İsmet Özel. Türk şiirinde ve düşün alanında, yaşarken kilometre taşı olmuş bir insan. Sözünü sakınmayan ama kelimeleri anlamın karşılık düştüğü yer ve sıralamada kullanmaya ihtimam gösteren bir dil ustası. Gazetecilerin hem korkulu rüyası hem de “müthiş malzeme” kaynağı. Gorüşlerini beğenelim beğenmeyelim; giderek kes-yapıştır, çal-oyna, formatla-gazla, ayarla-ortala, kalıpla-yolla halinde devam eden ve kendi dilimizde orijinal ve kaliteli düşünsel ürünler kıtlığı yaşanan hayatımızda; özgün, buralı ve nev-i şahsına münhasır bir ses. İşte şair, yazar, düşünür, konuşur, gündem yaratır, çok sevilir veya nefret edilir İsmet Özel’in Türkiye ve dünya üzerine, içinde bulunduğumuz vaziyetlerle ilgili tarihi ve aktüel tesbitleri, gelecek beklentileri ve önerileri...
- Bugün Türkiye’de sistemli veya sistemsiz herkesin bir bakış açısı ve bunları ifade etmek için kullandığı çeşitli kelimeler var. Bunlar çoğu zaman sıradan ve üzerinde düşünülmemiş oluyor. Sadece kendine ait olan cümlelerle konuşmak ve herkesin kendince ilgilendiği meseleye, yani kendi işine bakması daha anlamlı olmaz mı?
- Olmaz. Aristoteles'in de dediği gibi "Tek başına bir insan ya Tanrı’dır ya hayvan." İnsan demek bağlantılı demek. Kelimenin etimolojisi de buna açık. İns ünsiyet sahibi insan, insan olması için yukarısı ile aşağısı arasında olduğunu bilmesi lazım. Ulvi ile süfli arasındaki bir kıstak, berzahtır insan. İnsan sebebiyle biz bu iki taraftan haberdar oluruz. Bu olmadığı zaman insan yoktur. İnsanı teşhis etmek için biyolojik varlığından yararlanıyoruz. Ama insanı biyolojik varlığıyla açıklamamız mümkün değil.
- Böyle işinde gücünde normal insanlar azaldı da ülkemizde, ondan soruyorum. - Ben tam tersini düşünüyorum. Bir dünyaya doğuyoruz. Ben 19 Eylül 1944'te doğdum. Bana ne zaman doğdun diye sordukları zaman Amerikan askerlerinin Almanya sınırını geçtikleri zamanda doğdum diyorum. Çünkü ben savaş sonrası dünyasını biliyorum. Tam tersini, insanların nerede yaşadıklarını, onları oraya konduran şeylerin neler olduğunu bilmesinin işe yarayacağını düşünüyorum. "Benim işim kürk" diyor bir adam. Öbür adam da "çevrecilik yüzünden sen lanetli bir adamsın" diyor. Demek ki burada birşeye karar vermek gerekiyor. Ben mesela 18 sene Fransızca öğretmenliği yaptım. Bir tek çocuk Fransızca öğrenmedi. Ben bunu işime başlarken de işimi bitirirken de biliyordum. Türkiye'de özellikle yabancı dil eğitimi veren okullar dışında dil eğitimi, o eğitim sonuç vermesin diye yapılıyor. Eğitimin her kısmı böyle. Böyle bir ülke burası. 71 muhtırası sonrasında Hacettepe Üniversitesi’nin Türkçe bölümünü lağvederek orada ders veren hocaları kadrodan çıkardılar. Halbuki Hacettepe Üniversitesi, Türkçe ve yabancı dil hazırlık sınıfı esası ile kurulmuştu. Her Hacettepe üniversitesi öğrencisi, 1. sınıf olmadan Türkçe veya yabancı dil hazırlık sınıfı okurdu. - Bulunduğumuz yer neresi peki? - Aslında "bulunduğumuz yer devam edecek mi?" sorusu bulunduğumuz yerden daha önemli. Çünkü mesela Muz Cumhuriyeti diye bir laf var. Türkiye için de çok söyleniyor. Siyasi kadroların hiç ağırlığı olmayan insanlardan oluşması, onların orada göstermelik