Adana Şubemizin açılışının ardınan Genel Başkanımız İsmet Özel'in yaptığı "Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir" başlıklı konuşmanın metni:
İsmet Özel: Selâmün aleyküm.
Basın toplantısı başlangıcında söylediğim sözleri tekrar edeceğim. Kendimi hiçbir İstiklâl Marşı Derneği toplantısında ya da şube açılışında -bu açılan 8. Şubemiz- bu kadar rahat hissetmedim. Adana Şubesi’nin açılışında kendimi çok rahat hatta gevşek denecek kadar rahat hissediyorum. Bunun sebebi de bu Şubemizin açılışıyla beraber Türkiye’de artık kolları sıvadığımızın işaretini görmüş olmamdır. Yolu çoktan yarılamıştık. İstiklâl Marşı Derneği kurulalı dört sene oluyor. Bu dört sene belki çok tatminkâr bir faaliyet sergilenmedi ama dünya hayatını insanlara zehir edenler İstiklâl Marşı Derneği’nin dört sene yaşamasına mani olamadıkları gibi Adana Şubemizin açılmasına da mani olamadılar. Bu benim çok rahat hatta dediğim gibi gevşek denecek kadar rahat olmamın sebebidir.
Bu konuşmamızın konusu burada yazdığı üzere, “Ne Kaçaklara, Ne de Oturaklılara Marş Gerektir”. Burada bulunmayan insanlardan bahsedeceğiz. Burada bulunan insanlar herhalde bir şekilde kendilerine İstiklâl Marşı’nın gerektiğini düşünerek buradalar. Dolayısıyla biz hâzırûn dışındaki insanlardan bahsedeceğiz. Kaçaklar! Kim bunlar? Çok basit bir şekilde, asker kaçakları. İstiklâl Harbimiz Müslümanların başarısıyla zafere ulaştıktan sonra bir Cumhuriyet idaresi, Devr-i Dilara-yı Cumhuriyet başladı. Bu dünya içinde kimin İstiklâl Harbi’nde ne yaptığı hafızalarda çok tazeydi. O yüzden İstiklâl Marşı da dâhil olmak üzere İstiklâl Harbi sırasında takınılan tavırlar Cumhuriyet dönemi içinde insanların yerlerini fark etmede ve o insanların hangi notlarla notlandıklarını, numaralandıklarını bilmede kolaylık sağlıyordu. İnsanlar belki mahcup edilmedi, takbih edilmedi ama herkes kimin nerede olduğunu biliyordu.
Ben 1315 doğumlu bir babanın oğluyum. Hıristiyan takvimine göre 1899 oluyor bu. Benim babam 1. Cihan Harbi’nde bütün 15’liler gibi askerlik yaşından önce askere alınanlardandır. Biz seferberlik ilân edildiği zaman bütün gücümüzü seferber ettik ve henüz askerlik çağına girmemiş çocukları askere aldık. Benim babam bunlardan birisi. Türküde söylendiği gibi: “Hey onbeşli onbeşli / Tokat yolları taşlı / Onbeşliler gidiyor / Kızların gözü yaşlı”. Kızların gözü yaşlı, çünkü evlenebilecekleri son ümitleri de askere gidiyordu. 14–15 yaşında insanlar askere gittiler. Akabinde bu 15’liler İstiklâl Harbi sırasında da askere alındılar. Yani benim babam hem Seferberlik’te hem de İstiklâl Harbi’nde askerlik yapmış birisiydi, Allah rahmet eylesin. Fakat İstiklâl Harbi sona erdikten ve Cumhuriyet ilân edildikten sonra -dediğim gibi- hafızalarda herkesin yeri gayet belli olduğu için İstiklâl Madalyası sadece bu harp sırasında yararlılık göstermiş olanlara verilmişti. Yani İstiklâl Madalyası sahipleri sadece bilinen mücadele sırasında “gazi” denebilecek kadar işe yaramış olanların aldıkları bir madalyaydı, onlar taltif edilmişti. 14 Mayıs 1950’de Türkiye’de bir iktidar ya da hükümet değişikliği oldu. Demokrat Parti herhalde popülist bir tavırla, İstiklâl Harbi sırasında orduda yer almış olan herkesin İstiklâl Madalyası hakkı olduğuna dair bir kanun çıkardı. Böylece benim babamın da bir İstiklâl Madalyası olmuş oldu. Benim babam gibi namusuyla askerlik yapmış olanlar almadı sadece İstiklâl Madalyasını, asker kaçakları da İstiklâl Madalyası aldılar. Gittiler askerlik şubelerinde “firar etti” yazısının üzerine -artık rüşvet mi verdiler, torpil mi kullandılar, ne yaptılarsa- bir nokta koydurttular ve o “karar etti” oldu. Fe’nin (?) üzerine bir nokta daha koydun mu ne oluyor? Kaf (?) oluyor. Karar etti okuttular ve bunlar asker kaçakları oldukları halde İstiklâl Madalyası aldılar. Bunlar sonunda işte Türkiye’yi idare ediyorlar. İstiklâl Marşı onların marşı değil! İstiklâl Marşı kaçaklara gerekmiyor. İstiklâl Marşı İstiklâl Harbi’nden kaçmamış olanların marşıdır. Şimdi insanlar diyor ki, “İstiklâl Marşı hepimizin marşı değil mi?” Değil! İstiklâl Marşı İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin marşı. Yani bize gerekiyor İstiklâl Marşı; kaçaklara değil, oturaklılara da değil.
