Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 23 Kasım 2013 Cumartesi günü Mardin-Kızıltepe'de yaptığı "HER FERDİMİZE İSTİKLÂL" serlevhalı konuşmanın tam metni:
Merhabalar.
Nasreddin Hoca merhum bir kişiye yüklü bir meblağ borçluymuş. Büyük bir borcu varmış ya da. Fırsat bulup, bir gelire kavuşup borcunu ödeyememiş. Aradan zaman geçmiş, sonunda borçlu olduğu adamı görünce “Endişelenme, yakında sana olan borcumu ödeyeceğim.” Adam “Nasıl olacak bu?” demiş. “Bizim evin önüne bir dizi çalılık ektim. Dikenli çalılık… Bizim evin önünden koyun sürüleri geçiyor. Onlar yoldan geçerken tüyleri bu çalılara takılacak. Ben de onları toplayacağım, eğireceğim, pazarda satacağım. Sana da borcumu ödeyeceğim” demiş. Adam bu sözleri duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış. Bunun üzerine Nasreddin Hoca demiş ki: “Peşin parayı görünce gülersin, değil mi kâfir!” Şimdi benim size söyleyeceklerime gülenleriniz olacaktır. Ben de onlara Nasreddin Hoca’nın verdiği cevabı verme durumundayım.
Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak toplantılarımıza Bayram Tekbiri olarak da bilinen Teşrik Tekbiri ile başlıyoruz arkasından Salavat-ı Şerife getiriyoruz. Arkasından da İstiklâl Marşı’nı orijinal bestesiyle söylüyoruz. Bugün mekteplerde, resmi dairelerde, spor karşılaşmalarında İstiklâl Marşı’nın söyleniş tarzı, bestesi İstiklâl Marşı’nda neler söylendiğine dikkat edilmemesi için, neler söylendiğinin anlaşılmaması için yapılmış bir şeydir. İnsanlar; “Korkma sönmez bu şafak!” diye bir şey söylüyorlar. Bunda da Türkiye’deki müesses nizamın gücünün kabulü fikrinden başka hiç bir şey yok.
İstiklâl Marşı nasıl doğmuştur? Ne mânâ ifade eder ve millete nasıl bir vazife yükler? Bunlar günümüzde söylenen besteyle anlaşılan şeyler değil. Aslında bu bizim son İstiklâl Marşı’mızdır. Bu İstiklâl Marşı kaybedildiği takdirde bu topraklarda bir millet hayatı bahis konusu olmayacaktır. Ama daha önce, 17. Hıristiyan asrında Buhurizâde Mustafa Itri Efendi –sanıyorum ki efendidir. Çünkü “efendi”lik Osmanlı devlet idaresinde bir memuriyetin adıdır. Onun için “Bâki Efendi” deriz. Çünkü “Bâki Efendi”dir resmi makamı itibariyle. “Fuzuli Efendi” denmez çünkü Fuzuli devlet memuru değildir. Efendilik böyle hususi bir derece- Tekbir ve Salavatı bestelemiş olan sanatçıdır. 17. Hıristiyan asrında Osmanlı Devleti’nin artık zevâle başladığı ve eğer bir şey kurtarılabilecekse bunun ancak millet hayatıyla mümkün olabileceği şuuru 17. Hıristiyan asrında Itri’nin uhdesinde olduğu için hem Tekbiri hem de Salavat’ı bestelemiştir. Bu bütün İslâm âleminde kabul görmüş bir şeydir. Yani bütün Ümmet-i Muhammed’in tek bir millet olduğunu anlatan bir şeydir. Bizim asıl İstiklâl Marşı’mız Tekbir ve Salavat’tır. Ama gün o güne, zaman o zamana gelmiştir ki Müslüman milleti bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin milli marş olarak kabul ettiği… Ama İstiklâl Marşı doğduğu zaman Türkiye Cumhuriyeti yoktu. 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklâl Marşı’nı kabul etti. O zaman henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti ve işgal atındaki İstanbul’da ecnebilerin esiri kabul edilen Halife’nin kurtarılması için Ankara’da açılan Meclis’in kabul ettiği marştır İstiklâl Marşı. Cumhuriyet rejimi İstiklâl Marşı’na borçludur, İstiklâl Marşı Cumhuriyet rejimine hiçbir şey borcu değildir.
Bu İstiklâl Marşı bir gayeyle yazıldı. Bu gayeye varılmadığı için ve hatta bu gayenin aksi istikametinde bir mesafe kat edildiği için 2007 yılında biz bir İstiklâl Marşı Derneği kurmak mecburiyetinde kaldık. Yani İstiklâl Marşı bir gayeyle yazıldı ve bu gaye tahakkuk etmedi. Biz bu gayenin tahakkuku için İstiklâl Marşı Derneği kurduk. İstiklâl Marşı Derneği bu gayenin tahakkukuna yeter faaliyetler gösterebilir mi? “Her Ferdimize İstikâl” derken bu meselenin anlaşılmasına gayret edeceğiz. İstiklâl Marşı Derneği acaba Türkiye’de İstiklâl Marşı’nın hedef olarak önümüze koyduğu şeylerin gerçekleşmesine fırsat doğuramaz, imkân yaratamaz ise ne yapar? Bugün şurada ve şu zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin haritadan silinmesine 10 yıl kalmış bir şartlar manzumesi içinde yaşıyoruz. Eğer ölmez sağ kalırsak ve İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nın önümüze koyduğu işleri yapmayı beceremezse 10 sene sonra haritalar Türkiye Cumhuriyeti’ni göstermeyecek. Ama biz bu derneği Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatmak üzere kurmadık. “Türkiye Cumhuriyeti idame etsin de nasıl idame ederse etsin” fikriyle bu derneği kurmadık. Biz bu derneği her şey elimizden gittikten sonra nereden başlanacağını bilen insanların işini kolaylaştırmak için kurduk. Yani her şey elden gittikten sonra ne yapılabilir?
