07 Mart 2009, Sivas Merhabalar, Beni dinlemek üzere buraya kadar zahmet ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Ama diyeceksiniz ki, “Teşekküre değmez; biz zaten bir meşgale arıyorduk. Hele de İstanbul’dan gelmiş, Türkiye’de de adı duyulmuş bir insanın ne diyeceğini hoşumuza gitmese de dinlemek, neticelerden haberdar olmak şu Sivas’ın sıkıcılığı içinde bir renktir; onun için boşa gitmez.” diye düşündüğünüzü tahmin ediyorum. İstiklâl Marşı Derneği Sivas Şubesi, İstiklâl Marşı’nın kabulünün seksen sekizinci yıldönümü sebebiyle benim İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı olarak Sivas’ta bir konuşma yapmamı istedi. Ben de bu teklifi maalmemnuniye kabul ettim. İstiklâl Marşı hakkında yapılacak bir konuşmanın yerinin Sivas olarak seçilmesi fevkalade önemli; çünkü Sivas, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan durumun ortadan kaldırılması yani İstiklâl Harbi’nin muvaffakiyetle sona erdirilmesi için yapılan işlerin önemli bir dayanak noktası. Konuşmamızın konusu “Lisan ile Kabul, Lisan-ı Hâl ile Ret” demiştik, İstiklâl Marşı milâdın 1921’nci yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde oylanmış ve lisan ile kabul edilmiş. Ama çoğunluk oylarıyla kabul edilmiş; yani ittifakla değil ekseriyetle kabul edilmiş. Çok yüksek bir ekseriyetle kabul edilmiş olmasına rağmen, o meclis içinde bu marşın millî marş olmasını istemeyenler de varmış. Hattâ onlar oylama sırasında ellerini kaldırmadıkları gibi “ret! ret!” diye de bağırmışlardır. İstiklâl Marşı 1921 yılında kabul edilmiş; 1921, yani henüz Türkiye Cumhuriyeti ilân edilmemiş ama Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti var. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi sadece İstiklâl Marşı’nı kabul etmemiş; kendisi için bir Teşkilât-ı Esasiye Kanunu da kabul etmiştir. Sonra bu kanun bir şekilde 1924 Anayasası’na dönüşmüş. Ama 1921’de yani İstiklâl Marşı’nın kabul edildiği yılda kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi 1923 yılında “Türkiye Cumhuriyeti devletinin idare şekli cumhuriyettir.” şeklinde değiştirilmiş ve ikinci maddesi de “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini, din-i İslam’dır.” şeklinde değiştirilmiştir. Daha sonra 1924 Anayasası içinde bu “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini, din-i İslam’dır.” hükmü aynen muhafaza edilmiştir. 1925 yılında, 1926 yılında, 1927 yılında ve 1928 yılında da bu aynen böyleydi. Ama 1928 yılında değişiklik yapmışlar ve bu madde anayasadan çıkarılmış; yani 1928 yılından itibaren anayasada “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini, din-i İslam’dır.” hükmü yok. Gel zaman git zaman 1924 Anayasası ömrünü tamamlamış; 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra Türkiye’ de yeni bir anayasa yapılmış. 1961 yılında kabul edilen bu anayasada tabii ki, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini din-i İslam’dır.” diye bir hüküm görmek mümkün değil. Sonra bu 1961 Anayasası da 1971 askeri müdahalesiyle ömrünü tamamlamış ve geçirdiği değişikliklerden sonra, 1980 yılında bir askeri müdahale daha gerçekleşmiş ve bu askeri müdahalenin akabinde de 1982 yılında yeni bir anayasa yapılmış. Bu anayasada “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini din-i İslam’dır.” diye yazmıyor ama aynı anayasanın 3. maddesinin 4. bendinde millî marşımızın İstiklâl Marşı olduğu yazılı. 1921 yılında İstiklâl Marşı ilk kez kabul edildiğinde hiçbir yasal koruma altına alınmamıştı, 1924 Anayasası’nda da İstiklâl Marşı ile ilgili hiçbir şey yoktu ve 1961 Anayasası’nda da İstiklâl Marşı ile ilgili hiçbir madde yok. Ama bugün de geçerli olan 1982 Anayasası’nda İstiklâl Marşı’nın bizim millî marşımız olduğu bir anayasa hükmü ve bu madde anayasanın değiştirilemez maddeleri arasında. Hal böyle olduğuna göre, bu kadar koruma altına alınmış bir metnin derneğini kurmak pek mânâlı bir şey olmayabilir. Ya da işte, “Ne var, her ülkenin bir millî marşı var, bizim de bir millî marşımız var ve onun adı da İstiklâl Marşı. Bunlar da bir dernek kurmuşlar ve oradan sebepleniyorlar.” denebilir mesela. Çok da mantıklı bir şey; çünkü anayasada olan bir şey bu ve devletin de bizi “Hadi aslanlarım, göreyim sizi!” diyecek şekilde teşvik etmesi lâzım ama böyle bir durum da yok. Neden yok? Çünkü biz biraz önce İstiklâl Marşı’nı söyledik. Kırk bir mısra olan İstiklâl Marşı’nın ilk sekiz mısraını, ilk iki kıtasını melodili olarak söyledik. Siz de bunu ilk mektepten itibaren söylüyorsunuz, ben de söyledim. Bu söyleniş biçimiyle İstiklâl Marşı’nı anlamak mümkün değil; “tranam tranam” diye başlıyor, herkes ayağa kalkıyor ve esas duruşta. Ondan sonra “Korkmaaa!” diye başlıyor ama hiçbir şey yok, yani hiçbir şey anlaşılmıyor. “Obe” diye bir şey var arada… Yani, İstiklâl Marşı 1921 yılında kabul edilmiş ama bir daha görünmesin diye tedbirler alınmış. Biz İstiklâl Marşı’nı melodili olarak söylüyoruz; İstiklâl Marşı’nda ne söylendiği anlaşılmasın diye. Bu, bizim yaşadığımız bu seksen sekiz yılın mânâsını izah edecek şeydir. 