Selâmün aleyküm. Eskiler öyle demişler, “Ne sizden rükû, ne bizden kıyam / Selâmün aleyküm, aleyküm selâm”. Konuşmama protokole uygun bir şekilde burada bulunan en büyük mülkî amirin ya da ünlü kişinin adını anarak başlayabilirdim. Ama böyle bir süreç içinde konuşmak üzere burada bulunmuyorum. Konuşan kişinin mükâfatı dinleyici bulması imiş. Bir insan konuşuyor ve kendini dinleyen birilerini buluyorsa mükâfatına kavuşmuş sayılırmış. Dolayısıyla beni dinlemek zahmetine katlanarak buraya kadar geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim. “Hududu Aşmak, Hududu Korumak”, konuşmamızın başlığı bu. Siz tabii konuşmanın başlığını işitip de, “Acaba bu başlık altında ne söylenir?” merakıyla buraya gelmiş değilsiniz. Doğrudan doğruya bu konuşmayı yapacak olan adamın ne söyleyeceğini merak ettiğiniz için buraya geldiniz. Yoksa konuyu merak etmiyorsunuz.
(Bir dinleyici: Ediyoruz.)
Ediyorsunuz, peki… Bu konuda hiçbir zaman anlaşamadık zaten. Ben bir şey söyledim, herkes itiraz etti. Hududu aşmak konusu Kur’ânî bir mefhumdan kuvvet alır. Kur’ân-ı Kerim’de bize devamlı olarak haddi aşmamak ikazında bulunulur. Haddi hududu aşmamak gerekiyor. Bunu bir kere anlamamız lâzım. Ondan sonra da hudutların manası üzerinde düşünmemiz lâzım. Bugün Türkiye’nin geldiği yerde ikisi de muallâkta olan bir şey. Had, hudut konusunda bir uzlaşmamız, bir anlaşma zeminimiz yok. Hem de hududun, haddin ne olduğuna dair bir fikre sahip değiliz. Size bir şeyleri izah etmem lâzım. Önce insan olmak ve insan olmanın hudutları hakkında bir fikre sahip olmak önümüzde izaha muhtaç bir şey olarak duruyor. İnsan olmak, insan olmanın hudutlarını aşıp aşmamak… İnsan dediğimiz mahlûk, kelimenin kendisinden anlaşılacağı gibi ünsiyet sahibi olan mahlûktur. İnsan yerle gök arasındaki ünsiyetin ne olduğunu bilen mahlûktur. İnsan ne tam olarak süflî bir yaratıktır ne de tam olarak ulvî bir yaratıktır. Ulvî olanla süflî olan arasındaki mahlûktur. Dolayısıyla insan hem ulvî olanla hem süflî olanla ünsiyet kurabilir. İnsan hudutlarını bilip o hudutlar içinde kalmayı hayatı olarak tanımak durumunda olan yaratıktır. Ne tam olarak akıl, melekler gibi; ne de tam olarak şehvet, hayvanlar gibi. Bu iki hat arasındaki mahlûka insan diyoruz. Saf olarak akıl, saf olarak şehvet; insanın aradaki alanı doldurması bahis konusu. Bunları niye söylüyorum? İnsanoğlu yaratılmışlar arasında yapısından hayatını üretemeyen tek yaratıktır. Diğer yaratılmışlar; cemadat, nebatat veya hayvanat bünyeleri itibariyle hayatlarını kurabilirler. Bazılarının cansız yaratıklar dediği yaratıklar; işte taş, toprak, su, hava gibi yaratıklar var olmakla manalarını kazanmış olurlar. Onların mevcut oluşları manalarını izah eder. Ama bitki veya nebat dediğimiz yaratıklar manalarını topraktan alırlar. Hayvanlar ise manalarını zamandan alırlar. Köklerinden sökülen nebat artık manasını kaybetmiştir. Hayatiyetini devam ettirmek üzere belli vakitlere riayet etmeyen hayvan da manasını kaybetmiştir. İnsan acıkmadan yiyebilen, susamadan içebilen ve üremek için belli bir vakit kaydına uymak zorunda olmayan bir yaratık. Dolayısıyla insan ne zaman yiyip içeceğini, neyi yiyip içeceğini ve nasıl üreyeceğini bir kaynaktan öğrenmek suretiyle bilebilir. İnsanın insanlığı doğrudan doğruya bilgiye, dışarıdan aldığı bir bilgiye bağlıdır. İnsanın dışındaki yaratıklar bu bilgiyi bünyelerinden çıkarırlar. İnsan, kendi bünyesinden insanlığını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu bilgiyi çıkaramaz. Onun için bu bilginin bir yerden geliyor olması lâzım. Nereden gelecek bu bilgi? Bazı insanlar belki deneme yanılma yoluyla, tecrübelerinden temin edebilir bilgiyi ve bunu da nesilden nesile dil vasıtasıyla aktarabilir. Dolayısıyla bu izah yüzünden herhangi bir ilâhiyata ihtiyaç duymayız, duymayabiliriz. İnsan eğer hayatiyetini devam ettirmesi gereken bilgiyi deneme yanılma yoluyla ediniyor ve lisan vasıtasıyla kuşaktan kuşağa aktarabiliyorsa, yani insan bir kültürün ürünüyse o zaman burada biraz önce yaptığımız insan tarifine uymayan, o tarifle uyuşmayan bir başka insan tarifi karşımıza çıkar: İnsanoğlu kültür içinde varlık kazanır ve bu kültürün şekli, derecesi insanları farklı farklı yerlere iliştirir. Eğer insan kültür aracılığıyla hayatını devam ettiren bir yaratıksa onun ulviyet gibi, ilâhiyat gibi bir alanla temasının bahis konusu olmaması lâzım. Nitekim bu inanç o kadar yaygın bir şeydir ki insanlar kültürden edindikleri mutalar ile tatmin olurlar ve iyi-kötü ayrımlarını kültürün kendilerine kazandırdığıyla yaparlar. Bu son derece mücerret izahatı hayatımızın cereyanı ile müşahhaslaştırmamız lâzım. Bugün niçin burada toplandık ve ben neden çene çalıyorum, bunu yerine oturtmamız lâzım. İnsan oluşumuzla insan kalıp kalmayacağımız arasındaki irtibatı kurmamız lâzım. Bu nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu, dolayısıyla şu anda nerede olduğumuzu izaha açık bir şeydir. Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve şu anda nerede bulunuyoruz. Yani bizim ulvî olanla süflî olan arasında ünsiyet kuran bir yaratık olup olmadığımız meselesi ciddi bir meseledir. Biz insan mıyız, değil miyiz? Eğer kültürle hayatını devam ettiren bir şey isek, bir varlık isek insanlığımız bir yerdedir. Ama eğer biz ulvî olanla süflî olan arasındaki irtibatı kuran, bu ünsiyetin ortaya çıkardığı bir yaratık isek başka bir yerdeyiz. Bu akşam burada benimle kurduğunuz bağ sonucunda gidip yatağınıza yattığınızda, “Birisi geldi, zırvaladı gitti. Biz de vaktimizi kaybettik.” diye düşünebilirsiniz. Veyahut, “Yahu burada bir şeyler var. Bundan sonra dünyaya bakışımla bir şeylere itina göstereceğim.” demek var. Bunu konuşacağız.
