Merhabalar. Salon hıncahınç dolu değil. Yani anlaşılıyor ki siz, “Acaba şimdi hangi iki ismi karıştıracak?” merakıyla buraya gelmediniz. Bu bahsi açarak konuşmayı düşündüm. Çarşamba günü bir televizyon programında bir şeyler söyledim. Ertesi gün, internette gelişmiş arama diye bir bahis var, oraya “İsmet Özel” yazıp tıkladığım zaman karşıma “Müthiş Tökezledi!” diye bir şey çıktı: “İsmet Özel Müthiş Tökezledi!” Ondan sonra o devam etmeye başladı, işte “Çuvalladı” falan filan. O programda bana bir soru sorulmuştu ve o soru da, “Nihal Atsız okur musunuz?” gibi bir şeydi. Eğer programı izleyenleriniz varsa hatırlıyordur. Ben de “Hayır!” dedim. “Hatta onun bir mısraını çok kınayan bir beyanım da var bir programımda.” dedim. Benim sözünü ettiğim mısra Arif Nihat Asya’ya ait. Bu “Müthiş Tökezledi!” haberine bakınca, “Ha, buymuş!” dedim. Bol miktarda lâf üretilmiş anladığım kadarıyla bunun üzerine. Bunun beni nasıl etkilediğini size anlatmak istiyorum.
Ben bunu çok büyük bir nimet olarak gördüm. Allah bana bu iki ismi karıştırma fırsatı verdi. Çünkü bırakın bu iki ismi karıştırmak, bunları bilmek bile bana fazla. Yani ben, “Arif Nihat Asya kimdir?”, “Nihal Atsız kimdir?” diye bilmeyi bile kendim için fazla görürüm. Ama gene de biliyorum. Daha sonra işte bu hadise ortaya çıkınca hakikaten Nihal Atsız’ın böyle işte “Bozkurtların Ölümü”, “Bozkurtların Dirilişi”, “Kızıl Tuğ”... Yok, o başkasının. Böyle şeyler yazan insanlar bunlar. Arif Nihat Asya da, işte dediğim gibi “Bayrak” şiirinde, “Sana selâm vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım” gibi bir mısra söylüyor. Ben de bunun bir şairin ağzından çıkamayacak bir beyan olduğunu söylemiştim o konuşmada. Şimdi, bu bahis mühim. Beni kınayan, bana kara çalmaya çalışan insanlar şöyle diyorlar: “Adam hem Türkçülük yapıyor hem de Türkçülerden haberi yok!” İşte bu çok güzel, iyi bir fırsat oldu. Yani benim bunlarla hiçbir ilgim, rabıtam olmadığını böylece ortaya çıkarmış oldu bu hadise. Yani ben bu menfi insanlarla hiçbir irtibat, ne okuyucu olarak ne de taraftar olarak kurmadım. Bu bir melânetten ibarettir, İslâm’la Türk’ü ayırmak isteyen alçakların yoludur bu. Bu başarılmış bir şeydir belli bir süreç içinde. Cumhuriyet ilân edilmeden önce bir safhada, Birinci Cihan Harbi bitmiş ve henüz İstiklâl Harbi başlamamış iken, bu topraklarda Türkçülerle komünistleri birbirinden ayırmak mümkün değildi. İkisi de aynı derecede İslâm düşmanıydı. Sonradan ne olduysa oldu, bir şeyler falan filan. Bu adını karıştırdığım insanlardan hangisi olduğunu bilmiyorum; ikisinden birisine, “İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz?” diyorlar. Arif Nihat Asya mıdır, yoksa Nihal Atsız mıdır bilmiyorum hangisi söylüyor bunu. Bilmemekle iftihar ediyorum, çünkü o adam diyor ki, “Milletimin dinidir, hürmet ederim.” İslâm hakkında söylediği şey bu, bu adamların.
Bu hadisenin, bu yanlışlığın beni bu insanlarla çok uzak tutması bakımından bir faydası oldu. Bir de İsmet Özel düşmanlarının İsmet Özel propagandası yapmalarına sebep oldu. Çünkü eğer bu hata gibi görünen şey -ki ben buna bir lütuf diyorum, Allah’ın bana bir lütfu- eğer olmasaydı bu programda benim konuştuğuma dair hiçbir neşriyat yapılmayacaktı. Ama bunlar beni kötülemek için her tarafı İsmet Özel’le afişlediler. Reklamın kötüsü olmaz, biliyorsunuz. Böyle bir şey yaptılar, kendilerine zarar verdiklerini anlamadan. Benim aleyhime bir şey yapıyormuş gibi yaptılar, “Fena çuvalladı” falan filan...
Biz buraya bunları konuşmak için gelmedik tabii ki. Biz buraya bu kitabı tanıtmak için geldik. Acaba nasıl başlayalım? İsterseniz, madem bu kitabı tanıtmak için geldik ve konuşmamızın serlevhası da “Türkiye Şiirin Neresinde?”... Kitap nasıl tanıtılır? Kitapta neler var, onlardan örnekler okuyarak tanıtılır. Vakit kaybetmeden size bu kitapta yer alan bazı şiirleri okuyacağım. Ama okunabilecek olanları okuyacağım. Çünkü bu kitapta öyle şiirler yer alıyor ki bunlar ancak çok uzun hazırlıklar sonucunda şiir okuma konusunda profesyonelleşmiş insanların altından kalkabileceği vasıfta şiirler. O yüzden ben ancak size okunabilecek olanlardan birkaç tane okuyacağım. Birincisi, kitabın ilk şiiri Öldüğüme İnanın:
ÖLDÜĞÜME İNANIN
Şu Condillac Hergele Meydanı rende cidar heykele Dokusu mermer it eğleşir heykele Beşûş heykel merdudâne ise bile Pîrî mütebessim dik yün din bebece Her ne hal ise mekruh grapon gülü Sürte dürte koklatadursa habire İştecik benim. Böylece liseyi bitirdim.
Dünya demiştilikleri dünya derinlikceleri Hoş evvelen hoş bir heva saniyen heves Heva vü heves salisen çarp bunları Var elde helva çekmenin hızla Hazlı ıslılanılma yükte ağır Pahada hafif briketli Dedikondu dünyası Dar-ı dünya Eklemi çıkrık Çenesi düşük Sırı tık kondurmacısı Patlattı önce ödümü ve sonra çok nice Ödüyerek yitirdim dünyamları Dün yamyamlar bizdeydi allı pullu Size yarın külhanlar gelesiymiş zilli şallı Külliyat getiresilermiş cilt cilt Yak malım gemileri kâğıt olsalar dahi Hiçbir kelleye kabaktırsa da çak malım Fiyakayla hiç kibrit Şura bura demeyip kurdela Dadakma yalım dayı hiçbir zaman Kazık kadar boyuyla yuhlanan voyvoda Gemi filân yakamazık aslına bakarsaka Sırılla ıslanmış kahir ekseriyeti zaten Büyyük kısmı üçüncü hamurdandı Bazıları giderek daha da kötü: Takvim yaprağı. En ele gelir en makul malumatı verir Saatli Maarif Takvimi Niçin fesüphanallah saatli? Vasatîyi bildirir niharî talebesine Leylî meraklısına ezanî.
N’oldu o mavna usu gedikle çalkanıca O meraklılar makulesi neylerdi sahi?
Bu birinci şiir. Okuyacağım ikinci şiir… Nasıl telâffuz etmeli? “Melânj” diye okumak mümkün, Fransızca okursanız. Ama bu şiirin başlığı öyle yazılmış ki “M” den sonra apostrof var, ondan sonra “el-Ange” yazılıyor. “Melange” mi okumak lâzım? Yani zaten işin içinden çıkamayın diye yapılmış. Bu şiir birkaç bölümden oluşuyor:
M’EL-ANGE
1. İSTESEM TARD EDEBİLİR MİYDİM MELEKLERİ HAYATIMDAN?
Omzumdan tutarak, nobran biri, omzumdan tutarak ve çehremi zorla kendinden yana çevirip:
Senin yüzünden, senin gibiler yüzünden bu çirkefe batmış hali dünyanın. Dilinden inanç sözünü düşürmeyen siz, yahut ‘inanmıyoruz’ diyenlerin yola bulanarak battaniyeye sarınıp yol üstesine çıktıklarında, kendini ‘inançlı’ damgası altına salan Arsız ve edebe mugayir yine de müdebbir damgalılık tadına bırakıveren adını sizler Tard etmemiş olsaydınız melekleri hayatınızdan her şey çok farklı, kuşku yok ki çok daha ölgülü cereyan Ede Çekti şifresini metresimden başka kimsenin, benim bile bilmediğim kasada kalan. Mi casa. Cereyan cereyandır, diyeceksin; ama olsun, courant d’air sende kalsın. Ben de sende derim olumlu olsun.
Bu hesap soran tavır yoğun bir tedirginlik salıyor üzerime. Yoğuyor yorgunluk beni. Bahriyelinin karısı yorulma teklifi. Bu ne teklifsizlik? Gerçekten öyle mi? Ben miyim dünyaya uğrayan bunca belânın sebebi? Meleksizleşmek!
Hayır, defalarca defaten hu hu hu! Defalarca defaten def turuncu! Doğru değil bu Rengin üzerimde iyi durduğu.
“İnsan olmak!” “insan olmak!” diye dolanıp durmak Tan! Başka nedir benim yaptığım? Kumkutulardı gittiğim en uzak yer. Kendini bilhassa benden gizleyen zerrinlerin peşi sıra daldığım kuytular. Kuyular de. Hormon kuyuları. Çiçeği meyve, meyvesi çiçek, bedeni dipsiz, dalı gevrek. Dumanda açlık, dokuda tokluk. Gizli resim. Mütebessim. Ufkumda hangi karaltı belirdiyse o yöne koştuğum; anlayarak yakındığım, gözüm o yörenin karanlığına alışınca. Aradığım oralarda da yokmuş! Bir denizanasına zerrin bulmak hayaldir diye sayıkladığım doğrudur.