Oturaklı ne demek? Türkçede oturak dediğin zaman kallavi, ne bileyim meselâ oturaklı bir söz denir; dokunduğu yerden ses getiren bir söz söylediğin zaman oturaklı bir söz olur o. Ama bir şekilde lâzımlığa oturmak da bu işin içinde. Bu ikisi tabii burada birleşiyor. Hem Türkiye’de ipleri elinde bulunduran insanlar, hem de Türkiye’de yaşarken pislikten başka bir şey üretmeyenler bu kavramın içinde yer alıyorlar. Onlara da marş gerekmiyor. Onlar İstiklâl Marşı’nı bir istismar aracı olarak benimsediler, istismar edebildikleri kadar ettiler. İstiklâl Marşı Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının hemen ertesinde rafa kaldırıldı. İstiklâl Marşı o günden bu güne hayatımızın yön verici bir unsuru olmaktan çıkarıldı. Onlara İstiklâl Marşı gerekmiyor. Onlar İstiklâl Marşı’nı Türk milletinin aleyhine kullanabildikleri kadar kullanıyorlar. Türk milletinin aleyhine kullanamadıkları zaman İstiklâl Marşı’nı devreye sokmuyorlar.
Bütün bu hamasî lâfların doğru anlaşılması için bizim bu ülkede yaşayan insanlar olarak ne olduğumuz, kim olduğumuz ve bu ülkenin neresi olduğunun anlaşılması, bilinmesi gerekiyor. Bunu bilhassa gözden uzak tutmak için tedbirler alınmıştır. Birtakım zorbaların üzerimizde gerçekleştirdikleri operasyonlara ses çıkarmamak ve başa gelen çekilir politikasını ana çizgi olarak kabul ederek bugüne kadar geldik. Bugünden sonra İstiklâl Marşı’nın bize bir şey söylediği, bize bir yük yüklediği, bize bir hedef gösterdiğini anlamamız gerekiyor. İstiklâl Marşı Türk milletinin vatandan mahrum edilmemesi için doğmuş bir marştır. İstiklâl Marşı Derneği de Türk milletinin vatandan mahrum edilme tehlikesinin son hadde ulaştığı zaman çalışmaya başlamıştır. Ne kadar çalışmıştır, bilmiyorum. Ama başlangıç bu tehlikenin atlatılması niyeti üzerinde devreye girdi, başlamamız bu sebepledir. Birçok insan Türkiye’nin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya olmadığını ve Türkiye’de iyi şeyler olduğunu söylüyor. Bu aldatmaca herkesin hoşuna giden bir şey çünkü Türkiye’nin haritadan silinmesi için faaliyet gösterenler bu işin malî yükünü de göze almış durumdalar. Meselâ televizyonlarda, gazetelerde sık sık şu sözü duyuyorsunuz: “Türkiye sıcak parayla yaşıyor.” Türkiye’de işlerin çekilip çevrilmesinde esas olan, birtakım sermaye girdilerinin devam ediyor oluşudur. Aslında Türkiye’nin kendi imkânı olmayan bir imkân, ayriyeten Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Bu sıcak para dediğimiz para soğuk para haline gelemiyor çünkü soğuduğu zaman çekiliyor Türkiye’den. Sıcak olduğu zaman genşiyor, Türkiye’ye kadar giriyor ama eğer soğursa bakıyorsun ki Türkiye’den gitmiş. Öyle bir fizik kanunu var ya, “soğuyan cisimler küçülür” diye. Bu anlaşılmayacak bir şey değil. Herkes bunu biliyor. Türkiye’de İstiklâl Harbi’ni kaybedenler, İstiklâl Harbi’nin aleyhine sonuç verdiğini düşünenler, dünyada hâkimiyet kurmuş olan malî sermaye tahakkümünün içinde yer alan unsurlar; yani Türkiye bir şekilde İstiklâl Harbi mağlûplarının Türkiye’de kendi menfaatlerini korumak üzere yaptıkları harcamalarla hayatını sürdürüyor. İnsanlar da buna aldanarak, “Bak, eskiden böyle balkonlu salonlarımız mı vardı?” deyip iyi şeyler olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki bütün bu Türkiye’de dönüp duran şeyler bir süre sonra siyasî taleplerin tehdit unsuru olacak. Oldu zaten, çoğu zaman oluyor. Şimdi meselâ birtakım reformlardan bahsediyorlar Türkiye’de ve bu reformların devamından hayır buluyorlar. Bu reformlar ne yönde Türkiye’nin dârül-İslâm olmasına engel teşkil eden yapısal değişikliklerin gerçekleşmesi… Türkiye’de artık İslâmî hiçbir esasın geçerli olmayacağı yönünde birtakım hukukî düzenlemeler yapılıyor ve bunların adına reform deniyor. Bir süre sonra hem bu reformların sonuçları alınacak, hem de bu alınan sonuçların ürettiği yeni durumun tasdiki gerekecek.
