18 Kasım Cumartesi günü Ankara'da yapılan "Sınıf Bilinci Bilançosu: Türkçe Bilmez ki Allah'tan Korksun" konuşmasının tam metni:
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün bir giriş konuşması yapmadan direkt konuşmaya başlıyoruz. Mustafa Bey siz de hoş geldiniz.
Mustafa Tosun: Hoş bulduk efendim. Siz de hoş geldiniz.
Oruç Özel: "Sınıf Bilinci", "Sınıf Bilinci Bilançosu". "Sınıf Bilinci Bilançosu: Türkçe Bilmez Ki Allah'tan Korksun". Bugünkü konuşmamızın serlevhası bu. Bu konuşmanın maksadı: İstiklâl Marşı Derneği ne yapıyor, ne yapmalı, biz kimiz, burada ne işimiz var, bu kadar insan burada toplanmış neyi dinleyecek ve bizler İstiklâl Marşı Derneği'nin Umum Muhasibi ve Umum Katibi size ne hitap edecek? Maksadımız tamamen Sınıf Bilinci'ni anlatmak. İstiklâl Marşı Derneği Sınıf Bilinci mecmuasının ilk dört sayısını neşretti. Bunlar benim elimde duruyor; ilk dört ayımız dört mevsim isimleriyle anılıyor: Güz önce çıktı, sonra Kış takip ediyor, Bahar ve Yaz, neticeye vardık. Bu dört mecmuanın dördünün de tanıtılması için "biz bunu neden çıkarıyoruz, Sınıf Bilinci nedir, neden bahsediyoruz"u her biri için ayrı ayrı anlatmak istedik ve her biri için bir tanıtım toplantısı yaptık. Bunlardan ilkinin, Güz sayısının ismi "Sınıf Bilinci"ydi; çünkü daha Sınıf Bilinci'nin ne olduğu bilinmediği için doğrudan adı “Sınıf Bilinci”. İkincisi ise “Sınıf Bilinci Kış”, Bahar ve Yaz'ın bugünkü konuşmanın serlevhası olduğu gibi hususi birer ismi var idi. "Sınıf Bilinci: Kimlik Bunalımının Sonu", "Sınıf Bilinci: Cihadın Mütemmim Cüzü". Bunlar için de bu isimleri vererek iki konuşma yaptık.
İlk konuşmada, Güz konuşmasında İkinci Başkanımız Gökhan Göbel ve akabinde de Fahrî Genel Başkanımız Şair İsmet Özel konuştular. Gökhan Bey tafsilatlı olarak yazımızın elimizden alınmasının bize neye mal olduğu hususunda bilgi verdi. Bu anlattıkları -şimdi misal olarak da birkaç şey okuyacağım ben bugün burada- tamamen bizim hayatımızın var olup olmamasıyla alakalı şeydi. Yani yazımız var varız, yazımız yok yokuz. Konuşmasını bitirdiği zaman “Yazı dinin, milliyetin alemidir” diye bir laf sarf etti. Daha sonra Fahrî Genel Başkanımız Şair İsmet Özel Sınıf Bilinci'nin ne olduğunu bize anlattı. Şimdi bu iki açılış konuşmasını, Sınıf Bilinci'nin çıkarılmasının hemen akabinde aynı programda peş peşe yapılmış bu iki konuşmayı, takip eden konuşmalar yapıldı. Kış sayısında Fikret Demir ve Lütfi Özaydın yazının mahiyeti hakkında daha tafsilatlı bilgiler verdiler. Daha sonra Sınıf Bilinci'nin ne olduğuyla alakalı önce Bahar sayısında Seyfullah Köksal, sonra Yaz sayısında Muttaki Ünlü birer konuşma yaptılar. Bu ikişer konuşma ve yine Lütfi Bey'in Yaz sayısının tanıtım toplantısında yaptığı cihadla ilgili konuşma, Gökhan Bey ve İsmet Bey'in konuşmalarını devam ettiren şeylerdi. Bunu şu sebeple söylüyorum: bir program dahilinde Sınıf Bilinci mecmuasını çıkardık, ne olmamızla alakalı bize doğrudan istikamet göstersin diye. Bu konuşmalar -hepsini dinleyenler çokça var; bunları okuyabilirsiniz de, yayınlandılar da internet portalimizde- sizlere İstiklâl Marşı Derneği'nin neyi elimizde tutarak, nereye yapışarak, neyi sımsıkı tutarak Türk milleti olabileceğimizi gösterdiği, gösterebileceği metinler haline geldiler.