Nevrozlarımı yokladım, evet, bon Breton Jules Laforgue’un. Alman topraklarında güneye doğru seğirtirken Atlantik ötesine seksek vuran Adorno’yu Stravinski aleviyle kudurtan Gustav Mahler’in uzun cümleleri arasına sızmış olan korkuyu korkusuzca izledim. Hepsi bu. Ben de nihayet vaktin bir oğluyum. Kayseri’de doğdum. Nasıl olur da ben, insan olma çırpınışımla melekleri kaçırtmaya sebep olurum?
Ürküntüyle, bu haksız suçlamadan kurtulma telâşıyla “nasıl olur” çığlığı fırlatıyorum adama.
Bol bir bej beyzbol eldivenli bilginç adamın açıklaması şu mealde:
Öncelikle meleklerin Adem’e niçin secde ettiğini yanlış anlamak hoşgöründü size. Adem soyundan gelmenin size bir girişim yetkisi sağladığını sandınız. Yaratılışı öğrenme çabası göstermek yerine onu açıklamaya ve açıklamalarınızı angutlukla kanıtlamaya kalkıştınız, yaratılmış olana buyruk saldınız. Dahası, iblis size secde etmedi diye gizlice kıskandınız onu, kendi kaçamaklarınızın sorumluluğunu Şeytan’ın gücüne havale etmeye yeltendiniz. Eğer insan olmak bahanesiyle melekleri hayatınızdan kovmamış olsaydınız bu bulaşıcı kentlerin kokuşmuşluğu, sağırlaşan ırmakların bu ilenci ve iffetini koruyamadığı için kendini rüşvet verip iğdiş ettirmiş bu orman karşınıza çıkmayacaktı. Giysilerinizi arıtmak elinizdeydi. Siz ve dünyanın çirkefi, başlangıçta iki ayrı şeydiniz.
Yeter!.. Üst perdeden bu bayat teraneyi daha fazla dinleyecek değilim…
Usçuluk, olguculuk vesaire… Düşünün, istesem bile tard edebilir miydim acaba ben melekleri hayatımdan? Buna gücüm yetecek miydi?
Modernliği modern dünya yaşadı doya doya. Sermaye bir hamam takunyasıdır. Al sana metafor. Ver bana anafor. Hayatta olup biten konferanslarda söylenildiği gibi değildir. Hele de benim için. Çoktur düştüğüm uçurumlardan da melekler tutmuştur beni. Zehre yarsıdım. Bana zehri dünyaya geri kusturan yine hep meleklerdi. Kanatları vardı. Yüzüme çarpan havadan anlardım. Hep anlardım: Ak kâğıt üzerine kara yazı dizerken; melek öğretirdi yalnızca uygun ölçüleri.
Bilhassa ben, evet, bilhassa ben meleklerin geniş kıldığı alan içinde seyrettim. Hem de “baş ağrısı bahane” diyerek hafife almaya çalıştıkları o “insan olma” koşuşturmalarım sırasında. İki melek kurtardı, sağ ve sol omzumda iki melek, dünyanın modern kıskacından beni.
Sevaplarımı yazıyor, susuzluğu gidermek, yarayı dağlamak, o meleklerden biri. Nerde pınar diye sormuyor, beklemiyor kızsın demiri. Düşünüldü bir sevap = bir sevap işlendi.
Sonra, ne zaman ki susuza ulaştırıyorum suyu, ne zaman ki ulaşıyorum yarayı dağlamak başarısına, o zaman bir sevap daha.
Her niyet bir ödül meleğin elinde. Her niyet iyi niyettir. Bozuk niyet, niyetin bozulmuş halidir ki üzerinden niyetlik vasfını kalktığı için onun bozulmuşluğundan bahsederiz.
Tavrı sol taraftaki meleğin sağımdakinden farklı. Bir bozgunculuk hali bana musallat olsa veya ihanet; yıkımı bütün ayrıntılarıyla tasarlamış bile olsam günahlı saymıyor beni. Bekliyor, bekletiyor kalemi ve şunu diyor: Son anda ihlas galebe çalar bil ki.
İşte ben bu iki melek arasında hep işin kolayını bularak yaşıyorum. İyi şeyler yüklüyorum kafama, iyi şeyler yapmamış olsam da. Kötü şeyler… Onları kafamdan atmaya çalışmıyorum. Kafamdayken kimseye zararı yok diyorum nasıl olsa. Yapmayıverir, kurtulurum. Bedenim bir evlek. Örseleniyor kafamda canlanan şeyler yüzünden tenim. Eğlendiriyor iki melek gökten düşen tohumu evleğimde benim.
Bu yüzden bir insan elinin –elinizin- yakamda duruşu hiç hoş değil. Melekleri konu ederek bile olsa bir insan beni hesaba çekmemeli. Çünkü bakın, siz de Adem soyundan geldiniz benim gibi, sözünü ettiğim iki melek aynı zamanda sizin için. Varın siz de yararlanın bu kâtiplerin yazılarından, yazış tarzından. Üstelik –uyarıyorum- beni gözlerinize bakmaya zorlama hakkına sahip değilsiniz.
Evet ama, bakacak göz aramak değil midir zaten bizim işimiz?
2. “İNSAN SÖZ VEREBİLEN HAYVANDIR”.
BU [versprechen darf] TANIMIYLA NIETZCHE MODERN ZAMANLARIN İNSANINA BİR GEREKÇEYLE SESLENİYOR Kİ ŞEYTAN’IN ADEM’İ KANDIRDIĞI GEREKÇEDİR SANIRSIN. EĞER BU SÖZ VASITASIYLA İNSAN BİR TASARIMDIR DENİLMEK İSTENİYORSA, BUNA BİR İTİRAZIM YOK. AMA İNSAN KENDİ KENDİNİN BİR TASARIMI DEĞİL. BU BİLİNE. YOLDAN ÇIKMA PAHASINA İNSANIN SÖZ VEREBİLDİĞİNİ FARZETSEK BİLE, ANCAK YALAN SÖYLEYEBİLEN MAHLÛK TARİFİNE UYAR İNSAN. O Kİ KENDİ SÖZÜNDE DURABİLECEK GÜÇLE DONATILMAMIŞ. SÖZÜNDE DURABİLEN, ÇÜNKÜ SÖZ TUTAN YALNIZCA MELEK.
3. HISIMIM DEĞİL, BU YAKINLIĞI NEYLE AÇIKLAMALI?
Çoğu kez, yağmurları alkış, alkışları yağmur olarak algılarız. Birden boşanır bir alan açmak için her ikisi de. Coşkuyla gelirler, ama beklemedik bir anda değil. Yağmurdan önce gök kapanır bir söz, bir hal ve tavır kendini kapattığı anda patlar alkış. Bekleriz yağmuru alkışı bekleriz. Yine de içimizde bir his: gelmeyebilir Bilmeyiz yağmurdan ve alkıştan önce başa gelecek olan nedir.
Ya bu ikisi gelmez de; gelirse o bilmediğimiz!.. Yağmur ve alkış insanlara yalnızca geldikleri için değil yerlerine başka bir şey gelmediği için iyi gelir. Her inen yağmur alkışlar birini desek yalan olmaz söylenebilir alkışında insanlar için can suyu yerine geçtiği, lakin yine de bir başka şey var-alkış bağlantısını kuran: O kanat sesleri hem yağmurun ve hem alkışın arasından duyulan. Bütün sesler içinden ayırdedilir dallara, yollara düşen damlaların tıpırtısından çarpışan iki elin şakırtısından ayırdedilir meleklerin kanat hışırtıları. Ve melekler nedense insanlara sanki değecekmiş gibi yaklaşır yağmur ve alkış sırasında. Anlaşılmaz bu yakınlık insanla melek arasında biri balçık, biri nur biri adları bilir biri aldığı buyruğu şaşmaksızın yerine getirir insan savaşır sonuna kadar yine de kılıç meleğin elindedir.
4. YA MELEKLER OLMASAYDI?
Biz insanlar “daha var” diyoruz. Doğrunun hasına, güzelin eksiksizine, haklının şaşmazına dokunmaklığımıza daha var.
Demeden edemiyoruz.
Ama bir yandan da, geç kalmayı kendimize yediremediğimiz için; üstelik geç kalışımızın mazeretini -kabul edilmeye değer bile olsa- kendimiz beğenmediğimiz için “vakit yok” diyoruz. İndirgenemezi isteyene kadar var bir şey. Onu henüz istemiyoruz. Kendimize tanıklık etmek için ise kaybedecek vaktimiz yok.
Asıl ele geçirmek istediğimize ulaşmadan kendimiz hakkında bir şey söylemek istemiyoruz. Oysa en ufak kıpırdanışımız için bile “ilk ve son” bilgisine muhtacız. Tarih boyunca geçtiğimiz yer küstah olmayan bir kahkahadır. Bir doygunluk şaşırtışı. Dayanma gücünün gizli itirafı.
Neden gizli olsun bir itiraf? O bir dayanma gücüyse neden kendinden emin olmasın?
Kötümser olabilecek yeterlikte deneyimimiz var. Bundan bir doygunluk sağlıyoruz. Kendimizdeki şaşırma yeteneğini keşfettiğimizde ise iyimserliğin kapısını ardına kadar açıyoruz. Devam edecek kadar dayanma gücümüz olduğunu açıkça itiraf edemiyoruz. Çünkü bunun bir başkaldırıya dönüşmesinden kaygı duyuyoruz. Tetikte olmayı feda etmediğimiz için güvenlikten feragat ediyoruz.
İşte bu birbirini tutmaz parçalar arasındaki insicamı sağlayan; varoluşumuzla konumuz arasındaki gerginliği istikrara dönüştüren meleklerdir.
Melekler olmasaydı estetik arayışımız bizi sadece cinayete sürükler, bütün bildiklerimiz ise vahşetimizi Pek daha ilerilere sürükler İş bitiricilik damgasını da ona ekler Tir tir titreyişimizi ortadan iki kutba böler İrdi der erdi der ardı dar ordu dur boğum boğum Pekiştirirdi.
Bitmiş hali ancak hesap gününde belli olabilecek ve göründüğü kadarıyla tamamlanmamış bir tasarım diye algılayabildiğimiz varlığımız -biz farkında olsak da / biz farkında olmadıkça- meleklerin desteğinden an be an yararlanıyor.
