yapılan operasyonlar engellenir, efendim, kötü tesirleri asgariye indirilir falan ise bu İstiklâl Marşı metnine sadakati ifade etmez. Çünkü zaten bu Osmanlı Devleti siyasetine benzer bir şeydir: Osmanlı Devleti belli bir tarihten sonra, mümkün olduğu kadar az toprak kaybetmek ve çöküş hızını düşürmek... bundan başka bir politikası yoktu Osmanlı Devleti’nin. Yani, biz o yüzden bu alanda iyi şeyler yaptığını gördüğümüz insanları sevdik. Yani bazı insanlar toprak kaybını azalttılar, bazı insanlar çöküşü yavaşlattılar diye biz o insanları iyi insanlar diye kabul ettik. Ama bu, Türkiye’nin Türkiye olmasını sağlayacak şeye bir fayda getirmedi. Şimdi biz, Türkiye’nin Türkiye olmasını ancak dünyadaki hâkimiyet mekanizmasının işlemez hâle getirilmesiyle mümkün olacağını düşünüyoruz. Yani Türkiye’de yutulan dolmalardan bir tanesi de, işte, demokratikleşme yolunda ne yapıldıysa bunun hayırlı bir şey olduğuna insanların inanması. Tarifini kendilerinin yaptığı, içini kendilerinin doldurduğu demokratikleşme Müslümanların el üstünde tuttukları bir şey hâline geldi. Bu insanların Müslümanlığı da tabi ki bu arada soru işareti haline geliyor. Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği, tamamen metne sadık kalmayı esas aldığı için Allah’ın Türk Milleti’ne vaadinin ne olduğunu anlaşılması yolunda faaliyet gösterecek. Yani... Birtakım... Mesela ben, "Allah Türk milletini..." ya da "Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı" dediğim zaman, insanlar, bir yerlerine iğne batmış gibi irkiliyorlar. Bu hüküm, bir şeyler ifade ediyor. Yani sen, senin rahatsızlığın olduğun şey, Türklüğün üstünlüğü. Yani bu şey, iğne batmış gibi irkilenlerin... Türklüğün üstünlüğünden... Burada, bu cümlede söylenen şey, Allah’ın milletleri yarattığına dair bir hükümdür. Sen, üstünlüğe itiraz ediyorsan aynı zamanda Allah’ın milletleri yarattığına da mı itiraz ediyorsun? Tabi ki yani, orada üstünlüğe karşı çıkarken itikada karşı çıkıyor. Yani diyor ki öyle Allah, millet falan yaratmaz. Herkesin kendine ait özellikleri vardır falan filan diyor. Allah milletleri yaratır mı yaratmaz mı, önce bunu karara bağlayalım. Eğer Allah milletleri yaratıyorsa benim ifademi mesela cüretkârlık olarak söyleyebilir insanlar. Mesela Allah’ın Türk milletini diğer milletlerden üstün yarattığını nereden biliyorsun? Allah’ın işine karışma! Hayır, Allah Bulgar milletini, Türk milletinden daha üstün yarattı diye itiraz getirmesi lazım bana. Anlatabiliyor muyum? Böyle bir şey yapmıyorlar. Onların bütün rahatsızlıkları Türklerin üstünlüğü meselesinde. İşin içine itikat girdiği zaman dur bakalım n’oluyor? Biz diyoruz ki, bu hükmümüzü yalnız bırakmıyoruz, Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır.
Mehmet Raşit: Lisân...
... lisânları üzerinden yaratır. Ve Allah milletlere, Allah’a yakınlıkları derecesinde bir lisan verir. Onun için mesela Avrupa’da konuşulan lisanlar arasında Almanca, Allah’a en yakın lisândır. Çünkü, birçok örnek verilebilir, fakat Almanca’da “Vardır.” diyebilmek için şu ifadeye başvurulur: Es gibt. Ve bunu kelime kelime tercüme ederseniz “O verir.” demektir. Yani “Es gibt einen Tisch” dediğin zaman bir masa vardır demiş olursun ama bunu Türkçeye kelime kelime çevirirseniz “O bir masa verir.” demektir. Yani varlık, Alman dilinde, Alman lisânında varlık. Allah’ın verdiğidir. Bir şeyin var olması, o şeyi Allah’ın vermesiyle izâh edilir. Mesela Fransızlar, bir adım daha geridedir çünkü onlar var demek için “Il ya” derler. Yani bu da kelime kelime tercüme edildiğinde “O, orada sahiptir.” demektir. Allah, orada ona sahiptir. Biz de mesela var diyoruz. Karşılığı yok. Bunları tabi yeri gelince ne manaya geldiğini anlatırız. Bu bahisle ilgili olarak, ben konuyu biraz başka yere taşıdım. Ama bizim, Allah, Türkleri niye diğer milletlerden üstün yarattı çünkü Türkler, Müslüman hatta mümin olmadan millet olamayacakları fikriyle hareket ettiler başından beri. Müslüman olmak Türkleri doyurmadı, mümin olmanın ancak işe yarayacağını düşünerek hareket ettiler.