1921 yılında, 23 Nisan 1920’de açılan meclisin üyeleri faal halde, bu üyeler İstiklâl Marşı’nı kabul etmişler ve biz buna “Birinci Meclis” diyoruz. Katılımcılık kalitesi bakımından Cumhuriyet tarihinde onun üstünde bir meclis yok. Temsili meclis, temsili hükümet, temsili yönetim falan diyoruz ama 1921 yılında İstiklâl Marşı’nı kabul eden meclisin katılımcı kalitesini bir daha hiçbir meclis tutturamadı. 1923 yılında -o biraz önce anayasa değişikliklerinden bahsettiğim- o anayasa değişikliklerini kabul eden meclis, aynı zamanda Lozan’ı da kabul eden meclistir; İstiklâl Marşı’nı kabul eden meclis değil. İstiklâl Marşı’nı kabul eden meclisin Lozan Antlaşması’nı kabul etme ihtimalinin çok düşük olması sebebiyle yeni bir meclis teşkil edilmiştir. Bu bakımdan İstiklâl Marşı’nın kendisi, İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında bizatihi bir amildir. Fakat İstiklâl Harbi’nin kazanılmış olması sebebi ile girişilen işler, İstiklâl Marşı’nın desteğine ihtiyaç duymayan işlerdir; İstiklâl Marşı’nın desteğine ihtiyaç duyularak bir Cumhuriyet tarihi yaşanmamıştır. Bilakis İstiklâl Marşı hemen, daha 1923’te rafa kaldırılmış ve o günden beri de raftan hiç indirilmemiştir. Raftan hiç indiren olmadığı gibi, belki raftan düşer diye de her fırsatta rafa bazen bağlanmış bazen raptiyelenmiş bazen vidalanmış ve bazen de perçinlenmiş ama hep rafta kalması temin edilmiştir. İstiklâl Marşı’nın rafta tutulması, Cumhuriyet tarihimizin bu şekilde yaşanması için zaruri idi. Ama ne oldu? Devran döndü ve biz bugün İstiklâl Marşı’nın yazılmasına ihtiyaç duyulan zamana geldik. Bu zamanın haberleri daha önceden kulaklara ulaştığı için 1982 Anayasası’na bu milletin millî marşının İstiklâl Marşı olduğunu yazmak mecburiyetini hissettiler; çünkü biz bugün miladın 2009’uncu yılında 1921’deki durumun daha tehlikeli bir noktasına ulaşmış bulunuyoruz. Yani biz şu anda İstiklâl Harbi’nin verilmesine ihtiyaç duyulan şartlardan daha beter şartlar altındayız. “Madem öyle, bu milletin hâli ne böyle?” diyeceksiniz. Sebebini herkes biliyor, herkes biliyor ve söylüyor. Şöyle bir örnekle anlatıyorlar, diyorlar ki: “Eğer bir kurbağayı kaynar suya atarsanız, kurbağa can havliyle sıçrar ve canını kurtarır. Ama kurbağanın içinde bulunduğu suyu yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa bundan bir şey anlamaz; sonunda da bu ısı derecesi onu öldürecek dereceye geldiğinde zıbarır.” Biz bugün Türkiye’de yaşayan insanlar olarak o kurbağanın durumundayız. Yani millî hassasiyetimiz o suyun yavaş yavaş ısıtılması sureti ile giderilmiş ve bugün millî hassasiyet diye bir şeyden hiç haberimiz yok. Ama 1921 yılında bu hassasiyet en uç, en üst noktasındaydı. Onun için de İstiklâl Marşı yazılmıştır, kırk bir mısradır ve bizim milli mutabakat metnimizdir; İstiklâl Marşı olmadığı zaman Türk milleti diye bir şey olmaz. Bunu size anlatmaya çalışacağım. Yani size içinde bulunduğumuz suyun ne kadar sıcak olduğunu göstermeye çalışacağım. Aranızdan bazıları bu sıcaklığı hissedip sıçramaya kalkarsa, onlar İstiklâl Marşı Derneği’ne gelecekler. Yani, sıçrandığı zaman gelinecek yer var. Şimdi, nedir mesele? Yani biz Türkiye’de yaşayan insanlar olarak neyin nesiyiz ve ne olacağız? Bu, Cumhuriyet tarihimizle beraber izah edilebilecek bir şey; sadece Cumhuriyet tarihimizle izah edilebilecek bir şey. “Türkiye Cumhuriyeti” diye bir devlet var, bu devletin sınırları var ve bu sınırların mânâsı var. Şimdi biz düşünmeye nereden başlayacağız? Bir: Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet var mı? Bazıları diyebilir ki, “Yok aslında böyle bir devlet; milletin gözünü boyuyorlar.” İki: Türkiye Cumhuriyeti”nin sınırları var mı? Yine bazıları diyebilir ki, “Var gibi görünüyor ama sen onu külâhıma anlat.” Üçüncüsü: Bu sınırların mânâsı var mı? İşte burada, “var” diyenlerle “yok” diyenler ayrılmaz. “Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırlarının mânâsı olmalıdır.” diyenlerle “Olmamalıdır.” diyenler ayrılır, anlatabildim mi? Yani ilk iki aşamada Türkiye Cumhuriyeti devleti var mıdır, yok mudur? Birileri “Vardır.” birileri “Yoktur.” der. Birileri, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları vardır.” Öbürleri, “Hayır, yoktur.” der. Bu var-yok tartışması ikisi arasında olabilir. Ama asıl üçüncü hususta bizim insan olup olmadığımız anlaşılır; üçüncü husus “Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırlarının bir manası olmalı mıdır, olmamalı mıdır?” sorusuna verilen