Şimdi okuyacağım şiirin adı Sûrî Mantık:
SÛRÎ MANTIK
Adaam sen de Diyorsun Hata ediyorsun Ölümse ha hışır hışır gelmiş Elyafı sun’î yorganda Ha ıslık çalarak İdaresi örfî yağlı urganda.
Olur mu hiç Bak meselâ Şu anda elektronik bir parkta Tenasüb-i haz ile oturmakta Yız altında fiberglas bir meşenin Bir de düşün Kimi kimselerce itibarı Hırpalanmış dahi olsa Yüzünün astarının Çukurova Pamuğundan oluşunun bizi Gocundurmadığı Gocundurmak ne kelime en temiz En helâl hissi içimizde uyandırdığı Yorgan altında Bulunduğumuzu bir düşün.
NEYİ KAYBETTİĞİNİ HATIRLA
Hatırlayacaksın Hatırla hemen Bizim eskiden Nereli olursak olalım İster oralı olalım yerli İsterse garip yıpratık ağlaksı Tuhaflığın gariplerinden İddet müddeti babaların dolunca keyfe keder Mecburen giderek cezaen tayini gelenlerden Burnumuz olur olmaz kanardı.
İyi saatte olsun ve habire define arasınlar Ama biz bildik birdik Bildik bildiysek ders kitabını definemiz Dişimiz idi meşgul onunla Dişimiz tırnağımız Gömü halimizdi yazarsa onu yalnız Almanaklar yazardı ziraat zanaat ve Hayvancılıkla meşgul olduğumuz ders kitaplarında Dolar taşardı Sterling yazı kazısıyla Taş taşıyan bir taşıttı hayatımız Hafif atlatabildiysek muhtemel belâsıyla bütün Mahalleye korkulu soluğunu hissettiren kazayı Şöyle derdik: Kimsenin burnu kanamadı.
Aklına hiç düştü mü ara sıra Burnumuzun eskiden neden Kanardığının sebebi? Robot değildik de ondan akıllım Robot olmayınca birer burun Herbirimize meleklerden Sağlanmıştı kanayabilen.
Önceleri neden Fark edebilecek misin bakalım Robot değildik acaba? Değildik zira hepimiz Kitapları umursamadan ders kitaplarını Uzlaşmayı redd-i ilhak Ederek edivererek almanaklarla Bizzat bizatihi şahsen birer birer Atıfta bulunabilirdik robotlara Yollu yollar tozu tüter yollar vardı Ne ki uzanıp gidiyordu Gider gitgide giderdi robotluğa Bize matuf değildi.
MOLLA DEĞİLDİ SOFU SANILDI SADE
Dini bütün biriyim diyorsun pekiyi bu sızlanmak da ne Dünyayı beğenmiyorsun beğenecek miydin bir de Takılı kaldın Asılısın konu komşu ne der endişesine Değildir umurunda hazır yiyen adalet Hazırdan yiyor adalet Ömer-ül faruk’tan beri Sana düştü hazırı sermayeye çevirmek Hendeğe deveyi hamutuyla devirmek Uhuvvetin iltimas geçmesine aldırmazsın Dert etmem diyorsun Hapsolmuşsa müsavat hendeseye Vahdet ne?
Tin tin tini mini hanım Kim düşünür aşırılmış olma ihtimalini Franz Schubert nâm firenkten temanın * Kemanın Mahmud-i Adli Buyruğuyla O kıvrık kuyruğuyla Saz heyetinde yer bulduğundan Kulların kullara katırca kulluğundan Vakt ezanlarıyla Farabi’nin Eflatun’un âli makamlarla İlgisinden sana ne? Mâfevke ihbar ve Parça başı pazarlık et Sünnetle.
* Moments Musicaux No. 3
Son okuyacağım şiirin serlevhası Usta Ölmeden Bana:
USTA ÖLMEDEN BANA
Bana bir oyun öğret ben onunla kolayca Alayım gündüzleme palazın rolünü ezberime Kanayım revnaklı ilk köhne baharın vızıltılı Karnıbaharın tuzu ekşisi bol zeytinyağlı Dilimlerden bir dilim iyi pişmişinden İmbat eseninden bir gurûb vakti Daha ne.
Dilimse bir dilim gelirsem senin dillerinden Piştik diyelim pîşem sattığım kadarıyla senin pîşen Varıp olayım yasalar dışı gök toplantısı berâtı Kasalar içi peynir madalyon semere sürtülmüş ceket Ebeyim hep zaten bana demezler mi ebem kuşağı Hurra! Şapkalar havaya Performanslarımda kapalı gişe ve tezgâh altı halen Yıldız değil miyim salon karardığında kim bilmez Kaldırımda tarağım. Jilet gibiliğimin Sorulur yanı vardır sokak kedilerine güneşim Tüm tezgâhın bahşiş tahsis edilişinde komşuya Şehir havaî fişeklerle sarıldığı sırada ayım Usta ölmeden bana bir oyun öğret İnsan olayım.
Gelmiyor içimden senfoni olmak sonat divertimento Ölüm var beni tanıştır demiyorum usta arkadaşlarınla Bana bir oyun öğret ben onunla kolayca Esner tıksırır senin yâdınla camı aralarmışcasına Unutmam uyuşmam bulaşmam aldırmazlığa Ebadı ithal reprodüksiyonların nereciliği Ne cins kâğıda hangi sür’atle basılageldiği Usta öğret bana bir oyun Ölmeden bir oyun öğret bana.
Bana vodvil bile olsa yeter Tokası her çilli yerli kızın her Calamity Jane’nin revolver El hak süzüm süzüm perdelerin iki yana İki yandan perdelerin hesap sorarcasına Çekiliniverişlerinde mukim hakikat Kabir azabına katlanabileyim diye Yedeğimden ayırmadığım takat Dama beş taş uzun eşek üçkâat Noksanım senin öğretmediğindir usta Kırk körpe akla erenlerdenim yontulmuşum Berelenmeden geçiverdim ilersine toyluğun Döndü günler aylara ısı düzü ediyor terfi Senden öğrenemezsem ölmeden bir oyun Usta ölmeden bir oyun öğretmezsen bana Taşar yok yere köpüğümle ziyan olurum.
(Alkışlar)
Konumuz, Türkiye Şiirin Neresinde? Bu cümleyi anlamak istiyorsak önce şiir diye bir şeyin olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yani şiir diye bir şey var, Türkiye bunun neresinde? Sonra da Türkiye diye bir şeyi kabul etmemiz lâzım çünkü merak ettiğimiz onun nerede olduğu. Bunları anlamaya çalışalım. Şiir diye bir şey var mı, varsa nasıl bir şey.
Takdim konuşmasında Sedat Akyüz dedi ki, “Beyanların en âlisi, en yükseği şiirdir.” Biz bu kelimeyi, “şiir”i telâffuz ettiğimiz şekliyle mi anlayacağız? Yani şuurla irtibatlı olan şiirden mi bahsediyoruz? Yoksa gâvurlaşmaya başladıktan sonra, gâvurların bizim şiir dediğimiz şeye, “Acaba onlar ne diyor?” diye merak edip poema, poet, poem, poetry, poésie... bu böyle bir şey mi? Yani Yunancadan “poiesis” kökünden gelen bir şey var; acaba o mu, bizim “şiir” mi? “Canım ha onu söylemişsin, ha onu!” demeyin. Çünkü neyi diyorsak o önemli.
Kur’ân-ı Kerim bize öğretiyor: “Allah katında din İslâm’dır.” Biz dinden çıkmadıkça “dinler arası diyalog” yapamayız. Müslüman olmayı reddederek ancak dinler arası diyalog yapabiliriz. Çünkü Kur’ân’a bağlı olmayan bir Müslüman olur mu? Kur’ân’da diyor ki, “Allah katında din İslâm’dır”. Yani diğerleri Allah katında din değildir. “Allah ne derse desin, ben birçok din kabul ediyorum. Onlar arasında diyalog kuracağım. Allah’ı boş ver.” diyorsunuz. Anlatabildim mi? Onun için her şey ne ise odur. O olduğundan çıkararak gene de biraz bir şeyler anlayabiliriz. Ben yıllar öncesinden bizim durumumuzun, Türkiye’de Müslümanların durumunun Russell Paradoksu’na uyduğunu söylemiştim. Dinleyenler ya da okuyanlar hatırlayacaktır. Russell Paradoksu şöyle formüle ediliyor: “Bir şey ne ise o değildir, ne değilse odur.” Türkiye’de bizim durumumuz, eğer Müslüman’sak buna çok uyuyor. Biz, “Türkiye bir İslâm beldesidir.” dediğimiz zaman İslâm beldesi olmadığını söylemiş oluyoruz. “Türkiye bir İslâm beldesi değildir.” dediğimiz zaman da İslâm beldesi olduğunu söylemiş oluyoruz. Neden böyle? Çünkü, “Türkiye bir İslâm beldesi değildir.” diyenler, “Ancak Müslümanlar baskı altına alınabilirse bu ülkede bizim varlığımız teminat altına alınabilir.” demiş oluyorlar. “Türkiye İslâm beldesidir.” diyenler de, “Bizi de idare et ağabey.” demiş oluyorlar. “Biz de kendimizi Müslüman diye yutturduk, bizi de arada kaynat.” demiş oluyorlar. Bu bakımdan Türkiye’de Russell Paradoksu’na çok uygun bir durum var.
Russell Paradoksu’nun insanlar tarafından anlaşılmasına elveren iki örnek biliyorum. Bir tanesi “indeks” örneği. Bir indeks yapıyoruz ve bunu kitap haline getireceğiz. Bu indeks, indekste yer almayan kitapların indeksi. Yani bir kitap yapacağız, bu kitap indekste yer almayan kitapları bir araya getirecek, alt alta sıralayacak. Hiçbir indekste geçmeyen ne kadar kitap varsa onları bulacağız, bir listesini yapacağız. Bu da bir kitap olacak. İndekste yer almayan kitapların indeksi. Bunu yaptık diyelim. Acaba bu hazırladığımız kitabı indekse koyacak mıyız? Çünkü bu kitap bizim yaptığımıza göre hiçbir indekste yer almıyor, değil mi? Koymamız lâzım. Koyduğumuz zaman bunu bu indeksten çıkarmamız lâzım, çünkü indekste yer aldı artık. Öbür örnek de “berber” örneği. Köyde bir berber var. Bu berber sadece kendisi sakal tıraşı olmayan insanları sakal tıraşı yapıyor. Kimler ki kendisi sakal tıraşı olmuyor, onları sakal tıraşı yapıyor. Sadece onları tıraş ediyor. Bu berber kendini tıraş edecek mi?