İdris Ekinci: Sizin bu düşüncelerinizden Türk doğulmaz, Türk olunur sonucu mu çıkıyor üstadım?
Tabi hiç kimse anasının babasının Türk olduğunu söyleyerek Türklüğünü ispat edemez.
İdris Ekinci: Türk olmak gerekiyor yani...
Tabi ki... Doğrudan doğruya bu, helal-haram korkusundaki fikir sahibi olmadan bir insanın Türk olması mümkün değildir. Ama aslında bu da bizim Asya içlerinden getirdiğimiz şeylerle alakasız değildir. Dede Korkut Hikâyelerinden öğreniyoruz ki Türkler, adlarını kazanırlar. Bu demektir ki Türk olunuyor. Bu, başından kabul edilmiş bir şey. Yani bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Yani Türk olunuyor.
Mehmet Raşit: Buradan ben İstiklâl Marşı Derneği’nin Sivas’ta yapacağı şiir resitalinden kitaba doğru, Of Not Being A Jew’ün son edisyonuna geçelim istiyorum. Dernek, şiir resitali düzenliyor. İstanbul’a ve Ankara’da düzenledi, şimdi de Sivas’ta düzenleyecek. Bir İstiklâl Marşı Derneği faaliyeti olarak şiir resitali ne mana ifade ediyor? Yaptığınız millîlik vurguları içerisinde şiir resitalinin yeri nedir?
Türk milleti şiirle doğduğu için bizim hayatımızda şiirin yerini tutacak başka bir manevi değer işaret edilemez. Yani... Bizim felsefe, bilim bütün bu zihnî faaliyetler içinde şiir, sadece öncü bir kuvvet olarak kendini göstermez aynı zamanda bir yerine getirici, bir ikâ edici faaliyettir. Biz, nihaî olarak neyin nerede yer edindiği şiirle anlarız. Ha, bunu başka kelimelerle izah edemeyebiliriz ama şiire başvurarak kendi koordinatlarımızı tespit ettik yüzyıllar boyunca. Onun için İstiklâl Marşı Derneği şiir resitallerini bir şeyin benimsenmesi için vazgeçilmez sayıyor. Yani. Bana ne Türk şiirinden diyen insanın İstiklâl Marşı Derneği’nin faaliyetlerinin neye müteallik olduğunu anlaması ve onları kendine ait kılması imkânsızdır. Onun için de bu resitallerde de okunan şiirler bilhassa derneğin varlık alanına doğrudan gönderme yapan şeylerdir. Böyle bir alaka var.
Mehmet Raşit: Of Not Being A Jew’le ilgili, biz Kahramanmaraş’taki konferanstan önce, kitap Mayıs ayının başında çıkmıştı, konuştuğumuzda kitabın Latin harfleriyle Türkçe şiir ne kadar yazılabilir, bunun üzerine konuşmuştuk ve kitabın doğrudan bununla ilişkili olduğunu söylediniz. Bu... Of Not Being A Jew’ün, Erbain’den sonra, bir arkadaş orada dedi ki “Erbain’in dört katı.”
Kalınlık bakımından...
Mehmet Raşit: Evet... Siz de Erbain’le Of Not Being A Jew’ün yaptıkları iş bakımından kıyasını yaptınız.
