Şair-Yazar İsmet Özel ile İstiklal Marşı Derneğinin Konya Şubesinin açılışına geldiği sırada bir söyleşi gerçekleştirdik. Aslında sorulacak sorumuz çoktu. Ancak geliş amacına yönelik olarak daha çok İstiklal Marşı Derneği ve bu çerçevede yapmayı düşündükleri ve yapacakları konusunda bir söyleşi olmasını istedik. İstiklal Marşı derneğinin amacından kapitalizmin “içimize girdiği” bir dönemde bundan çıkışın nasıl mümkün olduğuna, eğitimden Mevlana Celaleddin-i Rumi hakkındaki düşüncelerine –ki bu bir ilk olarak da kayda geçirilebilir- ufuk açıcı bir söyleşiydi.
- Cuma Mektupları’na “Bir siperden söz ediyorum” diyerek başlamıştınız. İstiklâl Marşı Derneği bir siper mi? Veya oradaki şey de bu olabilir mi? Bir de şunu eklemek istiyorum. Biliyoruz ki siz “paylaşılmayan hakikat tecessüm etmez” dediniz yıllarca. Dernek böyle bir paylaşımın tecessüm etmesi için mi kuruldu? Veya İsmet Özel okurları bu derneğin doğal üyesi mi? Gibi birkaç kompleks soru.
- Yok aynı çatı altında toplanabilir sorduklarınız. Bizim dernek içindeki önemli, ele aldığımız konulardan birisi budur. Benim sık sık ifade ettiğim şey İstiklâl Marşı Derneği’nin asla bir “İsmet Özel Fan Kulüp” olmadığı şeklinde. Elbette benim yazdıklarım dolayısıyla bir istikamet arayışına mana vermeye çalışan insanlar derneğimizde yer tutuyorlar. Ama İstiklâl Marşı Derneği’nde öne çıkan şey doğrudan doğruya İstiklâl Marşı’nın kendisinden başka bir şey değil. Bu münasebetle biz hassasiyetle İstiklâl Marşı’nın metnine başka siyasî temâyüllerin bulaşmasına mani olmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan bir senedir biz İstiklâl Marşı’nın suiistimali yolunda gördüğümüz işaretlerin izalesiyle uğraşıyoruz. Anlatabiliyor muyum, yani “İstiklâl Marşı böyle de anlaşılabilinir. Canım burada bunu demek istememiştir herhalde” diyen insanların yaklaşımlarını devre dışı bırakmaya çalışıyoruz, bir senedir. Bunların başında da “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraı var. Bu yaptığımız en son toplantıda Mehmet Akif’e karşı bir mısra olarak ele alınmıştır. İstiklâl Marşı’nın Mehmet Akif’e karşı bir yönü de vardır. Yani nasıl ki İstiklâl Marşı Türk Milleti’nin yazdığı bir marştır. Ama bu hiç şüphesiz ki Mehmet Akif’in elinden çıkmıştır. Bu tıpkı Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelâmı olmasına onun Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in iki dudağı arasından insanlara duyurulmuş olmasıyla irtibatı ne mânâdaysa; İstiklâl Marşı’nın Mehmet Akif’in kaleminden çıkmasıyla İstiklâl Marşı’nın Türk Milleti’nin duası olması arasında buna mümasil bir bağ vardır. Biz o yüzden İstiklâl Marşı’nın metnine ehemmiyet veriyoruz. Yani onu bir Mehmet Akif şiiri saymıyoruz. Nitekim bu zaten kendi beyanlarında da var. Kendi Safahat’ına da Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nı almıyor. Çünkü “Bu milletimin eseridir” diyor. Bu bir önceki soruyla da irtibatlı olarak anlaşılabilinir. Bu İstiklâl Marşı’nın bestesine de müracaat edilebileceğinin kaynağıdır, dayanağıdır. Anlatabiliyor muyum? Onun için İstiklâl Marşı Derneği’nde İsmet Özel’in elbette bir yeri var. Hatta görevi var. Şu mânâda: bu derneğin kuruluşunda en önemli adımı atmış birisi olarak; işi yozlaştırmayan bir istikamette yürümesini, en azından bir miktar, bir süre bunu sağlamayı kendime tabii ki bir vazife biliyorum. Ama dediğim gibi, yaptığım şey doğrudan doğruya İstiklâl Marşı’nın metninin kaydırılmasına mani olmaktır. Yoksa benim edebi hayatımla Mehmet Akif’in edebi hayatı arasında bir geçişme, bir ortak nokta falan filan değil bu. Ama yine de biraz önce okunan basın bildirisinde anlaşıldığı