Milâdî olarak 2010 yılında bulunuyoruz. Bu gene milâdî ölçülere göre 21. asır demek ve Türkiye’de kullanılan takvime göre nisan ayındayız, nisan ayının da 10. gününde. Bir kere biz böyle kendimizi vakit bakımından bir hudut içine alıyorsak, bu hudut bizim manasını bilmediğimiz hudutlar içinde olduğumuz demektir. Biz neden milâdî olarak 21. asırdayız? Bunun manasını bilmiyoruz. Çünkü bizi hiç ilgilendiren bir şey değil, eğer Müslüman isek. Çok manasız hudutlar içinde olabilir ve bu hudutları aşıp aşmamak konusunda birtakım zorluklarla karşılaşabiliriz. Bütün bunları bir yere oturtmamız lâzım. Biz -dediğim gibi- 10 Nisan 2010 tarihinde ne yapıyoruz? Ben de dâhil olmak üzere bugün Müslüman takvimine göre hangi yılda olduğumuzu, hangi ayda, hangi günde olduğumuzu söyleyecek pek fazla insanın bu kalabalıktan çıkacağını sanmıyorum. Belki çok meraklı bir-iki kişi vardır. Dünyada şu anda biz bir sulta altında yaşıyoruz. Hayatımızı “böyle yaşayacaksın” diye tayin eden çevreler, odaklar, güçler var. Biz bugün kendi tercihlerimiz doğrultusunda bir hayatı devam ettiren insanlar değiliz. Bir kültürün içindeyiz ve bu kültürün şartlarını da kabul etmiş haldeyiz. Bilhassa Türkiye’de bu durumdayız. Türkiye yaşama imkânlarını heba etmiş bir ülke olarak şu anda görüntüsünü koruyor. Ama çok kısa bir zaman sonra eğer hususen bazı değişiklikler, bazı yön değişmeleri vuku bulmayacak olursa bu görüntü ortadan kalkacak. Yani ben burada “Hududu Aşmak, Hududu Korumak” konusundaki konuşmamda size Türkiye Cumhuriyeti devleti diye bildiğimiz mevcudiyetin tehlikede olduğunu söyleme gayesiyle bulunuyorum. Benim anladığım kadarıyla Türkiye haritadan silinmenin arifesindedir. İnsanlar kendilerine çok yabancı bir kültürün sultası altında olduklarını bilmeden yaşadıkları için bu tehlikeden bihaberler. Hatta bu tehlikenin yaklaşması için de gayretli olmayı iyi bulur haldeler. Siyasî bir tahlil gerekiyor bazı şeyleri anlamamız için. Bugün Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet var. Bu devlet neden var ve nasıl var? Türkiye’nin varlığı nereden neşet ediyor? Bunu bir anlamamız lâzım. Sık sık söylediğim bir sözü tekrarlamak zorundayım: Türkiye iki kez vatan oldu ve üçüncü bir fırsat eline… Türkiye ikinci kez vatan oluşunun imkânlarını kaybederse, dünyada Türkiye diye bir ülke olmayacak. “Olmayıversin!” diyen milyonlarca insan yaşadığını biliyorum bu ülkede. “Hayır, ben Türkiye’den vazgeçmem.” diyen birtakım insanlar varsa sözüm onlaradır. Yoksa öbür süreç devam ediyor. “Türkiye dünya haritasından yok olsun, bu benim işime gelir.” diyen insanların değirmeni dönüyor. Ve gayet de iyi işliyor. Bizim Türkiye’nin yok olmasına itiraz edenlerle bir iki lâf etmemiz lâzım. Eğer varsa onlar; hele bilhassa aranızda varsa. Türkiye, çok kestirmeden bir izaha başvuracak olursak, 13. asırda Haçlı Seferlerinin başarısızlığa uğraması üzerine Türklerin Hıristiyan topraklarını idareleri altına almaları suretiyle doğdu. Türkiye diye bir ülke Haçlı Seferlerinin başarısızlığı üzerine bugün yaşadığımız topraklarda Türklerin idareyi ele almaları suretiyle doğdu. Burada hususî bir vakıa da cereyan etti. O dönem, Haçlı Seferlerinin başarısızlığını bilen Papalık (Vatikan), Mısır’ın iktisaden güçlü hale gelmesini tehlikeli bulduğu için bugün yaşadığımız topraklarda bir iktisadî canlanmanın gerçekleşmesine engel olmadı. Destekledi diyemem ama en azından engel olmadı, Mısır’ın güçlenmesi daha büyük bir tehlike görüldüğü için. Böylece biz burada bir şekilde son derece bulanık anlayışlar içinde, son derece netlikten uzak davranış formları ile beraber bir vatana sahip olduk. Milâdî olarak 1200’lü yıllar, 13. asır. 17. asrın başına kadar yani 1600’lü yılların başına kadar bu yaşadığımız topraklar dünyadaki en makbul yerler haline geldi. 17. asrın başında, dünyada bizim bugün yaşadığımız yerler, Balkanlar da, bugün Ortadoğu diye bildiğimiz yerler de dâhil olmak üzere daha özenilecek bir hayatın başka yerde olmadığı topraklar olarak var idi. Bunları uzun uzun, adım adım izah etmek vakit alacağı için hemen ikinci vatan oluşa geçmek istiyorum. Dünyada Türklerin parlaklığını geride bırakmak, Türkleri dünyadaki itibarlı yerlerinden kovmak üzere bir gelişme cereyan etti. Biz buna kısaca Batı Medeniyeti diyoruz. Batı Medeniyeti dediğimiz şey, dünyada Türklerin parlaklığının sona erdirilmesi için girişilen çabaların ortaya çıkardığı şeydir. Bu medeniyet 1914 yılında bugün yaşadığımız şartları üretecek olan hamleyi yapmak üzere bir teşebbüste bulundu. 1914’te Birinci Cihan Harbi başladı. Bir tarafta İtalya, Fransa, İngiltere, Rusya; diğer tarafta Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere bir savaşa sahne oldu dünya. Birinci Dünya Savaşı diyoruz buna, bazıları Büyük Savaş falan filân da diyorlar. Savaşın son yılında, 1917’de Amerika Birleşik Devletleri de İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan cephesinde savaşa girdi. Bizim bu savaş dolayısıyla duçar olduğumuz durum Türk milletinin tarihten silinme tehlikesiyle yüz yüze gelişidir. Türk milleti Birinci Cihan Harbi dolayısıyla tarihten silinme tehlikesini atlatamadı, mağlûp tarafta yer aldı. Bizim yaşadığımız topraklarda 1918 yılında Türk bayrağının altı can emniyeti ve mal emniyeti bakımından en namüsait yerdi. İnsanlar canlarını korumak, mallarını korumak istiyorlarsa Türk bayrağının altından kaçıyorlardı. Yunan bayrağının altına, İtalyan bayrağının altına, İngiliz bayrağının altına, Fransız bayrağının altına, Amerikan bayrağının altına gidiyorlardı. Fakat Türk milleti bir İstiklâl Harbi vererek ve o İstiklâl Harbi’nin bir safhasında İstiklâl Marşı’nı millî marş olarak kabul ederek tarihten silinmeye rıza göstermediğini gösterdi. İstiklâl Harbi Türk milletinin tarihten silinmesine mani olarak, Türk topraklarının yeniden vatanlaşmasını sağlayarak gerçekleşti. Türk istiklâli dediğimiz şey bu. Bunun manası çok büyük. Çünkü 1918 yılında ta Haçlı Seferlerinden beri devam eden dava bir sonuca bağlandı. Haçlı Seferleri’nden beri devam eden dava şudur: İslâm bir askerî güç ve bir siyasî organizasyon olarak dünyada varlığını devam ettirecek mi? Bu Haçlı Seferleri’nde de birinci mesele, İstiklâl Harbi’nde de birinci mesele.