TÜRKİYE’NİN VARLIĞI HAKKINDAKİ TERCİH DÜNYA TARİHİNİN NASIL ANLAŞILACAĞINI BELİRLER
İstiklâl Marşı Derneği 2007 yılında kurulduktan bugüne kadar ülke çapında çok hareketli ve cerbezeli bir faaliyet göstermiş değil. Çünkü ciddi bir şekilde İstiklâl Marşı Derneği’nin üzerinde kâfir sultası var. Bu nasıl Türkiye’nin üzerinde varsa derneğin üzerinde de var. Böyle bir zorlukla baş başayız ama İstiklâl Marşı Derneği’nin mevcudiyeti Türkiye’de hala bazı şeylerin kâfirlerin tam istediği gibi sonuç vermesine mani olacak bir hadisedir. Yani mali bakımdan hiçbir parlaklığı olmayan, üye sayısı bakımından hiçbir kalabalığı barındırmayan, medyatik imkânları bakımından hemen hemen sıfır durumda olan dernek, sadece mevcut olmakla Türkiye’de birilerinin canını sıkıyor ve birilerinin elini kolunu rahat hareket ettirmesine mani oluyor. Bu meselelerin nereden gelip nereden gittiğini anlamak için halimizi tespit etmeye çalışalım. Ne haldeyiz? İnsan hayatıyla ilgili bir şeylerden bahsetmemiz lazım. Hayvan ya da bitki hayatıyla ilgili bir şeylerden bahsetmememiz lazım. İnsanlar bugün hayvan ve bitki hayatına uygun bir zihin çerçevesinde; doğru, yerinde, uygun şeyler yaptıklarını sanıyorlar. Yani bütün canlıların yaptığı şeyler doğmak, beslenmek, büyümek, yerine bir benzerini bırakmak ve ölmek. Bu insan hayatı değil. Bu bitkilerin ve hayvanların yaptıkları şeyler. İnsan hayatı doğduğu günden öldüğü güne kadar kendisi hakkında bir şuuru kazanma hayatıdır. Bu şuurun aksettiği, bu şuurun tecessüm ettiği hayata insan hayatı deriz. O yüzden bütün dünyada aklı eren herkesin kabul ettiği bir şey var; ölüm sadece insanın fark edebildiği bir şeydir. Bitkiler ve hayvanlar da ölürler. Fakat öleceğini bilmek insana mahsus bir şeydir. Kediler ve filler öleceklerini diğer hayvanlardan daha çok hisseden yaratıklardır. Kediler öleceklerini hissederler. Kedisi olan varsa bilir bunu; öleceğine yakın kedi gözden kaybolur, gider, sahibinden ya da asıl alıştığı yerden uzak bir yerde ölür. Tabii trafik kazasına kurban gitmemişse. Bugün dünyada fildişi diye bir hadise var, biliyorsunuz. Fildişinden eşyalar yapılıyor falan filan. Neden böyle bir şey var? Çünkü filler de ölümlerini hissettikleri, yani ölecekleri zaman gider fil mezarlığında ölürler. O yüzden Avrupalılar, Asyalılar bol miktarda fildişinin olduğu bölgeleri keşfettiler zamanında. Fillerin dişinin işe yaraması, o fil mezarlıklarının keşfedilmesinden sonra akıl edilen şeylerdir. Sadece insan öleceğini bilir ve bu yüzden de öldükten sonra ne olacağı konusunda bir kavrayışa sahip olmak sadece insan türüne aittir. Fakat insanların önemli bir kısmı öldükten sonra insanların başına ne geleceği meselesini uydurma bir hadise kabul ederler ve ölmeden önceki hayatlarını hakiki hayat sayarak yaşarlar. Bu yüzden sadece, ölüm ve sonrası meselesini zihninde merkeze yerleştirmiş olanlara insan demek mümkündür. Yani Martin Heidegger’in ifadesiyle “Sadece insanlar ölür, diğerleri telef olur.” Öbürlerinin ölümüne ölüm demeyiz, telefat deriz. Bu ölümü anlamak meselesi bizim dünya hayatımızın manasına müteveccihtir. “Biz bu dünyada niçin bulunuyoruz?” sorusunu ölümden sonra başımıza gelecekler dolayısıyla sorarız. Bu dünyada niçin bulunuyoruz? Mesela bizi şöyle şeylerle kandırıyorlar; Bütün insanlar için faydalı şeyleri icat edenler iyi bir iş yapmış olurlar. İnsanların faydasına olan şeyin ne olduğunu gene bu icat edilen şey dolayısıyla netleştirmiş oluruz. Yani birbirimize olan mesuliyetimizin dışında bir iyi, bir güzel, bir doğru icat etmek, bu dünyanın esas olduğunu kabul etmekle alakalıdır. Onun için hadis-i şerif bize: “Dünya kâfirlerin cenneti müminlerin hapishanesidir.” demiş. Neden müminlerin hapishanesidir? Çünkü dünya terk edildiği zaman hayıflanılmayacak bir yerdir mümin için. Yani sen hapishaneden çıktığın için yüreğin burkulmaz. Onun için mümin dünyayı terk ettiği zaman “Tüh ulan!” demez. Çünkü o zaten kendisini sınırlandıran, kendisini kısıtlayan bir alandı. Şimdi artık daha hayırlı olan ahiret yurduna vardığını düşünür mümin.