bulunduklarını açıklıyor. Hangi şartlar altında yaşadığımızı, bu şartların yerini neye bırakacaklarını bilmeden nefes alamayız. Mesela İstanbul'un bir Ortodoks başşehri olma potansiyeli üzerinde kafa yormamak en hafif tabiriyle dangalaklıktır. Ama dangalaklık ahlaksızlığı önlemez. Bir insan hem dangalak hem de anasının gözü olabilir. - İçinde bulunduğumuz durumun belirleyici noktaları, herkes için üç aşağı beş yukarı geçerli olan koordinatları var mı? - Elbette, Türkiye şu anda şiddetli bir sansür baskısı altında yaşayan ve gerçeğin yansıtılmasının engellenmesi konusunda olağanüstü tedbirlerin yürürlükte olduğu bir ülke. Hiçbir şey söylendiği gibi değil. Ben daha dün internette politik olamayan sadece tarihi bilgi veren bir portal’dan bazı haritalar indirdim. 1. yüzyıldan bugüne tüm Avrupa'nın siyasi haritaları...Bu haritalardan birinde, 2006 haritasında net olarak Kürdistan görünüyor. Adam bunu ihtimal diye çizmemiş. Verilere dayanarak yapıyor. - Türkiye'deki insanların bahsettiğiniz kötü durumdan bir sorumlulukları var mı? - Tabii, Türkiye'de zengini fakiri; okumuşu cahili de dahil olmak üzere bu suçun içinde. Buna ben de dahilim. Razı olduğumuz şeyler ister istemez seçtiğimiz şeyler oluyor. - Neden seçiyoruz peki? - Bu, bulunduğumuz mekanda oturmak gibi bir şey. Bu gördüğümüz duvar kağıtlarını seçmiyoruz. Burda oturmak zorunda olduğumuzdan bu böyle. Oscar Wilde'ın son sözü “ben mi gidiyorum, duvar kağıtları mı"dır. - Neden kendimize böyle bir kötülük yapalım ki? - İki sebepten dolayı: Düşük ahlak bizi rahatsız etmiyor. Bilgisizlik bizi rahatsız etmiyor. Rahatsız etmediğinden dolayı da bu duruma evet diyoruz. Bazıları bu düşük ahlakın ve bilgisizliğin birer veri olduğunu kabul ederek hareket ediyor. Bunlar zaten böyle, dolayısıyla biz de böyleyiz diyorlar. Ben bu kanaatte değilim.. - Peki yakın geçmişte de böyle miydik? - Önce Türkiye'nin bir tarihi var mı yok mu onu anlayalım. Türkiye'de insanlar varlık endişesi içinde harekete geçtiler mi geçmediler mi önce onu anlayalım. İstiklal Harbi dönemi... Burada yaşayan insanlar bihaber, bigane değillerdir. - İstiklal Harbi’ne gelmeden… - Peki size Milli Selamet Partisi’nden örnek vereyim. Bu parti 1973 seçimlerine Adalet Partisi'ni bölmek üzere sokulmuştur. Bundan da kendi lehlerine iyi bir sonuç elde etmişlerdir. AKP'nin tohumları da o günden atılmıştır. Eğer Milli Selamet Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise, onunla anlaşmazlığını açıkça ortaya koyan da Korkut Özal'dır. O işler o günlerden gelmedir. Bugün olmadı o iş. Türkiye'de yaşayan insanların kıymetini kim bilmiyor, bu soruyu sormak lazım. Ben kocaman adamdım Kıbrıs Çıkarması yapıldığında. 30 yaşındaydım. Gözlerimle gördüm kadınların sandıklarından bileziklerini çıkarıp devlete bağışladıklarını. Ona neydi Kıbrıs? Ama yaptı bunu insanlar. - Bugün böyle bir şey olsa yine yapar mı insanlar? - Bugün olmaz. Çünkü insanlara öbürünün, yani Osmanlı politikasının hala yürürlükte olduğunu kanıtladınız. Onun için halk kendi yöneticileriyle değil, yöneticilerle muhattap oluyor. 