Bizim Türkiye’deki durumumuz bu. “Biz Müslüman’ız.” dediğimiz zaman İslâm’dan çıkıyoruz, “Müslüman değiliz.” dediğimiz zaman İslâm’a giriyoruz. Bunu tarihî olarak anlamamız çok mümkün. Tanzimat Fermanı bütün Osmanlı tebaasını, padişahın bütün tebaasını eşit hale getirdi. Tanzimat Fermanı’ndan önce nasıldı? Osmanlı Devleti milletler prensibine göre idare ediliyordu. Bu milletlerin en üstünde Müslümanlar bulunuyordu. Diğer milletler derece derece sıralanmıştı. Hemen Müslümanların altında Grekler yer alıyordu. Onların altında Ermeniler, onların altında da Yahudiler. Sınıflandırılmıştı bütün tebaa. Yetkileri, hakları ona göre belirlenmişti. Meşguliyet alanları, hatta kıyafetleri… Tanzimat Fermanı ilân edildiği zaman Türkiye nasıl bir yer? “Bütün vatandaşlar eşitse bütün vatandaşlar eşit değil. Bütün vatandaşlar eşit değilse bütün vatandaşlar eşit.” Yani, “Sosyal olarak klasik düzen devam ediyorsa yeni düzen işleyebilir. Yeni düzen işlemek üzere harekete geçtiyse mutlaka klasik düzenden bir şeyler aktarması lâzım.” Dolayısıyla biz Tanzimat’tan bu yana “isek değiliz”, “değilsek öyleyiz”. Onun için Cumhuriyet ilân edildiğinde Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesi, “Devletin dini, din-i İslâm’dır” şekline giriyor. Çünkü padişah yok, halife de yok. Birinci aşamada halife var, meclis bir halife seçiyor. Ama önce padişah yok. “Bu devlet ne devleti?” diye sorduğunda, “Hiç! İşte spor kulübü gibi bir şey.” diyemediğin ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesini “Türkiye’nin idare şekli cumhuriyettir” diye değiştirdiğin zaman mecburen ikinci maddesini “Devletin dini, din-i İslâm’dır” yapmak zorundasın. Çünkü bunu yapmadığın zaman, “Bu devlet niçin var?” sorusuna cevap bulamıyorsun. Onun için biz dinimizi terk etmek üzere dinimize sahip çıkıyoruz. Anlatabiliyor muyum? Onun için biz Russell Paradoksu’na tam uyuyoruz. “Bir şey ne ise o değildir, ne değilse odur.”
Şiiri anlatmak için buralardan geçmek gerekiyor muydu? Evet, gerekiyordu. Çünkü biz Türkiye’de yaşayan insanlar olarak Yunus Emre’yle beraber millet olma işini başlattık. Nereye kadar getirdik, sonuç ne oldu? Bunları uzun uzun konuşmak lâzım. Bunlar için seminerler yapmak yetmez, bunlar için fakülteler kurmak lâzım. Sadece bunu tetkik eden, bizim nasıl olup da bir millet hadisesiyle içli dışlı olduğumuzun anlaşılması için -dediğim gibi- seminerler kâfi gelmez. Bunların kalıcı tetkik alanları şekline getirilmesi lâzım. Ama biz kısa yoldan bir şeyler söylemeye çalışalım. Yunus Emre’yle beraber, Türkiye topraklarının antik çağdan itibaren ilâhî bilgiyle olan temasının kurulması suretiyle bir millet doğuşu hadisesine şahit olduk ya da onun içine girdik. Bu, Osmanlı Devleti dünyanın yaşanabilir, en elverişli alanı olduğu günlere kadar devam etti. Ama Türklerin mağlup edilebilirliği bahis konusu olduğu zaman bu iş yön değiştirdi. 1571 yılına kadar bizim edebiyatımızda, ki buna Divan Edebiyatı diyoruz, kendimizi müdafaa etmek, kendi varlığımızı ispata gayret etmek gibi bir temayül, bir tema, konu yoktu. Ama 17. asrın yarısından itibaren artık biz Divan Edebiyatı içinde kendimizin varlığını kendi gözümüze göstermek üzere bir yol seçtik. Tanzimat’a kadar bu devam etti. Tanzimat’la beraber Divan Edebiyatı esasını, dayanağını kaybettiği için Türkiye’de Batı tesirinde bir edebiyat doğmak zorunda kaldı. Bu Batı tesirindeki edebiyat aynı zamanda modern bir edebiyat anlamına geliyordu. O günün anlayışına göre insanlık Avrupa’da kemale ermişti ve Türkiye’de yaşayan insanların da onu model kabul etmesi kaçınılmazdı. Tanzimat bütün insanlara ancak böyle kabul ettirilebiliyordu. “Neden biz kendi esaslarımızı terk ettik?” sorusunun cevabı, “Bizim esaslarımız insanlığın kemalini temsil etmiyor, insanlığın kemalini Batı’da doğmuş olan medeniyet temsil ediyor. Dolayısıyla bizim ona ayak uydurmamız gerekir.” şeklindeydi. İşin siyasî tarafı ayrıca konuşulabilinir. Ama zihnî muayyeniyet bu merkezdeydi. Bunu insanların hepsi kabul etmek durumundaydı. Dolayısıyla Tanzimat Edebiyatında bizim artık Divan Edebiyatı esaslarını ciddiye alarak bir şiir dünyası kurmamız bahis konusu değildi. Yeni bir kabuller alanına istinat etmek mecburiyetindeydik.
Bu kitaba gelmek için çok kısa kesmem lâzım. Çünkü oturup Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a geçmek... Ama şöyle bir şey var. Gene haplar halinde söylenebilecek bazı şeyler var. İşte bu geçiş döneminde Tanzimat şiiri bir tereddüt, bir belirsizlik dönemi olarak yaşandı. “Biz İslâm’ı esas saymadan, Müslümanların üstünlüğünü birinci mesele kabul etmeden bir edebiyat yapabilir miyiz, bir şiir yazabilir miyiz?” Bu tereddüt Tanzimat Edebiyatının yaşadığı tereddüttür. Ama bu çok kısa sürdü. Servet-i Fünun şiirinde, Servet-i Fünun’da iki isim, birisi Tevfik Fikret, diğeri Cenap Şahabettin, bu iki adam, “Evet, biz geleneksel kültürümüzün verilerini merkeze almaksızın Türkçe şiir kurabilir ve bunu insanlara kabul ettirebiliriz. Yani okuduğumuz şiirin vasıflarını fark edebilecek olan insanlara bunun bir edebî metin olduğunu kabul ettirebiliriz.” hadisesi... Bu bir vakıa oldu. “Divan Edebiyatının dışında Türk lisanı kullanılarak, Türk lisanına riayet edilerek bir şiir dünyası kurulabilinir, sağlam bir şiir yapısı ortaya çıkabilir.” Bu adamlar yazdıklarıyla bunu gösterdiler. Sonra ne oldu?
“Şiir diye bir şey var mı?” diye bir soruyu cevaplandıracaktık, Türkiye’deki şiire geçince onu atlamış gibi olduk. Onu atlamamak için bazı şeyler söyleyelim. İnsanlar kelimelerle birçok şey yapıyorlar. Şiir de kelimelerle yapılan bir şey. Acaba kelimelerle yapılan diğer şeylerden şiiri ayıran nedir, bu manada şiir nedir? Bu sorunun cevabını bütün diller bahis konusu edilerek vermek gerekirse; kelimelerle, lisan ile bir şeylerin ispat edildiği, benimsendiği veyahut gösterildiği bahis konusudur. Şiir bize zihnimizin gelişmişliği sebebiyle yakın değildir. Şiir bize ahlâkımızın olgunlaştığı nispette yakındır. Daha akıllı olduğumuz için şiirle temas kurmayız ya da şiir bizi daha akıllı hale getirmez. Daha samimi olduğumuz için şiirle temas kurarız, şiir bizi ahlâken yükseltir. Daha cin fikirli olmayız şiir sebebiyle, fakat muhlis olabiliriz.
Biz ne yaptık? Kendimize ait bir dünyamız vardı. Bu dünyamız Divan Edebiyatını doğurmuştu. Kendimize ait dünyayı terk etmek zorunda kaldık, bırakıldık; ne olduysa oldu. O zaman yeni bir meşguliyet alanı bulmamız gerekiyordu. Biz yeni meşguliyet alanını Avrupa kültürünün esas aldığı şeylerde bulmak zorunda kaldık. Tanzimat Edebiyatıyla beraber bizim şiirimiz retoriğin ikna yollarına uygun bir bölünme gösterdi. Aristoteles’in retoriğinde bir insanın diğerlerini ikna etmek için içine girdiği durumlar tasnif edilir. Bunlar “logos”, “ethos” ve “pathos”tur. Yani birisi diğerini ikna etmek için ya aklî bir metot uygular, buna logos diyoruz yahut biz birinin söylediğine o söyleyenin karakteri, tabiatı, evsafı sebebiyle inanırız, bunu ethos denir. Veyahut birisi bize duygularımıza dokunduğu için, onunla bir duygudaşlık tesis ettiğimiz için ikna oluruz, buna da pathos yolu diyoruz. Patetik oradan geliyor.