gibi. Bu topraklarının ruhuyla alakalı bir şey bu. Elbette Türk şiirinin mahiyeti ve yönsemeleri, refleksleri ile ilgili bir şey. Yani İstiklâl Marşı dediğimiz metin edebi bakımdan da gözleri faltaşı gibi açabilecek derecede kıymetli bir metin. Yani öyle hani “Canım, işte burası da böyle olmuş” denecek bir şey değil. Teknik olarak çok kuvvetli, vezni çok yerli yerinde, kafiyelerin harikulade bir değeri var. Dediğim gibi ses düzeni kendine mahsus bir işleyiş gösteriyor. O bakımından tabii ki Türk şiirinin de göğüs kabartıcı bir örneği İstiklâl Marşı. O yüzden biz bütün dünya milletlerine seslenip “Var mı sizin böyle bir marşınız!” diyebiliriz rahatlıkla. Bu Fransızların millî marşı, bütün dünyada bilinen Marseillaise de buna dâhil. Yani bizim öyle bir İstiklâl Marşımız var ki bu söz sanatları itibariyle meydan okuyucu bir şey. Ama Türkiye’de böyle bir meydan okuyuşun etkisinden kötü duruma düşecek olan insanlar var. Bunlar 1921 yılında da vardı, 1923’te de vardı, 1924’te de vardı, 1950’de de vardı, 1971’de de vardı, 1980’de de vardı, 2008’de de var. Biz İstiklâl Marşı’nı öne çıkararak bu haşaratın topraklarımızdan -yok olmasını değil, çünkü mutlaka Allah yarattığına göre bir şey vardır- ama bu haşaratın bir kıymete bindirilmesine mani olmak istiyoruz. Bunların haşarat olduğunun bilinmesini istiyoruz. Bütün mesele bu. - Ankara’da verdiğiniz bir konferansta sanırım İsmet İnönü’nün Lozan’dan sonra “Bir yüz yıl kazandık” şeklinde bir anekdot anlatmıştınız. - Lozan’dan çıkarken “Bir yüz yıl kazandık” dediği rivayet edilir. Evet. - Dün akşam da ikinci kez vatan haline getirilmesinin sonuna gelindi şeklinde bir tespitiniz vardı. (“Türk Tarihin Neresinde?” başlıklı konferans) Bu anlamda bu yüz yıllık süreyle sizin bu öngörünüz veya tespitiniz örtüşüyor. - Bunu siz fark etmiyor musunuz? Bunu bana niye soruyorsunuz? Siz yani bugün Türkiye’de olup biten şeylerin; iktisadî mânâda, siyasî mânâda, sosyal mânâda olup biten şeylerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin noktalandığı bir noktanın geride bırakılmasına pek az zaman kaldığı insiyakıyla yapıldığını siz göremiyor musunuz? Bu kadar gücünüz yok mu? Türkiye’de bir tane plak şirketi var: Kalan! Ne mânâsı var bunun? Türkiye Cumhuriyeti ortadan kalkacak, bunlar da “kalanlar”! “Kalan” koymuşlar! Yani, kaldıysa bunlar “kaldı”. Onun için Türkçe tangolardan, efendim, alaturka bestecilere kadar bir şeyler var. O “kalanlar” arasında. Ama biz İstiklâl Marşı Derneği’ni kurmak suretiyle bütün bu temâyüllerin çok aşılmaz bir duvara çarpacağı öngörüsünde bulunmuyoruz; bulunmak istiyoruz. - İMDER’in kuruluş bildirgesinde İstanbul’un Fethinin 500. yılını kutlayarak geride bıraktığımıza bir atıf var. 1953 yılında Fethin 500. yıl kutlamaları için Hasan-Ali Yücel’in bir teklifi vardı sanıyorum. Fethin 500. yılı için bir komite oluşturulması… - O zaman Hasan Ali Yücel yok. - Hayır, var. 500. yıl kutlamalarına hazırlanılması için Bakan olduğu dönemde yaptığı bir teklif... - Şimdi oldu. Tamam. - Bu komite ile 500. yıl kutlamaları için hazırlık yapılmasını, İstanbul Surlarının canlandırılması, 500. yıla layık görkemli bir kutlama yapılmasını istiyor ve öneriler sunuyor. [Milletlerarası İstanbul Sergi Salonu’nun açılması, surların dışında Fatih’in ordugâhının ve top mevzilerinin canlandırılması, Sarayburnu-Yedikule, Sarayburnu Unkapanı Köprüsü sahillerinin imarı, bazı bulvarların açılması, Topkapı-Edirnekapı arasındaki stadyum, spor salonu, hipodrom ve olimpiyat köyü gibi] Daha sonra yazılarında ise bu tekliflerinin ve komite kurulması önerisinin kabul edilmediğini, kutlamaların sönük geçtiğini