30 sene içinde bunu hallettiler. Halk, sadece torpil arayan, görevden kaytaran, ihaleyi kapan, müşteriyi uyandırmayan insan haline geldi. - Bu kadar kısa zamanda böyle bir şey mümkün olabilir mi? - Bu, oluşmakta olan bir şeydi. İnsanların beklentilerini tahrip etmenizle alakalı. Şimdi eğer 27 Mayıs 1960 sabahı Silahlı Kuvvetler seçilmiş insanları yargılamasaydı, Salim Başol'un cümlesi herkesin dilindedir "Sizi buraya tıkan kuvvet bunu istiyor" demişti. Onları yargılayan hakim bunu söyledi. Eğer 27 Mayıs olmasaydı, öbürlerini boşver, öbürleri tıngır mıngır şeylerdi... - Olur mu hiç? 80 hiç de tıngır mıngır değildi... - 80 en ucuzuydu. “Our boys” cevabını almıştı fıstıkçı Carter, kim yaptı darbeyi diye sorduğunda, “Our boys”. Bu ne kadar ciddiye alınacak bir şey. O zamanki hangi generalin oğlu şimdi Irak'ta petrol ticareti yapıyor? - Bütün bu anlattıklarınız gerçekleşmeseydi, içinde bulunduğumuz durum bugünkünden çok farklı olabilir miydi? - Olmamış şeyler üstüne konuşamayız. Ama Papa'ya ateş eden insanın Türkiye'den seçilmesi ezbere bir şey değil. Bir şeyler dünyada birileri tarafından yönlendiriliyor. - Biz kendimiz bir şeyleri yönlendirebiliyor muyuz? Denemedik ki hiç... "biz kendimiz" dediğimizde kimi kast ediyoruz? - Türkiye'nin bu durumdan çıkması gibi bir şansı var mı? - Bu tamamen karar vermekle alakalı. Avrupa Birliği içinde Türkiye'nin ombdusmanı kim? Yunanistan. Ben Atina'ya gittiğim zaman Türk-Yunan Konfederasyonu fikrinin yaşadığını gördüm, gözlemledim. Ama Türkiye'de bazı entellektüel beyaz casuslar bu işin tamamen bilincindeler. Ama Avrupa Birliği'ne girmek meselesi kısmi bir Türkiye göz önüne alındığında “realisable” birşey. - Yani Güneydoğu meselesi.. - Güneydoğu’daki adam ne yapsın? Öbür türlü yaşatırlar mı onu orada. Bu hakikaten can meselesi. Ama Lozan'dan sonra İngilizler Kürtler'in yaşadıkları bölgelerin Ankara karşısında her zaman bir koz olarak kullanılması politikasını elden hiç bırakmadıkları için bu iş bu duruma geldi. Türkiye'de çok taraflı çatışma düşmanların işe yarıyor. Kutuplaşma Türkiye’nin geleceğini karartma kararı alanların işine yaramaz. Çünkü kutuplaşma görüntüsü manipülasyonun farkına varmayı kolaylaştırır. 12 Eylül'den önceki çatışma ortamındaki gibi insanlar "gürültü kalksın da gerisi ne olursa olsun" diyecek duruma getirildiler. Ekonomik hiçbir dayanak kalmadı. Uluslararası ekonomik planlara hayır diyecek hiçbir gücü kalmadı. Sadece sıcak parayla dönen bir ekonomi var. Siyasi kararlar kötü bir çatışma ortamı yarattığında "Bundan sonra Marmara ile Ege bölgesi Avrupa Birliği'ne giriyor. Geri kalan bölgelere de sonra bakarız" denilecek. Ve insanlar "Eee tabii" diyecek. Demeyecek mi? - O kadar da değil - Almanya'da, Avrupa'da kısmen de Amerika'da yaşayan insanlar niye geri dönmüyorlar? Almanya savaş sonrası ekonomi planlarını yaparken işçi açığını yabancılarla doldurdu. Almanya'da çalışan insanlar çok ulusluydu. İtalyanlar, Yugoslavlar, Yunanlar, İspanyollar... İlk memleketlerine dönenler İtalyanlar oldu. Çünkü İtalyan Komünist Partisi Almanya'da çalışan bütün İtalyanlar'ın haklarını milim milim koruyordu. Arkasından İspanyollar döndü. Çünkü onların biraz İspanyol gururu da vardı. Kala kala Türkler kaldı. Çünkü Türkler'in