İstiklâl Harbi’nin verilmesi bahis konusu olduğunda müessese itibariyle direniş gösteren tek kuvvet ordu idi. Onun için İstiklâl Marşı “Kahraman Ordumuza” ithaf edilmiştir. Müessese itibariyle İslâm’ın mevcudiyetini inkâr etmeyen unsur bu topraklarda ordu idi. Ordudan başka hiçbir müessese direnme niyetinde de değildi, o cesareti gösterebilmiş de değildi. Fakat bunun dışında bizim bir türlü şeklini tayin edemediğimiz ve halini anlayamadığımız bir millet ruhu vardı. Bu millet ruhu dediğiniz nane ruhu gibi bir şey mi? Bunu bilmiyoruz ama bu vardı. Ordu da bu millet ruhundan kuvvet alarak direnebildi. Herhangi bir zabit, “Memleket içindir bu.” diye bir emir verdiğinde buna riayet edebilecek, buna riayet etmeyi vazife sayan bir millet vardı. Bunlar kimlerden teşekkül ediyordu, kaç kişiydiler bu bildiğimiz bir şey değil. Ama bu vardı. Biz bir şekilde vatanımıza kavuştuk. Hudutları olan bir yaşama çerçevesi ya da yaşama zemini sahibi olduk. Hudutları olan… Bu fevkalâde önemli bir şey. Biz bugün Türkiye’de komşularıyla sıfır sorunlu bir Türkiye’yi iyi bir şeymiş gibi gösteren insanların melânetiyle yüz yüzeyiz. Bir ülkenin komşularıyla sıfır sorunlu olması o ülkenin olmaması demektir çünkü o ülkenin sınırlarının olmasının bir manası vardır. Bilhassa bizim memleketimizin sınırlarının olmasının bir manası var. Biz bugün 780.000 kilometrekare üzerinde yaşıyoruz. Bu Türk vatanıdır ve Türk topraklarıdır. Bunun başka bir adı yoktur. Bizim hudutlarımız Türkiye dediğimiz ülkenin Ermenistan, Yunanistan, Gürcistan, Kürdistan olmaması ile taayyün etmiş bir yerdir. “Burası niçin Türkiye’dir?” sorusuna, “Burası Ermenistan olmadığı için Türkiye’dir, burası Kürdistan olmadığı için Türkiye’dir, burası Lazistan olmadığı için Türkiye’dir, burası Yunanistan olmadığı için Türkiye’dir.” diye cevap verebiliriz ancak. Aksi halde bizim bir vatanımız olmaması lâzım. Hududu aşmak meselesi bizim insanlıktan çıkıp çıkmadığımızla alâkalı bir mesele. Biz ulvî olanla süflî olan arasındaki ünsiyetin ne olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değilsek kolaylıkla hududu aşarız. Bu insan oluşumuzla alâkalı bir şeydir ve insan oluşumuz bizim varlığımızın bio-kültürel bir varlık olmaktan ibaret olmadığının anlaşılmasıyla imkân alanına girer. Peki, insan bio-kültürel bir varlık olmanın dışında nasıl bir varlıktır? İlâhî bilgiyle irtibat kurmuş olan bir varlıktır. Bizim haddi aşmamız meselesi hadler hakkında bilgi sahibi olmamız meselesine bitişiktir. Ama hududu korumak dediğimiz zaman bizi ilâhî bilgiyle münasebettar kılacak bir güvenlik alanına sahip olup olmadığımız meselesi öne çıkar. Biz İstiklâl Harbi vermek suretiyle Allah’a ibadet etmemize mani olan güçlerin üzerimizdeki baskısını hiçe saydığımızı gösterdik. Onun için 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesi -cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilân edilmesiyle beraber- “Devletin dini, din-i İslâm’dır” şeklinde değiştirildi. Biz cumhuriyetin ilânıyla beraber devletin dininin din-i İslâm olduğunu kayda geçirdik. Ne zamana kadar? 1928 yılına kadar. 1928 yılında bir Anayasa değişikliği yapıldı ve devletin dininin din-i İslâm olduğu hükmü Anayasa’da yer almamaya başladı; 1937 yılında aynı madde Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okunu Anayasa’ya sokmak suretiyle değişti. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduktan 14 sene sonra 1937 yılında devletçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, inkılâpçılık, cumhuriyetçilik umdelerinin kabulü haline dönüştü. Bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşıyorsak bu bizim bir parti politikasının dayatmasıyla gerçekleşen anayasa değişikliğinin güvencesi sebebiyle olan bir şey değil, tam tersine bu toprakların kimin toprağı olduğunun tasrih edilmesi suretiyledir. Anayasa’daki değişikliğin bize hayat veren kısmına dikkat etmemiz gerekiyor. Bizden kuvvet eksilten kısmına da yine dikkat etmemiz gerekiyor. Hududu aşmak insanlıktan çıkmaya doğru bir adımdır. Hududu korumak insanlığın idamesine hizmetteki kararlılıktır. Biz Türkiye’de yaşayan insanlar olarak Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına rıza göstermek zorunda kaldık. Nedir Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları? Birinci Dünya Savaşı’nın ilk sonucu yürürlükteki malî sistemin önündeki en büyük engellerin kaldırılmasıydı. 1918 yılında artık Rus çarı yani Rusya İmparatorluğu yoktu, Avusturya-Macaristan imparatoru yani Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yoktu, Alman kayzeri yani Alman İmparatorluğu yoktu, İslâm halifesi -o biraz daha muhataralı bir mesele ama en azından Osmanlı padişahı- yoktu. Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu bu. Dünyada yürürlükte olan malî sistem kendisine ayak bağı olan pürüzü kaldırmıştı. İnsanlar ekonomik işleyiş dolayısıyla ittiba edecekleri hiyerarşi yerine hayatlarının değer üreten kısmına ittiba etme ihtimalini kaybettiler. Rusya’da İhtilâl’in çıkmasıyla beraber artık bir Rus, “Bana Rusya Ana ve Çar Baba yeter.” diyemez oldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki bütün unsurlar, “Biz monarşinin nimetleriyle hayatımızı iyi biçimlendirebiliyoruz.” deme imkânından mahrum oldu. Alman kayzerinin ortadan kalkmasıyla beraber -tabii Alman İmparatorluğu’nun da ortadan kalkması demekti bu- Almanlar, “Biz dünyadaki öncü millet olma vasfına dayanarak iyi yerimizi muhafaza edebiliriz.” gerekçesinden mahrum oldular. Türkiye’yi hiç katmayalım, onu uzun uzun anlatacağız. Malî hegemonya birtakım mensubiyetler sebebiyle maddi kazancın tek belirleyici olması kıskacını kırabilecek durumu ortadan kaldırdı. Bu Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonucudur. İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı sonucunda elde edilen hâsılanın muhtemel pürüzlerini ortadan kaldırmak üzere çıktı. Dünyadaki malî hegemonya ya da malî hiyerarşi alternatif düzenler üretebileceği ihtimalini destekledi. Bugün globalizm dolayısıyla üç şeyi kabul etmek zorunda kalıyor insanlar: demokrasi, insan hakları, serbest pazar ekonomisi. Bu üçünü kabul ettiğiniz zaman global dünyayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bunların savunulması, bunların ileri götürülmesi sizlere statü kazandırıyor. Bu aslında iki harp arasında kafası çalışan insanların kafasını meşgul eden şeydi. Acaba Birinci Dünya Savaşı sonucunda ortadan kaldırılan büyük siyasî birlikler, mensubiyetler yeni beraberliklerle, yeni fikrî uzlaşmalarla yer değiştirebilir miydi? Bunu laboratuvar deneyi gibi yaptılar ve önce 1917 yılında Sovyet sistemi kurulmaya başlandı, arkasından İtalyan faşizmi devreye girdi. Türkiye Cumhuriyeti bir hususî deney olarak ortaya çıktı. 1933 yılından itibaren Nasyonal Sosyalist Almanya canlandı. Böylece İngilizce “non-market economy” dedikleri şey, yani serbest piyasa ekonomisi esaslarıyla işlemeyen bir düzen başarı hudutlarının ne olduğunu yokladı. İkinci Dünya Savaşı bu yoklamanın tasfiye edilmesi ile bitti. Dünyadaki malî hegemonya muhtemel alternatifleri de yok ederek insanlığın üzerine çöktü. Bizim başımıza gelen geldi, bu işler içinde.