Bugün İstiklâl Marşı Derneği’nin Türkiye bakımından, Türkiye açısından ne mana ifade ettiğini anlayabilmek için insanlık tarihinin bizi en çok ilgilendiren kısmına dikkatimizi çevirmemiz lazım. İnsanlık tarihinin bizi en çok ilgilendiren kısmı ne demek? Biz burada işte Kızıltepe’de bulunuyoruz. Zaten Ermenice adı da varmış, Kürtçe adı da varmış, yani buralarda bulunuyoruz. Buralar aynı zamanda, biliyorsunuz, Haçlı Seferleri’nin de çok hissedildiği yerler. Ne demek Haçlı Seferi? Tarihin bir zamanında Roma’daki Papa dedi ki; “Bizim hem kutsal yerlerimiz Müslümanların işgali atındadır, hem de bizim Hıristiyan kardeşlerimize oralarda Müslümanlar çok kötü davranıyorlar. Gidelim hem o Müslümanların hadlerini bildirelim, hem de kutsal yerlerde kendi hükümranlığımızı kuralım” Ve bununla daha sonra yedi tane daha yapılacak Haçlı Seferleri başladı. Yani toplam sekiz Haçlı seferi var doğuya doğru. Fakat bu sekiz Haçlı Seferi sonunda Hristiyanlar bu topraklarda tutunamadı. Yani fiili hâkimiyet kurdukları bir dönem oldu. Birçok Haçlı krallıkları kuruldu buralarda. Ama sonunda buraları terk etmek zorunda kaldılar. Kendi orijinal çıkış bölgelerine döndüler. Burası Avrupa’ydı. Haçlı Seferleri’nin Batılıların başarısızlığıyla sonuçlanması bu yaşadığımız toprakların Müslüman hâkimiyetinde daha iyi bir pozisyona geçmeleri için bir imkân oldu. Akabinde, bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları diye bildiğimiz yer dar-ül İslâm haline geldi. Böylece bir Türk vatanı doğmuş oldu. Bu burada bitmedi iş. Bu yaşadığımız toprakları vatan haine getiren Türkler durdukları yerde durmadı. Batıya doğru ilerlediler Balkanları hâkimiyetleri altına aldılar. Böylece Avrupalılar ticaret yollarının hâkimiyetini kaybettikleri gibi çok elverişsiz yaşama şartlarına mahkûm olmak zorunda kaldılar. Bu Türk hâkimiyeti karşısında yaşadıkları bunalım onları, dinlerin de gereği olarak bir faaliyete sevk etti. Mektep kitaplarında “büyük keşifler” dediğimiz şeyler böylece başladı. Ana gaye dünyayı keşfetmek falan filan değil. Ana gaye Müslümanları arkadan çevirmek. Ve öyle de yaptılar. Afrika kıtasından, Afrika kıtasını kıyıdan kat edip, Ümit Burnu’ndan geçip Hint Okyanusu’na çıktılar. Gerçekten Müslümanları arkadan kuşatacaklardı. Bunu başardılar. Ne zaman bu zaman? 16. yüzyıl. Bilhassa Portekizli gemiciler. Tabii İspanyol, İtalyan gemiciler de var. Portekizliler Arap yarımadasına asker çıkardıkları sırada o güne kadar batıya doğru akın yapmış olan Türkler ilk defa olarak doğuya sefer yaptı. Çünkü Mekke ve Medine’nin Hristiyanların eline geçmesi halinde İslâm dünyası tümüyle esarete duçar olacaktı. Buna mani olmak üzere I. Selim dediğimiz Yavuz Sultan Selim doğuya sefer yaptı. Önce Çaldıran sonra Mercidabık, Rıdaniye savaşlarıyla bütün o bölgenin, Mekke ve Medine de dâhil olmak üzere Türk toprağı haline gelmesini temin etti. Bu şu demekti: buralara tasallut edersen Osmanlı Devleti’yle çatışmak, harp etmek zorundasın. Bu coğrafi keşifler tabii ki Avrupa denizcilerine çok büyük tecrübe kazandırdı ve bunun verdiği tecrübeyle, yani tecrübenin sağladığı zihni zenginlikle başka bilgi alanlarında da ilerlemeye koyuldular. Bunda tabii ki Müslüman Ortaçağı’nın temin ettiği bilgi birikimi çok etkili oldu. İstanbul 1453 yılında fethedildiği zaman artık Avrupa’nın kendi başının çaresine bakma mecburiyeti netleşti. Ama asıl mesele Avrupa’nın kendi başının çaresine bakması meselesi değildi. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, neyi geliştirmiş olurlarsa olsunlar, bu yayılma heveslisi Türklerin gelip ellerinden alması tehlikesi bulunuyordu. O yüzden yeni Hristiyan olmuş Macarlar, Hristiyanlığın kalkanı olarak Türklerin önüne dikildi. Macarlar yeni Hristiyan olmuşlardı ve dolayısıyla yeni katıldıkları dinin çok militan savunucularıydılar. Türklerin önünde Macarlar ciddi bir şekilde bir set oluşturdular askeri manada. Fakat öyle bir zaman geldi ki 16. yüzyılın birinci çeyreği henüz geride bırakılmıştı, 1526 yılında bir savaş oldu: Mohaç. Bu savaşta Macarlar mağlup oldular. Macarlar mağlup olunca bunun bütün Avrupa’daki aklı eren insanların gözü önünde olan şey, aklına getirdikleri şey: Hristiyanlığın kalkanı düştü! Hristiyanlığın 1526 yılında kalkanı düştü. 1492 yılında Kristof Kolomb yeni dünyayı keşfetmişti ve o topraklara ayak bastıktan sonra dört kez daha oraya gidip geldi ama gözlerini kapadığı zaman Kristof Kolomb yeni keşfettiği toprakların yeni bir kıta olduğunu henüz bilmiyordu. Oralara Batı Hindistan deniyordu. 1492 yılında keşfedilen daha sonra da kocaman bir kıta olduğu anlaşılan topraklara göçmeyi düşündü Avrupalılar. Tümüyle. Çünkü Hristiyanlığın kalkanı düşmüştü ve Türkler her gün gelebilirlerdi. O yüzden “Ne yapalım? Amerika var hazır elimizde, oraya gideriz” diye düşünüyorlardı. Bunun hazırlıklarını yapmaya başlamışlardı. Ama Papalık, Vatikan hiçbir şekilde yılgınlığa kapılmadı ve Türklerin mağlup edilmeleri için bir dizi hazırlık yaptı. Bu yaptığı hazırlıklar 1571 İnebahtı Savaşı’nda sonuç verdi. İnebahtı ’da Türk donanması yakıldı. Bu nasıl oldu? Biz birçok şeyi bize nasıl anlatılırsa öyle biliyoruz. Ben de öyle biliyorum tabii. Hepimiz bize söylenen yalanlardan birini ikna edici bulup onu doğru sayıyoruz. Ben de size bir masal anlatıyorum. Bu masalı beğenirsiniz, beğenmezsiniz; ayrı hikâye. Ama ben size kitaplarda sarahaten söylenmeyen bir masal anlatıyorum. Çünkü kitaplarda sadece duruma hâkim olanların işlerine gelen şeyler yazılıdır. Kitapları yazanlar da kendi aleyhlerinde bir şey yazmazlar. Dolayısıyla okuyucu olarak ister istemez kendi işimize gelen şeyi, onların bize yutturmaya çalıştıkları şeylerden bulup çıkarmak mecburiyetindeyiz. Bizim işimize ne geliyor? O da hayatımızla alakalı bir şey. Dünya hayatını