gidecekleri yer yoktu. Buraya geldiklerinde Almancı diye yolmaya çalışıyorlar. Buradan gittikleri sırada Türkiye'nin ne olduğunu da bilmeden gittikleri için, geldiklerinde "Aaa burada da muz varmış" diyen insanlar var. "Biz kimiz, neyiz?" meselesi var. Eğer adam Almanya'da Türkiye'dekinden daha adam sayılıyorsa, o bütün yabancı düşmanlığına rağmen, o adam niye terk etsin orayı? Onun için bizim burada millet olma meselesini ciddiye almamız lazım. - Şu anki siyasi atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz? - Ulusalcılıkla AKP'lilik aynı çamur. Demokrat Parti iktidardayken cami kürsüsünden birisi, CHP ve Demokrat Parti için "aynı dışkı ortasından kağnı tekerleği geçmiş" demişti. Türkiye'de bugün laik, anti-laik, AKP ve diğerleri gibi bir ayrım yapılıyorsa, bu aynı mekanda oynayanlar arasındaki ayrımdır. West Side Story'deki beyaz çocuklarla PortoRicolu'lar arasındaki ayrım gibi bir şey bu.. - Peki seçimlerde yeni bir yöneliş olur mu? - Asla olmaz. Bu yapı içinde imkansız. Türkiye'de gerçekten tercih alanın doğması lazım. - Bu alanı Türkler kendileri mi yaratacak? - Tabii ki evet. Şimdi bir insan mali gücünü sistemin Türkiye'de daha etkili olmasına bağlamışsa, sistemin çalışmasından yararlanmayı değil de, sistemin daha ekili olmasına hizmet etmeyi mali gücünün dayanağı hali getirmişse burada bir çıkış yolu yok. İnsanlar şu anda karar verme kalitesinde değiller. Ancak karara uyma kalitesindeler. - Peki karar verme kalitesine geldiklerinde kararı o yönünde verecekleri alanlar da oluşmuş olacak mı? "Ata binen Türk atasını tanımaz" diye bir atasözü var. - Oradaki Türk bizim yeniden tarif etmeye çalıştığımız Türk değil. Çünkü Ortadoğu'da kaba saba kalın kafalı ve eğitim görmemiş insanlara Türk denildiği bir dönem olmuştur. Keykavus bir eserinde "Türklerle tavla oynama"der. Çünkü yenildiğinde tavlayı kafana geçirir der. Bu doğrudan medeni - barbar ilişkisi ile alakalı. Türk Türk'e boyun eğmez. "Al turpu vur Türke yazık oldu al turpa" demiş bizimkiler. Çünkü o zamanlar öyle bir Türk söz konusu. Bugün İslam'dan kopuk bir Türklük tahayyül etmek iyi niyet örneği değildir. Bu bilhassa isteniyor. Ben bunu tüm çabamla anlatmaya çalışıyorum. Şu anda bayrak olarak bildiğimiz bir şey bizim Orta Asya'dan getirdiğimiz bir şey değil. Bayrağı biz burda edindik, yaptık. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını Atatürk devrimleri izah etmez. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını İstiklal Harbi izah eder. Hiç kimse "Atatürk devrimleri olmasaydı Türkiye de olmazdı" diyemez. Herkes "İstiklal Harbi olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı" demek mecburiyetindedir. Bunun aksi telaffuz bile edilemez. - İstiklal Harbi’ni esas mı alıyorsunuz? - Bence ayağımızı basacağımız yer İstiklal Harbi’dir. Başlangıç noktası. Buradaki tüm artıları eksileri hesaba katmamız lazım. Mesela İstiklal Marşı'nın kahraman ordumuza ithaf edilmesi kesinlikle tesadüf değil. Büyük bir yıkım ve yılgınlık vardı. Ordunun dirilişi herşeyin toparlanmasına imkan verdi. Ben şunu söylemekte pervasızlık yapıyorum ama söylememeyi de ahlaksızlık sayıyorum: İstiklal Marşı'nın