1923’te Cumhuriyet ilân edildi. Akabinde birtakım inkılâplar yapıldı, Türkiye bütünüyle İslâm kültüründen kopartıldı. Çünkü Türkiye’nin ilerlemesi için İslâm kültürüne ihtiyaç olmadığı fikri hâkimdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada. 1930’a kadar inkılâplar devam etti. 1933’te çok parlak bir 10. Yıl kutlaması yapıldı ve Tek Parti idaresi İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etti. Bunun özelliği şuydu: Dünyada malî hiyerarşi ve hegemonyaya dayalı bir sistem var. Bu sisteme Türkiye toprakları tarım ürünleri ihracı vasıtasıyla iliştirildi. Tam bir entegrasyon değil; sistemin içine alınmadı ama sisteme iliştirildi Türkiye, 1923’ten 1945’e kadar. 1945’te Türkiye Birinci Dünya Savaşı sonunda elde edilen rahatlama imkânını kaybettiğini acı bir şekilde, şoka girmiş bir halde öğrendi. 1923’te cumhuriyet ilân edildi, 1925’te Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı yapıldı. Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı taraflar itiraz etmedikleri taktirde on yılda bir yenilenecek bir pakt idi. 1935 yılı geldiğinde bu anlaşma otomatik olarak yenilendi. 1939 yılında savaş çıktı. Savaşın bir safhasında Alman birlikleri Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve Türkiye bütün savaş boyunca tarafsız kaldı. Ne müttefiklerden yana bir eğilim gösterdi ne mihver devletlerinden yana. O dönemde böyle bir politika güdüldü Türkiye’de. Savaşı kazanma ihtimali hangisinin yüksekse, o gün nasıl görünüyorsa, ona göre bir şey yapıldı. Savaşı kazanma ihtimali hangi taraftaysa ona tebessüm edildi, öbürüne kaşlar çatıldı falan. Bütün savaş bu şekilde idare edildi. 1945 yılı geldiğinde Sovyetler Birliği Türkiye’ye, “Ben saldırıya uğradım ve sen benimle Saldırmazlık Paktı imzalamış bir ülke olarak bu işe hiç karışmadın. Dolayısıyla ben aramızdaki anlaşmanın işe yaramayacağını düşünüyorum.” dedi ve anlaşmayı kaldırdı. 1945 yılında artık Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı yoktu. Bu sözleşme kaldırıldıktan bir sene sonra, 1946 yılında Josef Stalin, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne bırakılması, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında Sovyet kontrolünün kabul edilmesi istikametinde bir nota verdi Türkiye’ye. Türkiye’de idareye hâkim olanlar büyük bir telâşa kapıldılar ve cankurtaran simidi saydıkları bir teşkilâta, NATO’ya canhıraş bir şekilde kendilerini attılar. Hatta Kore’de İngiliz ve Amerikan askerlerinin canlarını kurtarıp kendi canlarını feda ederek Türkiye’nin NATO’ya girmesine mani olabilecek itirazları bertaraf ettiler ve Türkiye’yi NATO’ya almak zorunda kaldı NATO’yu kuranlar. Türkiye’de iç işleyişle dış ilişkiler arasında tam bir örtüşme yok. Türkiye’de 1946 yılında çok partili bir seçim oluyor. 1950 yılında 27 yıllık Tek Parti idaresi sona eriyor ve iktidar değişikliği gerçekleşiyor. Biz 1952 yılında, Federal Almanya’dan bir sene önce NATO’ya giriyoruz. İç ve dış arasındaki farkı iyi anlamamız lâzım çünkü 1950–60 yılları arası Türkiye’nin içyapısı bakımından fevkalâde büyük değişikliklerin olduğu bir zaman dilimidir. Fakat aynı zamanda bu on yıl Türkiye’nin dış politikasında hiçbir sapma olmadan cereyan eden bir on yıldır. Anlatabildim mi? Türkiye’nin içinde müthiş bir değişiklik rüzgârı esiyor fakat devletin milletlerarası ilişkiler bakımından sabitlediği rota devam ediyor. 1950’den 1960’a kadar Türkiye’de bir Demokrat Parti - Cumhuriyet Halk Partisi rekabeti, çatışması, zıtlaşması, düşmanlığı var; fakat 1950–1960 yılları içinde bu iki parti arasında hiçbir dış politika tartışması yok. O konuda hiçbir fikir ayrılığı söz konusu değil. Biz tam tersine 27 Mayıs 1960’tan sonra Türkiye içindeki değişikliklerin doğrudan doğruya Türkiye dışında tutulan tarafla alâkalı olduğu bir ortama mahkûm oluyoruz. Cumhuriyet’in ilânından 27 Mayıs 1960 sabahına kadar biz bir askerî güç ve bir siyasî organizasyon olarak İslâm’ın hâlâ mevcut olduğu bir ülke olarak varız. 1960’tan sonra işler değişti. Ondan sonra dünyanın alacağı şekille Türkiye’nin alacağı şekil arasında bir irtibat kurulması insanların hayatını şekillendirdi. Neden böyle oluyor? Çünkü bizim tarım ürünleri ihracıyla Dünya Sistemi’ne ilişmemiz meselesi 1960 İhtilâli’yle beraber geçersiz hale geliyor. Ondan sonra Türkiye’nin Dünya Sistemi’yle irtibatı var mı yok mu meselesi doğrudan doğruya Türkiye’nin bundan sonra kendine seçeceği hayat yoluna bağlanıyor. 60’tan sonra Türkiye’de kafaları ne meşgul ediyor? “Acaba eğitim Türk milletinin yükselmesinde ilk başvuracağımız vasıta mıdır, yoksa biz sanayileşme suretiyle mi Türk milletinin yükselmesini teminat altına alabiliriz?” 60’tan sonraki ilk soru budur ve bu soru cevapsız kalmıştır. “Türkiye’nin yükselmesi bahis konusu mudur, değil midir?” Bu insanları ne kadar ilgilendiriyordu? Bunu anlamak zorlaştı 60’tan sonra. Çünkü insanlar hemen 60’tan sonra meselâ kolaylıkla Avrupa ülkelerinde çalışıp hayatlarını Türkiye’de olduğundan daha iyi hale getirme tercihiyle karşılaştılar. 60’tan önce böyle bir şey yoktu. Dediğim gibi 60’tan önce biz dış ilişkiler itibariyle memleket içinde fikir aykırılığı yaşamayan bir ülkeydik. Burada önemli olan şey şu: 1960’tan sonra birtakım insanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden teşkilâtlanması sebebiyle elde edilen şeylerin sonuna gelindiğini düşündüler. Bundan sonra bilen çevreler kısa günün kârı hesabıyla yaşamaya başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilân edilmesiyle başlayan kendine gelme ya da kendini kurma çabaları son buldu. Birçok yeni hedef belirdi. Acaba ne olacaktı? Halkın varlığını hesaba katmayan ama kendi ayaktaşlarının desteğiyle yer sahibi olan insanların çok kolay hareket edebildikleri bir alandı bu. Sonra ne oldu? Türkiye’de elde edilebilecek sonucun dünyada da kabul görmesi önyargısı pekişti ve burada gerçekten Türkiye’nin bir atılım yapmasını bekleyen insanlar bunun sosyalist bir dönüşüm ile mümkün olabileceği fikrinde sabitleştiler 1960’tan sonra. Bu konuda bazı sahici adımların atılması birilerini telâşlandırdı ve Türkiye’de sosyalist dönüşüm imkânı sanki sosyalistmiş gibi, komünistmiş gibi ortaya atılan insanların eliyle yok edildi. Daha sonra da Türkiye’nin yaşama imkânının İslâm kültüründe aranabileceği ihtimali hâlâ yok edilmemiş bir fikir olarak bir kenarda durduğundan ilk iş olarak Türkiye’nin İslâmî bir dönüşüm geçirme vasıtaları yok edildi. Bunu da Türkiye’de siyasal İslâm bahanesiyle ortaya atılan insanlar eliyle yaptılar. Türkiye Müslüman kisvesi altındaki insanların İslâmî dönüşümü engellemek üzere ellerinden gelen her şeyi yaptıkları bir maceraya kurban edildi. Türkiye’de