Şimdi ben bunları doğrudan, bu konuşmada birçok şeyi doğrudan söylemek istiyorum. Yani İstiklâl Marşı Derneği'nin bir B planı yok, hiçbir zaman olmadı. Zaten her şeyi sarahaten ve doğrudan söyledik; ama -benim çocuklarım var, o yüzden biliyorum- bazı şeyleri doğrudan söylemezseniz bir şekilde insanların onları görmeleri sağlayarak anlamaları istenir, beklenir; buna benzer konuşmalar, programlar çokça oldu İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında oldu. Biz bugün biraz daha doğrudan konuşmak istiyoruz. Yani artık buraya gelmiş, bizleri dinleyen sizler bu istikametin ne olduğuyla alakalı bizim söylediklerimizi anlar olduğunuzu ümit ederek ileride yine yapacaklarımıza, çıkaracağımız mecmualara, yapacağımız programlara devam etmek istiyoruz.
Mustafa Bey tekrar hoş geldiniz.
Mustafa Tosun: Hoş bulduk.
Oruç Özel: Sınıf Bilinci hususunda konuşalım istiyorum öncelikle, Sınıf Bilinci'nin ne olduğu hususunda. Osmanlı klasik düzeni milletler ayrımına dayalı olarak yapıldı. Burada bir sınıf ayrımı vardı. Bize izah edebilir misiniz evvela. Nasıl başlamak isterseniz, buyurunuz efendim.
Mustafa Tosun:
Bismillah, diyelim. Sınıf Bilinci konusu. Ortada bir sınıf var bir de bunun bilinci var. Aslında sınıf kavramının Rasulu Ekremin uygulamaları ve Hz. Ömer'in uygulamalarıyla netlik kazandığını da bilmek lazım. Dahası bir hiyerarşinin olduğu, beşerden insana hatta muhsine bir yükseliş vardır. "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" hükmüne göre de bir sıralama mevcuttur. Bu sıralamaya göre gayrimüslimlerin toplum hayatında ve yönetim gibi şeylerde geride durdukları bir hayat tarzı olmuştur. Direkt konuşmak adına söylüyorum. Yani Müslümanların ata binebildiği yerde gayrimüslimler eşeğe ve katıra mecbur kalmışlardır. Mesela gayrimüslimler cenazelerini dahi atla taşıyamamışlardır. Hatta taşındığında olaylar çıkmıştır. Şimdi bu insanlara günümüzde ulaştığımız NATO'dan çıkıp çıkmamanın tartışıldığı, Varlık Fonu'nun olduğu, birçok şeyin olduğu yerde bunun ne anlamı var diye düşünebilir insanlar. Ancak her şey bununla alakalı. Yani birileri bir sınıflandırma yapıyorlar, buna karşılık İslam’ın kılıcı olan biz Türkler Allah'ın sınıflandırmasına tabi olarak bir yönetim ve hayat tarzı benimsiyoruz. Bu manada bu gayrimüslimin geri durmak zorunda olduğu bir sosyal ve siyasi yapı sözkonusu. Bu mimaride de olsun her şeyde olsun ön plana çıkan bir durum olduğu için böyle bir hayat var. Bu da gayrimüslimlerin kabullenmek zorunda kaldığı bir yer. Ha bir gayrimüslim böyle bir üstünlüğe talip olmak istiyorsa, Müslüman olması yeterli oluyor yani bu yapıda geçişkenlik de mümkün. Ama bunu birilerinin kötüye kullanması imkanı da var. Bu manada Osmanlı da aslında gaza beyliklerinden biriydi. Hatta küçük görünebileceklerden biriydi. Gaza beylikleri feodal yapılar değildi. Amaçları îlâ-yı kelimetullah. Biz Türkler, Allah kelamını savunmak olan insanlar oldukları için bunlar ister istemez -Türkçeye de geleceğiz belki- bir dil oluşumu, bir tavır oluşumu, bir organizasyon oluşumu, bir toplum dizaynı anlamında da her şey bir arada müştereken oldu. Bunlar olurken de İslam kurallarına uygun bir milletler sistemi gelişti. Bu milletler sisteminde birinci sınıf olan grup Müslümanlardı. Yani Türklerdi.
Oruç Özel: Tabi Osmanlı klasik düzeni tabi ki bir ayrım yapıyor ama kendi siyasetine göre bir ayrım yapıyor. Yani beraya olan Müslümanlar devletin dokunamadıkları insanlardı. Dolayısıyla diğerleri devletin işine yarayanlar olarak da söylenebilir.
Mustafa Tosun: Beraya Müslümanlardan vergi vermeyen üstünlüğü….
İsmet Özel: Haraç vermeyen...