Ne diyor İstiklâl Marşı: “Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: / Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” Bu bizim vatanımız olması meselesinin aslı nedir? Kimiz biz ve neden bir vatanımız var? Bu soruların netlikle, sarahatle cevaplandırılması lâzım. Bugün yaşadığımız topraklar Yunanistan olmadığı için, Ermenistan olmadığı için, Kürdistan olmadığı için, Gürcistan olmadığı için Türkiye’dir. Biz Türkiye’de yaşıyorsak bu “-istan”lı yerler topraklarımızda geçersiz olduğu için yaşıyoruz. Yoksa Türkiye diye bir ülkenin olmaması lâzım. Türkiye diye bir ülke olduğunu kabul ettiğiniz zaman Büyük Yunanistan’ın bir parçası olmadığımızı, Ermenistan’ın bir parçası olmadığımızı, Kürdistan’ın bir parçası olmadığımızı, Gürcistan’ın bir parçası olmadığımızı söylemiş oluyoruz. “Türkiye olmayıversin, bu saydığımız yerler olsun; yeter ki biz bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayabilelim.” diye düşünen insanlar çoğunlukta şimdi. Yani Türkiye’de Türkiye’nin selâmeti için halkın çoğunluğunun taleplerine kulak vermek Türkiye aleyhinde bir tavırdır. Türkiye’de çoğunluk hiçbir zaman Türkiye’nin lehine gelişmelere iyi gözle bakmayacaktır. Türkiye’de çoğunluk ya kaçaktır ya oturaklıdır. Onlara İstiklâl Marşı gerekmiyor. Türkiye’de millî şuur denilen şeyi kavramış insanlar bir şey yapacaksa yapacak. Diğerlerinin bir şey yapacağı yok. Bunun örnekleri günlük hayatımızda devamlı olarak görülüyor. “Türkiye’ye ne yapıyoruz, Türkiye’nin başına ne geliyor?” sorusu eğer insanların umurunda olsaydı asla Türkiye bugünkü hale gelmezdi. Belki içinizden bazıları çok garipseyecekler: “Ne var, Türkiye’nin bugün geldiği yer kötü bir yer mi?” Türkiye’nin bugün geldiği yer kötüden beter bir yer! Türkiye bugün dediğim gibi yurt dışından finans desteği temin edemediği taktirde hayatın duracağı bir ülke. Çocuklara yıllar boyu mekteplerde kendi kendini besleyebilen nadir ülkelerden biri olarak Türkiye’yi gösterdiler. Bugün ağız birliği halinde herkes Türkiye’nin kendini artık besleyemediğini söylüyor. Türkiye kendini açlıktan korumak için nelere razı olacak, bunu düşünmek lâzım. Türkiye kendi kendini besleyen bir ülke olduğu süre boyunca en azından ülke dışı dayatmalara karşı durabilecek imkânı elinde bulunduruyordu ama bugün bu imkân elimizde yok. Bunları anlamak için insanlığın da nerden nereye geldiğini anlamamız gerekiyor. Hepimizin ömrü mahdut, yüzyıllar boyunca yaşamıyoruz ama her birimiz yüzyıllar boyunca yaşanan şeylerin bizi getirdiği yerdeyiz. O manada Adem Aleyhisselâm’dan bu yana insanlık tarihinde olan her şey şu anda hepimizde mevcut. Bunu fark etmemiz lâzım. Hepimizde mevcut, dolayısıyla biz kendimizi ne olarak biliyorsak yerimizi ve hedeflerimizi de ona göre tespit edeceğiz demektir.
Kendimizi ne olarak görüyoruz? İstiklâl Marşı Derneği İstiklâl Marşı’nın bir Türk vatanı temini için yazıldığını yüksek sesle ifade ediyor. Türkiye’nin bir Türk vatanı olması lâzım. Adı da üzerinde olmak üzere bunun bir manası olması gerekir. Eskiden şikâyet edilirdi, “Türkiye öyle bir ülke ki bütün komşularıyla kavgalı halde.” Bugün bu problemin aşıldığı iddia ediliyor ve diyorlar ki, “Komşularıyla sıfır sorunlu bir Türkiye kuracağız. Hiçbir sınır problemimiz yani sınırdaş olduğumuz ülkelerle problemimiz olmayacak.” Bu iyi bir şey gibi görülüyor. Bunun iyi bir şey olup olmadığını dünyadaki yerimizi anlayarak içselleştirebiliriz. Dediğim gibi bu kendimizi ne saydığımızla çok alâkalı bir şey. Biz bu topraklara İstiklâl Harbi sonunda “vatan” dedik. Daha önce uzun yıllar boyunca Osmanlı Devletinin bir parçasıydı. Memalik-i Âli Osman birçok yere sahipti, Anadolu toprağı da bunlardan biriydi. Şu soruyu öne almamız gerekiyor: “Bugün Türkiye dediğimiz toprak Osmanlı Devletinden kalmış son parça mıdır yoksa 13. asırda vatanlaştırdığımız yer midir?” 1071 Malazgirt 11. asır oluyor, 200 yıl bu toprakların birilerinin vatanı olması süreci olarak geçti. 13. asırda artık bugün Türkiye diye bildiğimiz topraklar Türk vatanı idi ama böyle bir şey telâffuz edilmiyordu, çünkü dünyadaki en merkezî alanı kendine yaşama alanı olarak seçmiş insanların ülkesiydi burası. Buraya isim vermenin gereği yok. “Burası Türk vatanı” demeye gerek yok yani. 13. asırdan itibaren dünyada gözde, iyi yaşanabilir, yüksek vasıflı bir hayatın sürdürülebileceği alanlar bizim yaşadığımız alanlardı. Dolayısıyla burada bir milliyetçi tutum falan gerekmiyordu. En iyi yerde yaşayan insanlar özel olarak kendilerine bir isim yakıştırmak, seçmek zorunda değillerdi. Ama Türkiye dışındakiler Türkiye’ye bir isim de, vasıf da yakıştırmaya mecburdular.