cevapla alâkalıdır. Türkiye’de insanların bir kısmı şuurlu veya şuursuz, “Öyle ya, bir devlet var ve bu devletin sınırları da var, bu sınırların bir mânâsı olsa gerek.” diyeceklerdir, onlar bir tarafta. Diğer tarafta ise “Eğer, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları olduğu ve bu sınırlarının da bir mânâsı olduğu hükmü kabul edilecek olursa benim çıram yanar.” diye düşünenler var, anlatabiliyor muyum? “Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırlarının mânâsı vardır.” denildiğinde işi bozulacak olanlar bir tarafta, işi yoluna girecek olanlar diğer taraftadır. Şimdi siz bu yavaş yavaş ısıtılmış suyun içindesiniz, su çok sıcak, hepinizi öldürecek kadar sıcak. Fakat bunu hissedebilen çok az insan var. Ben şair olduğum için bunu hissedebiliyorum; ben sadece şair olduğum için bunu hissedebiliyorum. Ama birçok insan şiire olan uzaklığı sebebiyle, bunu hissetmekten mahrum. Şimdi, şiir faslına girmeyeceğiz, merak etmeyin; doğrudan doğruya vakıalardan ve vakıaların bizi getirdiği şekilden bahsedeceğiz. Ne oldu? “Lozan Antlaşması’nı bu herifler asla onaylamaz.” diyenler 1923’te yeni bir meclis teşkil ettiler, çok güzel! Bu meclis Lozan Antlaşması’nı kabul etti. “Hayır” diyenler de vardı ama kabul edildi. Sonra… Sonra bir süreç. Nasıl bir süreç? Türkiye’de yeni bir siyasi organizasyon ve Türkiye’de yeni bir kültürel aktivite… “Organizasyon” ve “aktivite”, gayet güzel! Şimdi, bunun üzerinden seksen sekiz sene geçmiş, Cumhuriyet’le başlatırsak seksen altı sene. Bu 1923’e gelmeden önce bir-iki noktayı iyi yakalamamız lâzım. Bu noktaların ilki, miladın XIII. asrında bu yaşadığımız toprakların dâru’l-İslam kılınarak Türk vatanı haline getirilmesidir. Bu, Türklere Allah’ın “nasip” ettiği bir şeydir. Biz bunu, 1923 yılında bu toprakların hâlâ Türk vatanı kalmasından anlıyoruz. Türkler imanları sebebiyle bir vatan sahibi oldular. Ve İstiklâl Marşı da bunu, “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” diyerek terennüm etti. Yani biz XIII. asırda kazandığımız vatan toprağını, XX. asrın ilk çeyreğinde dünyaya kabul ettirdik; biz XIII. asırda gayrimüslim yönetimden zorla, güç kullanarak, iman dolu göğsümüzü siper ederek elde ettiğimiz toprakları XX. asrın ilk çeyreğinde yine zorla, güç kullanarak ve iman dolu göğsümüzü siper ederek geri aldık. Bunun da kritik noktası Sakarya Meydan Muharebesi’dir. 22 gün ve 22 gece sürmüş olan meydan savaşı olmaz; bu, Türkiye’nin (ve Türklerin) bu topraklardan asla vazgeçmeyeceklerine dair gösterdikleri ısrarın işaretidir. Okuyun, yakın tarihle ilgili metinleri; her şeyin Sakarya Savaşı’ndan sonra değiştiğini görürsünüz. Fransızlar bizimle anlaşmayı bu savaştan sonra kabul etmişlerdir vs. Şimdi, mesele tabii ki İstiklâl Harbi’nin cereyan safhalarıyla çok alâkalı, ta başından itibaren. Çünkü şuna dikkat edin: Biz, 1914’te başlayıp 1918’de biten I. Dünya Savaşı’na biz Türk Milleti, “Cihan Harbi” deriz; ama bunu, biraz mürekkep yalamışlar söyler; normal olarak biz Türkler, bu içinde yer aldığımız harekete “seferberlik” deriz. Tıpkı Hicret’e “Hicret” dediğimiz gibi. Seferberlikten önce, seferberlikten sonra… Mutlaka dikkat gerekir: Bizim “Cihan Harbi” mânâsına kullandığımız bu “seferberlik” kelimesi, harbin içindeki diğer milletlere; İngilizlere, Fransızlara, Ruslara, İtalyanlara, Almanlara, Avusturyalılara, Yunanlılara uyan bir kelime olabilir mi? Olamaz, değil mi? Yani bizim bu “seferberlik” dediğimiz şey, zikri geçen memleketlerden hiçbiri için seferberlik değildi; sadece bizim için, biz Türkler için seferberlikti o. Biz I. Cihan Harbi’ne dâhil olduğumuz zaman tarihten silinmeyelim diye seferber olmuştuk; ama başarılı olamadık. Seferberlikte başarılı olamadık; ama, düşünün: Başarılı olamadığımız halde tarihten silinmemeyi başardık. Yani Sevr Anlaşması’nın hükümsüz kılınması ve Lozan’ın dünyaya kabul ettirilmesiyle beraber, seferberlikte denediğimiz şeyi elde ettik. Tarihten silinmemek üzere seferber olmuştuk; ama bu seferberliğimiz sonuç vermedi. Vermedi ama; biz bu seferberlik çabamız sonuç vermedi diye pes etmedik. Kim pes etmedi? Her kimse, onlar. Kim onlar? “Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı.” sözü kime hitap ediyorsa, onlar. İşte onlar ısrarlarını devam ettirdiler. Ne oldu? Bu güne geldik. Peki, geleceğimiz yer burası mıydı? Yani zıbaracak kadar ısındığımız zamana gelmeyi bir başarı mı sayıyoruz? Hikâye neymiş bunu bir görelim: Türkiye 1918 yılından, 1919 yılından daha kötü durumdadır; çünkü işin ehli olan herkes biliyor ki 1919 yılında, Yunanların İzmir’e asker çıkarmaları, Yunan milli bankasının Finansbank’ı satın almasından daha ileri bir adım değildir. Yunan milli bankasının Finansbank’ı satın alması, Yunanlıların 1919’da İzmir’e asker çıkarmalarından daha ileri bir adımdır ve Türk varlığı itibariyle, daha tehlikeli bir edimdir. Ama siz, “Ya, öyle şey olur mu? Olmaz.” diyorsunuz; çünkü su ısındı, su, siz onun içinde ılık ılık yüzerken ısındı. Siz bu suyun içinde ılık ılık yüzdünüz. Önce yirmi yedi sene Tek Parti dönemi… Suyun ısısı her gün artmaya devam ediyordu. Ama ne gam; hâlâ yaşıyordunuz ya. Peki, size bu ılık suda yüzme imkânını niçin tanıdılar? 