Mustafa Tosun: Haraç vermeyen, üstünlüğü tartışmalı olmayan bir insan gurubuydu. Bizim de yoksun kaldığımız şey işte bu sınıf bilincidir. Bilincin bir şeyin bilinci olduğunu da bilmek lazım. Bilinç dediğimiz şey, mücerret, karşılıksız olan bir şey değildir. Bilinç bir şeyin bilincidir. Bilinç bir şeye bağlı olarak olur. Biz burada sınıf bilinci derken Türklük bilinci yani takvadan başka bir üstün değer tanımayan ve bunu bir organizasyon ve hayat tarzı haline getiren insanların bilincinden bahsediyoruz. Biz “Türklük bilincini edinmek ve edindirmek” diye bir dert sahibiyiz.
Oruç Özel: Evet. Şimdi burada önemli olan bir husus da, müslim - gayr-i müslim ayrımı. Yani şu anda gayr-i müslim kelimesi pek konuşulan bir şey değil. Müslim - gayr-i müslim ayrımı yapmıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanında da rol oynayan bir husustur bu, yani azınlık dediğimiz şey gayr-i müslimler idi. Böyle evveliyattan beri… Bahsettiğiniz gibi ata binme meselesinde de veya Hz. Ömer’in söylediği gibi: “Yolda yürürken gayr-i Müslimleri çok eziyet vermeyecek şekilde sıkıştırmak”. Yani adamların rahat rahat ellerini kollarını sallaya sallaya çarşıda pazarda dolaşmalarına…
Mustafa Tosun: Bunu ancak trafikte yapabiliyor insanlar galiba başka bir yerde yapamıyor.
Oruç Özel: …evet, müsaade edilmemesi. Yani Müslümanların birinci sınıf olmaları ve bizlerin de birinci sınıf olduğumuzu bilerek bunun bilincine varmamız meselesini bir takım zevatın hiç akıllarının ucuna gelmeyecek şeyler olarak görünüyor diye ben görüyorum şu andaki Türkiye’nin durumunda. Baktığımız zaman biz devletin, devlet sınıflarının, sunuf-u devlet var Osmanlı’da. Bunlar Osmanlı Devleti’nin bekası için çalışanlar. Nasıl şeyhülislamlar Müslümanların aleyhine veriyorlardıysa fetvalar veya devletin işine yarayacak -neyse o- şekilde, devlet mi İslam mı dedikleri zaman “devlet” diyorlar ama böyle bir ayrıma gerek yoksa en Müslüman onlar. Böyle çalışan bir kafa yapısı var. Yani tabiri caizse zurnanın zırt dediği yere geldiği zaman dünya ve devletin bekası seçiliyor. Ama aynı şeyi patrikler de yapıyorlar. Yani onlar da kendi milletlerine ihanet içinde Osmanlı’nın bekası yönünde milletlerinin aleyhine çalışıyorlardı. Bunlar, sunuf-u devlet- gayr-i Müslimlerin içinde mi kalıyor, hayır, kalmıyor belki ama müslimler ve gayr-i müslimler olarak ayırdığımız zaman müslimler toplumun içerisinde farklı şekilde tebarüz ediyor. Nasıl tebarüz ediyor, denetleyen ve azarlayan, azarlama ihtimali olan bir sınıf olarak. Devlete “sen bunu yapamazsın, sen bunu yapabilirsin diyecek adamlar olarak var idiler veya olmalıydılar. Dolayısıyla Osmanlı diğerlerinden çok Türklerden korkuyordu. Çünkü neden: Osman Bey ve Orhan Bey, Osman Gazi, Orhan Gazi diye geçiyorlar. Onlar gaza ettiler, Bizanslıları tepelediler, diğer beyler onlara bu sebeple biat ettiler, uydular. Gaza etmeleri sebebiyle bunların meşru bir durumu vardı. Bu meşru durum meselesi öyle kuvvetli bir şey ki Türk milletinde. Şimdi biz biraz konuşmanın sonuna doğru cihad meselesine doğru gidiyoruz. Gazve biliyorsunuz -gazve ve seriyye ayrımımız var. Bunu Lütfi Bey de bize izah etti yaz konuşmasında- Rasulü ekremin katıldığı muharebelere biz gazve diyoruz. Dolayısıyla bizim dilimizde gazi kelimesi gazveye katılıp da sağ dönene deniyor. Dolayısıyla biz kendimizi rasulü ekremle beraber çarpışmış insanlar olarak görmekten başka bir seviyeye koymuyoruz. Şimdi böyle bir seviyede olan adama biat etmeyecekler de kime edecekler. Türkleri en canelinden yakaladıkları husus da bu. Çünkü “ben cihat ettim sen de o zaman benim tebamsın” dediler. Onlarda “cihad ediyorsan biz de varız ve senin başta olmanı meşru görüyoruz” dediler. Mesele bununla alakalı. Biliyorsunuz ki bu Cumhuriyetin ilanının akabindeki inkılaplardan hangisi, şapka inkılabı, Kastamonu’da vuku bulurken Mustafa Kemal oraya mareşal üniformasıyla gitti. Yani frak giyip gitmedi. Şapka inkılabı ama kalpakla gidiyor, yani mareşal üniformasıyla gidiyor. Şapka giyip gitmiyor oraya. Sebeb-i hikmeti “ben gaza ettim, gazi unvanı verdiniz bana. -Meclis olarak millet olarak nasıl alavere dalavere ile verilmiş olursa olsun- “ben gaziyim bunu söylüyorum yapacaksınız” diye ima etti ve söyledi. Bunu da bu şekilde insanlara Kastamonu’da kabul ettirebildi. Dolayısıyla sınıf bilincindeki birinci sınıf insan olma meselesi bütün diğer ne varsa bunların dışında olan bir şey olarak görüyoruz.