artık İslâmî dönüşüm sözü alaya alınabilecek bir ifade haline geldi. Bunu doğrudan doğruya sanki Müslümanlığı istiyormuş gibi yapan insanlar yaptı. Her şey benim kafamda yerli yerince ama size anlatırken sizin tamamen değilse bile büyük ölçüde yabancısı olduğunuz alanlara dokunarak şu ana kadar geldim. Herhalde bir saat oldu. Daha konuşacağım, merak etmeyin. Bir şey anlayabilmek için onu anlamaya mani olan şeyleri ayıklamak lâzım. Ben bunu sağlamaya çalışıyorum. Yoksa doğrudan doğruya o şeyi anlatmaya çalışırsanız insanların o engelleri aşamadıklarını görürsünüz. Biz Türkiye’deki fikir dünyasına hâkim olan insanların icbar ettikleri şeylerle Türkiye’nin hakikatini kavrayamayız. Ben size bu dayatmaların “Türkiye şöyledir, Türkiye böyledir, şu şudur, bu budur.” diyen alçakların tesirini yok edecek bir yol olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Çünkü öncelikle Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine olan saygılarını kaybetmeleri temin ediliyor. Biz bütün bu yaşadıklarımızla nasıl bir seyir takip ettik ve hangi hedefleri kendimize yakın bulduk, bunları bilmemiz lâzım. Yani bir şey olacak mı, olmayacak mı? Konuşmamın başında söyledim: Şu anda Türkiye’nin haritadan silinmesi diye bir hadise, Türk milletinin tarihten tard edilmesi diye bir hadise var. Bunlar sizi ne derece ilgilendiriyor bilmiyorum ama bu hadise var. Biz birtakım baskıları üzerimizde kazançmış gibi taşırsak o zaman bu gerçekleşecek. Bir fikrî dinamomuzun olması lâzım bizim. Düşüncelerimizin enerji devşirdiği bir yerimiz olması lâzım. Bu ne olabilir sizce? Avrupaî bilgilenmenin bizi teçhiz etmesi mümkün müdür? Bunu düşünmemiz lâzım. Biz acaba Avrupa’dan, Amerika’dan birtakım düşünce imkânları devşirerek kendimizi daha mücehhez, daha elinden iş gelir hale sokabilir miyiz? Bir kere bunu tespit etmemiz lâzım. Ama bunu tespit edebilmemiz için gerçekten o bilgilerle birebir alâka kurmamız gerekir. Eğer biz birilerinin ancak şakşakçısı olarak kendimizi kabul ettirebilen insanlarsak elimizden bir şey gelmesi ihtimali sıfırdır. Ben bazı ipuçları vermek istiyorum bununla alâkalı olarak. Neyle alâkalı olarak? Biz Türkiye’de yaşayan insanlar bir fikrî dinamo sahibi olabilir miyiz? Yoksa birilerinin yansımaları idare eder mi? Bunu yerli yerince anlayabilmek için bize hâkim olan anlayışı irdelememiz lâzım. Bugün Türkiye’de adamdan sayılmak için globalizmin önyargılarını ikrar etmeniz gerekiyor. Yani demokrasiden yana olacaksınız, insan haklarından yana olacaksınız ve serbest piyasa ekonomisinden yana olacaksınız. Bunların üçünden de yana olursanız iyi. Ama bir şeyler eksilirse, bu üçünden biri eksik olursa işiniz çok zorlaşır. Peki, üçünü birden reddederseniz ne olur? O zaman fikir dinamosu sahibi olmaktan başka bir yolun önünüzde açık olmadığını görürsünüz. “Demokrasi Türkiye’de iyi bir şeydir.” cümlesinin doğru olması için Türkiye’de bir “demos”un olduğunu kabul etmemiz lâzım. “Türkiye’de demokrasi iyidir, Türkiye için demokrasi iyidir.” diyeceksek, bu bir deli saçması değilse demos + kratos yani ahali iktidarı… Bir ahali, bir demos olması lâzım. Türkiye’de bir demos var mı? Türkiye’de, “Halk budur.” veya “Millet budur.” dediğimiz bir insan kalabalığı var mı? Meselâ siyasî partilere verilen oylar halkın mevcut olduğunu ispat ediyor mu? Hayır! Bu bakımdan biz çok manidar bir hadise yaşadık Cumhuriyet tarihimiz içinde. Tek Parti iktidarında bir milletin canlı hareketine şahit olmamız yeni kurulan rejimin İslâm’ın dayanağı olduğu fikrinden güç alır. Ne demek bu? Mustafa Kemal başta olmak üzere insanlar, bize yeni düzenin insanlarının İslâm garantörleri olmaları halinde güvenilir olduklarını anlattılar. Sakarya Meydan Muharebesi’nden hemen sonra Mustafa Kemal TBMM tarafından “Gazi” unvanıyla taltif ediliyor. Bu ne demek? Gaza etmiş yani kâfirle savaşmış ve harp meydanında şehit olmayıp sağ kalmış. Dolayısıyla TBMM 1921 yılında kendi başında bulunabilecek insanın kâfiri bertaraf etmiş insan olduğu teminatını esas sayıyor. Bunu size yıllar geçtikten sonra başka bir misalle canlandırayım. Demokrat Parti kurulduktan sonra, ki Demokrat Parti bir uzlaşma, bir muvazaa partisidir. Demokrat Parti’yi kuran dört kişi Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celâl Bayar, bunların dördü de Cumhuriyet Halk Partisi’nin mebusuydu. Bunlar Parti’nin tutumunu yeniden gözden geçirmesi için bir takrir verdiler ve bu verdikleri takrir dolayısıyla Parti’den atıldılar, sonra Demokrat Parti’yi kurdular. Bu bir alicengiz oyunuydu falan. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin gösterdiği canlılık Cumhuriyet Halk Partisi’ni çok korkuttu ve Cumhuriyet Halk Partisi bütün teşkilâta üyelerinin sayısını iki misline çıkarma talimatı verdi. Bu talimata İstanbul’un Bakırköy İlçe Teşkilâtı’ndan bir itiraz geldi. İtirazda şöyle diyorlardı: “Genel Merkez’in isteğini yerine getiremeyiz çünkü ilçemizde mukim vatandaşların çoğunluğu gayri-Müslim’dir.” Cumhuriyet Halk Partisi Bakırköy Teşkilâtı üye sayısını Bakırköy’de iki misline çıkaramayacağını söylüyor. “Çünkü” diyor, “bunlar Müslüman değiller ki, Halk Partisi’ne neden gelsinler?” Anlatabiliyor muyum? İşler bu şekilde kuruldu. Biraz önce söyledim. Bazı şeyleri anlayabilmeniz için onları anlamanıza mani olan şeyleri defetmeniz lâzım kafanızdan. Çünkü siz bugün işte solcu falan filân diye Halk Partisi’ni biliyorsunuz. Halk Partisi varlığını Türkiye toprakları içinde İslâm’ın müdafii olduğunu göstermesine borçludur. Onlar o zaman böyle kitlevî olarak değil ama birer birer bir şeyleri izah ediyorlardı ve hepsinin de vatanı elde tutmak için zorunlu olduğunu söylüyorlardı. “Biz bunu şimdilik yapıyoruz.” diyorlardı. “Türkiye’de yapılan gâvurluklar sadece kâfirlerin üzerimizde olan baskısını hafifletmek için yaptığımız şeylerdir.” şeklinde bir izahları vardı. Demos Türkiye’de varsa -şöyle veya böyle, eğri veya doğru- doğrudan doğruya bu bir “Müslüman demos”tur. İkinci bir demos yoktur Türkiye’de. Dolayısıyla bir demokrasi özlemi varsa Türkiye’de, “Türkiye’de demos + kratos istiyoruz.” diyorsa birileri, “Daha demokratik olalım.” diyorlarsa, “Daha İslâmî olalım.” demiş oluyorlar. Ama böyle bir şey yok. Dediğim gibi, kafalar son derece karışık ve tarihî hakikatlerle siyasî manevralar arasında müthiş bir sapma var. Zaten bu demokrasi dediğimiz şey dünya ölçüsünde bir garabettir. Ne demek demokrasi? Meselâ Amerikan demokrasisi dediğimiz zaman bundan birinci derecede ABD’de aristokrasinin olmayışını anlarız. Orada monarşik bir idare olmamasına rağmen bir düzen kurulmuş olması Amerikan demokrasisini izah eder. Ama demokrasinin Avrupa kıtasında yaşadığı maceraya