Ben bundan 20–25 sene önce o dönemin Suudi Arabistan Petrol Bakanı Zeki Yamani’nin Türkiye’ye gelip bir televizyon programında söylediği sözlerden şunu öğrendim: “Biz Suudi Arabistan’da, gerek Riyad’da, gerek Mekke-Medine’de, gerek başka yerlerde” diyordu Zeki Yamani, “bir eşya eğer çok üstün vasıflıysa, çok kaliteliyse, çok cazipse ona ‘İstanbulî’ deriz.” Meselâ, “Ceketin de çok İstanbulî imiş.” gibi konuşurlarmış. Yani Türkler 13. asırda bugün vatanımız dediğimiz toprakları vatanları haline getirmekle kalmadı, aynı zamanda bu topraklar en muteber yaşama alanları olarak dünyaya kabul ettirildi. “Ne yapalım öyle olduysa, şimdi artık değil.” diyebilirsiniz. Hayır, şimdi de böyle. Türklerin 13. asırda Türkiye’yi vatan tutmaları ve 15. asırda İstanbul’u fethederek burada dünyadaki sosyal ilişkilerin en ideal formunu yakalamış olmaları Avrupa’da başka bir gelişmeyi başlattı. Türkler dünyanın en gözde yerlerini ellerinde tutuyorlardı. Avrupalılar iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir yere hapsolmuşlardı. Bu Avrupalıların hem muteber alanları kendilerine yeniden açmak, hem de Türkiye’deki hayat standardını aşmak, geride bırakmak üzere birçok şeyler yapmalarına sebep oldu. Bunu çok kestirmeden bir ifadeyle “kapitalizmin doğuşu” diye adlandırıyoruz. Yani Avrupa’da kapitalizmin doğuşu; para gücünün, sermaye gücünün iş gördüren bir düzen tesis edişi doğrudan doğruya Türklerin dünyanın en itibarlı yerlerini elleri altında tutuyor olmalarından dolayıdır. Ne oldu? Avrupa’daki kapitalist düzen önce İtalyan Site Devletlerinde bir miktar sermaye terakümü temin etti. Bu biriken sermaye 17. yüzyılda kuzeye kaydı, Hollanda dünyadaki finans ilişkilerinin merkezi haline geldi. Hollandalılar bilhassa nakliyatla ve kendi ülkelerinde başlattıkları mühendislik çalışmalarıyla ciddi bir sermaye birikimi temin ettiler ve böylece dünyada piyasa ilişkileri dediğimiz şeyin etkinliğini başlattılar 17. yüzyılda. Fakat -İstiklâl Marşı Derneği üyeleri bunu çok iyi bilirler- böyle bir başlayışın, İtalyan Site Devletlerinde temellerini atan kapitalizmin 17. asırda Hollanda’da işleyen bir mekanizma haline gelmesinin sebebi Türklerin 1571 yılında İnebahtı’da donanmalarının yakılmalarının sonucudur. 1526 yılı Mohaç Meydan Muharebesi’nin olduğu yıldır. Mohaç Meydan Muharebesi Türklerin galibiyetiyle sonuçlandığında Avrupalılar her an Türklerin kendi topraklarını işgal edebileceği korkusuyla yaşamaya başladılar. Ve bu korkuyu üzerlerinden atmak üzere Papalık bünyesinde Avrupalılar Venedik, İspanya ve akabinde Fransa gemileriyle bir Haçlı donanması kurup İnebahtı’da Türk donanmasını yaktı. Bu, Türklerin her an Avrupa’yı istilâ edeceği korkusuyla yaşayan Avrupalılara Türklerin artık gelmeyeceği teminatını sağladı. Ondan sonra -1571, 16. yüzyılın son çeyreği- hemen 17. yüzyılda artık Avrupa kendi değerleri üzerinde yükselen bir medeniyet kurma girişimine girişti. Çünkü Türkler artık gelip ellerinden bir şey alacak durumda değillerdi, ona imkân vermeyeceklerini gösterdiler. Ama Türklerin gelmeyeceğini göstermeleri Türklerin ellerinden imkânlarını alacakları manasına gelmiyordu. Avrupalılar daha İnebahtı’ya gelmeden önce mektep kitaplarında büyük keşifler diye öğretilen işlere giriştiler. Türkler karadan Hindistan yolunu tıkadıkları için denizden Hindistan’a varmaya çalıştılar. Bunda da başarılı oldular vs. Bizim ne olacağımız Avrupalıların birinci meselesi oldu. Türklerin gücünü kısa sürede sıfırlayamayacakları için önce kolonyalist bir politikayla Türklerin yaşadıkları yerleri kuşatan bir yol izlediler. Yani 19. yüzyıla geldiğimizde Avrupa kapitalizmi bütün dünyayı sömürgeleştirmiş ama Türklerin hâkimiyet alanını yok edememişti.