ithaf edildiği ordu ile 27 Mayıs 1960 sabahı idareye el koyan ordunun aynı olma ihtimali çok düşüktür. - İstiklal Marşı Derneği nedir? İstiklal Marşı Derneği, milli varlığımızın tek çözüm olduğu görüşünü en azından hayatta tutmak için kuruldu. "Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal". Hak edilmiş bir devlet Türkiye Cumhuriyeti. Bugün ona içeriden ve dışarıdan yapılan muamele sanki hak edilmemiş de bahşedilmiş gibidir oysa.. Biz böyle olmadığını, böyle olmayışınınn sonuçlarını herkese kabul ettirmeye çalışacağız. 84 senelik cumhuriyet tarihinde Türkiye'nin önüne hedef koyup da başaramadığı hiçbir şey yok. Çünkü önüne hiç bir hedef koyulmadı. Türkiye önüne hedef koymalı. İstiklal Marşı bize bunu telkin ediyor. Ama "doğacaktır sana vaddettiği günler Hakkın" dizeleri üstüne Nazım Hikmet "böyle bir şey olmadığını, Tanrı’nın toprak vaat etmediğini" söylüyor. Biz İstiklal Marşı’nın böyle birşey söylediğini ve vaad edildiğini söylüyoruz. - Allah’ın vaadi vardıra bağlamak biraz... - Önüne bir hedef koymamışsın. Bugün tam tersine başvurduğun çareleri bile terk ediyorsun. Eğer Türkiye önüne hedef koymuş olsaydı, bugün Kenya'da Nazilli basması giyilirdi. MEB toplantılarının birinde şunu söyledim: "Şu anda elektronik sanayinin çöplüğü durumundayız. Şimdi bilgisayarlar geliyor. İyi de hangi üniversitenin mantık kürsüsünde iyileşme yapıldı. Bilgisayardan anlamak demek mantık bilmek demek. O onun 5. 6. dereceden sonucu. Türkiye'de tarım çöküyor diyorlar ziraat fakülteleri niye duruyor peki? Türkiye'de İslamcı tez var mı yok mu sorusu sorulduğunda, ben eğer Ege’de zeytinlikler kesiliyor yerine villa yapılıyorsa bu iddia edilemez diyorum. Müslümanların bunu ciddi bir şekilde dert edinmesi lazım. - Türkiye’de hangi şucuyum, bucuyum diyen de samimiyet var ki? Sosyal demokratım, muhafazakarım diyen de öyle değil mi? - Hepsi siyasidir. İnsan siyasi pozisyonunu ciddiye aldığında bunun toplumsal bir yansımasının olması kaçınılmazdır. - Türk olmanın farkı ne? - Rönesans diye bir ismi tüm dünya biliyor. Yeniden doğuş olduğunu söylüyorlar antik çağın. Rönesans Türklerin dünyada optimum toplumu inşaa etmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Herkes İstanbul’un alınışını bir dönüm noktası olarak gösterir. Türkler antikitenin optimumu sayılan toplum kuruluşunu daha İstanbul’u fethetmeden önce gerçekleştirmişlerdi. İstanbul alınınca yapıya geri dönülmezlik vasfı eklendi. Avrupalılar Roma İmparatorluğu topraklarında söz hakkı sağlama ümidini kaybetti. Daha İstanbul alınmadan Marmara’nın tamamı İslamlaşmadan, Sivas-Kayseri-Konya-Amasya hattında bir Türkiye doğdu. O Türkiye sonradan Osmanlı devleti oldu. O Türkiye insanların neyle yükümlü olduklarını ve haklarının nasıl güvence altında olabileceğini karara bağlamış optimum bir toplumdu. Müslümanlar yönetici olarak, kural koyucu olarak bir işlev görüyorlardı. Gayrimüslümler bu mekanizmanın çalışmasında öncülük ediyorlardı. Daha önceden ahilik yoluyla toplum içinde bir güven ve tanınırlık, herkesin sınırını bildiği, tecavüze uğrama ihtimalinin kalmadığı bir toplum düzeni tesis edildi. Türk düzeninde feodalizmden farklı olarak