Şimdi, biz, şunu netlikle biliyoruz Divan Edebiyatı terk edildikten sonra Türk milleti, hâlâ bir millet kaldığını şiirle gösterdi. Tanzimat’la bir bocalama devri yaşandı ama hemencecik Servet-i Fünun Edebiyatı, Avrupaî anlayışla Türkçe şiir yazılabileceğini göstererek Türk milletinin dünyanın yeni hâlinde yer alabilecek bir vasfı olduğunu, bir kıymeti olduğunu bize gösterdi. Ondan sonra Türkiye’nin siyasetiyle, Türkiye’nin maruz bırakıldığı değişmelerle alakalı bir şekilde Türk şiiri gene bir millî refleks olarak yaşadı. En son 1954-1959 yılları arasında bir atılım yaptı. Çünkü bu zaman parçası, aynı zamanda Türk modernitesinin varacağı yeri gösteren bir parçasıydı. Türk milleti şiirle doğdu diyoruz ama Türk şiirinin de bir yazıyla Kur’an alfabesiyle doğduğunu ihmal ediyoruz. Şimdi ne dedik, Tanzimat’la bir bocalama yaşandı. Arkasından Servet-i Fünun, Türk milletinin şiirine yaslanarak kendi varlığını dünyaya kabul ettirebileceğini söyledi. Şimdi Cenab Şehabettin’in “Elhân-ı Şitâ” şiirini latin alfabesiyle okuyun. İşte “Bir beyaz lerze, bir dumanlı ucuş / Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar / Gece eyyâm-ı nevbaharı arar.” bunu Latin alfabesiyle okuyun, seslendirin... Ama bir de tepegözle ya da projeksiyonla duvara orijinal yazılmış şeklini yansıtın ve bakın “Elhân-ı Şitâ” yazısına, ondan sonra şiirin gidişine. (eliyle yazıyı takip eder gibi yaparak ve ifadeleri kesik kesik okuyarak ) Bir.. beyaz.. lerze.. bir.. dumanlı... uçuş... eşini gaip eyleyen bir kuş... gibi kar... Yani o şekillere bakın... O zaman başka bir şey olduğunu göreceksiniz. Yani kendi orijinal yazılmış haliyle o şiiri görün; evet, aynı kelimeler, telaffuz ederken ağzınızdan aynı kelimeler çıkıyor ama bir görün bakın, o nasıl yazılmış. Anlatabiliyor muyum? O zaman onun şimdi bildiğimizden çok daha müessir bir metin olduğunu göreceksiniz. Ve sonuna kadar götürün bunu. Yani o yazılışı hâliyle o başka bir şiirdir. Yani onun için bugünün diliyle Fikret olmaz. Yani Tevfik Fikret, o şiirlerini, o harflerle yazmıştır. Sadece burada kelimelerin Arapça, Farsça...
İdris Ekinci: ... telaffuzu değil...
... telaffuzu da değil, manası da değil; doğrudan doğruya o görünmesi önemlidir. O nasıl görünüyor ve nasıl yazılıyor? “Olur” yazarken sen, elif ve vavla yazıyorsun, değil mi? Eee... Senin o harfiyle yazdığın olur aynı şey değil ki! Hele bunun şiirde tuttuğu yeri düşünürsen, yani o bambaşka bir şey!
İdris Ekinci: Latif alfabesiyle bu imkân ortadan kalktı. Daha da zorlaştı o zaman şiir yazmak?
Saptı...
İdris Ekinci: Evet...
Yani ben, bu sapmanın gidebileceği en son sınırı gösterdim. Anlatabiliyor muyum? Bu, en çok, bu kadar yazılabilir.
Mehmet Raşit: Yani Of Not Being A Jew kitabının iddiası ve yaptığı şey budur. Sınır..
Evet, sınır buradan geçer.
İdris Ekinci: Aslında bir başka soru vardı zihnimde, kısmen cevap verdiniz buna. Ben yine de o soruyu arz edeyim. Erbain, Bir Yusuf Masalı ve Of Not Being A Jew, ayrı ayrı yerlerde duruyorlar birbirlerini bütünlemek kaydıyla. Yani birbirlerinin devamları, birbirleriyle sıkı bir bağlantıları var ama
... aynı şey değiller.
İdris Ekinci: ... aynı şey değiller: Erbain, Bir Yusuf Masalı ve Of Not Being A Jew. Of Not Being A Jew’de, Bir Yusuf Masalı ve Erbain’e nazaran daha farklı bir şey var. Mesela üzerinde edebiyat mahfillerinde konuşulurken Of Not Being A Jew, İsmet Özel’in artık manadan oldukça uzaklaştığı, bir şey ifade etme ihtiyacından uzak bir şekilde kelimelerle sanki oyun oynadığı gibi eleştiriler, değerlendirmeler geliyor. Farklı eleştiriler, değerlendirmeler de geliyor; mesela işte, Türk şiirindeki imkanın genişlediği, İsmet Özel’in bunu tetiklediği, biraz önce sizin ifadenizle sınırları zorladığı, bambaşka alanlar, imkanlar açtığı da söyleniyor. Siz, Of Not Being A Jew’i bu manada nasıl değerlendiriyorsunuz? Erbain, Bir Yusuf Masalı ve Of Not Being A Jew çizgisi içerisinde...