Hepinizin dikkatini şuna çekerim: Dünyada hiçbir devletin duraklama devri yoktur. Mektep kitaplarında Osmanlıların bir yükseliş devrinden, bir duraklama devrinden ve bir çöküş devrinden bahsedilir. Böyle saçma bir şey olamaz. Roma tarihini okuyun. Roma, Osmanlı İmparatorluğundan çok daha uzun yaşayan bir imparatorluk. Hiç öyle duraklama devri falan yok. Cumhuriyet ilân edilmiş, birçok değişiklikler olmuş Roma idaresinde ama duraklama devri diye bir şey yok. Yükselme devri de yok, şu manada: Bir şekilde bütün Akdeniz havzasını işgali altına alıyor, tabii o bir yayılma devri, yükselme devri değil. Roma’nın öyle duraklama devri diye bir şey yok ama Türk hayatı için bir duraklama devrinden bahsediliyor. Bunu anlamamız lâzım bizim. Bir ülkenin duraklama devri olmaz. Avrupa kapitalizminin Türk hayatının sağlamlığına zarar veremediği ve Türkiye’yi içerden kemirdikleri zaman parçasıdır o. Bütün mesele bu. Önce Türkiye’de iktidar sahiplerini devletlerinin ebediyen yaşayamayacağı fikrine ikna ettiler. Buna ikna olan insanlar da gelecekten bir şey beklemeksizin ceplerini doldurmayı ve kısa ömürleri boyunca tatlı bir hayat sürmeyi tek yaşama biçimi olarak bildiler. Dolayısıyla bizim Osmanlı geçmişinden devralabileceğimiz bir toplum inşa etme modelimiz yok. İnsanlar “Sat kurtul”, “Ver kurtul” politikasıyla yaşamışlar. Cumhuriyet’e vardığımızda elimizde yeni bir dünya inşa etme fikri yok. Bunu hangi toplumsal kesimde filizlendireceğimiz konusunda da bir fikir yok. Ama insanların tabii ki daha iyi bir hayat özlemleri var. Ama daha iyi bir hayatın ne olduğu konusunda da bir model ortaya atılmış değil. Bu tıkanıklık, bu kısırlık, bu çapsızlık içinde bizim hiç olmazsa vatanımız var diyerek geçirdiğimiz bir 27 yıllık Tek Parti dönemimiz var.
Türkiye’de Cumhuriyet ilân edilmiş 1923’te ve Tek Parti yönetimi 1950 yılına kadar devam etmiş. Bunun hâsılası nedir? Bugün bizi ilgilendiren mesele bu. Şu anda Türkiye’de siyasî bakımdan birbiriyle atışan, siyasî bakımdan birbiriyle mübareze halinde olan toplum kesimleri var. İşte bu 27 yıllık Tek Parti döneminde Türkiye’de Türkiye’nin kaymağını yiyen, Türkiye’de haksız kazanç ile hayatını yükseltmiş olan insanlar 14 Mayıs 1950’den sonraki düzenlemelere düşmanlık göstererek kendilerine bir kamp temin etmeye çalıştılar ve halen de çalışıyorlar. 1950’de gerçekleşen hükümet değişikliği 1960’da bir silâhlı hareketle yeni bir iktidar girişimciliğine kalboldu. Türkiye’de 50’den 60’a kadar değişik bir dönem var; imkânların daha ileri götürülmesinden medet umanlar bir başka siyasî kamp teşkil ettiler. Bugün insanlar bilip bilmeden, anlayıp anlamadan işte bu iki kamptan birine mensup olmayı bir siyasî tavır sanarak yaşıyorlar ve farklı gelenekten olduğunu söylemeye yelteniyorlar. Ama aslında mesele bu değildir. Türkiye’de gerçekte Tek Parti döneminin nimetlerine konmuş olanlarla Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle yeni nimetleri tanımış olanlar arasındaki görüş farkları ya da özlem farkları siyasî kamplaşmayı netleştirmiyor. Bunun yerine dünyadaki en büyük sermayenin vaatleri rol oynuyor. Türkiye’de insanlar bir şey takip ediyorum, bir yol izinden gidiyorum sanarak yaşıyor ama böyle bir şey yok.