Mustafa Bey, bununla alakalı size şu soruyu tevdi etmek istiyorum. Bir de bunun dışında olanlar var yani sınıf bilinci dediğimiz zaman, sınıf meselesi dediğimiz zaman insanların aklına önce Türkler gelmiyor. Sınıf mücadelesi yapılıyor diye bir manşet görseniz bir gazetede bunların herhalde Türkler ile alakalıdır diye düşünülmüyor. Dolayısıyla dünyada bir sınıf mücadelesi olduğu söyleniyor ya da işte var olduğu kadar. Bununla bizim bahsettiğimizin daha doğrusu sınıf bilincinin irtibatı nedir?
Mustafa Tosun: Şimdi her şeyin içi boşaltılmış durumda. Yani sınıf kavramıydı, şuydu buydu derken insanlar bir oyun oynuyorlar. Biz onun için bu toplantımıza "Türkçe bilmez ki Allah'tan korksun" başlığını koyduk. Yani ne dendiği bilinsin, gevşek dokulu olmasın. Hem onun derinlemesine hem onun genişlemesine meram edilen kavram tam yerine otursun diye biz bu başlığı koyduk. Sınıf bilincine vakıf olma konusunda yakın zamanlarda iki defa imkana kavuştuk. Birincisi ikinci Hicretimiz olan İstiklal Harbi sonrası bir imkanımız vardı. Bu İstiklal Marşında geçen "yarından yakın" bölümüydü. Burda sınıf ile bilincin buluşması imkanı kasıtlı olarak saptırıldı. Sınıf bilincinin ne olduğunu anlayabilmek için ikinci imkan, İstiklal Marşı Derneğinin kurulmasıydı. Hala bir imkan olarak -11. yılına varmak üzere- var. Yani burada sınıf derken biz şunu diyoruz; Aslında hiçbir şey olmayabilecekken neden var? Yani Allah hiçbirimizi yaratmayabilirdi, yaratılmamış olabilirdik, Türk yaratılmış olmayabilirdi.
Allah “Ben, insanları ve cinleri bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyuruyor.
Allah şeytanı da bir imtihan vesilesi olarak yarattı. İblis’in Adem’e secde etmemesi ile bir kimlik ve kişilik meselesi ortaya çıktı. Kuran’ı Kerim’de buyrulduğu üzere Kalu Bela da bu tam yerini buldu. "Evet, dediler" "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak; 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). 'Evet (buna) şahidiz,' dediler. Kıyamet günü: 'Biz bundan habersizdik' demeyesiniz." (A'râf, 172)
Bu bilinç ve kişilik yani kulluk bilinci Kuran-ı Kerim nâzil olana kadar zaman zaman akamete uğradı veya bir şekilde yürüdü ancak son kitap olduğu için ve peygamberimiz de son peygamber olduğu için belki de son İslam milleti olarak Türk milleti yaratıldı. Bir kişinin sınıf bilincinde olması demek, Allah'a kulluk etmek için yaratıldığını bilen, Kuran-ı Kerim'in hükümlerine tâbi olan ve bunu hayatın her yerinde yaşayan bir insan olarak vâr olması demek. Şimdi bir Müslüman olduğumuzdan, daha başta namaza uygun, namaz saatlerine uygun bir hayatımız olmak zorunda. Alışıverişimiz, aile ilişkimiz buna göre olmak zorunda. Bu vasat içerisinde ortaya çıkan bir dil Türkçe. Bununla yani Allah’a kul olmakla işi olmayan birisinin aslında Türkçe ile de işi yok. Bunun bu boyutu var. Çakma Sınıf mücadelesi dediğimiz şey aslında, İsmet Bey yazdıkça ve söyledikçe aslında büyüsü bozulmuş bir şey. Yani insanlara, kardeşim ezen ve ezilen var, sen ezilenden yana değil misin? İşte belli bir kalıplar var, o kalıpların içerisinde belirli oyunlara düşme tuzağı vardır. Ancak bu oyunların cazibesini de yok eden bir yol izlendi İsmet Bey tarafından. Üç mesele kitabıyla beraber bir şey olmuş