(Gülümseyerek) Evet... (Of Not Being A Jew kitabını kanepenin üzerinden aldı, biraz kapağına baktı.) Zor... Yani şiir kendisi bir şey söyleyemiyorsa başka bir ifade onun yardımına koşamaz. Onun için bazı şeyler söylenebilir. Yani, şimdi, şiirlerden birisi, hem de başta... (Kitabın sayfalarını çevirdi, bir yerde durdu ve okudu.) “Dinosorus’un Rinoseroslara Bitimsiz Yakınması”... Bu şiir, baştan sona çocuk sayışması... Ben, kendi çocukluğumda da kullandım bunu. Benim dört çocuğum da kullandı. Oturulur, eller ve ayaklar uzatılır. Ondan sonra sayılmaya başlanır: El el epek / Elden çıkan kepenek / Kepeneğin.... Bittiği zaman kimde kaldıysa o çeker. Şimdi, bunun bir şiiri, hem de sayfalarca süren bir şiiri baştan sona götürmesi bir endişenin uzantısıdır. Bak. (Şiirin olduğu sayfaları başparmağı ile işaret parmağı arasında tutarak gösteriyor.) Bir düşün yani, kitapta şu kadar sayfa tutuyor yani. Bizim şiir kitabı yayınları hesaba katıldığında sadece bu şiir bir kitap eder. Hatta burada sayfalar dolu dolu konmuş, hani bir de şiir kitabıdır bu rahat olsun diye düşünsen iki misli olacak. Kalınca bir kitap olacak. Şimdi, bu mesela, ihtidamdan sonra kafama takılmış bir şeydir. Belki daha önce bunu... yani mesela Bir Yusuf Masalı, ihtidamdan önce tasarlanmış bir şey.
Mehmet Raşit: 1967’de.
Evet... Yani bilinç altında diyebileceğimiz yaşayan bir şeyi, ben, bilinç katına çıkardım. Bu milletçe, Türkiye’de, Tanzimat’tan sonra girişilen Batılılaşma, Avrupalılaşma, Modernleşme, Sekülerleşme... ne derseniz deyin; o işin, millî endişelerle alakası hep bilinçaltında kalan bir şeydi. Ben bunu doğrudan doğruya bilinç katına çıkardım. Bu manada, Of Not Being A Jew; kapakta böyle bir İngilizce laf var, arkasında da Fransızca “ De la Frayeur D’être Plombier Borgne” yazıyor. Yani Of Not Being A Jew, iki kapağı ile bir parantez oluşturuyor. “Bir Yahudi Olmamak Hakkında” ama “Bir Şaşı Tesisatçı Olmanın Hakkında”. Bu kitap bir Yahudi olmamak hakkında ile şaşı bir tesisatçı olmanın hakkında paranteze alınmış. Şair, kendini şaşı bir tesisatçı olarak görüyor. Yani tamir edecek hatta onu tamir etmek için, tesisatı kurmak için çağırmışlar. Ama şaşı... İşini gayet güzel, temiz yapsa bile kendini zorlayarak yaptığı belli. Gözleri şaşı bakmayan birinin daha rahat yapacağı bir şeyi, o, şaşı bir tesisatçı olarak yapıyor. Hadise budur!
Mehmet Raşit: Bunun üzerine, İdris Hoca’nın sorduğu sorunun devamı gibi olacak... Daha önce bir klişe vardı, kötü niyetli bir söz vardı: “İsmet Özel mi? Şiirlerini okuyun, düzyazılarını boşverin!” gibi... Şimdi, buradaki şiirleri de kimileri çıktı, şöyle tepki verdi:
... artık şiirlerini de okumayın!
Mehmet Raşit: Evet.