altyapı yatırımları merkezin sorumluluğundadır. Su kanallarını, köprüleri merkez yapar. Dolayısıyla tebaa merkezin himayesi altındadır; devlet mahalli zorbaların tehdidi karşısında güvence olarak atomize bireyleri korur. ”Allah devlete zeval vermesin” bir ezikliğin uzantısı değildir. İnsanlar adalet güvencesini orada buluyorlar. - Bir taraftan da sahibi oluyor bireyin ama… - Bu ideal düzen elbette değildir. Sömürü, suistimal, çarpıklık yoktur demek saçma. Ama prensip olarak Batı’da korku ve baskı esasına kurulmuş düzen, burada rıza ve dayanışma esasına göre kurulmuştur. Bir bakımdan bizimki biraz daha sahtekârlığa elverişli. İdare edersin, idare-i maslahatla yapacağını yaparsın falan filan. Ama geldiğimiz yerde farkı vurgulayalım: Türk değerleri şahsiyetin yükselmesi esasına bağlanmıştır. Öte yanda Amerikan değerleri servetin yükselmesi esasına dayanmıştır. Bu tarihî bir gerçek. O yüzden Osmanlı çok yavaş çöktü. Hem de çöktüğü zaman elinde yeniden başlamasını sağlayacak hiç bir şey kalmamıştı. Çünkü ayakta kalmasını sağlayan şeylerin maddi miras olarak değerlendirilmesine imkân yoktu. - Şiir olmadığı için çok şey başımıza geldi demiştiniz… - Dilimizle de, şiirle de alakalı bir şey bu. Dil çıkış noktası. Neyi nasıl niçin söylediğimiz konusunda bir açıklığa varsak meselenin çoğu halledilmiş sayılır. Dile karşı yapılan şeyler aslında dine olan muhalefeti gizlenmek için yapılan şeylerdir. Normalde Türkçenin varlığının neye mukabil olduğu bilinmiş olsa hadise kolaylıkla hal olur. - Keşke böyle olsa, mücadele etmesi daha kolay olmaz mıydı? - Meşru demek, şeriata uygun olmak demektir. Türk olmak meşru bir hayatın üstünlüğünü göstermekle mümkün. Türkiye vatan oluşunu Darül İslam oluşuna borçludur. Dolayısıyla İslam’dan uzaklaştıkça vatan olmaktan da çıkacaktır. Biz cumhuriyetle 1839’da elden çıkardığımız dinimizi geri aldık. 1928’de Latin harfleri kabul edildi. 29’da liselerden Arapça dersi kaldırıldı. Dini dilden, dili dinden ayırmak mümkün değildir. Dünyada millet oluşunu dinine borçlu tek devlet Türklerdir. Biz Arapça ve Farsçanın rolüyle yükselmiş bir dile sahipiz. - Peki şu anda konuştuğumuz dil? - Kelime hazinesi ve söz dizimi bakımından çok yüksek ve farklı bir dil konuşuyoruz. Çok şükür ki Türkçe yazıyoruz. Bugünün diliyle Tevfik Fikret ya da Cenap Şehabettin olmaz. Onların dili bugün bizim konuştuğumuz dil ya da divan edebiyatının dili değildir. Batı baskısı altında varlığını kaybetmemeyi başaran bir Türkçe'dir. Onların başarıları olmasaydı ne Ece Ayhan olurdu ne de Behçet Necatigil. Şimdi kriz dönemindeyiz. 40 yıldır Turgut Uyar'ın ”Çıkmazın Güzelliği” yazısından itibaren bir kriz yaşıyoruz. Çıkış mümkün mü? Ya çıkmaz sokağın duvarı delinecek ya da çıkmaz arkaya alınıp dönülecek. Krizdeki hasta ya mezara yön tutacak ya da kapıya doğru. O kapı Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin'in açtığı kapıdır. Biz o kapıdan kimbilir nerelere çıkacağız. Itri’nin Nefi’nin yaptıklarını anlamadan milli bir hareket yürütemeyiz. Bunlar, ufukları ait oldukları insanların, milletin akıbetiyle belirlenmiş insanlardı.
Röportaj: Gürsel Göncü / Vatan Gazetesi
Tarih: 20.05.2007