yazıyor. İstanbul’un Fethi böyle görkemli bir şekilde kutlanırsa “Batı yanlış anlar, Batıyı küstürürüz .Hıristiyan alemi yanlış anlar” Gibi gerekçelerle bunun yapılmadığını söylediklerinden yakınıyor. Günümüzde bu “Batı ne der” diyerek kendi tarihlerinden uzak duran/kaçan görüş sahipleri daha da mı çoğaldı, etkin hale geldi? - Şimdi birinci kısmı sorunuzun bu konuda çok rahatsız edici mesafe alındı. İstanbul şehri sanki Türk olmayan bir otoriteye teslime hazır hale getirilmek üzere yeniden biçimlendirildi. Bunun içinde de İstanbul meskun alanlarında da Hıristiyanlığın muteber kılınması da var. Yani hem gençler arasında bir Hıristiyanlaşma akımı hızlı bir şekilde devam ediyor hem de geleneksel Ortodoks, Gregoryen, Katolik Hıristiyanlar kendilerini daha rahat faaliyet gösterebilen unsurlar olarak öne çıkarıyorlar. Ama bunda o 1953 de Hasan Ali Yücel’in teklifine karşı çıkanların gösterdiği tepkiler daha yerine oturmuş davranışlardı. O zaman o tepkiyi gösterenler biraz önce sizin de zikrettiğiniz gibi batı yanlış anlar gibi böyle mazeret göstermek zorundalardı. Şimdi artık böyle mazeret göstermiyorlar. Şimdi artık doğrusunun bu olduğunu söyleyerek rahat davranıyorlar. O bakımdan bizim İstiklal Marşı Derneği olarak böyle faaliyetlere karşı durmak, bu faaliyetlerle uğraşmak gibi bir budalalığı yürütmeyeceğimizin bilinmesi lazım. Mutlaka birileri bu işi yapalım istiyorlar. Biz sadece onların bu fesatları karşısında, onların yardakçısı oldukları halde değilmiş gibi görünen insanların foyası meydana çıksın diye bir şey yaparız. Bunu da ayrıca bizim yapmamıza gerek yok. Bizim yaptıklarımız onların foyasını meydana çıkarır. Bizim öyle özel bir gayret göstermemize lüzum yok. Bak bu da bunu yapıyor deriz biz bunu yaparken. Birileri bizi yaptığımız işlerden dolayı şikayet ediyorlarsa biz de onların gözlerine bakarız. Kimi kime şikayet ediyorsun diye. Anlatabiliyor muyum? Bu iş artık o safhayı geçti. - Hangi safha o?
- “Türkiye bir ilke benimseyerek kendi belini doğrultabilir” görüşü bugün Türkiye’de hiç kimsenin sahip çıktığı bir görüş değil. Şimdi bu yapılan edilen şeylere rağmen Türkiye bu felaket durumda. Şimdi Türkiye Sosyalizmi esas alarak belini doğrultabilir Türkiye İslamiyet’i esas alarak belini doğrultabilir gibi tezler, yaklaşımlar bunlar emekli oldu. Hatta bir kenara bırakıldı. Orada kokuştu. Ve artık oradan kötü kokular geliyor. Ama şu da yok. Birisi çıkıp “Ama kardeşim Türkiye yine bir ilkeye dayanarak, bir ilkeye sahip çıkarak belini doğrultabilir. Biz kapitalizmin en rantabl en işe yarar şeklini uygulayacağız” deyip de bir akım da yürürlükte değil. İnsanlar ancak kendilerine yapılan hakaretin aslında çerçevelenip duvara asıldığı zaman para edeceğini savunarak yaşıyorlar. Birisi onlara bir hakarette bulunuyor. Onlar o hakareti alıyorlar, çerçeveliyorlar, duvara asıyorlar. Sonra dönüp bu yaptıklarının mukabilinde rızklarını temin ettiklerini düşünüyorlar. Böyle bir durumdayız. Onun için, ikinci soruya geçelim. (gülüyor) - İrtica elden gidiyor adlı kitabınızda “Birisine Müslümanlığından dolayı bir eleştiri getirildiği, irtica hortladı denildiği zaman Müslümanların “yoksa sen Müslüman değil misin? Şeklinde bir cevap ve eleştiri, karşı duruş sergileyebildiğini, bir psikolojik üstünlüğün olduğunu ifade etmiştiniz. Şimdi böyle bir psikolojik üstünlük, özgüven kalmadı galiba. - İrtica elden gitti. “İrtica Elden Gidiyor” döneminde birilerine diyebiliyordun “yoksa sen Müslüman değil misin? Şimdi adam Müslüman görünüşlüyüm ama sen bana bakma boşver. Sen gene maaşımı ver diyor. - Korkmaya gerek yok diyor yani... İddialarımdan, söylemlerimden arındım.