Biz Tanzimat şiirinde, Tanzimat’tan önce açılan ve işi bir şekilde logosa bağlamış olan Akif Paşa’dan sonra başka bir paşa, “Ondokuzuncu Asır” şairi Sadullah Paşa’yı logos yolunu seçmiş birisi olarak görüyoruz. Ethos, Ziya Paşa ve Namık Kemal’de daha çok belirgindir. Abdülhak Hamit ve Recaizade Mahmut Ekrem ise pathos yolunun başlatıcıları. Bu logos meselesi halledildiği için şiirimiz ethos ve pathos ağırlıklı olarak Servet-i Fünun’a aktarıldı. Ne demiştik? Avrupaî şiirin yazılabilirliğini bize iki adam gösterdi. Birisi ethos yolunu takip eden Tevfik Fikret, diğeri pathos yolunu takip eden Cenap Şahabettin. Bu yol Cumhuriyet sonrasına kadar devam etti. Pathos yolunu Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, ethos yolunu Mehmet Akif ve Nazım Hikmet devam ettirdi. Cumhuriyet sonrasında bu iki yolu da birleştiren Garip akımı... Birleştiren mi diyelim? Bu iki yolu birleştiren değil, tam tersine bu iki yolun dışında da bir yol olduğunu gösteren. Bu manada birleştiren, dediğim gibi yani hasmane bir şekilde o ikisini birleştiren Garip akımı doğdu. Ve Orhan Veli’nin şiirine tepki olarak da İkinci Yeni diye bir şiir akımıyla yüz yüze geldi Türkiye. Bu olduğu zaman, yani Türkiye’de İkinci Yeni şiir akımı parladığı zaman Türkiye’nin şiirle olan hayatî münasebeti ortadan kalkmıştı. O damar kopmuş ve kan heba olur haldeydi. Ne oldu? Bunu anlamamız lâzım, bu kitabın nerede durduğunu fark edebilmek için. Aslında biliyorsunuz ki bu kitap kendinin bir parçası. Bu da ne ise o değil, ne değilse o. Bu bağımsız bir kitapsa değil, bağımsız kitap değil diyorsan, evet, bağımsız kitap. Bu kitabın nerede durduğunu anlamak için Türkiye’nin de neresi olduğunu bilmemiz lâzım.
Türkiye zihnî gelişmişlik alanı olarak şiirden başka hiçbir yeri olmayan bir ülkedir. Dünya çapında bir bilim adamı gösteremiyoruz. İşte bir tane “Türk Aynştaynı” buldular, böyle karikatürler var. Felsefede meselâ Türkiye’de insanlar bir şeyler yaptılar mı? “Bizim şu düşünürümüz mecburen başkalarının da hesaba katmak zorunda olduğu kişidir.” diyeceğimiz bir şey var mı? Hayır, yok böyle bir şey. Ama başından beri, Yunus Emre’den itibaren şairlerimiz var ve biz bunları bütün ülkelerde, “Sizin bir Baki’niz var mı?”, “Sizin bir Fuzuli’niz var mı?”, “Sizin bir Nef’î’niz var mı?”, “Sizin bir Tevfik Fikret’iniz var mı?” diye sorabiliriz. Bizim başından beri şairlerimiz var. Türkiye zihnî gelişmişliği temsil eden şairlerden başkası olamadı. Neden olamadı? Çünkü Türkiye’de şairlerden başka samimi insan bulmak zor.
Türkiye’nin ne olduğunu, neresi olduğunu anlamak Türk şiirinin de neye dâhil olduğunu anlamak için bir başlangıç. Bugün dünya literatüründe “İslâm’ın altın çağı” diye anılan yerler Türklerin bu yaşadığımız toprakları vatan haline getirmelerinden önceki döneme aittir. Dolayısıyla dünya bir şekilde anti-Türk tavırların galip geldiği bir kültürle bugün yaralıdır. Dünya Türk düşmanlığı nakisasını taşıyan bir dünyadır bugün. Biz Türkler bu yaşadığımız toprakları vatan yapmakla kalmadık. Dünyada bu değişik bir şeydi. Meselâ bir Mısırlı, “Benim vatanım Mısır.” dediği zaman aynı zamanda ehramlarla da övünür. “Benim vatanım Mısır, bak burada ehramlar var.” der. Yani Müslümanlığıyla bir Mısırlı öne çıkamaz. Milliyetçi bir Mısırlıysa, “Benim işim dünyada İslâm’ın baskın bir görüş olduğunu göstermektir.” diyemez bir Mısırlı. Bir Makedon da bunu söyleyemez. Makedon, “Burası benim vatanım.” dediği zaman, “Ben Büyük İskender’in çıktığı yerden çıkmış bir adamım.” der. Yani onun da Makedonluğuyla övünürken Müslümanlığını araya katmasına gerek yoktur. Bütün dünyada sadece Türklerdir ki, “Ben dünyaya İslâm’ın her şeyden kıymetli ve her şeyden yukarıda olduğunu göstermiş bir insanım, bu yüzden Türk’üm.” diyebilir. Sadece Türkler bunu söyleyebilir. Hintliler söyleyemez, Malezyalılar söyleyemez, ne bileyim Araplar söyleyemez. Sadece Türkler der ki, “Ben bütün dünyaya İslâm’ın daha üstünde değer olmadığı şeyi göstermiş olan insanım.” Onun için bunlar öyle bir şiir yapmışlardır ki, Avrupa’da, Amerika’da, Çin’de veya Hindistan’da hâlâ o şiirin nasıl bu kadar rafine ve yukarıda olduğunu anlamaya çalışır insanlar. Türkiye hariç. Türkiye’de bunu anlamaya niyetli olan insan yoktur. Çok basit bir şey söyleyeyim size, kimsenin reddedemeyeceği bir şey. Türkler bugün Türkiye diye bildiğimiz toprakları vatan haline getirdikten sonra İslâm’ın muteber alanları Türklerin vatan olarak seçtikleri yer haline gelmiştir. Bu üstelik Türklerin Türkiye’yi vatan haline getirmesinden önce başlamış bir şeydir. Selçuklular henüz bugün yaşadığımız toprakları vatanlaştırmadan önce, kendi toprakları içine Mekke ve Medine’yi katmadılar fakat bütün dünyaya ilân ettiler, dediler ki, “Bu iki şehre zarar veren her kim olursa onun cezasını ben vereceğim.” Selçuklular bunu daha Türkiye topraklarını fethetmeden önce söylediler. Türklük diye bir şeyden bahsediyorsak bu böyle bir şey. Onun için Tanzimat’tan sonra “vatan şairi” diye bildiğimiz Namık Kemal, “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün” der. Yani bizim için vatan Mekke’de başlar. Ama biz Mekkelilerin en kıymetli şeylerin İstanbul’da olduğunu düşünmelerine sebep olan milletiz.
Şiirin ne olduğunu ve Türkiye’nin şiirle irtibatını kurmaya çalışıyorum. Şiirin ne olduğunu anlatmaya... Anlatılmaz. Şiir, şiirle kendini gösterir. Ama biz gene de gayret edelim. Bilimin ve felsefenin yapamadığı bir şeyi yapar şiir. Mananın insana ne kadar merbut olduğunu gösterir. Bilim ve felsefe manayı ifade etmeye çalışır, “Mana budur.” der. Şiir ise mananın kendisidir. Anlatabiliyor muyum? Mananın insan varlığıyla ne kadar yapışık olduğunu, nasıl kopmaz olduğunu gösteren şeydir şiir. O yüzden rahatlıkla dünyada Türk olmayanların manasızlığından bahsedebiliriz. Çünkü şiir bu milleti yaratmıştır. Yani şiirle doğmuş olan millet Türk milletidir. Bizim Divan şairlerimizin Arapça ve Farsça divanları da vardı. Ama onlar Türkçe divanlarıyla şairdiler. Biz bugün İran’da ya da Mısır’da Türk şairlerin de şöyle şöyle şeyler yazdıklarına dair tetkikler yapıldığını görmüyoruz. Gerçi böyle akademik çalışmalar var. Türk şairlerinin Arapça ve Farsça divanları üzerine hem İran’da hem Arap ülkelerinde çalışmalar yapanlar var ama o edebiyatların bir parçası değil bunlar. Ama bizim bir Türkçe yazılmış Divan külliyatımız var. Ne olmuş yani? Böyle böbürlenip böbürlenip ne yapacağız? Bütün bu söylediklerimi nereye oturtacağız?
Türkiye’nin kendini yeniden tarif etmesi ve başına musallat olmuş belâları defetmesi gerekiyor. Bu tarif işinde ve belâların definde şiirden başka müracaat edebileceğimiz zihnî alan yok. O yüzden bu kitabın ne yaptığının fark edilmesi gerekiyor. İsmet Özel’in ne yaptığının fark edilmesi gerekiyor. Bunu benim söylememem lâzım, bunu söyleyenin başkaları olması lâzım. Bu tuhaf bir şey. Bunu ben hiçbir zaman yapmak istemedim ama yapmak zorunda bıraktılar beni. 1963 yılında benim ilk şiirim yayınlandı. 1964’te benim ilk şiirimin yayınlanmasının üzerinden bir sene geçti geçmedi, Turgut Uyar “Çıkmazın Güzelliği” diye bir yazı yayınladı o zamanki Dönem dergisinde. Üç kişi çıkarıyordu Dönem dergisini: Turgut Uyar, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk. Oylamayla yazı veya şiir yayınlıyorlardı. Yani yazı veya şiir dergiye gönderildiğinde en az iki oy alan yazı veya şiir yayınlanıyordu. “Çıkmazın Güzelliği” yazısında Turgut Uyar, Türk şiirinin çıkmazda olduğunu iddia etti. Ve dedi ki, “Türk şiiri çıkmazdadır çünkü Türkiye’de insan çıkmazdadır.” Şimdi, bizim anlamamız gereken şey şu. Bir kere bu adam saçmaladı mı, yalan mı söyledi? Eğer saçmalamadıysa ve yalan söylemediyse bu meseleyi anlamamız lâzım. Yani Türkiye’de insan gerçekten çıkmazda mıydı 1964 yılında? 64, 74, 84, 94, 2004, kırk sene. 2011’deyiz, kırk altı senedir insan hâlâ çıkmazda mıdır, yoksa bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu bulunmuş mudur? Bunu anlamamız lâzım. İnsan neden dolayı çıkmaza girmiş? Bir kere böyle bir şeyi anlamamız lâzım. Ne demek bu? Çıkmaz! Nerden? Benim bu mesele dolayısıyla söylediğim bir şey var. Bir çıkmazdan kurtulmanın iki yolu vardır. Birisi o çıkmazı çıkmaz haline sokan şeyi yok etmek. Bir sokak çıkmaz sokaksa önünde bir duvar var demektir. O duvarı yıkarsınız yahut duvarı delersiniz. Yahut duvarı aşarsınız, çıkarsınız çıkmazdan. Veyahut ne yaparsınız? Geri dönersiniz. Geri dönersiniz, çıkmazdan kurtulursunuz. Biz ne olmuş da 1964 yılında “Çıkmazın Güzelliği” diye bir yazının yazılmasına sebep olmuşuz? Dediğim gibi, “Bu adam saçmalıyordu.” dersiniz, o işi konuşmayız. Ama değilse, eğer bu bir hakikati ifade ediyorsa bunu anlamamız lâzım.