oldu. Sosyalist şablona göre dünyada başlangıçta bir komün hayatı vardır. Toplayıcılığın geçerli olduğu, insanlar işte nerede bir şey bulduklarında buluyorlar parçalıyorlar. Sonra köle bir toplumuna geçildiği ifade ediliyor. Sonrasında Roma İmparatorluğunun yıkılmasıyla beraber feodal parçalanmalar ortaya çıkıyor. Feodalitenin başat özelliği neydi? Benim bir şatom var, silahlı adamlarım var. Etraftaki tarım ürünleri yetiştiren kişiler var. ürünlerini ve kendi canlarını ben güvence altına alıyorum. Bu şekilde bir sözleşmeye dayalı bir feodalite sistemi oldu. Şehirlerin büyümesi sonucunda bir burjuva sınıfı ortaya çıktı. Nedir bu? İş yapan ticaret yapan ve sermaye biriktiren bir class ortaya çıkıyor. Bunun karşısındada çalışan ve emeğiniş satan bir karşı class ortaya çıkıyor. Bu seferde aslında kölecilik bir şekilde geri gelmiş oluyordu. Çalışanlar, emeği sömürülenler diye. Bunun üzerinden bir şey başladı. Ancak tüm olanlar aslında feodal çağı yaşarken -Batı dünyasının şablonlarıyla konuşuyoruz- karşılarında baş etmek zorunda oldukları bir Türk örneği vardı. Türk örneği nedir? Müstakil hayatı olan, kendini çok yormadan şerefli bir hayat yaşadığı, tarımla hayvancılıkla askerlikle uğraştığı , kimsenin kimseye baskı kuramadığı, çünkü devletin başta her bir atomize bireyleri koruma altına aldığı bir düzen vardı. Bunu Avrupalı gavurlar bir türlü algılayamadılar. Aslında bir sınıf bilinci olduğu, bunun bir takva izharı olduğunu iman etmedikleri için anlayamadılar. Bunlar onun dışındaki dış görüntüyü acaba bunlara benzer bir hayat oluşturabilir miyiz yapmış oldukları, aslında alternatif gibi görünen ama yine de aslında doğru yere akmayan bir girişim olarak kaldı. Sonrada zaten, bu arayış Sovyet ihtilali akamete uğratılmış oldu. Bu arada 1917 yılının üzerinden bir yüzyıl geçti. Aslında biz her bir yıl, üzerinden yüzyıl geçmiş olan önemli olayları katediyoruz. Her bir yılda, bu mühim olayların yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Birinci Cihan Harbinin, seferberliğin yüzüncü yılı gibi. 2017 yılındaysak 100 yıl öncemizde neler var neler. 1917'de de üç tane temel vakıa ön plana çıktı. Birincisi, Balfour deklarasyonu 2 Kasım 1917’de oluyor. Yani, İsrail Devleti için kuruluş yolu açılıyor. Bundan beş gün sonra 7 Kasım 1917’de Bolşevik İhtilali oluyor. Aralarındaki ilişkiler çok çok fazladır. Bunların kendi aralarındaki keşfi gereken bir korolasyon şeyken, bizim de her ikisini de kapsayan bir dönemde Medine Müdafamız var. 1916’dan 1919'un ilk ayına kadar sürer. Belki de Medine Müdafaası bunlara icbar ediyor sistem sahiplerini. Sınıf bilinci medine müdafaasına katılmakla alakalı. Sınıf bilinci bunu gerektiriyor. Yani, tarih böyle bir yerlere çakıştığında kimin hangi tarafa düştüğü, kimin birinci sınıf olduğu, kimisinin de sınıfsız olduğu ortaya çıkıyor. Genişletebilirim eğer sorunuz olursa.
Oruç Özel: Tabi. Şimdi Bolşevik İhtilalinden bahsettiniz. Dolayısıyla insanın aklına hemen işçi sınıfı geliyor. Bugün işçi sınıfı nedir dediğimiz zaman bunun bizim sınıf bilinciyle bir irtibatı var mı, yok mu? Yani Kapitalizm ortaya çıktıktan ya da dünyaya çok yüksek bir şekilde hakim olmaya başladıktan sonra bir süreci var biliyorsunuz…
Mustafa Tosun: Sanayi Devrimi.