baktığımız zaman görürüz ki en sempatik sayılan demokratik rejimlerin hepsi monarşiktir. Monarşi varsa bir ülkede, o ülkenin demokrasisi daha özenilir demokrasi olmuştur. Görüyorsunuz, ilk garabet burada. Amerikan demokrasisi dediğimiz zaman aristokrasinin olmayışını anlıyoruz, Avrupa’da demokrasinin cici olması için ise monarşi gerekiyor. Bunu aslında demokratik süreç hangi ülkede nasıl işlemiş, tek tek incelemek lâzım. Hiçbir ülkenin siyasî gelişimi diğerine yarım yamalak dahi benzemez. Meselâ çok yaralayıcı bir iç savaş geçirmiş olan İspanya da, 1980 sonrasında monarşinin geri dönmesiyle demokratik bir işleyişe kavuşabilmiştir. Neyse, uzatmayacağım. Bu konuda Churchill’in sözünü çok seviyorum. O diyor ki, “Demokrasinin nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız herhangi bir seçmenle beş dakika konuşun.” Demokrasi anlaşılmaz, anlaşılmaya çalışıldığında da insanı bozar. İnsan demokrasiyi anlamaya çalıştığı zaman çürür, kokar. Diğeri insan hakları. İnsan hakları dediğimiz şey –uzatmayacağım- doğrudan doğruya Yahudi haklarından ibarettir. Bir Yahudi’nin dünyanın herhangi bir yerinde rahat yaşaması için ne gerekli ise ona biz insan hakları deriz. Bu başka bir şey değildir. Serbest pazar ekonomisi de büyük bir aldatmacadır. Çünkü ortada ne pazar vardır ne de serbestiyet. Doğrudan doğruya -kapitalizmin uç verdiği günden itibaren- parayla iktidar uzlaşmasından ibarettir. Servet ve hâkimiyet birbirinden hiçbir zaman uzakta yaşayamayan, birbirinden kopuk yaşayamayan iki şeydir. Bu daha tarihin eski çağlarından beri ticaretle haydutluğun iç içe girmesiyle ortaya çıkmış bir şey. İnsanlar haydutluk yaptıkları kadar başarılı tacir olurlar, ne kadar başarılı tacir iseler haydutluk o kadar artar. Bunun dışına çıkılmış değildir. Bu konuda herhangi bir İslâmî kaideye riayet edilmez. Edildiği zaman doğan sonuçlar; onları bilahare konuşmamız lâzım. Onu anlamak ve yeniden anlamlandırmak uğraşacağımız şeylerden birisi ama bunu meşguliyet alanımız içine sokabilmemiz için önce bizim burada bir millet olduğumuz, burasının hangi sebeple vatanımız olduğunun bilinmesi lâzım. Hududu aşmamamız ve hududu korumamız lâzım. Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye dünyada eşi benzeri olmayan bir ülkedir. Neden? Türkiye insanların birbirlerine kardeş gibi değil fakat akraba gibi baktıkları bir yerdir. Dünyada insanlar çeşitli ilişkiler içinde yaşıyorlar. Biz etnik özelliklerimiz, dildeki tavrımız, şivemiz, yeme, içme, giyinme farklarımız ne olursa olsun bu ülkede akrabalar olarak yaşıyoruz ve bunu bu şekilde bin yıla yakın bir zamandır devam ettirmişiz. Gerçekten akraba gibi yaşıyoruz; bazen akrabalar arasında çok rahatsız edici şeyler oluyor. Düzce depremi sırasında yaşlı bir adamın söylediği sözü aktararak ne demek istediğimi anlatayım. Yaşlı adam, “Allah Ankara’nın, İstanbul’un başına bir felâket vermesin. Onlar depremden sonra bize baktılar; ama bizim gücümüz yok, biz onlara bakamayız.” diyor. “Allah Ankara’nın, İstanbul’un başına bir felâket vermesin, biz bakamayız.” diyor. Bu aslında Türkiye’de herkesin kendini yakın duyduğu bir duygudur. İnsanlar böyle birbirlerini akrabaları değilmiş gibi karşılamazlar. Ama başka şeyler oluyor. Televizyon ekranlarında yer alan sözlerim dolayısıyla birtakım tepkilere muhatap oldum gibi görünüyor. Hiç doğru değil bu. Ben dedim ki -bunu bugün söylemiyorum, en az yirmi sene öncesinden deklare ettiğim bir şey bu- “Türkiye’de Kürtlerin asimilasyonu ve Alevilerin Sünnileşmesi tamamlanmadan hiçbir sıhhatli gelişme vuku bulmaz.” Ben bunu söylediğim zaman bana sanmayın ki nefretle bakanlar Kürtler veya Alevilerdir. Benden nefret edenler sadece Kürtleri ve Alevileri soyarak yaşayan insanlardır. Çünkü onlar, onların öyle kalmasını sağlayarak kendi ikballerini temin ettiler. Onun için biz bu ülkede gerçekten birbirimizin insanı olarak, birbirimizin uzaktan da olsa akrabası olarak yaşadık ve yaşamaktayız. Bizim ülkemiz Kâbe’yi, Mekke ve Medine’yi müdafaa edememekten doğan yarasını bugünkü sınırlara sahip olmak suretiyle saran insanların ülkesidir. Tekrar edeyim mi? Mekke ve Medine’yi müdafaa edememekten, elinde tutamamaktan doğan yarayı bugünkü sınırlara sahip olarak saran insanların ülkesidir bu ülke. Bugünkü sınırların en eskisi Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla çizilen, İran’la Türkiye arasındaki sınırdır. Bu sınır iki hâkimiyet arasındaki sınır değildir. Bu sınır İslâm’la İslâm’a cephe alanlar arasındaki sınırdır. Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın maddelerinden birinde İran yöneticilerinin kendi ülkelerinde Ashâb-ı Kirâm’a sövülmesine mani olmaları şartı vardır. Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Türkler İranlıları Ashâb-ı Kirâm’a sövmemeye mahkûm etmişlerdir. Bizim İran’la aramızdaki sınır böyle çizilmiştir. Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Biz Ashâb-ı Kirâm’a sövülmesine sadece razı olmayan değil, sövenleri cezalandıran insanlarız. Anlatabiliyor muyum? Ondan sonra biz 1918’de Ermenilerle aramızdaki sınırı çektik. Daha sonra bu anlaşma 1921 Moskova Antlaşması’yla... 1918’de henüz Sovyetler Birliği yerine oturmadığı için; 1917’de ihtilâl oldu, 1918’de biz kuzeyde Ermenilerin silâhlı müdahalelerinin püskürtülmesi suretiyle ve Ermenilerin isteği üzerine o sınırı çektik. Ermeniler Türk ordusunun daha fazla ilerlememesi için barış istediler ve böylece bizim bugünkü kuzey sınırımız çekildi. O zaman Gürcistan bahis konusu değildi, sadece Ermenilerle sınırımızı çektik ve Ermenilerle komşu olmayalım diye Kazım Karabekir “Nahçıvan” diye bir bölge oluşturdu. Daha önce beni dinleyenler hatırlayacaktır. Türkiye’yi Türkiye yapan sınırların, hudutların birincisi İran’la olan sınırımız. Bu da İslâm’a hücum edenlerin hücumlarının durdurulduğu sınırdır. İkinci sınırımız 1918’de çizilen ve 1921’de teyit edilen sınır, uşakların uşaklarıyla aramızdaki sınırdır. Sovyet rejimi Rus gelişmesinin bittiği yerdir. Büyük Petro’yla başlayan ve Avrupa’nın takip ettiği gelişme yolunun taklidiyle ortaya çıkmış bir şeydir Rus gelişmesi. Ama Ruslar Avrupa’nın taklidini o kadar ileri götürdüler ki daha sonra Avrupa’nın elindeki imkânlar Rusya’nın imkânları olmaya başladı ve Rusya Avrupa’dan aldıklarıyla büyüttüğü şeyi Avrupalıların kendilerini takip etmeleri derecesine çıkardı. Ama netice itibariyle Rusya’daki gelişme Avrupa’nın takibini ön şart olarak kabul etmiş olan bir gelişmeydi. Yani Avrupa efendilik etmişti Rusya’ya, şimdi Rusya’yı örnek alarak bir şey olmaya çalışan diğer unsurlar uşakların uşakları pozisyonundaydılar. Biz böyle bir münasebetler ağını reddederek kuzey sınırımızı çizdik.