nasıl değerlendiriyoruz. Birtakım vakıalar var. Bu vakıaları vaki kılan şahıslar var. Bunlar her zaman doğru tarafından görebildiğiniz şeyler değil. Biz bir şeyi anlamaya çalışırken başka bir şeyi kaçırabiliyoruz. O yüzden gerçekten anlamamız gereken şey nedir? Mesela Türkiye diye bir ülke olmalı mıdır, olmamalı mıdır? Bu sorunun cevaplandırılması lazım. Türkiye diye bir ülke olmalı mıdır? Mesela bir Ermeni’ye sorarsanız hayır olmamalıdır. Bir Yunanlı’ya sorarsanız olmamalıdır. Bir Kürd’e sorarsanız olmamalıdır. Türkiye diye bir ülke olmamalıdır. Çünkü bu onların siyasi hedeflerine mani olan bir şeydir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti diye bir ülke büyük Yunanistan olmadığı için, büyük Ermenistan olmadığı için, Kürdistan olmadığı için, Pontus olmadığı için, Gürcistan olmadığı için olan bir ülkedir. Türkiye bütün bunlara zarar vermiştir, bunlara mani olmuştur. Onun için Türkiye olsun diye düşünürsen bütün dünya tarihini bir şekilde anlarsın, Türkiye olmasın diye düşünürsen bütün dünya tarihini başka türü anlarsın. Şimdi ben size İnebahtı ile ilgili küçük bir masal anlatayım. Portekiz’de zorla Hristiyanlaştırılmış bir Yahudi aile bir yolunu bulup İstanbul’a geliyor. Bunlar çok zengin, büyük mali imkanları olan, finans imkanları olan bir aile. Portekiz’de zorla Hristiyanlaştırılmış olan bu aile İstanbul’da dinlerine geri dönüyor. Bu Yahudi aile Portekiz’deyken Fransız Kralı’na yüklü bir borç vermişler. Fransa kralı bunlara yüklü bir şekilde borçlu. Bunlar İstanbul’da durumlarını daha da iyileştiriyorlar, daha da güçleniyorlar ve bu ailenin en ileri geleni o sırada bazılarının “Sarı Selim”, bazılarının “Sarhoş Selim” diye bildiği II. Selim’in “kankası” amiyane tabiriyle. Bunlar Fransa Kralı’ndan borçlarını istiyorlar. Fransa Kralı da diyor ki: “Ben bir Hristiyan’dan borç aldım. Benim hiçbir Yahudi’ye borcum yok.” diyor ve parayı vermiyor. Bunun üzerine II. Selim bu borç karşılığında, Fransız gemilerinin Lepanto’da demirlemiş olanlarına el koyulmasını emrediyor. Bu Lepanto’daki karşılaşmada o güne kadar Osmanlı deniz hâkimiyetinin bir parçası olan Fransız donanması Haçlı donanmasının yanında yer alıyor. Uzun yıllar boyunca Akdeniz’de bir gayr-i müslim gemi bir Türk gemisiyle karşılaşırsa hemen Fransız bayrağı çekerdi. Çünkü Fransızlar Türklerle bağdaşıktılar. Ama ilk defa İnebahtı’da Fransız gemileri savaşa aktif bir şekilde katılmadı ama Haçlı donanmasının bir parçası olarak vaziyet aldı. Venedik, Papalık devletleri ve İspanya gemileri esastı. Bunlar savaştılar ve orada donanmanın yakılmış olması Akdeniz’deki Türk hâkimiyetinin sonu oldu. Her ne kadar bizim sadrazam mangalda kül bırakmayıp “Biz Kıbrıs’ı aldık sizin kolunuzu kestik, siz bizim donanmamızı yaktınız sakalımızı tıraş ettiniz. Sakal daha gür olarak çıkar ama kol geri gelmez.” gibi bir böbürlenmede bulunduysa da böyle olmadı. Yani Osmanlı Donanması tekrar kendini onardı ama artık daha önce Akdeniz hâkimiyetini sağlayan teknik başarıyı gemilerin yapımında gösteremedikleri için o işi Batılılara bırakmak zorunda kaldı. Yani Akdeniz bir Türk gölü olmaktan çıktı İnebahtı’dan sonra. Ama bu savaşın en büyük tesiri askeri ya da iktisadi değildir. Bu savaşın en büyük tesiri psikolojiktir. Çünkü 1526’da Hristiyanlığın kalkanının düşmesi üzerine Amerika’ya taşınmayı düşünen Avrupalılar 1571’le, “Türkler mağlup edilebilir” fikrini edindiler. Türkler mağlup edilebilirse Avrupa’da bir medeniyet yükselebilir mi? Yani gelip Türkler ellerindekilerini yağmalayamazlardı, mağlup edilebilir pozisyona sokulmuşlardı. Ondan sonra da Osmanlı Devlet ricali kolaylıkla satın alınarak Osmanlı Devleti’nin çökeceğine inandırıldılar. 1571 tarihinden itibaren Osmanlı üstünlüğünün dünyadan silinmesi yolunda Avrupa’da birçok iş başarıldı ve bunun meyveleri de kolaylıkla alındı.
Vakıalar var, o vakıaları vakıa kılan şahıslar var. Biz burnumuzun dibinde Irak’ın Amerikan ve İngiliz askeri gücü tarafından işgal edilmesine ses çıkarmadık. Neden? Çünkü dünyayı yöneten insanların bir etkinliğiyle karşı karşıya olduğumuzu ve o insanların da bizi memnun edebilecek şeyler teklif ettiğini düşündük. Ya da düşündü bazı insanlar. Dünyada insanlar hangi hedefler doğrultusunda yaşıyorlar? Bunu bilmemiz lazım. Hangi hedefler doğrultusunda yaşıyorlar? Birtakım işleri yapan insanlar bundan bir sonuç umuyorlar. Bizim de Türkiye’de yaptığımız işlerden nasıl bir sonuç umduğumuzu düşünmemiz lazım. Bu konuşmanın adını “Her Ferdimize İstiklâl” koyduk. Her “ferdimiz”e derken bir “biz ”den bahsediyoruz. Hangi “biz” bu? Yapacağımız işlerin bu “biz”le alakalı bir şey olması lazım. Bu nasıl olacak? Irak’ın işgaline ses çıkarmayan, Müslümanların Müslümanları öldürmesine kötü gözle bakmayan insanların kafalarında bir şeyler olması lazım. Bu insanlar kimler? Neyin nesidirler? Neye çalışıyorlar? Kendi faaliyetleri nasıl bir sonuç versin istiyorlar? Biz kendimizi nasıl algılıyoruz? Dediğim gibi, bizim insan oluşumuz kendimizi algılamamızla alakalı bir şey. Bu, kafamızın erdiği, akımızın erdiği bir şey olmaktan ötede mi? Yoksa kalbimizden geçenler mi ya da çok hoşumuza giden aldanışlar mı bizi şekilden şekle sokuyor. Bunları göz önüne almamız ve çocukluğumuzdan başlayarak bir şahsiyet inşa edip etmediğimizi düşünmemiz azım. Kendimize mahsus bir kişilik kazanma faaliyetimiz oldu mu? Kendimize ait bir şahsiyet kazanma faaliyetini hangi temelden yükseltebiliriz? Bugün elektronik imkânları kullanarak sizlerle bir şey konuşuyorum ben. Hepimizin işi gücü var, bir dünya var. Bu dünya neyin nesi? Bu dünya acaba hayran olunacak, uğruna bir şeyler feda edilecek bir dünya mı? Yoksa bizim gerçek değerimizin inkâr edildiği bir dünya mı? Bunu düşünmeden doğup ölen milyarlarca insan var. Biz neyin nesiyiz?