- Evet. - Türklük teorinizi temellendirirken vurguladığınız ve 14. yüzyıl İtalyan Şehir Devletlerinde kapitalizm ortaya çıkarken yanı başında, Türkiye’de başka bir yaşam biçiminin/düzeninin hayat bulduğunu ifade ediyorsunuz. Şimdi kapitalizm 14. yüzyıl şehir devletlerindeki boyutunu çoktan aştı. Dört bir yanımızı sarmış… - İçimize girmiş. - Evet. İçimize girmiş durumda. Bundan çıkmak nasıl mümkün olacak günümüzde? Bundan çıkış olarak güzellik kavramına vurgu yaptınız dün akşamki (Türk Tarihin Neresinde? adlı) konuşmanızda. “Güzellik karşısındaki tavır” mevzuunu biraz daha açalım istiyorum. - Yani ben A. Gide’in şu sözünü anmaktan memnuniyet duyarım. “Etik estetiğin bir şubesidir.” Yani biz güzel hakkında bir düstur sahibi isek o zaman ahlakın neyimize denk düştüğü, ne işimize yaradığı konusunda da bir belirginlik elde etmiş olacağız. Yani güzel konusundaki haysiyetimiz bizi kolaylıkla ahlak konusunda çarpıklığa ya da kaypaklığa mahkum edecektir. Ama güzel konusundaki esas pozisyonumuz ahlakın da bu güzelliğin neresini güçlendirdiği daha doğrusu bu ikisi arasındaki bağlantıyı bize öğretecektir. Bir şeyi neye bağlayarak kendimize yakın tuttuğumuzu önce güzel konusundaki sarahatimizle anlatırız. Onun için bu konuda bu bir bitmiş tamamlanmış bir şey değildir. Bu bir süreçtir. İlk bakışta göze güzel görünmeyen bir şeyin aslında neden güzel olduğunu anlamak gibi bir süreç de işin içindedir. Ya da tam tersidir. İlk bakışta güzelmiş gibi görünen şeyin bir sahtekârlık olduğunu anlamak da bu estetik etik ilişkisinin bir parçasıdır. Bu bakımdan zevkin gelişmesi diye bir şeyden bahsederiz. Gelişme zevkin gelişmesinden başka bir şey olduğu zaman bizim hayrımıza bir sonuç vermez. Ama gelişme zevkin gelişmesi ise sonuçta gelişmiş bir zevkimiz olur ki bunun yerine bir şeyin konulmasına lüzum yoktur. Felsefe ile ilgilenenler şöyle bir aforizma ile karşılaşırlar: “Faziletin mükâfatı bizzat kendisidir.” Yani insan fazilet sahibi olduğu zaman ayrıca yanına bir şey ilave etmeye lüzum yoktur. Bunun da estetikle doğrudan doğruya irtibatı var işte. Görüyorsunuz. Güzel konusunda seviyeniz öyle bir yerde ki daha başka bir şeye ne lüzum var. Anlatabiliyor muyum? Ama o bir önce söylediğim şeyi ihmal etmeyelim. İlk temasta güzel görünen şey güzel olmayabilir, ilk temasta çirkin görünen şey çirkin olmayabilir. Estetik bu süreci içeren bir şeydir. Öyle budalaca bir alışveriş değildir. Al gülüm ver gülüm değildir. - Şu anki eğitimin böyle bir güzellik algısı verip vermediği… - Şu anki eğitim eğitim değildir. Eğitim olsaydı mesela at eğitimi. Eğitilmiş bir at eğitilmiş bir köpek var değil mi? Sonuçta görüyorsun ki eğitilmiş köpekler iki sonuç veriyor. Biri pahalı satılıyor ikincisi satın alan da evini ya da bağını koruyor. (gülüyor) Yani, eğitim varsa tamam. Bu eğitim.Anlatabiliyor muyum. Adam yankesicilik eğitimi yapıyorsa sonuçta adam cebine