Güney sınırımız Fransa’yla olan sınırdır. Bu sınırın özelliği de Avrupa Medeniyeti içinde mağlûp olmuş olanlarla aramızda çektiğimiz sınırdır. Fransa 3. Napolyon döneminden itibaren Büyük Britanya ekonomisinin bir alt basamağını kabul etmek suretiyle ekonomisini yürüten bir ülke idi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz-Fransız rekabeti aslında hâkim unsurun kontrol altında tuttuğu ülkeyi avutmasıyla ortaya çıkan bir şeydir. Gerçekte bir İngiliz-Fransız rekabetinden çok Fransızların haddini bilmeye davet edilmeleri hadisesidir o. Onun için de biz bu rahatsızlıktan millî varlığımız lehine bir sonuç çıkardık. Bizim Fransa’yla olan sınırımız güney sınırı demektir. Yani bizim Suriye’yle sınırımız yoktur, bizim Fransızlarla sınırımız vardır. Bu da Avrupa Medeniyeti içindeki tâbi-metbû ilişkisinin lehimize çevrilmesiyle elde ettiğimiz bir sonuçtur. Bizim Bulgaristan’la, Yunanistan’la sınırımız yoktur. Ne demek bu? “Bal gibi var!” diyeceksiniz, değil mi? Hayır, yoktur. Çünkü bu iki ülke Türk hâkimiyetinin dünyanın büyük politik güçleri tarafından sonlandırılmasından istifade ederek ülkeleşmiş yerlerdir. Yani Yunanistan dediğimiz ülke Türklere başkaldırmış ve bu başkaldırısını muvaffakiyetle sonuçlandırmış bir ülke değildir. 1826’da Yunan bağımsızlığı ilân edildiğinde doğrudan doğruya dünya şartlarının Osmanlı Devleti’ni, “Bunlara artık ses çıkarmayacaksın, bunların topraklarını tanıyacaksın.” baskısı altında elde ettikleri bir yerdir Yunanistan, Mora Yarımadası ve biraz yukarısı olmak üzere. Ondan sonra ise Osmanlı Devleti’nin yediği her darbeyle biraz daha büyümüş olan bir ülkedir. Yunanlıların Türklerle karşı karşıya gelmelerinde elde ettikleri bir tek zafer yoktur. Hepsinde mağlûp olmuşlardır ama her zaman Türkiye kaybetmiştir. Onun için bizim Yunanistan’la bir sınırımız yok. Bizim doğrudan doğruya Batı Medeniyeti’yle, “tek dişi kalmış canavar”la bir sınırımız vardır. O sınır da iman dolu göğsümüzün oluşturduğu sınırdır, serhaddir.
Bulgaristan büsbütün bir rezalet, şu manada: Osmanlı Devleti Bulgaristan’ın önce muhtar olmasını kabul etti. Ne oldu, Bulgarlar bir siyasî başarı mı elde ettiler? Hayır, yine Avrupa ülkeleri bunun gerçekleşmesini sağladılar. Ama bu konuda da meselâ çok mühim bir vakıayı size nakletmek istiyorum. 1877–78 Osmanlı-Rus Harbi’nin -biz ona 93 Harbi diyoruz- Türkiye’nin mağlûbiyetiyle sonuçlanması Türklerin başarısızlığı ile bağlantılı değildir. Evet, ordu mağlûp olmuş ama nasıl mağlûp olmuş? 93 Harbi sırasında 1864 yılında kurulan Robert Kolej talebeleri Rus ordusuna rehberlik ve mihmandarlık yaptı. Yani Robert Kolej diye bir mektep kurdular İstanbul Boğazı’nda. Bu mektep Amerikalılar tarafından bağımsızlığı öngörülen ama henüz muhtar olan Bulgaristan’a bürokrat yetiştirmek, yani Bulgaristan’ı idare edecek insanlar yetiştirmek ve muhtemel Ermenistan’a bürokrat yetiştirmek, yani Ermenistan’ın idarecilerini yetiştirmek üzere faaliyet gösteren bir mektep. Robert Kolej 1904 yılına kadar bir tek Müslüman öğrenci almadı. Bu mektebin Ermeni ve Bulgar talebeleri 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı çıktığında Rus ordusunun gerek Kafkaslarda gerekse Balkanlarda mihmandarlığını ve rehberliğini yaptılar. Dolayısıyla bunlar Osmanlı Devleti içerisinde yetişmiş ve tabii ki o ordunun birçok özelliğine nüfuz etmiş insanlar oldukları için bir şekilde bütün zaaf noktalarını tespit edebilecek insanlardı. Böyle bir felâketle karşı karşıya kaldı Türkler. Yani bugünkü topraklarımız dünyada her şeye şekil verebilen güç odaklarının ancak söz dinletebildikleri idarecilerle bizim olan topraklardır. Türkiye, “Ben bu insanları sana zarar verdirtmeyecek bir şekle sokarım.” diyen idarecilerin dünyanın büyük güçleri tarafından mükâfatlandırıldığı bir ülkedir. Hâlâ böyledir. Hâlâ Türkiye’yi idare eden insanlar Türkiye’nin bir hamle yapmasına mani oldukları için bir ücret alıyorlar, Türkiye bir şey yapamasın diye. Yoksa Türkiye’de işlerin yoluna girmesi ve her şeyin bu ülkede yaşayan insanların lehine olarak sonuçlandırılması şıpın işi. Ama bu neden yapılamıyor? Bunu istemiyor insanlar, bunun için. Türkiye’de bir millet olması ve bu milletin kendi başının çaresine bakması meselesi Türkiye’de yaşayan insanların derdi değil. Türkiye’de yaşayan insanlar bu topraklara olan borçlarını ödemeyi reddediyorlar. Türkiye’de yaşayan insanlar kimler? Cumhuriyet ilân edildiği zaman Türkiye’de yaşayan insanların yarısı muhacirdi. Dağılan imparatorluğun topraklarından buraya gelmiş olan insanlardı. Gerek Kafkaslardan, gerek Balkanlardan, gerekse Mısır, Suriye gibi yerlerden. Birçok insan İslâmî kimliğini geliştirebileceği düşüncesiyle burada bulundu. Dikkat ederseniz bilhassa Balkan göçmenleri arasında şu lâfı çok duyarsınız: “Bizim oradaki durumumuz daha iyiydi.” Yani insanlar bu topraklara maddi kazanç düşüncesiyle değil, gâvur içinde kalmamak ve kendi akrabaları içinde güvenli biçimde yaşamak düşüncesiyle geldiler. Peki, bu topraklara gelen insanlar bu topraklardan istifade ettikleri şeyin ne kadarını bu topraklara iade ettiler? Bunu düşünmemiz lâzım. Türkiye’de yaşayan insanlar, bunlar Kafkaslardan ya da Balkanlardan gelmemiş bile olsalar, beş bin yıl öncesinden beri burada yaşayan insanlar olsalar dahi bu toprakların kendilerine bahşettiği şeylerin ne kadarını bu topraklara iade ettiler? Biraz çevrenize bakın. Bu ülkede dişe dokunur bir iş yaptığınız zaman bunun hemen fark edildiğini anlayamıyor musunuz? Şu aforizma mutlak bir şekilde doğrudur: Türkiye’de başarılı olmayan insan dünyanın hiçbir yerinde başarılı olamaz. Çünkü Türkiye iş bilen insanın kendini gösterdiği ve kendi gücünü artırdığı bir ülkedir. Türkiye’de insanlar eğer bir parlaklık taşıyorlarsa bu hemen yerine oturtulur. Aydınlattığı alan ona teslim olur. Dolayısıyla biz burada birbirimizin değerini bilerek bir şey yapabiliriz. Halkın değerlerini fark edip, halkın değerlerinin ne olduğunu anlayıp halkı daha değerli kılacak bir atılıma girişmek şansı bizim elimizde vardır. Halkın değerleri dediğimiz zaman neyi anlamalıyız? Bu çok tayin edici bir husustur. Halkın değerleri dediğimiz zaman halkın değer verdiği şeyleri anlamamalıyız. Halkın değerleri dediğimiz zaman halkı değerli kılan şeyleri anlamalıyız. Bizim halkımızı değerli kılan şey onun Müslümanlığından başka bir şey değildir. Halkın değerleri dediğimiz zaman halkın değer verdiği şeyleri anlamamalıyız. Halkın değerleri dediğimiz zaman halkı değerli kılan şeyleri anlamalıyız. Neden dolayı biz birilerini değerli sayıyoruz? Onu fark edersek buradan hem kendimize güç devşirebiliriz, hem de aldığımız şeyi fazlasıyla iade edebiliriz. Onun için bizim kendimize mahsus bir güzide zümremiz olması lâzım. Biz birbirimizin nesiyle beslenebiliyorsak, nesiyle sıhhatli hale gelebiliyorsak onun korunması vazifesini üzerimize almamız lâzım. Birbirimizle yaşarken kimin değerinden besleniyoruz? O beslendiğimiz şeyin muhafazası bizim vazifemiz olduğu zaman bütün düşmanlarımızla baş edebiliriz. Bunun için benim formülasyonum şudur, bu aynı zamanda İstiklâl Marşı Derneği’nin de formülasyonu: Birbirimizin Müslümanlığına iltica etmeliyiz. Her birimiz diğerimizin mültecisi olmalıdır. Benim sende gördüğüm İslâmî zaafın benim hayatımı tehlikeye atacağını bildiğim için senden o İslâmî zaafın giderilmesini sağlamak benim işimdir. Sende gördüğüm İslâmî zaaf seni yıkmama sebep olmamalıdır. Sende gördüğüm İslâmî zaafı gidermek üzere ben harekete geçmeliyim çünkü senin İslâmî bakımdan zaafa düşmen benim mevcudiyetime halel getirir.