1913 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde “Federal Reserve” diye bir kurum ortaya çıktı. Senato bu kurumun kuruluş kanununu kabul etti. Yazılanlara bakarsanız, bu bir oyundu; birileri tatildeyken çıkarmışlar bu kanunu. 1913’te Federal Reserve kuruldu, 1914’te savaş çıktı. 1914’te çıkan bu savaş sonunda, dünyadaki geleneksel büyük idari birimler tasfiye edildi. Ne demek “geleneksel büyük idari birimler?” Daha savaş bitmeden 1917’de Rus Çarı devrildi. Savaş bittiği zaman Alman İmparatoru yoktu, Avusturya Macaristan İmparatoru yoktu, Osmanlı Padişahı yoktu. Savaş bittikten kaç sene sonra? 1923’te… Savaş bittikten sonra, mavi gözlü ve özel hayatında Fransızca konuşan bir adam bir sene boyunca halifemiz oldu; ondan sonra İslam halifesi de yok. Dünya sistemi dediğimiz şey, kendi işleyişine zorluk çıkaracak –engel olacak değil zorluk çıkarıp, gıcırtısız bir şekilde işleyişine mani olacak- unsurları tasfiye etti. Çar yoktu, imparatorlar yoktu ve halife yoktu. Dünya sistemi dediğimiz şey bu birimleri tasfiye ettikten sonra, kendi yağıyla kavrulacak alanlar üretti. Şimdi, konuyu bir yere kaydırırsam konferansın konusunu değiştirmem lâzım. Ama bunu sizin ferasetinize sığınıp, kısa geçeceğim: Dünya sistemi “kendi yağıyla kavrulan” unsurlar üreterek, kârın azamileştirilmesi mekanizmasını daha etkin kılacak bir alana çekildi. Dünyadaki sermaye birikimi bazı yerleri yatırım yapıp azami kâr temin için elverişli duruma getirmek üzere, özel bir organizasyona tâbi tuttu. Savaş bitmeden ne oldu? Sovyetler Birliği hareketi başladı; çünkü 1917’de ihtilal bitti, 1924’e kadar iç savaş var… İşte, 1924’te de halifelik kalkıyor… Yani 1924’ten sonra işler biraz düzene girmeye başlıyor. Dünya sistemi, -dediğim gibi- kendi yağıyla kavrulabilecek bölgeler üretiyor: Bunların ilki Sovyetler Birliği, ikincisi Türkiye Cumhuriyeti, üçüncüsü Faşist İtalya, dördüncüsü Nasyonal Sosyalist Almanya… Buralarda bugünkü moda tabiriyle “non-market economy” dediğimiz bir mekanizma, yani “piyasa ekonomisi olmayan” bir mekanizma harekete geçiyor. Ve bu mekanizma daha sonra dünya sisteminin dişini geçirebileceği kadar et ve yağ ediniyor. Yani buralar takır takır kemik iken daha sonra etli butlu yerler haline gelmelerine elverişli yönetimlere tevdii ediliyor. Sovyetler Birliği, Türkiye Cumhuriyeti, Faşist İtalya, Nasyonal Sosyalist Almanya. Yirmi yedi yıllık Tek Parti yönetimi işte bu döneme denk gelir ve bu dönem 1950’de sona erdi Türkiye’de. Yani dünya sisteminin bize -kendimize çeki düzen vererek kendisiyle düzgün münasebetler tesis etmemiz için- verdiği mühlet II. Cihan Harbi’nin bitmesi ile sona erdi. Biz nasıl -Türk milleti olarak- I. Cihan Harbi’ne “seferberlik” demişsek, girmediğimiz II. Cihan Harbi’ne de “Alman Harbi” demişiz. Almanlar, dünya hâkimiyeti iddiasıyla giriştikleri savaşı kaybettiler. Fakat enteresan bir şey var: Avrupa kıtasında sayılan ve bugün Avrupa Birliği içerisinde yer alan İspanya ne I. Dünya Savaşı’na ne de II. Dünya Savaşı’na girmiştir. Biz I. Dünya Savaşı’na girdik; çünkü topraklarımızın yağmalanması bahis konusuydu. II.Dünya Savaşı’na girmedik; çünkü XIII. asırda vatanlaştırdığımız topraklarımıza kavuşmuştuk. Yani bizim başka bir hedef gütmemize gerek yok. Ama Türkiye’yi olduğu gibi bırakırlar mı? Bırakmadılar, bırakmayacaklar da. Tek Parti dönemi sona erdikten sonra Türkiye’de bir çağın açılması lâzımdı; madem Sovyetler birliği, İtalya ve Almanya’nın piyasa ekonomisi dışındaki tavırları II. Dünya Savaşı sonunda yeni bir şekle girmişti, Türkiye’nin de bunlarınkine benzer bir şeye uğraması mantıklıydı. Ama Türkiye bu saydığımız ülkelerden farklı bir ülke. Neden farklı bir ülke? Çünkü Avrupa medeniyeti diye bildiğimiz ya da kitaplarda öyle yazan şey, dünyada Türkler sebebiyle doğmuş olan bir şey. Yani eğer Türkler hâkimiyet alanlarını Viyana’ya kadar genişletip, Avrupalıları iklim şartları bakımından son derece elverişsiz, toprakları verimsiz ve denizaşırı ticaretten başka hiçbir kazanç kapısı kalmamış o bölgeye hapsetmemiş olsaydı, bugün Avrupa medeniyeti diye bir şey olmayacaktı. Ama oldu, olmakla kalmadı dünyaya da hâkim oldu. 1950 yılında Türkiye’de Tek Parti iktidarının sona ermesi sebebiyle ortaya çıkan yönetim ne yapacaktı? Bu, ciddi bir mesele. Neden ciddi bir mesele? 