Bütün dünyada işleyen mekanizmanın birtakım varyasyonları da Türkiye’de şu anda yürürlükte. Mekanizmanın işleyişi şöyle: Dünyadaki en büyük sermaye sahipleri kârlarını azamileştirmek için dünyanın neresinde olursa olsun -ister metropolde, ister periferide- mekanizmanın açıklarını bilmeyen yeni yöneticiler sağlamaya çalışır. Yani idare mekanizmasının işleyişi dolayısıyla kurnazlaşmış insanlar tasfiye edilir, yerine en büyük sermayenin işine gelecek ve mekanizmanın gerçek tabiatı hakkında fikri olmayan acemiler getirilir. Dolayısıyla insanlar bu yerlerdeki maddi imkânlara kavuşmak için her zaman en büyük sermayenin talimatlarını en etkin bir şekilde yerine getirmek üzere kendilerini öne sürerler. “Onlar gitsin, ben geleyim.” der birileri. Buna yukarıdaki zaten razıdır. “Tabii ki sen gel, çünkü sen şunları şunları yapacaksın.” der. Bunlar gayet güzel bir şekilde önceden ayarlanmış şeylerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünyaya globalizm bir program teklif etti. Bu programın üç maddesi var: serbest piyasa ekonomisi, insan hakları, demokrasi. Bunların birbirlerine güç vererek işleyeceklerini bütün insanlara kabul ettirdiler. Çünkü insanlar kendilerine bir gelecek ararken bunları reddettikleri taktirde patronun asla kendilerine yüz vermeyeceğini biliyorlar. Bunları ya bile bile lâdes şeklinde veyahut dangalaklıkları sebebiyle kabul ediyorlar. Serbest piyasa ekonomisi, insan hakları ve demokrasi mekanizması bütün dünyada işleyen bir mekanizma. Bunlar birbirini destekler, herkesin lehine bir sonuç verirler düşüncesiyle işler ilerliyor. Bunun içinde tabii ki Türkiye’nin haritadan silinmesi de var. Bu mekanizma harekete geçtiği zaman 1. Dünya Savaşı sonu şartlarına göre teşkil edilmiş olan Türk yönetimi 2. Dünya Savaşı’nın sonunda dayatılan şartlara adaptasyonda başarısız kaldığı için hem 1. Dünya Savaşı’nın sonuçları, hem 2. Dünya Savaşı’nın sonuçları global tavırla tasfiye ediliyor. Türkiye’de olan bu. İşte İstiklâl Marşı bize bütün bunlar karşısında tutulacak yolun ne olduğunu gösteriyor. Bu yolu İstiklâl Marşı doğrudan doğruya “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” mısraıyla ifade ediyor.
İstiklâl Marşımıza ilk itiraz Nazım Hikmet’ten gelmiştir. Diyor ki, “Bize Allah’ın bir vaadi yoktur, biz kendi geleceğimizi kendimiz tayin ederiz.” İstiklâl Marşı ile olan zıtlaşma burada başlıyor. Bizim de İstiklâl Marşı’nı kendi ideologimiz olarak kabul etmemiz halinde ilk önce bunu anlamamız gerekiyor. İstiklâl Marşı bize nasıl bir hedef gösteriyor? Bu sorunun cevabı ‘“Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?” mısraında saklıdır. Dünyayı kendi standartlarına icbar eden bir Avrupa Medeniyeti bahis konusudur ve İstiklâl Harbi bu standartları hiçe saymak için verilmiştir. Eğer İstiklâl Harbi verilmemiş olsaydı, Sevr Antlaşması’na göre Amerikan Devlet Başkanı Wilson bizzat Ermenistan devlet başkanını tayin edecekti. Sevr’de böyle bir madde var. Böyle soyut, sosyolojik birtakım tahliller yüzünden burada değiliz. Doğrudan doğruya müşahhas, birilerinin yaptığı, birilerinin yapamadığı, birilerinin yapmaya devam ettiği şeyler dolayısıyla bir yerdeyiz. İstiklâl Harbi’nin verilmesi sonucunda Türkiye’de bir hükümet şeklinin kabulü, dünya şartlarının lehimize en fazla bu kadar kullanılabileceği inancının sonucudur. Onun için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1. kadrosu tasfiye edilmiş ve 2. Meclis Lozan Antlaşması’nı onaylayabilecek insanlardan kurulmuştur. 1. Meclisimizde İstiklâl Marşı’nın altında imzası olan Mehmet Akif, 2. Meclis’te hiç de İstiklâl Marşı havasından çalmayan Yahya Kemal vardır. Buna rağmen Yahya Kemal de Lozan Antlaşması’na ret oyu verenlerden birisidir. Neden Lozan Antlaşması’na ret oyu veriyorlardı, Sevr’den yana oldukları için mi? Hayır! Lozan Antlaşması’nın Misak-ı Millî’nin hedeflerini elde edemeyişi yüzünden.
Bizim 27 Mayıs 1960’a kadar hayatımızı temin eden şey İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedef sebebiyle tatmin edilmiş, teskin edilmiş insanların düzeniydi. 27 Mayıs’tan sonra hâlâ bir Türkiye’nin olup olmayacağı meselesi ciddi bir meseleydi. Eğer Türkiye dünya düşünce biçiminin tasdik edeceği bir idare biçimine kavuşursa Türkiye’nin ömrünü garantiye bağlayabileceği düşünülüyordu. Dolayısıyla, “Türkiye’de sosyalist bir yönetimin temin edilmesi Türkiye’nin varlığını da bir esasa kavuşturabilecektir.” fikri canlıydı ama bu işin içinde Sovyetler Birliği’nin ömrünün ne kadar gideceği meselesi bir soru işareti olduğu için orada çok karışık işler döndü. Ama daha sonra Türkiye’de tek kültürel değer olan İslâm’ın devreye girme korkusu siyasal İslâm’ın üretilmesine sebep oldu ve bile isteye Türk milletinin İslâm sebebiyle hayatının en özenilir şekle girmesi ümidi yok edildi.