Buradan bütün dert diye bildiğimiz şeylerin defedilmesine imkân veren silâhı ele geçiririz. Ama tersini yaparsak, bize dost görünüp gerçek düşmanlığı yapan insanların, bizi sıkıntıdan kurtarıyormuş gibi davranıp bizi asla içinden çıkamayacağımız çukurlara sürükleyen insanların yakınlığı tatmin ediyorsa bizi -ki bugün olan odur- vakit tayin etmek benim gücüm dâhilinde değil fakat çok uzak olmayan bir gelecekte Türkiye diye bir ülkenin olmadığı görülebilir. Biz “biz” diye bir şeyden bahsedemez hale gelirsek artık birilerinin kazancı mutlaklaşmış demektir. Saat 10’u etmişiz. Ben profesyonel bir hatip değilim. Türkiye’de herkesin açlığını ve susuzluğunu çektiği bir şeyin açlığı ve susuzluğu bende olduğu için Kırıkkale’ye gelip konuşuyorum. Yoksa benim hayat seyrim içinde gelip burada sizlere hitap etmem yapabileceğim en son şey olurdu. Ama kaçınılmaz bir durum söz konusu. Bugün Türkiye’de akıl almaz bir kültür yıkımı var. İnsanlar başımıza gelen şeylerin ve kayıplarımızın büyüklüğü hakkında hiçbir fikre sahip değiller. Birçoğunuz da öylesiniz. Ben 66 yaşıma gelinceye kadar hep bu kayıpların dehşetiyle kendime bir yol açabildiğimi düşünüyorum. Bu son söylediğim cümle eksik bir cümle, şu bakımdan. Çünkü ben başından beri “önce yoldaş sonra yol” prensibinin bize en çok fayda temin edecek şey olduğunu düşünüyorum. Birbirimizi anlamaya niyet etmedikçe birlikte bir yol yürüyemeyeceğimiz kesindir. Birbirimizi nasıl anlayacağız? Birbirimizi hiçbir zaman ortalama anlayış seviyesinde anlayamayız. Mutlaka birbirimizi anlamak için ulaşılmaya değer bir alan önümüzde açılmalıdır. Biraz daha yükselerek birbirimizi anlayabiliriz. Biraz daha düşerek anlamamız mümkün değil. Amerikan şairi Ezra Pound genç şairlere şöyle bir tavsiyede bulunuyor: Şiirlerinizi değerlendirmek üzere hayatta bir iş başarmış bir adama gösterin. Bu adamın şiirden anlaması, şiirle ilgili bir tahsili şart değildir. Bu adam bir atlet dahi olsa -başarılı bir atlet- bu adamın bir işi başarmanın maliyeti hakkında bir fikri vardır. Bu adamın sizin şiirleriniz hakkında söyleyeceği şey önemlidir. Hayatta bir şey başarmamış bir insanın sizin şiirleriniz hakkında söyleyeceği şeylerin hiçbir önemi yoktur. Bu adam ne kadar edebiyat tahsil etmiş olursa olsun. Birbirimizi anladığımız taktirde bir adım ileri gidebiliyorsak, bir basamak yukarı çıkabiliyorsak o zaman birbirimizi anlıyoruz demektir. Tam tersine birbirimizle anlaşıyor olmamız bizi bir basamak aşağıya düşürüyor, bir adım geri götürüyorsa burada bir bozulma, bir tereddi vardır. Terakki bize Batı Medeniyeti’nin telkinleri sebebiyle yanlış bir kıyafette göründü. Terakki dediğimiz şeyi biz bir artış olarak, bir fazlalaşma, bir çoklaşma olarak anlıyoruz. Tereddiyi de bir azalma, bir mahrumiyet olarak anlıyoruz. Hayır, böyle değil! Terakki bizim zorluklarla karşı karşıya kalmamız sebebiyle sahip olduğumuz şuurdan başka bir şey değildir. İnsan yüz yüze geldiği zorlukların dünyada nereyi işgal ettiğini, bu zorlukların hangi sebepten dolayı doğduğunu anlayabildiği oranda terakki eder. Tereddi de bu zorlukların aşılması yerine yok sayılmasıyla olan bir şeydir. Şöyle bir şey: Latinler yani Romalılar demişler ki: Hiç kimse aniden dalâlete sapıvermez. Bir insanın bir kötülük yaptığını görürseniz birdenbire Şeytan’a uymuş, ayağı kaymış değildir. O insan o kötülüğü yapmak üzere çok uzun süreden beri hazırdır. İnsan meselâ birdenbire hırsız olmaz. Kafasından hırsızlığı hiç geçirmeyen insan birdenbire bir şey çalamaz. Onun için insanın bir şey çalabilecek ruh durumuna ulaşmak üzere epey egzersiz yapması lâzım. Ama bütün ömrü hırsızlıkla geçmiş olan bir insan bir anda dünyanın en dürüst, en sadık insanı haline gelebilir. Yani insan aniden dalâlete sapıvermez ama aniden hidayete erebilir. Bu meselâ iffet konusunda da böyledir. İffetsizlik kolay kolay ulaşılabilecek bir şey değildir. Onun için epey mesafe kat etmek, epey tecrübe yaşamak lâzımdır. Ama insan iffetli olmaya karar verdiği andan itibaren iffetli olur ve ömrünün sonuna kadar iffetli kalır. Onun için Türkiye’de birtakım insanların birtakım insanlara ulaşmasının önü kesiliyor. Tam tersine, insanların zorlukları yok sayarak, “Âlemle gelen düğün bayram”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” fikriyle hayatlarını devam ettirmeleri yolu günden güne açılıyor. Ne olacak, ne yapılabilinir? Bir şey yapılması gerektiğine inanıyor muyuz? Neyi kayıp, neyi kazanç sayıyoruz? Bizim Türkiye’de yaşayan insanlar olarak dünyanın en olgun karakterine sahip insanlar olmamız gerekir. Böyleydi de aslında. Biz siyasî olarak da bu bakımdan bocalamadık. Şimdi anayasa tartışmaları falan filân oluyor, aptal aptal şeyler insanları meşgul ediyor. İyice mankafalaştı insanlar; Ergenekon’du, yok... Bunlar tamamen sahte gündemlerdir. Türkiye’nin esas meselelerinin dışında şeylerle insanlar neden meşgul ediliyor? Dediğim gibi hamakat birilerinin ekmek kapısı oldu. Anayasa meselelerini tartışırken hiç kimse 1961 Anayasası’nın bütün “Evet” propagandasına rağmen... 1961 Anayasası oylanırken şehirlerin duvarları “Evet” afişleriyle donanmıştı. “Hayır” demek, “Hayır” propagandası yapmak yasaktı. 1961 Anayasası oylanırken bütün siyasî partiler genel başkanları aracılığıyla anayasaya “Evet” diyeceklerini ilân ettiler, bütün siyasî partiler. Devlet memurları köylere gidip bu anayasaya “Evet” denilmesi propagandası yaptı. Bütün basın organları ve radyo “Evet” diye aylarca bağırdı. Buna rağmen 1961 Anayasası yüzde kırk bir “Hayır” oyuyla kabul edildi. Bunu hatırlatmamdaki sebep, Türk milleti hiçbir zaman haysiyetinin ayaklar altına alınmasına rıza göstermedi. Bugün ne durumdadır, doğrusu ölçemiyorum. Bunun da bu ülkede yaşayan bir millet varsa -hâlâ devam ettiğine inanmak istiyorum- Türk milletinin haysiyetinin ayaklar altına alınmasına itiraz edenlerin Türkiye’ye el koymalarıyla başarılabileceğini sanıyorum, ümit ediyorum. Allah’tan ümit kesilmez. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
10 Nisan 2010, Kırıkkale