780.000 kilometrekarelik bu ülke eğer iktisadi mânâda iyi bir duruma geçerse bu, Avrupa’nın birçok kazanç alanını elinden alacak demektir. Ama eğer durum daha kötüye giderse, yani iktisadiyat tek parti dönemindeki durumdan daha aşağı bir basamağa inecek olursa, bunun da doğuracağı sosyal problemleri dünyada halledebilecek güç yoktu. Onun için Türkiye’de bir on sene, “Bakalım, biz dünyada bir muteber yer kapabilir miyiz?” sorusunun toplumda tartışıldığı bir zaman olarak geçti. Fakat 27 Mayıs 1960 İhtilâli bu tartışmaya son verdi. Yani Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu bu on sene boyunca “Acaba Türkiye, dünyada kendine itibarlı bir yer ayarlayabilir mi?” sorusu canlı bir soru iken, bu hayatî soru 27 Mayıs’la beraber ortadan kaktı. Onun yerini ne aldı? İhtilâlden sonra, “Türkiye dünyada”, -bırakın muteber bir yer sahibi olmayı- “Herhangi bir yer sahibi olabilir mi?” sorusu soruldu, Türkiye’nin herhangi bir yer sahibi olup olamayacağı Türkler için 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra meraka değer hale geldi. İşte, o merak furyası içinde en akla yakın cevap şu idi: Eğer Türkiye kendine sosyalist bir işleyiş temin edebilirse bu, hem dünyadaki mevcudiyetini tartışma konusu olmaktan çıkarmasına yarar ve hem de bu ülkede yaşayan insanların, “yüzüne bakılır insanlar” haline gelmesine sebep olur, böyle düşünüldü. 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra Türkiye’de samimi insanlar arasında böyle bir sosyal endişe doğdu. Bu endişenin; hayatını samimiyetle idame ettiren insanlar katında doğan sosyal endişenin Türkiye’ye seçtiği yer “sosyalizm” idi; ama Türkiye endişe sahibi insanların eline asla bırakılmadı. Neden? Çünkü dünyada hiçbir millete, milletlerden hiçbirine hak tanımayacak bir sistem var ve her şeyi çıkardığı savaşlarla allak bullak eden bu dünya sistemi sosyal endişelerle işleyen bir mekanizmaya sahip değil; dünyada paranın gücünün yaptığı düzenlemeler sebebiyle bir siyasi alışveriş var. Şimdi, II. Dünya Savaşı “totaliter” dediği rejimleri ortadan kaldırdı, değil mi? Japon faşizmi, İtalyan faşizmi ve Alman faşizmi… Bunların hepsine “faşizm” ortak paydası yakıştırıldı ve bunlar tarihten silindi, totaliter rejimler demokrasi defterinden silindi. Ama şimdi, bir türlü “demokratik” diyemedikleri bir rejim vardı ve o da II. Dünya Savaşı’nı kazanan taraftaydı: Sovyetler Birliği. Totaliter rejimler arasına Sovyetler Birliği’ni tereddütsüz dahil etseler bile, bıkmadan, usanmadan: “II. Dünya Savaşı’nı demokrasiler kazandı” diyorlardı. Peki, müttefiklerin ekmeğine yağ süren ülkede demokrasi var mı? Yok. Orayı da demokratikleştirmek lâzım. İşte o zaman yani Sovyetler Birliği’nin ömrünün nihayete erdirilmesi süreci başladığı zaman biz de Türkiye olarak bundan etkilendik. Savaş sonunda Sovyetler Birliği, müttefiklere dönüp: “Oh! Oh! Demek bizi beğenmiyorsunuz, öyleyse bundan sonra sosyalizmden vazgeçtik, biz de sizin gibi bir şey olacağız” demeyecekti; o da galiplerden biri olarak, kendi sistemini, kendi işleyiş biçimini hem devam ettirmek hem de daha etkin kılmak üzere bir faaliyet gösterecekti. İşte, Türkiye’de sosyalizmden medet umulmasıyla Sovyetler Birliği’nin kendi ömrünü uzatma ihtiyaç ve çabaları üst üste bindi. Ama iş bu kadar, benim ifadelerimde bulduğu yer kadar sade olmuyordu; çünkü Türkiye’de, “Sovyetler Birliği olsa da olmasa da Türk halkının sosyalist bir işleyişten menfaati vardır” diyenler vardı. Ama bunun yanı sıra “Biz ancak Sovyetlerin kanatları altında bir idareyi sağlayabiliriz.” diyenler de vardı. Dolayısıyla Türkiye’deki sosyalizm özlemleri konusundaki bu çatlak, “devletten yana olmak” ve “devlete karşı olmak” çatlağına dönüştü; yani Türkiye’de, geleceğin sosyalizmde olduğunu düşünen insanların bir kısmı bunu Türk milletinin desteği ile sağlayabileceklerini düşündüler, diğer bir kısmı Türk milletinin desteğinin korkutucu olduğunu, Türkiye’ de sosyalist dönüşüme yol açacak reformları ancak bürokrasinin (sivil ve asker bürokrat zümrenin) becerebileceğini savundular. Buradan bizi bu günlere sürükleyen işler üredi. Fakat bu üreyen işler hiçbir şekilde Türkiye’nin kendi başına bir hedefi gerçekleştirebileceği düşüncesiyle desteklenmediği için sonuç vermedi; yani doğrudan doğruya Türkiye aleyhinde çalışan güçlerle çıkar birliği kurmuş olan yöneticilerin her aşamada Türkiye’nin imkânlarını baltalamaları ile sonuçlandı. Akabinde Türkiye’nin bir İslâmî beklenti ile oyalanabileceği fikri ağırlık kazandı. Yani, “Biz bu milletin önüne İslâmî bir hedefi varmış gibi görünen bir program koyarsak onlar da bir süre buna meyletmekten kaçınamazlar ve bu arada da zaten dünya sisteminin gerekleri yerine getirilmiş olur.” dediler. Dedikleri tamı tamına oldu. Bu program başarıyla uygulandı. Yani, Türkiye’de insanlar İslâmî