Bugün hâlâ bir devlet devamı bahis konusuysa bu İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedefin yeniden anlaşılmasıyla veyahut gerçek boyutlarıyla anlaşılmasıyla mümkün olacaktır. Onun için İstiklâl Marşı Derneği “son ocak” oluyor. İstiklâl Marşı’nın yeniden anlaşılmaması halinde Türkiye’nin bir daha ülke olarak adının geçmesi ihtimali sıfırlanacaktır. “Korkmayın, Türkiye’ye bir şey olmaz.” diyenlerin hepsi Türkiye’nin haritadan silineceğini gayet iyi bildikleri için halkı atıl tutmaya çalışan insanlardır. O yüzden bizim İstiklâl Marşı’nı anlamamız, İstiklâl Marşı’nın tarihteki yerimizi tanımada nasıl işe yarayacağını keşfetmemiz gerekiyor. Eğer biz bir millet bütünlüğü fikrine yabancı kalırsak… Türkiye öyle bir ülke haline geldi ki insanlar Kanada’ya yerleşmeyi hayatlarının kurtulması olarak düşünüyorlar. Dolayısıyla bu insanların Türkiye’nin haritadan silinip silinmeyeceği konusunda samimi fikirleri olduğunu kabul etmek çok zor. Kendi kurtuluşunu Türkiye dışında arayan bir insanın Türkiye’nin istiklâliyle ilgilendiğini söylemek çocukça bir şeydir.
Bir şey yapılabilinir mi? Eğer biz kaçaklardan veya oturaklılardan değilsek bir şey yapılabilinir. Ben İstiklâl Marşı Derneği’nin Adana Şubesi’nin açılışı dolayısıyla size şunu haber vermek istiyorum. Allah beni yalancı çıkarmasın, biz girdiğimiz yolda, tutturduğumuz istikamette Mekke’nin fethine benzer bir sonuç alma azmindeyiz. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak dünyanın şartlarının ne olduğunun anlaşılması ve bu şartlar karşısında bizim kim olduğumuzun ortaya çıkması anlayışından medet umuyoruz. Bir şey anlaşıldığı taktirde bunun gereğinin yapılmasının hiç de zor olmayacağını düşünüyorum. Ama bütün mesele o şeyin anlaşılıp anlaşılmamasındadır. Türkiye’nin murat ettiği taktirde aşamayacağı hiçbir zorluk yoktur ama bu zorluğu aşma imkânları sistematik olarak Türkiye’ye iyi şeyler yapılıyormuş gibi gösterilerek tahrip ediliyor. Her seferinde söylüyorum -çünkü bu beni çok yaralamış bir şey, bu yaranın kapanacağına da ihtimal veremiyorum- bizim yedi tane fizikçimiz, altı tanesi uçak kazası süsü verilen bir suikastla, sağ kalan son kadın fizikçi de kayak yaparken öldürüldü. Türkiye’de bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu ve Türkiye’ye kasteden insanların kimlere kastettiklerini birilerinin bilmesi lâzım. Bu fizikçiler namaz kılan, oruç tutan adamlar değildi büyük bir ihtimalle. Ama Türkiye’nin devamının bir parçasıydılar. Ve bu ciddi bir kesinti oldu Türk hayatın devamı için.
“Biz Türkiye’de nasıl bir gelecek ümit ediyoruz?” sorusuna çocuk olmadığımızı göstererek cevap vermemiz lâzım. Çünkü çocuklar oyuncaklarla aldatılır. Biz hayatımızın oyuncaklarla devamını hoş kabul eden insanlar olduğumuz sürece bizi çocuk yerine koymaktan birileri hep istifade edecek. Meselâ hiç kimse Türkiye’de bu kadar çok sayıda üniversite olmasının hâsılasının ne olduğunu sormuyor. Türkiye’de sadece iki üniversite varken Türkiye’deki akademik hayatın seviyesiyle bugün sayısı herhalde beş yüze varmış olan üniversitelerin temin ettiği akademik seviyeyi karşılaştırın. İki üniversiteli seviye akıl almaz bir mesafe gösterecektir bize. Yani bizim Türkiye’de sadece yedi tane lisemizin olduğu zamandaki tedrisata bakın, bir de bugün her yerde gördüğümüz liselerdeki tedrisata bakın. 1950 yılında liseyi bitirmiş bir adamın hem şahsiyet olarak hem de ansiklopedik donanım olarak müktesebatı ile bugün liseyi bitiren birinin müktesebatını karşılaştırın. Karşılaştıramazsınız bile.