Biz dünyanın daha parlak yeri olmayan bir yerine mensubuz. Dünya 17. asrın başına kadar Türkiye’den daha parlak bir yer bilmiyordu. Antik medeniyetler ve antikiteden önceki medeniyetler geride kalmıştı ve dünya geç antikitenin en parlak formunu yabancıların “Türkiye” diye adlandırdıkları yerde gördü. Şimdi biz bunun sonradan neden bu hale geldiğini anlamamız lâzım. Dünyada Türkiye’yi pek de cazip olmayan bir yer haline getiren nedir? Bu nedir? Amerika’nın keşfidir. Türkiye’yi cazibe merkezi olmaktan çıkaran şey yeni bir hayatın bu bakir topraklarda kurulabileceğine dair gâvurların fikridir. Bugün bütün Amerika kıtasında dünyanın her yerinden gitmiş insanlar var ama Türkiye’den sadece gayri-Müslimler gitmiş. Dikkat etmiyor musunuz? Türkiye’den Amerika’ya gidenler Müslümanlar değil. Meselâ bugün Arjantin’de, bazı Latin Amerika ülkelerinde onların “Turkos” diye bildikleri insanlar var; bunlar aslında Lübnan’dan giden Marunîler. Onlar gümrükten geçerken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geldikleri için Türk diye kaydedilmişler. Her neyse. Türkiye’de insanın çıkmazını anlamamız ve bunun şiirle alâkasını kurmamız gerekiyor.
Türkiye’de insanın çıkmazından bahsedilebilmesi için Türkiye’de bir gidiş yolunun tıkanması gerekiyordu. Bu tıkanmayı 27 Mayıs 1960 sabahı birileri gerçekleştirdi. Türkiye’nin gidiş yolu tıkandı. Sonra ne oldu, Türkiye’nin bir gidiş yolu var mıydı? Vardı. Türkiye Tanzimat’la beraber modernleşmeyi kabullendi. Bu gâvurlaşma mıydı? Tabii ki! Yani sonunda varılacak yer, efendim, şöyle veya böyle bu ülkede yaşayan insanların dünyanın başka yerlerinde yaşayan insanlar gibi bir şeye kavuşmaları. Çok sık söylenen sözlerden birisi, “Yirmi sene sonra İtalya’nın bugünkü haline geleceğiz.”di o zamanlar. Meselâ 1940’lı yıllarda Türkiye’de derlerdi ki, “Türkiye’de işler o kadar bozuktur ki Hitler gelse düzeltemez!” 27 Mayıs 1960 sabahına kadar, “Olacak, bir şeyler olacak. Biz de başka milletlerin sahip olduğu millî vasıflara ya da millî işleyişe kavuşacağız.” diye düşünülüyordu. Ama bu 27 Mayıs’la sonlandı. Türkiye’de yaşayan insanların kendi hayat görüşleri konusunda kendilerine mahsus bir inisiyatifleri olacağı fikri 27 Mayıs’la beraber ortadan kalktı. Ondan sonra insanlar Türkiye’de, “Dünyada söz sahibi olan insanların rızası olmadan hiçbir şey yapılamaz.” fikrine saptılar ve bugün hâlâ oradayız. Oradayız ve bugün artık bu kıymet kazandı. Ne kıymet kazandı? “Amerika Türkiye’ye kıyak geçiyorsa Türkiye’nin durumu iyi. Amerika Türkiye’ye kaşlarını çatıyorsa işler kötü.” Böyle düşünüyor insanlar. Bütün medya bununla meşgul. Bunu sağlayan şey ne oldu? Tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye el koyması oldu. İnsanlar bugün Türkiye’de yaşarken o durumdadırlar ki ne Hawaiili gibidirler ne Porto Rikolu gibidirler. Amerika Birleşik Devletleri bayrağında bir yıldızdır Hawaii. Ayrı bir state, devlet kabul edildiği için. Ama Hawaiililerin ne kadar Amerikalı olduğuna siz kendiniz karar verin. Hawaii’de bayağı iyi işleyen bir üniversite falan da var. Türkiye Hawaii gibi bir yer değil. Ahalisi “aloha” diye merhaba diyen fakat normal olarak Amerikan vatandaşı kabul edilen insanlar değiliz biz. Porto Rikolu da değiliz. Porto Rikolular ayrı bir devlete sahipmiş gibi dururlar. Ama Porto Riko’dan Amerika’ya gitmek için pasaporta ihtiyaç yoktur. Fakat siz Türkiye’den Porto Riko’ya gitmek istiyorsanız Amerikan vizesi sahibi olmak zorundasınız. Elinizde Amerikan vizesi yoksa Porto Riko’ya giremezsiniz. Yani biz Porto Rikolu da değiliz. Ama Türkiye’de Hawaiililer ve Porto Rikolular gibi yaşıyoruz. Yani biz ne Hawaiililerin haklarına sahibiz ne Porto Rikoluların imkânlarına sahibiz. Ama Hawaiililerin maruz kaldıkları ve Porto Rikoluların maruz kaldıkları her şeye maruz durumdayız. Böyle bir şey. İnsanın çıkmazı budur. Türkiye’de insan bu şekilde çıkmaza girmiştir. Biz 27 Mayıs 1960’la beraber kimliğimizi kaybetmedik. Kimliğimizi takbih ettik ve sonradan da tamamen yok ettik. Yani kimliğimizi yırttık, sonra da yaktık. 27 Mayıs’tan Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu zamana kadar biz yırtık kimlikle yaşıyorduk. Ondan sonra yakılmış bir kimliğimizden... Yakıldı, yani yok.
Onun için ayna olarak bu kitabı kullanabilirsiniz. “Yahu ben var mıyım acaba, görünüyor muyum?” diye bakabilirsiniz Of Not Being A Jew kitabına. “Acaba aynaya aksim düşüyor mu?” diye bu kitaba bakabilirsiniz. Ve başka bir kitaba bakamazsınız. Çünkü başka insanların böyle bir derdi yok. Türkiye’de insanlar ne yazarsa yazsın hepsi şiirlerinin, hikâyelerinin, romanlarının tercüme edildiği zaman bir işe yaramasını gözeterek yazıyorlar. Türkiye’de insanlar Türklerin ayna olarak kullanabilecekleri metinleri üretmekten bilhassa kaçıyorlar. Çünkü Amerikalı onlara, “Ben bunu almam.” diyor. “Buna para vermem.” diyor. Onun için insanlar da ne yapacaklar? Aç mı kalacaklar? Tabii ki satılabilecek mal üretiyorlar.
Türkiye’de bu iş oldu. Nasıl oldu? İsmet Özel Türk şiir dünyasına İkinci Yeni şiirinden ümitlerin kesildiği zaman girdi. Bunun çok bariz bir anekdotu var. Ankara’da Erdal Öz’ün bir kitabevi vardı. Benim “Geceleyin Bir Koşu” kitabım yayınlandığında içeri Murat Belge girmiş. Ben tanımadığım için farkında değilim. Yıl 1966. Kitap yeni yayınlandı ve ben o gün Erdal Öz’ün kitabevine konsinye olarak kitaplarımı bıraktım. Çünkü benim ilk kitabım 800 liraya mal ettiğim kitaptır. Erdal Öz, “Bak seni İsmet Özel’le tanıştırayım.” dedi Murat Belge’ye. “Bugün yeni kitabı çıktı.” 1966 yılının Mart ayındayız. “Aaa!” dedi Murat Belge, “Tükenmemiş bir şairin kitabını alayım.” 1966 yılında İkinci Yeni şairleri diye bilinen şairlerin vereceklerinin hepsini verdiği kabul ediliyordu. “Bunlar tamam şairdirler, iyi şeyler yazmışlardır ama Türk şiirine ne verecek idilerse vermişlerdir.” Bu kabul ediliyordu 1966 yılında. Ve sonra bir süreç yaşandı. Ben zaten bu birinci kitabımı, Geceleyin Bir Koşu kitabını, “Artık ben böyle şiir yazmıyorum.” diye çıkardım. 1966 yılında benim bir tek şiirim var: Kan Kalesi. Öncesi 65. Yani Geceleyin Bir Koşu kitabımda sadece 1964’e kadar yazdığım, yirmi yaşıma kadar yazdığım şiirler var. Ve ben Partizan’la beraber farklı bir şiir çizgisi tutturduğum iddiasındayım ve “Artık ben bu şiirleri yazmıyorum.” diye de bir kitap çıkarmışım. Ama “Bu şiirleri çöpe atıyorum.” diye değil, birilerinin gözüne sokmak için. Bu üç sene sonra, 1969’da “Evet, İsyan”la devam etti. 1966’da “Geceleyin Bir Koşu”, 1969’da “Evet, İsyan”.
Burada İsmet Özel bahsini geçici olarak kapatalım, düşünceyle hadiseler arasındaki irtibata bir nazar atfedelim. Bütün dünyada bu konuda bir hile yürürlüktedir. Düşüncelerle hadiseler arasında nasıl irtibat olduğu konusu irtibatı kuranın istediği şekilde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla insanlar, kontrol altında olanlar ve kontrolü tesis edenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Kontrol mekanizmasının ana unsurları kendi zihnî kabullerini diğerlerine yedirir. Bu onların kontrol altında olmalarından dolayıdır. O yüzden biz bugünkü dünyada “modern tarihin merkezinde Türklerin olduğunu bilmeden” yaşarız. Çünkü bilgi diye ortaya atılan şey kontrol edenin ürettiği şeydir. Meselâ Lamartine’in bir “Osmanlı Tarihi” var. Daha Osmanlı İmparatorluğu yaşarken Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü anlatır. Çünkü bu iş onlar tarafından bir şekilde tezgâhlanmıştır. Hatta bugün yaşadığımız şeyler de zamanında planlanmış şeylerdir. Bugün meselâ başörtüsü Tunus’ta sokakta bile zor takılan bir şeydir, bırakın resmî daireler söz konusu olsun. Sokakta bile örtünmek Tunus’ta cesaret isteyen ya da özel bir iddiayı devam ettirmek için yapılan bir şeydir. Neden? Çünkü 19. asırda Victor Hugo gibi insanlar bütün Mağrip alanının Hıristiyanlaştırılacağına dair karar almışlardır. Bu program uygulanırken tabii Tunus çok elverişli bir alan görülmüş. Tunuslular da demek ki buna müsait bulunmuş.