Oruç Özel: Evet. Bundan sonra, sınıf bilinci Türklerin bahsettiği, bizim bahsettiğimiz sınıf bilinciyle, kapitalizmin karşısında ortaya çıkan sosyalizm bir denge kuruyorlar. Bu dengeyi bize izah edebilir misiniz? Yani bunun içerinde bir Türk yok. Burada iki kutup gözüküyor. Bu iki kutup sunuluyor, ya kapitalist olacaksınız ya sosyalist olacaksınız. Bu dünyada hep yapılan bir numara biliyorsunuz.
Mustafa Tosun: Tabi tabi tabi.
Oruç Özel: Türkiye'de de yapılıyor. Şuncu musun buncu musun. Başka bir, ikinci alternatif de koymuyorlar. Sonra değişiyor sahne başka bir şey oluyor. O öyle bir uzun, Sovyetlerin çöküşüne kadar bir devre var. Bunun neye tekabül ettiğini izah eder?
Mustafa Tosun: Şimdi Oruç Bey sorulan bir soru, antikapitalist misiniz diye sorulan bir soru. Ben şöyle cevap veriyorum ne kadar yerinde bilmiyorum ama. Şimdi bir kere Kapitalist düzen Anti-Türk olarak yerleşmiş bir şey değil mi?
Oruç Özel: Tabi.
Mustafa Tosun: Öyle bir şey. Ben diyorum antiantitürk demeye gerek kalmadığı için Türk'üm diyorum. Hani anti-anti-Türk olmam lazım. Ben Türk'üm. Bir kere yani. Bunlar zor meseleler. Şöyle ki yani bir tuzaktan bir tuzağa düşüyorsunuz. Sağcılık solculuk gibi belli paketler içerisinde şeyler var. Sınıf mücadelesi dendiğin de mesela parayı kazanan işçi öbür sınıfa geçiyor değil mi mesela. Çok para kazanan olursa, kendin, sevdirirse patrona, damatlığını elde ederse bu sınıfa geçiyor. Ama bizde öyle bir şey yok ya Türk oluyorsun birinci sınıf oluyorsun. Çıkarsan mürtet oluyorsun, çıkarsan öldürülmekle karşı karşıya kalıyorsun. Veya bir kişi gerçekten Müslüman olduysa da birinci sınıf oluyor. Böyle bir boyutu var. Bir de aslında buradaki fark şu: sınıf mücadelesinde bir birlik olayı yok. Biz dediğimiz de mesela -dediğiniz gibi- çıkar, menfaat, işbirliği gibi bir şey oluyor ama biz, biz dediğimiz de Allah'a kulluk eden ve Allah'a kulluk çerçevesinde yaşayan insanların, birbirine benzerliğiyle bir rekabet olmaksızın bir hayat sürmüş oluyor. Bel ki de tatmin edici olamadı izahım.
Oruç Özel: Estağfurullah. Söyleyeceğimizi doğrudan söyleyeceğiz dedim ya başta, aslında son söyleyeceğimiz şeyi baştan söyleyebiliriz. Sosyalizm, kapitalizm karşısında Türklük konuşulmasın diye çıkarılmış bir melanet mi diyelim, yani kapitalizmin karşısına başka bir melanet olarak çıkarılmış bir şeydir diyebiliriz. Ben durumu böyle anlamak istiyorum. Dün Cuma hutbesi dinlemek zorunda kaldım, namaza gittiğim için. Adam Karadenizliydi, ezan okunurken girdik camiye, o andan vaazını bitirinceye kadar beş fıkra anlattı adam. Yani baya bir temel fıkrasıyla başlayıp devam etti. Adam dua ederken -ben ilk defa duydum bunu-devletimizi, milletimizi dedikten sonra “paramızı” koru dedi. Bilmiyorum ben ilk defa duydum, pek hutbe dinlemediğimiz için, belki bayadır yapıyorlardır da bana denk gelmiyordu.
Mustafa Tosun: Paranın değerinden mi bahsediyorlardı?