Ne demek istiyorum? Türk devletinin sadece devamı değil aynı zamanda diğer dünya devletleri arasında yerini değerli kılacak her şey Türkiye’den alınıyor. Bunun yerine bütün çocukları kandırdıkları gibi bizi de kandırıp oyuncaklar veriyorlar. Bu bazen de fikrî oyuncaklar haline geliyor, insanlar sadece çocukların ilgilenebilecekleri düşüncelerle oyalanıyorlar. Hayatlarında hiçbir zaman derinleşmemiş olmayı bir kayıp saymıyorlar. Belki sayfalar dolusu bir şeyler okuyorlar ama bu bir düşünerek okunmuş bir sayfanın yerini tutmuyor. Burada bir bozukluk var. Bu bozukluğu kendiliğinden ortaya çıkmış sayarsanız zavallılar arasına girersiniz. Bu bozukluk özel bir bozulmadır, bozmadır. Birileri hususî operasyonlar yapıyor Türkiye üzerinde. Onun için İstiklâl Marşı’na baktığımız zaman, baştan sona bize bugün Türkiye’de dayatılan formların tamamının reddini emreden bir tavır görüyoruz. İstiklâl Marşı “korkma” ile başlıyor, “istiklâl” diyerek bitiyor.
Bir noktayı daha izah edeyim, ondan sonra soruları alalım. İstiklâl Marşı metninde -buraya bakıyorum çünkü biz toplantılarımızda İstiklâl Marşı asarız, bugün yok-, İstiklâl Marşı metninde Allah kelimesi geçmiyor, İslâm kelimesi geçmiyor, Türk kelimesi geçmiyor. Hâlbuki İstiklâl Marşı Derneği bu üç lâfzın dışında kıymetli hiçbir şey tanımıyor. Burada bir tuhaflık ileri sürülebilinir. İstiklâl Marşı’nda Allah kelimesi geçmiyor onun yerine Hak deniyor, İslâm kelimesi geçmiyor ama millet kelimesi geçiyor, Türk kelimesi geçmiyor bunun yerine ırk kelimesi geçiyor. Türk kelimesi geçmiyor çünkü bir mahcubiyet var. Türk diyecek kadar kendini dünya karşısında rahat hissetmiyor. Çünkü 1919’da Mekke Kalesi’nden Türk bayrağının indirilmesine sebebi ne olursa olsun rıza gösterilmiş. İstiklâl Marşı’nda o yüzden Türk kelimesi geçmiyor. Bunun yerine ırk kelimesi geçiyor çünkü bu İslâm ırkının davası. Hiç olmazsa Mekke ve Medine’yi müdafaa edememiş insanların kendi vatanlarında sözünün geçtiği ve İslâm ırkının devamına sebep olacak işlerin yürütülebileceği bir alandan cennet vatan olarak bahsediliyor. Hak kelimesi Allah yerine kullanılıyor. Çünkü Avrupalı güçlerin dayatmaları neticesinde ilân edilen Tanzimat Fermanı sonunda herkesin Müslüman olmanın dünya ölçüsünde aynı zamanda haklı olmayı göstermeye yarayacağını düşündükleri bir yüz elli sene yaşanmış. Bunları bilmemiz lâzım. Fakat bunlar büyük bir ihtimalle benim dilimden dökülürken sizin bir yerlerinize ulaşmıyor. Ben bunu biliyorum fakat dediğim gibi yaptığım birçok şeyi farz-ı kifâye olarak yapıyorum. Size ulaşmıyorsa ne yapayım, ben bunu söylemek zorundayım. Ama gençlik yıllarımdan beri Gazneli Mahmut’un bir sözü benim işime yaramıştır. O diyor ki, “Duvara söyle ki kapı duysun”. Yani duvara söylemem duvara bir şey anlatmak için değildir. Eğer orada kapı varsa o işe yarayacak. Ben konuşmamın başında sahip olduğum rahatlığı tükettim. Sorusu olan var mı?
(Bir dinleyici Tunus ve Mısır’daki hadiselerle alâkalı bir soru soruyor.)
Bugün Tunus’ta ve Mısır’da birtakım hareketler oluyor. Bunlar tıpkı bizim referanduma benzer şeyler. Ne Mısır’da ne de Tunus’ta yaşayan insanların kendi toplumsal taleplerinin uzantısı olan şeyler değil. Bu doğrudan doğruya uluslararası istihbarat teşkilâtlarının ne söylesek yanlış olacak gayelerinin -onların gayelerini keşfedebilmek için onların bir parçası olmak gerekiyor, iyi ki onların gayelerini bilmiyoruz- bir yansıması. Türkiye’deki referandum da buna benzer bir şeydi, bir nabız yoklamasıydı. Türkiye’de millî şuur dediğimiz şeyin hangi seviyede olduğunu, Türkiye’deki insanların nasıl mıncıklanabileceğini test etmek üzere yapılmış bir şeydi ve Türkiye’deki insanlar mıncıklanmaktan ne kadar zevk aldıklarını bu referandum dolayısıyla gösterdiler. Türkiye’yi mıncıklayan eller Türkiye’ye ait eller değil. Bunlar, Türkiye’ye ait olmayan eller gâvurdan başkasına ait ise onu da ben bilmek isterim. Beni dinlemek sabrını gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Adana, 29.01.2011