elini attığı zaman öbürünün ruhu duymuyor demektir. Eğitim bu eğitim yani. Ama yok işte. - Dergah dergisinde size yönelik sanırım İdris Demirel’in bir eleştirisi vardı. Kapitalizmin tarihinin 14. yüzyıldan çok daha önce olduğu yönünde… - Braudel vs. öyle şeyler uydurmuş. - Sanırım bu tür kurgusal teorik eleştiriler sizin tasavvur ettiğiniz kapitalizmden çıkış, kapitalizm karşısında başka bir hayata/düzene işaret eden söylemleriniz için bir anlam ifade etmiyor. Ben bu söylemlerin ötesinde Özel’in altını çizdiği şey “Başka bir dünya mümkün” diye anlıyorum. Bunun düşünülebilir olmasının imkanları dahi ortadan kaldırılmış, zihinler esir alınmış durumda. Bu anlamda teorinize yönelik kurgusal eleştiriler veya açmazlar konusunda… - Şimdi meseleye şöyle bakmak lazım. Birisi bu gavurlar bizden iyi biliyorlar bu işi deyip bir şeyler öğrenmeye ve öğrendiklerini bize satmaya çalışıyorlar. Ama şöyle düşünün. Birisi Arapça biliyor ve Farabi okuyor. Birisi de klasik Yunanca öğrenmiş “oğlum boşuna okuma diyor Farabiyi. Bak Platon onun dikalasını yazmış. Ama diğeri hem klasik Yunanca hem de Arapça biliyor. Evet ama Platon Müslüman olmadığı için şu şu noktalarda şöyle şöyle. Ama Farabi kendini Müslüman saydığı için şu noktayı şuraya şunu da şuraya ilişkin kılıyor. Böyle şeylerle uğraşmayan insanlar kapitalizmin öncesi varmış vs. yani gavurların bana öğrettikleri bir şey olmasına imkan yok. Onların önce kıçlarını yıkaması lazım. İster Braudel olsun ister P. Valery olsun. Önce tahareti öğrensinler. - Son bir soru olarak Konya’da olmamız hasebiyle bir soru sormak istiyorum. Belki gözden kaçırmış olabilirim ama herhangi bir kitabınızda ve/ya konferansınızda, söyleşinizde Mevlana hakkındaki düşüncelerinizle ilgili bir tespit ya da yoruma rastlayamadım. Varsa da ben okumamışım demek ki. - Yok. Hayır… - O zaman bu söyleşiye özel olsun. İsmet Özel Mevlana hakkında ne düşünüyor? Nasıl bakıyor? - Ben İran devriminden çok önce, Tahran radyosunda her akşam bir Mevlana saati olduğunu bir İranlıdan öğrenmiştim. Ben o sıralar Farsça öğrenmeye çalışıyordum. Beh beh... (gülüyor). Ve bir İranlı dedi ki bizim radyolarımızda düzenli olarak her akşam mesnevi okunur. Şimdi biz, işte Konya’da 80 dile tercüme ediyorlar mesneviyi falan, bunlar yapıladursun. Mevlana Celaleddin-i Rumi ile benim aramdaki irtibat, onun bu toprakların İslamlaştırılması sırasında çok ciddi bir yük taşıdığı ve benim de bu yükten müteessir olmamdır. Aramızdaki irtibat budur. Öbür tarafında Moğol casusu muydu bilmem ne miydi bunlar ayrı şeyler. Benimle irtibatlı olan kısım Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin yaşadığımız toprakların İslamlaştırılmasında bir ağırlığı taşımış olması ve benim de şu an bu ağırlığı üzerimde hissetmiş olmamdır. İrtibat budur. - Teşekkür ederim. - Ben teşekkür ederim. Röportaj: Ümit Savaş / Memleket Gazetesi - Konya Tarih: 06 Haziran 2008