beklentilerle ayağa kaldırıldılar ve bu arada kendilerine dünyevi rahat alanları açılarak, itikadî deliklerinin büyümesi durumu dayatıldı. Türkiye’de insanlar sosyalizm ve İslâmiyet yolundaki iki beklentiyi de heba ettiler. İstiklâl Marşı, Türk istiklâlinin temini akabinde nereye gidileceği konusunda -1921 yılında- bir açı getirmişti, diyordu ki: “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın, Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.” Biz, bu seksen sekiz sene içinde “yarından da yakın” kısmını heba ettik; yani geçen bu seksen sekiz sene zarfında, İstiklal Marşı’nın söylediği “yarından da yakın” kısmı israf oldu, geriye sadece “belki yarın” kısmı kaldı. Şimdi, bu “belki yarın” meselesi Türkiye’de işlerin yönünün hangi istikamete çevrileceğinin bilinmesiyle kuvveden fiile geçebilir. İstiklâl Marşı’nın kabulünden itibaren geçen bu seksen sekiz sene nasıl heba edilmiş ve bu heba edilmiş olan kısmın üzerine bir gelecek inşa edilebilir mi? Bunu başarmak ancak Türkiye üzerine oynanan oyunların boşa çıkartılması suretiyle mümkündür. Şimdi, bugün geldiğimiz yerde Türkiye’nin birçok unsurdan müteşekkil bir toplum olduğu görüşü yaygınlaştırılıyor ve Türkiye’nin bu çok kültürlü, çok etnisiteli, çok renkli, çok anlayışlı vs. yapısıyla “bir” / ”bir arada” tutulması gibi bir fikir var. Yani “Türkiye ortadan kalkmasın.” diyenler, diyorlar ki: “Türkiye’de çok çok değişik unsurlar var; fakat bunlar bir gayeyle ortak bir hayata razı olabilirler.” Acaba bu gaye nasıl bir gaye olacak? Yani “Buralar önceden nasıl vatan kılınmış ve nasıl vatan olarak muhafaza edilmiş? Bunu unutalım; şimdi önümüzdeki yeni devreye, yeni aşamaya dikkatimizi çevirelim.” deniyor ve Türkiye’deki çok parçalı yapının bir arada tutulması için yollar aranmaya çalışılıyor. Eğer bu yol benimsenecek olursa yani Türkiye’de birden fazla millet olduğu fikri kabul görecek olursa, bunların bir arada tutulması için bir de sebep olması lâzım. Mesela İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan ve Ratoroman unsurlar bir arada bulunuyorlar; çünkü İsviçre’de bütün dünya zenginlerinin parası da bulunuyor. İsviçrelileri bir arada tutan “tut-kal” para. Amerika’da -dünyanın her yerinden gelmiş, Çinlisinden Afrikalısına kadar- milyonlarca insan yaşıyor ve bunlar da Amerikan milletini teşkil etmek iddiasındalar. Bu iddianın tek dayanak noktası da, Sam Amca’nın dolar cinsinden ifade edilen serveti. Türkiye’nin buna benzer bir dayanak noktası var mı? Yani şimdi insanlar, Amerika Birleşik Devletleri’nde hayat seviyelerinin dikkate alınması dışında bir sebeple bulunuyorlar ise, bu sebebin ne olduğunu bilmek imkânsız. İnsanlar Amerika kıt’asının kuzeyine de, güneyine de yeni bir hayat kurmak üzere gitmişler; yani eski hayatlarındaki sorunları terk etmek üzere orada bulunuyorlar. Dolayısıyla, orada insanları bir arada tutan şeyin, hayatın maddi olarak devamından başka bir şey olmadığını görmek çok kolay. Peki, Türkiye’de böyle bir şey var mı? İnsanlar burada eski hayatlarını terk etmek ve burada yeni bir hayat kurmak için mi bulunuyorlar? Tam tersine; insanlar Türkiye’de başlangıçtan beri, insan olmalarına sebep olan gerekçeyle yani “kâfirle uzlaşmamak” ve “kâfiri koruyucu kabul etmemek” gerekçesiyle bulunuyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de bir şeyin düzelmesini istiyorsak “bir büyük hedef”in bütün toplumca kabul edilmesi şartına ihtiyacımız var. Şimdi ben bir saattir konuşuyorum ama hep bütün konuşmalarımda olduğu gibi buraya neyi söylemek için geldiysem, onu söyleyemeden devam ediyorum. Ben buraya size, geçtiğimiz yıllarda “neden imkânlarımızı kaybettiğimizi” anlatmaya geldim. İstiklâl Marşı’nın bizim için mânâsının, yaşadığımız toprakların dünyada yaşanabilecek en iyi topraklar olduğunu göstermeye matuf olduğunu söylemeye geldim. Yani eğer Türkiye’de “milli mutabakat” dediğimiz şey sağlanabilirse, Türkiye’nin önünde hiçbir zorluk kalmayacaktır. Türkiye’de bizim zarar gördüğümüz şey, bazı unsurların Türkiye’nin haritadan silinmesi halinde elde edecekleri kazancın peşinde olmalarıdır. Şimdi bu bakımdan Türkiye’de neyin esas alınacağı konusu üzerinde anlaşmamız lâzım; Türkiye’de neyin esas alınacağını bize dünya sistemi tarafından dayatılmış programlar mı tayin edecek yoksa Türkiye’nin kendine mahsus bir programı olacak mı? Türkiye’de, “Dünya nereye gidiyorsa biz de oraya gideriz.” diyen insanların sayısı çoğunlukta. Hâlbuki Türkiye XIII. asırdaki varlığını da, XX. asrın ilk çeyreğindeki varlığını da dünyanın gidiş istikametinde bulunmamaya, kendi yerini dünyanın gidiş istikameti doğrultusunda seçmeyişine borçludur; yani Türkiye, hiçbir bakımdan dünyaya uymaması sebebiyle var olan bir ülkedir. Bunun bir ileri safhaya varması yani Türk