Oruç Özel: Vallahi onu soramadım. Çünkü adam acaba paramızı derken cebimizdeki paramızı mı yoksa işte Euro, Dolar karşısında değerini korusun mu demek istiyordu? Şimdi böyle bir şey var dünyada. Yani “Modernlik ve Türklük” diye bir tartışmalı konferansımız vardı hatırlarsanız. Bunu şunun için söylüyorum: bütün İstiklal Marşı Derneği programları bir bütünlük arz eder. Bunu fark etmek zor bir şey olmasa gerek hepimiz için. Bu “Modernlik ve Türklük” tartışmalı konferansında ve birçok tabii diğer konuşmalarda da modernitenin gavurların Lepanto dedikleri İnebahtı muharebesinden sonra Türklerin ensesi görülebilir dedikleri ve bunu papazların köy köy dolaşıp “artık Türk korkusu ile yaşamak zorunda değilsiniz, bak bunları tepeleyebiliyoruz” dediklerinin ardından bekletilen bir gelişme sürecinin kendilerince patlaması olarak modernizm Türklük karşısında ortaya çıkmış bir şey. Şimdi modernizmin beraberinde kapitalist, sanayi devrimi oldu. Tabii hemen kapitalizm şu anki manada -bir takım teknik yetersizliklerden dolayı- o zaman vuku bulamadı. Sonunda da sosyalizm, kapitalizmin karşısında bir Türk düzeni olduğu gerçeğinin gizlenmesi için -biraz önce Mustafa Tosun’un da dediği gibi- birinci dünya savaşının sorunda Türklerin, Birinci Cihan Harbi, bizim seferberlik dediğimiz Birinci Cihan Harbi’nden mağlup çıkmalarının akabinde bir ikinci kutup olarak doğdu, doğuruldu. Ve bunun yani kapitalizmin karşısında olabilecek şeyle de dünya hayatı isteniyor. Kapitalizmin karşısında sosyalizm de zaten dünya hayatını istiyor. Türklerin haricinde herkesin bahsettiği her şey dünya ile alakalı. Nasıl olsun da nasıl olsun, öyle mi olsun böyle mi olsun meselesi. Kimin menfaati çok olsun, onun hakkı yensin bunun hakkı yenmesin meselesi. Ama hep dünyalık ve parayla ölçülebilecek kısmı ağır basıyor. Bizim bunun karşısında bahsettiğimiz şey doğrudan doğruya Müslim, gayr-i müslim ayrımı ve bununla birlikte takva üzerine kurulmuş bir sınıf bilinci. Yani insanların ne okuyup ne yazdıkları, bugün dedikleri işte şu mezunu, bunun bilmem nesi, şu kadar para kazanıyor, şöylenin böylenin hiçbir kıymeti olmadığı bir sınıftan ve bunun bilincinden bahsediyoruz, bahsediyor olmak zorundayız. Biz kendimize, Müslümansak eğer birbirimize bu şekilde bakıyor olmamız lazım. İstiklal Marşı Derneği kurulduğu gün itibariyle gelen-giden, üye olan, ayrılan birçok insan oldu. Derneğimiz -o zaman İsmet Özel derneğimizin genel başkanıydı- nereden geldiği, ne olduğu, anası babası kim, ne yaptığı, ne ettiğine hiç ehemmiyet vermeden sadece Türklükle kendini izah eden insanların beraber olabildikleri bir yerdi, hâlâ da öyle bir yer. Yani hiç bunun dışında birbirine böyle bakılan başka bir yer yok. Kim ki Türk olmaya Allah’ın tuzağına düşmeye talip, bu insanlarla, -bizler de inşallah talibiz- bunlarla müştereken oturup kalkıyoruz, A’dan Z’ye müşterek hareket ediyoruz. Bunun içerisine birinin parası pulu, bilmem nesi zerre kadar girmiyor. Hatta ben şuyum buyum denilmesi komik de bulunan şeyler. Mesela İstiklal Marşı Derneğinde hiç akademisyen yok. Birkaç tane “ben varım” diyen çıkabilir belki ama bizim bildiğimiz veya meşhur, tanınmış insanlar yok. Gelmek isteyen oldu mu? Vardıysa bile irtibat kurup “İstiklal Marşı Derneği doğrudan doğruya Müslümanlıktan başka bir şeyden bahsetmiyor”u gördükten sonra kendilerine aferin diyen adamlardan tokat yememek için çark ettiler. Ben TİYO yayınlarının sahibiyim ve TİYO’dan çıkan İsmet Özel kitaplarının okunma oranıyla veya satış oranı diyelim, İstiklal Marşı Derneği’nin üyelerinin oranı eşdeğer gitmiyor. Yani İsmet Özel’in kitapların okunma oranı, İsmet Özel’in kurucusu olduğu derneğe insanların itibar etmelerinden çok çok daha fazla. Bu da bir şeyi gösteriyor. İnsanlar kendileri işi sırtlanmak istemiyor olabiliyorlar. Bunun sınıf bilinciyle de doğrudan bir alakası var. Çünkü onlar, insanlar öncelikle Müslim, gayr-i müslim ayrımı yapıp sonra da birinci sınıf oldukları, Müslüman oldukları takdirde; bunu biliyor olarak hareket ediyor oldukları zaman en azından bir dille konuşuyor olabiliriz, aynı dille konuşuyor olabiliriz ve bu vazgeçilmez bir şey. Dil dedik insan dedik.