Avrupalıları toprak bakımından verimsiz, iklim bakımından elverişsiz bir alana tıkıştıran insanlar bu gücü nereden alıyorlardı? Çok üstün bir teknolojik ve mai imkânları mı vardı? İstiklâl Marşı diyor ki: “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!” Yani benim vatanımı almak istiyorsan beni imandan mahrum kılmalısın. Bu ancak böyle olur. Ben mümin olmaktan çıkarsam vatanımı da ele geçirebilirsin. Bu, bu demektir. Daha önce Avrupalıları Avrupa’ya tıkıştırmış olan insanlar bunu nasıl yapıyorlardı? Çok iyi savaşçılar oldukları için mi? Ellerinde çok büyük o güne göre teknik imkânlar olduğu için mi? Ya da çok zengin, mali bakımdan güçlü oldukları için mi yapıyorlardı? O çağlarda birbirine hasım olan unsurlar hangileriydi? İman ve küfür değil miydi? Evet öyleydi. Yani Osmanlı Devleti’ni, Osmanlı Devleti yapan şey gaza ruhundan ibaretti. Biz bu toprakları Hristiyanların elinden aldık, buraları kendi vatanımız yaptık. Ondan sonra o Hristiyanları da kendi hizmetimize soktuk. Hâkim olduğumuz yerlerde Hristiyanlar ve Yahudiler rahatlıkla yaşadılar ama hangi şatlarla? Zımni şartlarıyla. Yani üzerimize zimmetli insanlardı onlar. Onlar aslında tabii ki bizi de refaha götürecek işleri üstlendiler. Şüphesiz yani. İngiliz başvekili Gladstone “Ellerinden Kur’an-ı Kerim’i almadıkça Türkleri mağlup edemeyiz” dedi ve bunu yaptılar. Elimizden Kur’an-ı Kerim’i aldılar ve biz de onların esiri olduk. Ama biz bunu böyle algılamıyoruz. Biz kendimizin Kur’an dışı daha esaslı bilgilere kavuştuğumuzu düşünüyoruz. Modern insanlar olduğumuz için daha güzel bir dünyamız var diye düşünüyoruz. İşte bu salonda öyle bir şey. Modern bir yer burası.
TÜRKİYE’NİN AKARSULARI “HER FERDİMİZE İSTİKLÂL”İN TEMİNİNE YARAYABİLİR
Modern insan Avrupa’da doğdu. Nasıl doğdu? Türkler mağlup edilebilir sayıldıktan sonra bunlar kendi varlıklarının neye istinat ettiğine dair bilimsel, felsefi ve sanat yüklü bir dünya inşa etmeye başladılar. Yani 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bugün modern bilim dediğimiz şey canlandı. Felsefe, aynı şekilde, Descartes’la beraber çok önemi bir aşama kaydetti. İlk modernlik işareti Avrupa’da ve büyük ölçüde İslâm dünyasında kabul edilen kâinat tasvirinin terk edilmesiyle odu. Yani Immanuel Kant’ın “Kopernik Devrimi” dediği şey oldu Avrupa’da ilk önce. Kâinatın ya da evrenin merkezinde Dünya’nın olmadığı, Güneş’in sabit kaldığı, gezegenlerin onun etrafında döndüğü, bu gezegenlerden bir tanesinin de Dünya olduğu fikri Avrupa’da galip geldi. Kopernik Devrimi… Burada da modernleşen insanlar birileriyle alay etmek, karşılarındakilerin örümcek kafalı olduğunu söylemek için: “Hala dünyayı öküzün boynuzunda durduğunu sanıyor salak” gibi laflar söylüyorlar. Kendileri çünkü çok iyi biliyorlar Kopernik Devrimi’ni (!) İlk mektebe giden çocuklara öğretmenleri portakalı gösteriyor. Öğretmen bunun etrafında dönüyor falan filan diyerek bunları öğretiyor. Tamam, bu doğrudur yanlıştır; o ayrı hikâye. Fakat bu Kopernik Devrimi dolayısıyla olan şeyi anlamamız lazım. Bu olan şeyde, tabii ki İslâm Ortaçağı’ndan Hıristiyan dünyasına nakil olmuş felsefi yaklaşımlar, ta Antik Yunandan beri gelen bir takım faraziyeler, vesaire, vesaire, bütün bunlar rol oynuyor. Yani dünya merkezli bir kâinat fikri terk edildiği zaman modern insan kendini nasıl algılayabiliyor? Bunu bir anlamamız lazım. Modern insana göre artık dünya merkezde değilse ve sıradan bir gezegende yaşıyorsak üstelik… Giordano Bruno Kopernik Devrimi’nin geride kaldığını iddia ediyor, aslında sadece öyle Güneş Sistemi yok diyordu. Galaksiler var, vesaire… Bunları ilk söyleyen adamdı ve onu yaktılar. Giordano Bruno kazıkta can verdi, yanarak. Kilise hükmünü o şekilde verdi. Ama Galileo Galilei, “Tamam! Görüşlerimi geri alıyorum” dedi, ölümden kurtuldu. Yani “Dünya dönmüyor, efendim, sabit duruyor. Güneş, Ay onun etrafında dönüyor” dedi. Yani kabul etti. Ondan sonra insanlar tabii Galileo’yu temize çıkarmak için “Ama gene de dönüyor!...” dediğini falan ilave ederler. Onlar hepimizin sevdiği masalardır. Bu Kopernik Devrimi’nin hâkim olmasıyla beraber başımıza ne gelmiştir, önemli olan o. Kopernik Devrimi’nin palavra olduğunu düşünsen de herkesin içine bir kurt düştü. Yani Dünya kâinatın merkezinde değil! Eee? Alelâde bir yerdeyiz! Önemsiz! Önemsiz! Bulunduğumuz yerin önemi yok! Daha önemli yerler olabilir. Yani Dünya’da bulunmak kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Çünkü Dünya’nın kendisi kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Merkezde değil artık, en önemli yer değil. Bu, insanların kafasına bir kere girdi. Bunu bugün modern dünyayı oluşturan ikinci şey takip etti: Darwin. Evrim Teorisi… Bu sefer bunu tabii cerh eden, saçma bulan birçok şey oldu. Ama bir kere insanların kafasına, insanın tür olarak gelişme sonucunda doğmuş bir şey olduğu nakşedildi. Yani Darwin’in kuramının bilimsel değeri falan filan değil, ama insanların kafasına böyle bir şema nakşedildi. Kabul etse de etmese de insanlar bir kere mekteplerde okutulduğu için, ister istemez, sınıf geçmek için dahi olsa, onları doğru saymak zorundaydı. Kopernik’ten sonra başımıza gelen şey buydu. Neydi? Dünya önemli bir yer değil, insan da önemi bir şey değil! Ne yani! Maymunlarla ataları aynı, tek hücrelilerden gelişmiş gelişmiş böyle bir şey olmuş. Yani insan olmak öyle kıymeti bir şey değil, nihayet o da bir tür. Bu fikri içinde taşıyarak insan kendine nasıl bakabilir? Kendi hakkında bilinci nasıl edinebilir? Günah, sevap konusunda bir fikre varabilir mi? Hayır. “Ben de nihayet bir hayvanım. Bunun günahı sevabı ne olacak? Kedilerin günahı yoksa benimde günahım yok!” diye düşündü insanlar.