(Gülüşmeler)
Çok güzel... Bu yerinde bir yaklaşım tabii ki. Onlar, benim, şiirde gerçekleştirdiğim şeyin inkâr edilmesi halinde kendilerinin de adamdan sayılmayacağını bilerek hareket ettiler. İsmet Özel’in şiirde yaptığı şeyleri reddedersek biz ne yapıyoruz acaba diye hareket ettikleri için “Şiirlerini okuyun, düzyazılarını okumayın!” dediler. Şimdi, şiirlerinde öyle şeyler yapıyor ki bunları kabul ederlerse bu sefer, kendilerinin ne yaptığı havada kalacak. Anlatabiliyor muyum? Erbain’de öyle bir yapı var ki bu yapı reddedilirse Türk şiirinin son modern atılımı, atılım matılım değil demek zorunda kalacağız. Anlatabiliyor muyum? Onun için şiirlerini okuyun, düzyazılarını okumayın... Çünkü benim düzyazılarım, 1977 yılında gazete, köşe yazarlığı ile başlamış olan bir şey. Daha önce hiç mi düzyazı yazmadım? Çok az... Yani ihmal edilecek kadar az. Önemi ihmal edilmeyebilir ama miktarı ihmal edilebilir. Şimdi insanlar bu yaklaşımı fark ettikleri zaman, işlerinin bozulacağını biliyorlar. Yani düşünün siz, bütün hesabınızı döviz üzerinden yaptınız dolaysıyla dövizli bir hayatın devamını istiyorsunuz. Birisi de diyor ki bundan sonra döviz möviz yok abi, altın para kullanacağız! Böyle dediği zaman nasıl kabul edeceksin yani! Hadise budur yani. Türk şiiri kendi doğuş kaynaklarına sadakati öne aldığı zaman, Türk şiirinin doğuş kaynaklarından müstakil bir şeyler yapmış olan insanlar, kendilerini tehlikede bulacaklar. Bu çok normal bir şey. Doğuş kaynakları dediğimiz zaman bir irtibat korunmasından söz ediyoruz. Türk şiirinin Yunus Emre ile başlayan macerası günümüze kadar ulaşırken doğuş kaynakları ciddiye alınarak bir yol yüründü. Onun için mesela Orhan Veli ne yaptı diye sorduğunuz zaman, birazcık işten anlayan kişi: “Onun atası Nedîm’dir.” der. Anlatabiliyor mu? Orhan Veli ne yaptı dediğin zaman: “Onun var, onun öncesi var: Nedîm” dersin. Tabi onu... Herkes... Dediğim gibi, işe girmek lazım, işin içinde olmak lazım. Dolayısıyla bugün, soysuz sopsuz insanlar, İsmet Özel’in son yazdıklarının Türk şiirinin kaynaklarıyla olan irtibatını küllemek, örtmek isteyen insanlardır.
Mehmet Raşit: Az önce, Of Not Being A Jew’deki “Dinosorus’un Rinoseros’a Bitimsiz Yakınması” üzerine konuşurken buradaki bir kaygıdan, bilinçaltındaki millî endişenin...
... bilinç katına çıkarılmasından...
Mehmet Raşit: ... söz ettik. Belki bunun bir parçası, devamı olabilecek nitelikte. Toparlanın Gitmiyoruz kitabının üçüncü cildinde bir yazı vardı. Bir toplantıda yaptığınız konuşmanın metninden alıntıladım: “Turgut Uyar’ın yazdığı şiir, Türk insanın durumuyla Türk şiiri arasındaki alışverişi sezmedikçe doğru dürüst hiçbir şey yapılamayacağına inan insanın şiiridir. Benim şiirim ise bu ilişkiyi keşfetmiş olmanın ortaya çıkardığı bir şiirdir.” Buradaki bu ilişkiyi keşfetmiş olmak... Acaba, bu millî endişeyi bilinç katına çıkarmakla birlikte değerlendirmek mümkün mü? Bu yaptığım alıntı 2005 tarihli bir konuşmadan...