Neyi anlatmaya çalışıyorum? Biz bir şeyleri sanki kendiliğinden oluyormuş gibi, insanların tercihlerinin gereği gibi kabul ediyoruz, görüyoruz. Hâlbuki böyle değil. Bugün Türkiye’de de olan biten şeyler, insanların içinde olan şeylerdir. Olması kendiliğinden doğan şeyler değildir. İçinde derken, İstiklâl Harbi’ne atıfta bulunmak istiyorum. Biz bu toprakları iki kere vatanlaştırdık. Birincisi, 13. asırda dârül-İslâm haline getirilerek Türk vatanı oldu burası. İkincisi, İstiklâl Harbi sırasında topraklarımızı Ermenilere, Greklere, Kürtlere, Gürcülere, Arnavutlara, Boşnaklara, Pomaklara, ne kadar “Ben Türk değilim.” diyen insan varsa hiçbirine yağmalattırmadan bir vatan sahibi olduk. Ama görünen kısmı gayri-Müslimlerin müdahaleleridir. Bizim İstiklâl Harbi’ni kazanmış olmamız bu toprakları Türk olandan başkasına yedirmememiz demektir. Ve bu -nasıl modern tarihin merkezinde Türk olduğu saklanıyorsa- Türkiye’de de insanların gözünden saklanır.
İstiklâl Harbimizin üç yüzü vardır. Birinci, en sahici ve vazgeçilmez, hâlâ da kâfirlerin yüreğini hoplatan yüzü Maraş’ta başlayan şeydir. Cuma namazını kılmak üzere gelen insanlara Sütçü İmam der ki, “Bu bayrak burada olduğu sürece cuma kılamazsınız!” Bunun üzerine Maraşlılar gâvuru topraklarından atmak üzere on iki gün göğüs göğse çarpışmışlardır. Bu başarı Urfalıları cesaretlendirmiş ve Urfalılar da gâvuru topraklarından atmışlardır. Urfalılar savaşı kazandılar ve Fransızlarla, Ermenilerle, Fransız üniforması giymiş Ermenilerle bir anlaşma imzaladılar. Fransızlar Urfa topraklarını terk edeceklerinde Urfalılar kâfirlerin başı dik olarak kendi topraklarından ayrılmalarına rıza göstermedikleri için anlaşmayı bozarak kâfirleri kovalamışlardır. Yani kâfirlerin çekileceği zaten anlaşma olarak var. Ama onlar çekilirken Urfalılar özel olarak havaya da olsa ateş edip, “Sizi buradan biz atıyoruz!” mesajını vermişlerdir. Urfalılar bunu yaptı. “Tamam, gâvurlar gidiyor.” diye bırakmadılar, onları kovaladılar. Akabinde Antep’in kurtuluşu gerçekleşti. Antep’in kurtuluşu direniş bakımından ikisinden de önce başladığı halde orada devamlı olarak Fransızlar mı galip, Ermeniler mi galip, Türkler mi galip meselesi gidip geldiği için sonradan, gâvurun Urfa topraklarından çıkmasından bir sene sonra Antep’in kurtuluşu bahis konusudur. 1921... Ama burada dikkati çeken bir nokta var. Bu da gözlerden çok kaçırılıyor ve tabii hiç oralara dokunmak insanların işine gelmiyor. Ankara’da Meclis’in açılışı 23 Nisan 1920, Urfa’nın kurtuluşundan on gün sonra. Bu lâfları söyleyen Türkiye’de sadece İsmet Özel. Türk milletinin inisiyatif almasından korkan birtakım insanlar harekete geçti. “Bunları bırakırsak her şeyi hallederler, bize de avucumuzu yalamak düşer.” diyen birtakım insanlar vatanı kurtarıyormuş gibi yaptılar. Onların aldıkları sonuçla biz bugün bu belânın içindeyiz. Türkiye, Cumhuriyet’in ilânından bugüne alay edilebilecek ülke durumunda bu yüzden kaldı.
Şiirin bu bakımdan hayatımızda yeri var. Anlatabiliyor muyum? Keşke anlatabilsem. Şairler bu konuda diğerlerinden, diğer bütün eli kalem tutan insanlardan daha öze yakın bir şeyi terennüm ettiler. Ve biz eğer bir özümüz varsa bunu şairlerden kendimize akıtabildik, kendimize çekebildik. Türkiye Cumhuriyeti bir uzlaşmanın sonucuydu. Türk milleti köle olmayı reddetmenin rantını ele geçirdi. Ama bu o kadar büyük bir kazanç gibi göründü ki onlara, fazlasıyla uğraşmadılar. Köle olmamış olmak onlara yeter göründü. O yüzden kafalarını da fazla yormadılar. Bundan kim istifade etti? İstiklâl Harbi’nin acısını çıkarmak isteyenler. İstiklâl Harbi’nin acısını çıkarmak isteyenler Cumhuriyet’in ilânından sonra harekete geçtiler. Bütün alanları zapt ettiler, gasp ettiler ve bizi bugüne getirdiler. Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar İstiklâl Madalyası sadece İstiklâl Harbi’nde yararlılığı tespit edilmiş olan insanlara veriliyordu. Onlar belliydi. Demokrat Parti halka şirin görünmek için bir kanun çıkardı. “İstiklâl Harbi sırasında askerliğini yapmış olanlar, ordu mensuplarının tamamı İstiklâl Madalyası hak etmiştir.” Benim rahmetli pederim de bu suretle İstiklâl Madalyası sahibi oldu. Benim babam 1315’li olduğu için Seferberliğe de katıldı. Onlar İstiklâl Harbi sırasında tekrar askere alındılar, iki kere askerlik yaptılar. Benim babam onlardan birisi. Ama benim babam İstiklâl Harbi sırasında jandarmaydı. Yani cephede değildi. Jandarma cephede olmaz. Ama babam askerliğini İstiklâl Harbi sırasında yaptığı için ona Demokrat Parti zamanında bir madalya verdiler. Ama madalyayı sadece babam gibi jandarmalar almadı, asker kaçakları da İstiklâl Madalyası aldılar. Askerlik şubelerinde “firar etti” yazısının üzerine bir nokta koydurttular, “karar etti” okundu o. Ve bu alçaklar İstiklâl Madalyası aldılar. Biz bugün onların yönetimi altındayız. İstiklâl Harbi’nden kaçıp İstiklâl Madalyası alanlar bizim başımıza belâ kesilmiş durumdadır. Onun için Türkiye’de, “Ben milliyetçiyim, mukaddesatçıyım.” diyenlerin hepsinin numaraları bir kere ortaya çıkmalıdır.
Bu kitaba geleceğiz. 27 Mayıs 1960 Cumhuriyet’in ilânıyla beraber Dünya Sistemi’yle olan anlaşmanın sonuydu. Türkiye Cumhuriyeti tarım ürünleri ihracı esas sayılarak Cumhuriyet rejimi altında Dünya Sistemi’ne iliştirildi. Kenetlenmedi, intibak da etmedi, iliştirildi. Fakat Dünya Sistemi... Hangi Dünya Sistemi? 14. asırda İtalyan Site Devletleri’nde başlayıp 17. asırda metropolünü Hollanda’ya, 19. asırda metropolünü Londra’ya, 1945’te metropolünü Wall Street’e taşıyan Dünya Sistemi. Ama henüz merkez Londra’dayken Türkiye, topraklarının Sistem’e tarım ürünleri ihracı yoluyla iliştirilmesi anlaşmasını yaptı. Biz Dünya Sistemi’nin bizi kabul etmesi rahatlığı içinde 27 sene Tek Parti yönetimi yürüttük. 1950 yılının 14 Mayıs’ında Türk milleti bu anlaşmayı yapanların işe yaramayacağını, onların kahredilmesi gerektiğini oylarıyla gösterdi. Sonra ne oldu? İşte onların bu cesareti 27 Mayıs’ta kırıldı. Onlar cesaretlerini kaybetmediklerini Anayasa oylamasında gösterdiler. Fakat 1973 yılında onları üçkâğıda getirmenin en iyi yolunun “siyasal İslâm”ı üretmek olduğunu aklettiler. Bunu yapıp hepsini kâfirden yem bekleyen av hayvanı, avlanacak hayvan haline getirdiler. Ve oldu bu iş.
Bütün bu macera içinde şiirin bir şey söylemesi bahis konusuydu. Şiir vazifesini aksatmadı. Bugün Türkiye’de kâfirlerin zapt edemedikleri tek kale Türk şiiridir. Hâlâ! Çünkü bu kaleyi ben İsmet Özel olarak koruyorum. Başka da neferi yok, kumandanından geçtim. Bunun, bu burcun, bu kalenin direncini artırmak için ne bir malzeme ne bir donanım ya da teçhizat ya da mühimmat, silâh... Bunlar yok. Onun için insanlar bu işi bir şekilde bitirmek istiyorlar. Türkiye’de dünyada imkânları elinde tutanların bizim için ayırdıkları ne ise onunla doymayı kabul etmiş durumda insanlar. Bu yüzden de işler Türkiye’ye ve Türk şiirine düşman bir şekilde işliyor. Bu neden böyle oluyor, bunu anlamamız lâzım. Bu şundan dolayı böyle oluyor. Bir kere şu noktayı hatırlamak lâzım. Osmanlı Devleti çok unsurlu bir imparatorluktu. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından menfaati olanlar Osmanlı Devleti yıkıldığı taktirde kendilerinin bir vatanı olacağını bilen unsurlardı. 1826 yılında Yunanistan Osmanlı Devleti’nden ayrıldı. İlk defa Yunanistan diye bir şey gördü dünya 1826 senesinde, Tanzimat’tan önce. Bütün süreç ondan sonra, “Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı zaman bizim de bir vatanımız olur.” Kim uğraştı bununla? Bu saydıklarımın hepsi. En son Arnavutlar yaptı bunu. Balkanlarda Arnavutların devlete sahip çıkmaları halinde işlerin bozuk yürümeyeceğine inanan bir saray vardı. Fakat sonunda Arnavutlar dediler ki, “Biz de devletimizi istiyoruz, biz de Arnavutluk kuracağız.” Müslüman Arnavut ile Hıristiyan Arnavut Türklere karşı birleşti. Bugün de bunu yaşıyoruz. Neyi yaşıyoruz? O saçlarını arkadan bağlayanlar, burunlarına hızma takanlar, kulaklarına küpe takan erkekler, bunlar Türklere karşı. Ya da o iğrenç İsevi sakalı bırakan sefiller Türklere karşı cephe almış durumdalar bugün Türkiye’de; Arnavutlar gibi. Üstüne üstlük ne diyorlar: İsmet Özel değişimi ıskalamış, bunlar değişime uymuşlar!