Modern insanı etkileyen, daha doğrusu modern insanı kendini tanımaktan alıkoyan üçüncü şey psikanaliz oldu. Sigmund Freud’la başlayan… Aslında bilinç, bilinçaltı meseleleri Freud’dan daha önce vaz edilmiş meselelerdir. Fakat bunu dünyada okur-yazar insanların kafasına sokan Freud oldu. Freud, Jung, Adler, bunlar bize şunu gösterdiler: İnsanın bir bilinçli hayatı vardır ama bu buzdağının görünen kısmı kadardır. Asıl bizim zihin mekânımız suyun altında bulunan daha büyük kısımdır. Bilinçaltı, bilinci tesiri altında tutar. Yani insan aklı başında bir yaratık değildir. Birçok başka tesirler altında, insan davranışı dediğimiz şey, birçok türün davranışının karmakarışık hale gelmiş ve hiçbir zaman rasyonel karar vermesine imkân tanımayan… Böyle tuhaf bir şeydir. Saldırgan, bencil, haz düşkünü ve irrasyonel bir yaratık olarak insanı anlamak mecburiyeti altında kaldığımızı düşünüyoruz. Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza mani olan bir mantalitedir. Bütün bunların Kur’an’dan öğrendiklerimizle hiçbir bağı yoktur. Hepsi Kur’an’ı inkâr etmemizi kolaylaştıran şeylerdir. Dolayısıyla biz hem Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu kabul edip hem de Batı tarzı bilgilenmenin işimize yaradığı, doğruyu keşfetmemize yardımcı olduğu fikrini taşıyorsak, bir kere sahtekâr insanlarız demektir. Yani hiçbir konuda samimi değiliz, birbirimizi aldatabildiğimiz kadar işleri yürütebiliyoruz, manasına gelir. Bu, bize son derece hastalıklı bir fikriyatı, ruhiyatı dayatan Batı, kendi geçmişinde iki 30 sene savaşı yaşadı. Türkler bir tehlike olmaktan çıkınca Avrupa’da bunlar birbirlerini yediler, buna “Otuz Sene Savaşları” diyoruz. Otuz sene boyunca Protestanlar Katoliklerle, Katolikler Protestanlarla boğaz boğaza geldi. Bu devreden sonra Batı hâkimiyeti bir istikrar kazandı. Çünkü dünya ölçüsünde müstemlekecilik başarısının faydaları devşirilerek bu istikrarı sağladı. Avrupa kıymetli olarak kalsın, biz dünyanın her yerini yolalım ve buradan bir yüksek hayat biçimi üretelim… Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nin de 18. yüzyıldan sonra işin içine girdiği dünyayı talan hadisesinin bir esasa bağlanması lazımdı. Kendi kendine işleyecek olursa hepsini mahvedebilirdi. Yani kapitalizm her bakımdan istikrarsız bir mekanizmaydı. Bu mekanizmayı yönetilebilir, kontrol edilebilir hale getirebilmek için Batı dünyası ikinci bir “Otuz Sene Savaşı” yaşadı. Bu 1914’te başlayıp 1945’te biten savaştır. İki dünya savaşı olarak adlandırılır. Fakat 1914’te başlar 1945’te biter. Bu bizim hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şeydir. Çünkü Avrupa kendi istikrarını temin ettiği zaman, yani dünyayı talan etmeyi başardığı fakat Osmanlı Devleti’ni bir türlü ortadan kaldıramadığı zaman bir Şark Meselesi vardı. “Biz Çin’den Peru’ya kadar her yeri emrimiz altına aldık. Fakat burnumuzun dibinde bir yer var; burası hala bizim her dediğimizi yapan bir yönetime sahip değil!” Bu Şark Meselesi 1914’te başlayan savaşla beraber bir çözüme ulaştı. Ulaşılan çözüm Türkleri tarihten silmek. 1914’te savaşa girdik, Almanların yanında. Bu savaşın adına seferberlik dedik. Yani milletçe seferber olduk tarihten silinmemek için. Fakat başarısız kaldık. Mağluplar arasında yer aldık ve topraklarımızın tamamı elden gitti. Tabii ki bütün yönleriyle tartışılabilecek bir şey; ama o şartlarda ne olduysa oldu, bir Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Türkiye Cumhuriyeti doğmadan önce İstiklâl Marşı doğdu. Avrupa’nın ve Amerika’nın yaşadığı Otuz Sene Savaşları sonucunda, birbirlerini yer halde bir çözüm aramaları sonucunda, biz kendimizi “sıfır” noktasında tutmayan, en azından “bir” olabilen, sıfırlanmayı reddeden, “bir” olmayı hasmına da kabul ettiren bir varlık sahibi olduk. İşte bugün birçok dangalak, alçak, hain “Türküm, doğruyum, çalışkanım!” diye Türk çocuklarının haykırmalarına mani olmakla övünürken işte o “sıfır-bir” farkı, Türk varlığı olarak ortaya çıktı. Yani biz Avrupa medeniyeti ve Amerika tarafından “sıfır” sayılırken İstiklâl Harbi vererek “bir” olduk. Pek matah bir şey değildi ama “sıfır” olmaktan kurtulduk. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” derken bu “bir”in müdafaası bahis konusudur. Şimdi “Andımız”ın kaldırılmasına iyi gözle bakanlar bu andın metnini yazan adamın aynı zamanda Türkiye’de ezanın yasaklanmasına yol açan çalışmaları da yaptığını söylüyorlar. Elbette! Yani biz o insanların mümin olduklarını falan iddia etmiyoruz ki hiçbir şekilde! Cumhuriyet’in birinci kadrosu, yani Cumhuriyet ilan edilirken işleri elinde bulunduran kadro, “Dinini ver, vatanını al!” pazarlığına, “Evet” demiş olan kadrodur. Yani onlar gâvurlara “Artık bundan sonra Müslüman olmayacağız” diye söz verdikleri için Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının garantisini temin edebildiler. Biz onların Müslüman olduklarını falan filan söylemiyoruz. Ama biz “Önce vatan” dedik. O zaman da. “Hele bir vatanımız olsun, ondan sonra benim içimden imanımı söküp alamazlar nasıl olsa. Ben sonunda gene dinimi hâkim kılarım” görüşü söz konusuydu. O insanların da öyle yaptıkları gâvurluklar yazımızı değiştirmiş olmaları, ezanı yasaklamış olmaları falan filan bizi birinci derecede etkilemiyordu ve bunun için isyan etmedik. Çünkü hiç olmazsa vardık. Çünkü biz yok edilme tehlikesini yaşamadık; yok edildik. 1918 yılında Türk bayrağının altı can ve mal emniyeti bakımından hiç güvenilmeyen yerdi. 1918 yılında başta Amerikan bayrağı olmak üzere, İngiliz, Fransız, Yunan, bütün bu bayrakların altına girdi insanlar. Buralarda, bu yaşadığımız yerlerde insanlar Fransız bayrağını reddettikleri için Türk bayrağının altında savaştılar. Ama ne oldu sonunda? Bugüne kadar Türk bayrağının altı bu yüzölçümü içinde en güvenilir yer haline geldi. Bunu birileri reddediyor olabilir. O onların bileceği bir şey. Ama biz kendimizi en iyi durumda Türk bayrağının altında hissediyoruz. Bu meselenin dünya meselesi olduğunu anlamadan, insanlık meselesi olduğunu anlamadan hiçbir şey anlayamayız. İnsanlık dediğimiz şey, Âdem Aleyhisselâm’dan beri başlayan şey içerisinde insanlar eğer kendi başlarına kendi dünyayı algılayış biçimlerinin sonucu olarak doğruyu fark edebilmiş olsalardı, nebiler ve resuller gelmezdi. Allah, gazabı rahmetinden daha az olduğu için; yani Allah’ın rahmeti gazabını aştığı için bize bütün yüzyıllar boyunca resuller ve nebiler gönderdi. Resul-ü Ekrem’in risaleti insanlık tarihinin idrak ettiği ilk ve son bükülme noktasıdır. Yani insanlık Resul-ü Ekrem’e Kur’an-ı Kerim’in nazil olması zamanına gelinceye kadar hep Allah’a isyanla iyi bir sonuç alacağını düşünerek yaşayan insanların hâkim olduğu bir geçmişi yürüttü. İsa Aleyhisselâm bütün insanlara dünya hayatının hiçbir şeye değmediğini gösteren bir otuz senelik ömür sürdü. Ama insanlar buna rağmen hiçbir şey anlamadılar ve Hristiyanlık bir sapkınlık olarak kendini örgütledi. Bunun üzerine Allah’ın insanlığa son rahmeti olarak Kur’an nazil oldu. Yani Kur’an’ı en hafif şekilde tenkite tabi tutmak bütün hayrın yok olmasını gönülden istemek demektir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak kurulduğumuz günden itibaren şunu söylüyoruz: İslâm’ın içinde hiçbir kötülük yoktur ama İslâm’ın dışında hiçbir iyilik yoktur! “Bunu gâvurlar daha iyi yapıyor” dediğiniz zaman İslâm’ın dışında bir iyilik arıyorsunuz demektir. Gâvurlar hiçbir zaman hiçbir şeyi iyi yapamazlar. Bizim halkımız öyle demiş: “Gâvurun aklı olsaydı Müslüman olurdu” ve bu aslında bizim dramımızdır aynı zamanda. Çünkü biz bu toprakları dar’ül İslâm haline getirirken akıllı gâvurlar Müslüman oldu ve bunlar kendi kavrayış seviyeleriyle bizim dinimize bazı şeyler soktular. Bid’at ve hurafeler... Bunlar bizi tabii ki zaafa uğrattı. Ama Cumhuriyet’in ilanıyla beraber bizim elimize çok büyük bir imkân geçti. Çünkü Cumhuriyetin ilanı demek ümmet-i Muhammedin ikinci hicreti demekti. Biz birinci hicretimizde Mekke’den kaçmak, Medine’de devlet kurmak mecburiyetinde bırakıldık ve sonunda Mekke’yi fethettik. Ama Cumhuriyet ilan edildiği zaman artık Mekke’miz ve Medine’miz de yoktu. Medine müdafaasını yapan Fahrettin Paşa milli mücadeleye iştirak etmek istedi. Fakat işler o şekilde düzenlenmişti ki “Bu Müslüman adamı milli mücadelede iyi bir yere yerleştirecek olursak düzen istediğimiz gibi şekillenmez” diye düşündüler. Fahrettin Paşa’yı Afganistan’a sefir yaptılar. Yani milli mücadelede yönetici pozisyonu olmadı Fahrettin Paşa’nın, Müslümanlığı sebebiyle. Biz eğer Cumhuriyet’in ilanıyla beraber ikinci hicretimiz olduğunu kafamıza sokmuş olsaydık ne yapacaktık? Mekke ve Medine’nin tekrar İslâm beldesi haline gelmesi için bütün gayretimizi sarf edecektik ve böylece Türkiye’nin dünyada gıpta edilen bir ülke olmasını sağlayacaktık. Ama bakınız doksan senelik Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Türk milletinin önüne bir tek hedef bile konmamıştır. Şu meseleyi düze çıkaralım diye bir problem önümüze konmamıştır. Biz 90 seneyi heba ettik. 90 senemiz harcanmış bir 90 senedir. Bu on sene daha mı iyi olacaktı? Hiç sanmıyorum. Yani eğer milletçe “Biz artık sırat-ı müstakim üzerineyiz” demek suretiyle bir katılım bahis konusu olmayacaksa, tabii ki felaket katlanarak büyüyecek.