varlığının bir üst basamağa çıkması, yine dünyada yürürlükte olan şeylerin değerinin neye tekabül ettiğinin bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bunun için insanlar hazır mıdır? Hayır. Bu hazırlığı başlatmak için ne yapmalıdır? Önce bizden nelerin çalındığını fark etmemiz gerekiyor; yani bizim millet olarak elimizde olan birçok şey, gayri meşru usullerle elimizden koparılmış, elimizden kapılmış, gasp edilmiş ve biz bu konuda hiç uyarılmamışız. Neden? Çünkü dünya sistemi söz hakkını sadece gâsıplara tanıdı. Halbuki İstiklâl Marşı’nın kendisi bizatihi bir uyarı. Şimdi tabii, nereden başlamamız gerektiği konusu herkesin kafasında bir soru. Neye başlayacağız ve nereden başlayacağız? Eğer şimdi bize çocuklarımızın sinema-televizyon tahsili yapması çok tabii görünüyorsa, artık bizim başlayacak bir yerimiz kalmamış demektir. Şunu düşünün: Türkiye dünyanın en başarılı rejisörlerini yetiştirdi ve Türkiye’den çıkan sinema yıldızları bütün dünyanın tanıdığı yıldızlar oldu. Türkiye acaba bundan ne fayda temin edecek, bunu bir düşünmemiz lâzım. Türkiye’de kendimizi bağladığımız şeylerin insanlığa ne vereceği konusunu ne zaman ölçüp biçtik, ne zaman tarttık? Şuna dikkat edin: Türkiye’de tahsil hayatı devamlı olarak aşağı doğru iniyor. Bu, Türkiye’nin kendi başının çaresine bakamayacak bir zihnî yetersizliğe düşmesi için hazırlanmış bir plandan başka bir şey değil ve biz insanlar olarak Türkiye’de eğitimin kalitesinin yükseltilmesi konusunda hiçbir talepte bulunmuyoruz; tam tersine çocuklarımızın sıkıntı görmeden diploma sahibi olmasını istiyoruz. Çocuklarımızın, aldıkları diplomalara lâyık olup olmadıklarını hiç düşünmüyoruz. Onun için bugün mesela Sivas’ta da bir üniversite var ama bu üniversitenin Sivas’a katkısı diye bir konu yok. Sivas’taki üniversite, belki bir askeri birlik gibi bir şey; yani burada nasıl bir eğitim kolordusu varsa öyle bir de üniversite var. Neyi anlatmaya çalışıyorum? İstiklâl Marşı diyor ki: “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Demek ki, bir ocağın tüttürülmesi gerekiyor. Yani bizim bu ülkenin hayatiyetine katkıda bulunan insanlar olmaktan başka bir seçeneğimiz yok; bu ülkenin hayatiyetine katkıda bulunmayı kendine dert etmemiş her birey bu ülke aleyhine çalışıyor demektir. “Ben Türkiye aleyhine ne yapıyorum?” diye sorduğunuz an, anlarsınız ne yaptığınızı… Türkiye için bir şey yapmamak, Türkiye aleyhine bir şey yapmak demektir. Çünkü Türkiye dünyada dünya sisteminin mecbur edemediği, icbar edemediği yegâne ülkedir. Türkiye’de, dünya sisteminin istediği şeyler oluyorsa bunun bir tek sebebi var: Türkiye’de yaşayan bir takım insanların Türkiye’de yaşamayı bir yük, bir düşük durum olarak görmeleri. Bu mânâda Türkiye’de birilerinin, “Sonuç ne olursa olsun benim kazancım esastır.” anlayışıyla hareket etmeleri bizi bu güne getirdi. Ne kadar kötü konuşuyorum; kime konuştuğumu düşündükçe hep kötü konuşmaya başlıyorum. Bize -dünya hayatını hiçe sayıp- bu toprakları bırakan insanlara lâyık olup olamadığımızı anlatmaya gayret ediyorum ama başarılı olamadığımı biliyorum. Türkiye’de yılgınlığa kapılmış bile değil insanlar ; yılgınlık nedir bilmiyorlar. İnsanlar o kadar istikametten mahrum haldedir ki, yaşadıkları şeyin bir yılgınlık olduğunun farkında değiller; çünkü istikamet hakkında bir zihnî belirlenişleri yok, onlar için istikamet diye bir şey hiç bahis konusu değil. Peki, bu halleriyle tatmine ulaşmış insanlar ortalığı kapladığına göre; istikamet gerçekten gerekli mi? Şu anda dünya sisteminin yöneticileri Türkiye’de yaşayan insanların neyle avutulabilecekleri, neye razı olabilecekleri konusunda son derecede bilgili, tecrübeli ve onları sevk etme konusunda ehil durumdadırlar. Onun için Türkiye’de yaşayan insanlar tatmin edilmek için millet hayatının muhtaç olduğu çok önemli şeylere ihtiyaç duymuyorlar. İnsanlar neyi kaybettikleri konusunda hiçbir hafıza donanımına sahip değiller, insanlara bir şeyleri izah etmek için, insanların izaha muhtaç şeyler konusunda fikirleri olması lâzım. Ama bu hiçbir zaman insanların derdi olmadı. Ben zaten konuşma süremi doldurduğumu biliyorum. …….. Başardım, sizin canınızı sıkmayı başardım. (Alkışlar…) Türkiye’de İstiklâl Marşı’nın kabulüyle beraber bir yola çıkılmış olması bahis konusudur. Gerçekten de bir yola çıkıldı; ama bir yol haritası olmaksızın yola çıkıldı. Seksen sekiz senedir insanlar Türkiye’de tıpkı Sakarya Meydan Muharebesi’ni gerçekleştirir gibi, o zaferi sağlar gibi yaşadılar. İstiklâl Marşı’nda, “Bu ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli.” diye bir mısra var. Var ama İstiklâl Marşı’nın kabulünden sadece on bir sene sonra yani 1932 yılında ezanı orijinal şekliyle okuyanların, üç aydan başlamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılacağına dair bir kanun çıktı Türkiye’de. Ve bu yasak, yani Türkiye’de ezanın orijinal haliyle okunma yasağı 14 Mayıs 1950’ye kadar devam etti. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiği gün akşam ezanı bu gün dinlediğimiz şekilde okunabildi Türkiye’de. Fakat bu, halkın bir taşkınlığıydı; çünkü bu kanun hâlâ yürürlükteydi. Ve ezan okuyanın hapse atılacağına dair kanunun iptalini Adnan Menderes önerdi; fakat diğer Demokrat Parti yetkilileri, başta Celâl Bayar olmak üzere bu konuda gevşek davrandılar. Bunun üzerine Başbakan Adnan Menderes başbakanlıktan istifa etti ve istifasını geri aldırabilecekleri endişesiyle bir uçağa binip Mersin’e gitti. Bunu Türkiye bilmiyordu; ben de şahsen 1982 ya da 1983 yılında öğrenebildim. Başbakan’ı Ankara’ya geri getirebilmek için meclise -ezanın orijinal haliyle okunmasını yasaklayan kanunun iptali için- kanun teklifi verildi. Türkiye’de bütün işlerin hem bu kadar ciddi olduğu hem bu kadar vahim olduğu kimsenin umurunda değildir; bu yüzden de Türkiye’de Müslümanlık görüntüsü altında Hıristiyanlaşmanın hızlandığı kimsenin dikkatini çekmez. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın senelerden beri uyguladığı “Kutlu Doğum Haftası” diye bir şey var ki, adı da dâhil olmak üzere İslamiyet’in ruhuna tamamen ters bir tutumdur. Yine bugün insanların Gazze’de olan bitenleri, İsrail karşıtı bir havaymış gibi algılamaları da aynı şekilde kâfir dünyanın kendilerini tef çalıp oynattığını fark etmemelerinin işaretidir; insanlar Gazze numaralarıyla Amerikan politikalarının ne kadar aşağılık bir ajanı haline getirildiklerini bilmiyorlar. Ve böyle zavallı bir durumda benim Sivas’a gelip insanlara Türk varlığının dünya milletleri bakımından ehemmiyeti konusunda bir şey söylemem zaten imkânsız. Türkiye’de evine otomatik bulaşık makinesi sokmamakta direnen ev kadınları yok; bilakis bunu edinmek için birbirleriyle yarışan kadınlar var. Bu kadınların başlarının açık veya örtülü olması hiç önemli değil. Otomatik bulaşık makinesi hiç kimseye fayda getiren bir şey değil, asgari derecede bir faydası yok. Ama başta su israfı olmak üzere -çünkü su tasarrufu dövizlerinde bulaşığın elde yıkanması tavsiyesi var- her yönüyle zararlı. Daha fazla uzatmayacağım. Türkiye’de yaşamanın üstün bir tarafı var. Ama bu üstünlük ancak şerefli insanların fark edebileceği bir üstünlük. İnsanın şerefi –eşrefi mahlûkat ya insan- ağzını yiyeceğine götürmeyip de yiyeceğini ağzına götürmesindedir. İnsan bu sebepten dolayı şereflidir. İnsandan gayrı yaratıklar yiyeceğe ağzını götürür. Diyeceksiniz ki: “Maymunlar da yiyeceği ağzına götürüyor.” Ama öyle değil; maymunların böyle yapması tıpkı ayıların zaman zaman iki ayak üzerinde yürümeleri gibidir. Yani bu arızi bir durumdur; normal olarak maymun da ağzını yiyeceğine götürür. Ama öbür türlü de yapabilir; çünkü onun ön ayakları tutmaya müsaittir ve maymun arka ayakları hatta kuyruğuyla da dala tutunabilir. İnsanın şerefi, ağzını yiyeceğine götürmeyip yiyeceğini ağzına götürebilmesindedir, bunu anlamak lâzım. İnsanlar hayatlarını başkalarından daha çok doyma, daha iyi giyinme gibi bir hedefe kilitlemişlerse o insanların şerefi yoktur; yani insanlar arasındaki fark o insanların banka hesapları arasındaki farka indirgenmişse orada insan şerefinden bahsetmek mümkün değildir. Bugün Türkiye bu mânâda dünya sistemi için tehlikeli görülen bir ülke değil; çünkü Türkiye -biraz önce de söylediğim gibi- suyun ısıtılması suretiyle zaten bir yere getirilmiş. Ama bazı yerler var ki, -Sudan ve Afganistan gibi- buralar dünyada işlenen kötülüklerin sorumlusu olanların büyük endişeler duymasına sebep oluyor. Çünkü mesela Sudan’da şehrin nüfusunun yarısından fazlasının Kur’an-ı Kerîm’i hıfz eden insanlardan müteşekkil olduğu yerler var. Yani onlar Sudan’ı “şunu yapıyor, bunu yapıyor” diye tehlikeli bulmuyor… Ama işte Sudan gibi -insanın kıymetinin Allah kelâmıyla olan münasebetine bağlandığı- bir ülke, dünyadaki kötülüklerin müsebbiplerini birinci derecede rahatsız ediyor. Şimdi Türkiye’de Kuran-ı Kerim’i Arapça bilmeyenlerin de anlayabileceği şekle sokmak için çalışan internet portalleri var. Ve Türkiye’de insanların bazıları, bazı Osmanlıca metinleri Lâtin harflerine çevirmekle iftihar ediyorlar. Bu, aslında yüz kızartıcı bir mağlubiyettir; yani bir insanın insanları gün gelip onu okuyabilecek hale getirmek yerine onu bir daha hiç okuyamayacak hale sokmaları övünülecek değil utanılacak bir şeydir. Ama bütün değerlerin alt üst olduğu bir ortamda yaşıyoruz ve bu ortamda benim söylediklerimin size ulaştığı bir ümit… Yeter bu kadar konuştuğum. Allah’tan ümit kesilmez; ama ben insanlardan ümidimi çoktan kestim. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. İsmet ÖZEL