Şimdi her şeyi olduğu gibi görmemiz lazım. Turgut Uyar, 1927 doğumlu yanılmıyorsam. Bu ne demek? Doğduğu sırada biz hâlâ Kur’an alfabesiyle okuyup yazan bir millettik. Ama kendisi ilkokula gittiği zaman, artık Latin alfabesiyle okuryazar oldu. Ama hocalarının hepsi, yedi senede okuma yazmayı unutmadılar. Turgut Uyar, mektepte okurken Arapça bilen hocalardan ders aldı. Öyle değil mi? Bütün hocaları Arapça biliyordu, bütün hocaları... Çünkü İdâdî mezunu olmadan öğretmen olman biraz mantıksız bir şey. İdâdî mezunu isen de orta derecede değil, iyi derecede Arapça bilirdin. Fakat bu kültürel atmosfer içinde sadece bu kültürün reddedilmesiyle bir başarının seni beklediğini bilerek yaşıyorsun. Yani bir kültürel atmosferin var ama hedefin, ümidin reddinde. Ben ise 1944 yılında doğdum, yani İkinci Dünya Savaşı’nın son yılında. Ve 1950 yılında da ilkokula gittim. Belki benim hocalarım da yarım yamalak bir şeyler bilirlerdi. Arapça bilmeseler bile okuryazar sayılan tipler olabilirdi. Yıllar ilerledikçe o da azaldı, her neyse... Benim hayatım ise 1950 yılında okula gittim, 27 Mayıs darbesi olduğu sırada lise ikinci sınıftaydım, ders yılının da son günüydü. Benim hayatım ise... Türkiye, bundan sonra eskisine hiç benzemeyen bir Türkiye olacak. Ben, bunu çocuk yaşımda anlamıştım değildim ama, nasıl Turgut Uyar’ın atmosferi Arapça bilen hocaların ortaya çıkardığı... Benimki de bundan sonra her şey, başka türlü olacak, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak atmosferi içinde geçti. Bütün çocukluğum, bütün gençliğim... Dolaysıyla bana düşen, şair olarak, madem eskisi gibi olmayacak, o halde ne olacak sorusunun cevabını bulmaktı. Hâlbuki Turgut Uyar’ın durumu, o halde nasıl olacak değil nasıl olsa böyle olacak ile doluydu dünyası. Ama benimki olacakta, ne olacak sorusu benim hayatım şekillendi. Dolayısıyla şairlerin hangi telden çaldıklarını anlamak için onları ortaya çıkaran, onları bir şeyler yazmaya iten hususları yakalamak lazım. Ha, bazıları neden dandik şeyler yazıyorlar? Çok basit, çünkü onların gözünde şiir yok, onların gözünde şair bilinmenin avantaları var. Onlar şair bilinirlerse iş bitti. Yani tamam, yeter. Kadın şair Emily Dickinson, ömrü boyunca bir tek şiir yayınlamamış ve Van Gogh’un yaşadığı süre boyunca hiçbir tablosu satılmadı. Yani bu insanlardan bir tanesinin derdi şiirdi, bir tanesinin derdi de resimdi. Yani şair olmaktan eline geçecek şey hiç önemli değildi. Öbürünün de ressam bilinmekten, tabloları satılan birisi olmaktan eline bir şey geçmedi çünkü tablosu satılmadı. Yani onun derdi de resim de yaptığıydı. Anlatabiliyor muyum? Türkiye’de neden birtakım insanların uyduruk kaydırık şeylerle uğraştığını anlamak için bunu fark edin. Beni şair bilirlerse ben de bir iş yaparsam... Türkçede öyle bir laf vardır: “Bir götümlük yer edeyim, gör bana sana ne edeyim.” Yani onların hepsi bu davadalar.
İdris Ekinci: Son soru benim olacak, o yüzden...
... soracaksan sor Raşit. (Gülerek)
Mehmet Raşit: Metin Eloğlu’nun derdi bana daha yakın diyorsunuz.
Yok, hayır. Metin Eloğlu’nun derdi bana daha yakın demem, yanlış. Metin Eloğlu’nun derdi, benim derdimdir. Yahut tersinden de söyleyebilirsiniz: Benim derdim, Metin Eloğlu’nun sahip çıkmak istediği derttir. Yani bunu ben, çok sonra fark ettim. Metin Eloğlu benden... Turgut Uyar'dan daha yaşlı değil, Turgut Uyar yaşında. Şiirlerinde, ben, 1963 yılında ilk şiirimi yayınladım. İlk kitabım 1966. Yani şiirlerine bakarak fark ediyorum ki Metin Eloğlu, benim yazdıklarımı çok yakından takip etmiş. Hatta doğrudan doğruya bana göndermede bulunduğu bir şiiri de var. İşte “Daha dünkü çocukların zonkluyor şakakları” diyor. O yüzden Metin Eloğlu ile aramızda.... Ben ömrümde Metin Eloğlu’nu hiç görmedim. Ha, görmem mümkündü çünkü ben edebiyat dünyasına şaşalı bir giriş yaptım. Onun için Metin Eloğlu’nu tanımam normali ama olmadı. Ben Metin Eloğlu’nun endişesine sahip olmaktan, o dünyaya mensup olmaktan iftihar ederim ama bu ilişki girift bir şeydir.