1930 yılına kadar Siyonist hareket İsrail’in kurulması konusunda mutabakat tesis etmiş değildi. İsrail’e yerleşilmesini isteyen Siyonistler çok önceden harekete geçmişlerdi. 1914’te Savaş başlar başlamaz kitleler halinde geldiler, orada gerilla savaşı başlattılar. Ama 1930 yılına kadar Siyonistler İsrail’in kurulması konusunda bir mutabakat sahibi değillerdi. Sebepleri çok. Bizi fazla da ilgilendirmez. Ama bizi ilgilendiren çok önemli bir şey var. Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkması halinde Osmanlı topraklarının bir kısmına yerleşmeyi düşünmeyen Yahudiler vardı. Yani Osmanlı Devleti’nin parçalanması meselesinde en son kervana katılanlar Yahudiler oldu. Onlar kervana katılıncaya kadar Türkiye’de olup biten işlerin bekçiliğini Yahudiler, hatta Türk bilinerek... Biliyorsunuz Sabetayistler 17. yüzyıldan beri Müslüman isimler alırlar. Mehmet Efendi oldu çünkü Sabetay Sevi. Bizim böyle bir yaramız var. Nasıl? Bizim Türk Edebiyatı sandığımız şeyin önemli bir kısmı Türkçe yapılmış Yahudi edebiyatıdır. Greklerin buna ihtiyaçları yoktu. Ermeniler dillerini... Meselâ Türkiye’de akademik çevrelerde yaygın bir kanaat vardır: “Türkçe en güzel Ermeni alfabesiyle yazılır.” Bunu duymuşsunuzdur. Latin alfabesi değil de Ermeni alfabesi. Bu da anlayacağınız gibi Türk bilinen Ermenilerin herzelerinden bir tanesi. Çünkü onlar da dillerini yıllar içinde kaybettiler. Bizim... Neyse, o uzun mesele. Tanzimat sonrasında Müslümanlar lehine bir şeyler yapıyormuş gibi görünen Yahudilerin ürünleriyle karşılaştık. Birçoğumuz da bunların hâlâ müdafii. Meselâ Mecelle’nin yazılmasını birtakım insanlar hâlâ bizim hayrımıza bir şey gibi yorumlamaya yatkındırlar. Bunların hepsinin başımıza işler açan insanların marifeti olduğunu bilmek bir tarafa, bunu biri bize söyleyecek olsa onu tepelemeye hazırız, onu mahvetmek üzere silâhlanmış durumdayız.
Beni dinleyen insanlar niye dinlerler, anlamıyorum. Türkiye’de yapılması gereken birçok şey var. Bunların başında da bize yutturulan dolmaların kusulması geliyor. Eğer bize yutturulan dolmaları hazmetmediysek en kısa zamanda kusmamız gerekiyor. Ama hazmettiysek iş işten geçmiş demektir. İnsanlar bugün fiilen İstiklâl Harbi’nin Türklere kazandırdığı şeylerin elden gitmesi için ne adına olursa olsun… Hele hele İslâm adına yapıyorlar bunu, yani Müslümanlık diye bir çeşit vatan hainliği yapıyorlar. Peki, vatana sadakat nasıl olur? Bunu anlamak çok zor değil. “Türkiye’ye bunu yapmak bir Türk’ün işi midir?” Bu soruyu sorduğunuz zaman her şeyi bütün açıklığıyla görebilirsiniz. Türkiye’ye ne yapılıyor? Bugün insanlar Türkiye’ye mahsus neyin yükseltilmesi ile uğraşıyorlar? Bunu anlamamız lâzım.
Seneler geçtikçe insanların dünyanın şekline olan uyumları artıyor. Bugün Türkiye’de Sevgililer Günü’nü İslâmîleştirmek isteyen insanlar var. Dün 1 Nisan’dı değil mi? “April Fool’s Day” İngilizcesi. Bu aslında -gene internete konu olabilirim- bir yortudur. Zaten bu günler biliyorsunuz paskalya. Hıristiyanlığıyla iftihar eden insanlar haline gelmiştir Türkiye bugün. Fakat bu telâffuz edilmiyor. O bakımdan korkunç bir Hıristiyanlaşma furyası var. Bir zamanlar sadık okurlarımdan birisi sürekli olarak bana Hıristiyan propaganda broşürleri, CD’ler falan gönderiyordu. Yani benim okurlarım arasında bile Hıristiyan olanlar var. Birçokları saklıyorlar Hıristiyan olduklarını. Meselâ başı örtülü kızlar arasında ciddi bir Hıristiyanlaşma var. Papazlar onları çok güzel ikna ediyorlar. “Hem böyle olabilirsin, hem bu işler aslında şöyledir.” falan filan diye. Yahudi yapamayacakları için... Çünkü Yahudiler bile kendi aralarında, “Hakiki Yahudi değil!” falan diye uğraşıyorlar. Onun için Türkiye’de yaşayan insanların Hıristiyanlaşmasını Yahudiler de destekliyorlar, bu konuda para harcıyorlar. Ama şunu unutmamak lâzım ki Türkiye’nin Hıristiyan olarak bile dünyanın dikkate değer bir alanı olması önlenmiştir. Bugün dünyada Ermenilerin katliama uğramalarının altında İngiliz, Alman emperyalizmi olduğuna dair aramadığınız kadar yayın vardır. Yahudilerin, Ermenilerin öldürülmesindeki... Zaten bugün de Türkiye’de yaşayan Yahudilerin Ermeni davasına bu kadar sahip çıkmalarının sebebi, hesap sorulacaksa önce kendilerinden hesap sorulması gerektiğindendir. Onu önlemeye çalışıyorlar.
Bu işler olup bitiyor. Bir gün karşımıza çıkacak olan şey bir tercih olacak. Birileri diyecek ki, “Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin.” Ben seneler önce, 1990’lı yıllarda yazdığım bir Cuma Mektupları yazısının başlığını “Bu Deveyi Gütmeyeceğiz ve Bu Diyardan Gitmeyeceğiz” şeklinde koymuştum. Bu diyardan gitmeyi düşünen insanlar çok fazla. Türkiye’de Avrupa’ya, Amerika’ya gidememiş insanlar yaşıyor. Onlar netice itibariyle, “Biz gidemedik bari Amerika bize gelsin.” demekte beis görmüyorlar. Bu bir yakınma mı? Bilmiyorum. Bir şeyler çıkar mı bütün bu söylediklerimden? Üç senedir İstiklâl Marşı Derneği diye bir kuruluşun başındayım. Bundan bir sonuç hâsıl oldu mu? Bunu da anlayabilmiş değilim. Eğer bir sonuç hâsıl olduysa bu benim beklediğim bir sonuç değildi.
Ne yapacağız? Bu kitap aslında çıkmayacaktı. Neden? Çünkü ben her yeni yazdığım şiiri Of Not Being A Jew kitabının yeni baskısına koyarak yayınlatacaktım. Ama yayınevinin kötü politikası benim önce “İlâveler”, sonra “Son İlâveler” çıkartmama sebep oldu. Yani hiçbir konuda bir dostla karşılaşmadım. “Dost, yanında yüksek sesle düşünebileceğiniz kişidir.” denir. Aklınızdan geçen bazı şeyleri birine söyleyemiyorsanız o dostunuz değildir. Bazıları, “Hakkınızda her şeyi bildiği halde hâlâ sizi seven kişi dostunuzdur.” der. Bu bana çok yakın gelmiyor. Bu bir şekilde suç ortağı olmak gibi bir şey. “Hakkınızda her şeyi bildiği halde hâlâ sizi seven kişi.” Bu zor bir şey değil. Birçok karı koca birbirlerinin her şeyini bildikleri halde birbirlerini seviyor olabilirler fakat dost olmayabilirler. Çünkü o karı kocalar kafalarından geçen her şeyi birbirlerine söyleyemez durumdadırlar. Anlatabiliyor muyum? Asıl mesele kafadan geçen her şeyin rahatlıkla yanında dile getirilebildiği bir insan olmak. Bu manada Türkiye’nin varlığı ve idamesi konusunda kimseyle ortak olamıyorsunuz. Çünkü bugün Türkiye’de işlerini yürütmek isteyen insanlar Türkiye’nin mahvolması için faaliyet gösterenlerin kendilerine açtığı imkânla işlerini düze çıkarmış durumdadırlar. Bizim bu insanlar olarak yaşamıyor olmamız lâzımdı.
Ben kimseye iş bulamam, kimseye maaş da ödeyemem. Onun için insanlar benim dediklerimin hiçbirine kulak kesilmezler. Onlar sadece kendilerine gelir imkânı bahşedenlerin doğru söylediğine inanıyorlar. Çünkü ben öyle şeyler söylüyorum ki bunlara kulak verildiği taktirde insanların canları da malları da risk altına girecek. Böyle yaşanıyor. Ben böyle yaşamaktan şikâyetçi değilim. Hakk’tan yana olduğum için, Hakk’a tapan birisi olduğum için zarara uğramak bana kazanç gibi görünüyor. Binlerce yıldan beri yürürlükte olan kaide hâlâ sapasağlam duruyor: Kaybeden kazanıyor. Teşekkür ederim.