“Her Ferdimize İstiklâl” deyişimiz bizim Mekke ve Medine’yi tekrar İslâm beldesi haline getirecek. Hacılarımızın haccını kabul noktasına taşıyacak bir şeyden bahsediyoruz yani. Bunun için bugün kapitalizmin dünyayı getirdiği yer hesap dışı tutulmak zorunda. Doksanlı yıllardan itibaren globalizm diye bir alçaklık insanların zihnine sokuldu. Bu globalizm üç kaide üzerinde yürüdü ya da varlığını, tesirini gösterdi. Demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi. Bugün dünyada insanlar bu üç şeyden hayır umdukları sürece kendilerinin değersizliğini kabul ederek öbür dünyaya gidecekler, demektir. Eğer insanlar öldükten sonra hesaba çekileceklerini düşünüyorlarsa kendilerine bu yaşadığımız dünyada kendi gözlerinde ne değer biçtiklerini şimdiden düşünmeleri lazım çünkü hadislerle de ayetlerle de sabit olan bir şey var. Biz hesaba çekildiğimiz zaman Allah bize “Kulum” diye hangi durumlarda seslenecek hangi durumlarda yüzümüze bakılmayacak… Bunlar öyle saklı gizli şeyler değil. Onun için eğer insanda zerrece iman varsa hiç olmazsa vereceği hesabın kolaylaşmasını dua ile ister Allah’tan. Bunu istemiyorsa bu insanın tabii ki helak olduğu besbellidir. Ama insanlar helak olmayı istiyorlarsa buna bir şey diyemeyiz. Ama biz bu dünyada “Her Ferdimize İstiklâl” yani Allah’tan mağfiret dileme hakkı talep ediyoruz. Ama “Her Ferdimize İstiklâl” dediğimiz zaman bu dünya hayatı içinde şerefli bir pozisyonu elden bırakmamayı da kast ediyoruz. İnsanın şerefi nerededir? İnsanın şerefi, hayvanlardan ayrıldığı yerdedir. Hayvanlardan insan nerde ayrılır? Diliyle, zekâsıyla, falan filan? Hayır. İnsanın şerefi ağzını yiyeceğine götürmeyişinde, yiyeceğini ağzına götürüşündedir. Bunun mecazi manasını kavramamız lazım. Normal olarak hayvanlar, ağızlarını yiyeceklerini götürüyorlar, içeceklerine götürüyorlar. Ama insan içeceğini ve yiyeceğini de ağzına götürüyor. Bu tamamen fiziki bir şey. Ama bunun manası insanın Rezzak olarak Allah’tan başkasını kabul etmemesi demektir. İnsan yiyeceğini ağzına götürür, ağzını yiyeceğine götürmez. “Ben bunu yapmazsam, kâfire boyun eğmezsem aç kalırım” diye düşünen insan Allah’ın Rezzak vasfını inkâr etmiş demektir. Rızkını Allah’ın vermediğini sanan insan ağzını yiyeceğine götürüyor demektir. Ama insan yiyeceğini ağzına götürür. Yani kendini hayatta tutanın Allah’tan başkası olmadığını bilir. Buna sadece akıl erdirmekle yetinmez buna iman eder. Bu uğurda canından geçebilir. Bu, hadisle emir olarak bize belirtilmiştir. Allah’a isyan ile yaşamak bizim reddedeceğimiz, reddetmemiz gereken bir şeydir. Allah’a ibadet ederek ölmek bizim gocunmayacağımız bir şeydir. “Her Ferdimize İstiklâl” dediğimiz zaman tabii ki kafamızda bir Türkiye var. Benim kafamda var. Ben bunu görmeden öleceğimi biliyorum. Ama kafamda bu Türkiye var. Bütün her yerine su yoluyla ulaşılabilen bir Türkiye. Biz Türkiye’de sözümüz geçtiği zaman Türkiye’nin bütün akarsularını, göllerini birbirine bağlayacağız. Hepsini! Dolayısıyla bir insan bir kayığa isterse motorsuz da olsa, kürekle gidiyor de olsa bütün Türkiye’yi su üzerinden gezebilecek. Bunun bize devlet, olarak millet olarak bütün diğer milletler ve devletler karşısında katacağı gücü, kazandıracağı prestiji düşünün. Böyle şeyler kapitalistlerin, sosyalistlerin, liberallerin Katoliklerin, Protestanların, Yahudilerin aklının erdiği şeyler değildir. Biz insan olarak varlığımızı kullukla hissetmeyi kendimize en iyi vaziyet seçmiş sayılıyoruz. Bu olmadığı zaman hala yaşıyor olmaktan utanç duyuyoruz. Böyle şeylerin müşterisinin çok olmayışı öğreticidir. Çünkü dünyanın hiçbir çağında ve hiçbir yerinde hayırlı işin sahibi olanlar çoğunlukta olmamıştır. Hiçbir zaman. İnsanlar, bedeli ne olursa olsun kendi dar kafalarının rahat ettiği alanı kıskançlıkla korurlar. İnsanın bir şeyi fark edebilmesi için rüyada gördüklerinin değerini bilmesi lazım. Biz rüyalarımızda bir bakımdan değil birçok bakımdan veya her bakımdan ikaz ediliriz. Rüyalarımız hem ikazdır hem de neyin neye tekabül ettiği, neyin neye tahavvül ettiğine dair malumattır. Rüyada bir şey gördüğünüz zaman kendi vicdanınıza dönün ve bunun size ne bakımdan uyarı olduğunu, ne bakımdan da izahat olduğunu fark edin. Öyle bir rüya yorumcusu falan aramanıza lüzum yok. Siz kendiniz halis kullar iseniz mutlaka size bir şeyin söylendiğini anlamış olursunuz. Ama bizim geçmişimizde birçok insan bizi itikadımızdan uzak tutabilmek için bir çok tasnifler yapmışlar. Şeytani rüya, rahmani rüya falan filan gibi. Birçok bakımdan Müslüman gücümüzün dünyada aksetmesine mani olacak bir büzüşme telkin etmişler bize. Biz bu büzüşmeyi Müslümanlık sanıyoruz. Hâlbuki Müslümanlık her halükarda kâfirin yetersizliğini yüzüne vurmakla alakalı bir şeydir.
23 Kasım 2013, Kızıltepe/Mardin