İdris Ekinci: Bitiş bana düştü... Şimdi... Şiiri çok önemli, değerli bir noktada görüyorsunuz.
Vazgeçilmez!
İdris Ekinci: Hem bizim...
... millî hayatımız...
İdris Ekinci: ... dünyadaki oluşumuzla, millî hayatımızla, sizin de son zamanlarda sıkça vurguladığınız Türklükle içli dışlı, sıkı bir münasabeti var ve Türk şiiri hâlâ yaşıyor, devam ediyor. Bunun merkezinde de İsmet Özel var. Peki, İsmet Özel, kendisinin dışındaki, kendisinin ortaya koyduğu şiir dışındaki şiirleri, birikimi nasıl görüyor, onlara nasıl bakıyor? Kendisinin dışındaki olup bitenlerden memnun mudur? Bir rahatsızlığı var mıdır? Bu da diğer şairlere ya da oluşturulan şiirlere bir mesaj gibi...
Mehmet Raşit: Yani son dönem mi?
İdris Ekinci: Evet, şu anda olup bitenleri kast ediyorum.
Şimdi biliyorsunuz, ben, gazete yazılarımın kitaplarıma girmemiş kısmından oluşan on iki kitaplık serinin üst başlığını “Şairin Devriye Nöbeti” koydum. Yani ben, Türkiye’de şiirin yeri konusunda daha bu işe ilk adım sırada hangi endişeleri taşıyorsam, hâlâ o endişeleri taşıyorum. Yani ben, genç yaşımda şiire adım atarken, şiir dünyasına girerken bunu çok şuurlu bir şekilde, Türkiye’de yapılacak iş budur diyerek seçtim. Dolayısıyla bugün, Türkiye’de insanlar, böyle dertleri taşıyarak bir şeyler yapıyorlarsa onun bir şekilde belli olması lazım. Ben mesela birinci kitabım “Geceleyin Bir Koşuya” yayınlanmış fakat kitaba almadığım üç şiir var. 66 yılında kitap çıkarken beklediğim estetik olgunlukta değil diyerek dışarıda bıraktığım şiirler var. “Gececil Kuşların Ürkmediği Aydınlık” bunlardan bir tanesi. Ama Türk şiiri öyle bir seyir takip etti ki daha doğrusu Türkiye’de şiir yazan insanların ortaya çıkardıkları hava öyle bir seyir takip etti ki ben sonra şiirlerimin toplu basımında bunları geri koymak zorunda kaldım. Çünkü bunlar, Türkiye’de şiir diye bilinen şeylerin zaten çok üstünde...
İdris Ekinci: Haksızlık etmemek lazım dediniz.
Yani zaten çok üstündeydi. Memet Fuat, Yazko Edebiyat’ı çıkarmaya başladığında kendisine doğrudan doğruya söyledim. Siz, dedim, bu dergide birtakım şiirler basıyorsunuz. O zaman, yıllar yılı Ümit Yaşar’a niye haksızlık ettiniz. Yani bunlar, Ümit Yaşar’ın yazdıklarının daha altında şeyler. Anlatabiliyor muyum? Yani Türkiye’de böyle bir şey oldu. Ümit Yaşar, şair kabul edilmezdi. Ama sonunda Ümit Yaşar’ın bile tenezzül etmeyeceği şeyler Türkiye’de... “Bunlar yazılıyor.” dendi. Onun için bunu gene millî bir mesele olarak anlamamız lazım. Yani Türkiye’de Türk milletinin Allah’ın üstün yarattığı bir millet olduğunu anlamadan şiir yazan bir adamın şair olamayacağını anlamak, edebiyatı ancak tekrar canlandırabilir. Ben, benimle yapılan bir mülakatta demiştim: Türk edebiyatı, Tanpınar’a geriledi. Çünkü Tanpınar, o romanlarını, o şiirlerini yazdığı sırada en fazla orta sayılan bir adamdı. Şu manada, Türk edebiyatı o kadar yüksek hedeflerle yaşıyordu ki bunlar ancak idare eder şeylerdi. Benim çocukluğumda Kerime Nadir ve Esat Mahmut Karakurt, romancı sayılmazdı. Ama sonradan, mesela, kendine Türk Edebiyatında yer edinmiş sayılan Selim İleri, Kerime Nadir editörlüğü yaptı. Anlatabiliyor muyum? Yani şimdi, o zaman, bu adam romandan ne anlıyor? Ya da Türk romanının göze kestirdiği hedeften haberdar mı? Yani biz yıllarca Batı’da yazılan roman, Batı’da yazılan şiir, Batı’da yapılan resim; bununla kendimizi önce onların baş ettikleri şeyleri uhdemize almak sonra da onları gereksiz saydıracak bir işi üstlenmek üzere sanat hayatını yürüttük. Çünkü Türkiye’deki eğitimin kodlanmış hâli, bilimde ve Felsefe’de bunu yapamayacağımızı öğretmişti bize. Çünkü bilimde ve Felsefe’de bunu yapabilmemiz için bu alanda ciddi yatırımlar yapılması gerekiyordu. Bu yapılmadığına göre, tıpkı Amerika’da kara derililerin kendilerini göstermek üzere sadece buldukları yarıktan geçmelerine benzer bir şey Türk sanatçısı için önemliydi. Yani sanat alanında yapacağımız şeylere hiç kimse kayıt koyamazdı. Daha iyisi yapılabilinirdi. Nitekim Türk şiiri bu bakımdan kesinlikle dünya şiirinin üstündedir. Bilhassa da 54-59 son modern atılımı sebebiyle.
İdris Ekinci: Kendisine açılan yolu...
Yani şimdi Amerikalı kara derililer, boksör olarak, şarkıcı olarak birinci sınıf insan olabiliyorlar. Öbürlerini kapatmış diğerleri. Onlar da onu yapıyorlar netice itibarıyla. Türk sanatçısı da böyle bir yol seçti kendisine. “Tamam, bize adam gibi üniversite kurdurtmuyorlar. Müfredatımız, gâvurlar tarafından bizi alt tabakada muhafaza etmek üzere tanzim edilmiş ama kim benim daha iyi resim yapmama, kim benim daha değerli bir beste ortaya koymama engel olabilir? Bu bakımdan cumhuriyet kültür politikasında hakkı yenmiş veyahut hak etmediği şeye kavuşmuş çevreler var. Yani biz, olağanüstü paralar harcanarak yaşatılan Opera, Bale, Senfonik müzik alanında dünya üstünde bir varlık gösteremedik. Bir tane balerin Bolşoy’da, efendim, rol aldı diye herkes şey yaptı yani böyle olmaz! Yani bizim baleye yaptığımız yatırım, nihayet 70’li yıllarda Rusya’da sahneye çıkabilecek bir tek balerine yarayacaksa bu manasız bir şey, bu kadar masrafa değmez yani. Türkiye’de konser salonlarında hiçbir bestecinin eseri çalınmıyor. Ama bunlar için etek dolusu para harcandı. Bunlar toplumun çok lüks yaşayan insanları oldular.
İdris Ekinci: Ama şiir için böyle...
Şiir hiçbir zaman böyle bir kıyaktan yararlanmadı. Şair devletin en tehlikeli saydığı insan oldu bütün Cumhuriyet tarihi boyunca... Bunlar bizi yerlerde süründürüyorlar dediler, bunu gördüler yani.
Mehmet Raşit: Buradaki devletin şairi düşman görme meselesi Tanzimat’la birlikte, Divan şairi-saray ilişkisini biliyoruz, Tanzimat’a gelince Namık Kemal, “İzzet-ü İkbâl ile bâb-ı hükümetten ayrıldık...
...çekildik...
Mehmet Raşit: ... çekildik diyor. Yani devletle şairin ayrıldı bir evre denebilir mi Tanzimat’a o açıdan?
Hayır çünkü Namık Kemal, bütün Tanzimat aydınları arasında tek kişidir. Madem yeni bir nizam peşindeyiz, madem bir şeyler tanzim edeceğiz burada esas almamız gereken şey Kur’an’dan ve Fıkıh’tan başka bir şey değildir diyen tek kişidir. Bir ikincisi yoktur. O da, işte, zamparalıklarıyla falan meşhur bir adam. Ama “Git vatan, Kâbe’de siyaha bürün.” diyen de o. O manada devlet-şiir ilişkisi maalesef, şiirden beklenenin ne olduğunun anlaşılmaması sebebiyle öyle sadece has insanların yüreğini titreten bir şeyler oldu. Öbür insanlar, cambur cumbur yaşadılar, hâlâ da öyle. Sorular bitti mi?
İdris Ekinci: Üstadım çok teşekkür ederiz, ağzınıza sağlık.
Estağfirullah.