Mustafa Tosun: Bu arada bir şey söyleyeyim. Sosyalizm olsun başka sosyolojik görüşler olsun, dünya cenneti vadediyor ama bunları vadederken insanları hem yoldan çıkarıyor hem de bu arada insanlar telef oluyorlar. Ancak Türk düzenindeki olay cennet vaadi değil ama yine de dünya cehennem olmasın ve Allah’a kulluk edilmesine bir engel konmasın anlayışıyla yürüyen bir kulluk hayatı sözkonusu.
Oruç Özel: Dünyada asla cennet, biliyorsunuz ki, vaadedilmiyor. Yani dünya kafirlerin cenneti. Dolayısıyla bizim Müslüman olarak bir daha iyi imar, daha iyi yollar, daha iyi evler yapmayı vadetmiyoruz, bunların Müslümanlıkla bir alakası yok. İstiklal Marşı Derneği bugüne kadar hep ne diyor: “Kuran-ı kerim bugünlere bu şekilde gelinmesin diye nüzul oldu.” Yani biz asfalt yollarda arabalarla gidelim, uçaklarla uçalım ve bunların neye mal olduğunu görmeyelim. Böyle bir dünya olmasın diye Kuran-ı Kerim nâzil oldu. Yani insanlar otomobil üretimini sadece bir üretim aracı, dolayısıyla üretiliyor, satılıyor diye görüyorlar. Bu kadarla bitmiyor. Bir para, büyük bir para dönüyor. Dünyanın %33’ü, üçte biri bunla ve bununla alakalı şeylerle, otomotiv sektörüyle alakalı şeylerle dönüyor. Ve bu şeye de sadece para kazanma yöntemi olarak bakıyor olmak bir cehalet, bir yanılsama. Yani elma yetiştirmiyoruz da, buğday ekmiyoruz da otomobil yapıyoruz, böyle bir şey söz konusu değil. Bunların yapılmasıyla dünyaya bağlanma ve insanların zihninin İslam'dan, Kuran'dan uzaklaşması söz konusu. Bütün bu çift kutuplu, işte Kapitalizm mi önemli, o mu olsun öbürü mü olsun meselesinde de insanların doğrudan doğruya İslam'dan, Kuran'dan uzaklaştırılması meselesi var. Evet.
Mustafa Tosun: Devam edeyim. Şimdi, "Türkçe Bilmez Ki Allah'tan Korksun" bu...
Oruç Özel: Bu sizin tabiriniz.
Mustafa Tosun: Bu İsmet Bey'in tabiri. Ben "Türkçe Bilmez, Allah'tan korkmaz" diye ibareye rastladım, bunu teklif ettim. İsmet Bey’de bu terkibi uygun buldu. Rabbime şükürler olsun böyle bir şeye vesile olduğum için.
Oruç Özel: Daha çok gayr-i müslim içinde yaşayan Müslümanlar tarafından söylenir. Yani Balkanlar'da, yani adam Türkçe... Çünkü öbür türlü adam Müslümanların içinde Türkçe biliyorsa en azından Allah'tan korkmasa bile, "inşallah" diyorlar, "maşallah" diyor. Mesela Hıristiyan Arapların ağzında da böyle laflar sürekli oluyor, yani onlar bir şekilde Türkçeye yakın olmak zorunda kalıyorlar. Ama öbürleri bariz bir şekilde -yani Bulgar içindeki Türkler için- bakıyor adamın yaptığı her şey Allah'tan korkmadığına dalalet. Sebebi de Türkçe bilmemesi. Türkçe bilmemesi demek Kur’an bilmemesi demek.
Mustafa Tosun: Evet. Bu başlık ilan edildikten sonra Türkiye'de aslına rücû oldu birden bire. Nasıl aslına rücû oldu? Herkes yakınlarda Anıt Kabir'e hücum ettiler. Yani insanlar bu.
Oruç Özel: Yok yok, ben şey diyecektim, ben pek haberleri seyreden bir insan değilim internette de bir şeyler okumam, onu sizden de duyuyorum diye...
Mustafa Tosun: Yani şu anlamda, zaten 73 yılında Adalet Partisi'nin oylarını bölmek için CHP'yle bir şekilde anlaşmalı gibi görünen Millî Selamet Partisi aslına dönmüş oldu. Yani AKP şekline büründükten sonra aslına döndü. Bir defa bunu söylemek lazım.
Oruç Özel: Kemalizm diye bir şey var mı o da ayrı mesele. Hiç girmeyelim oraya.
Mustafa Tosun: Tabi, tabi, tabi. Girmeyelim, doğru var mı yok mudur. Şimdi Türkçe bilmez ne demek, Kuran'dan ve Kuran harflerinden bahis açmak gerekecek. Ben Giresun'da avukatlık yapıyorum. Baro odasında otururken bir avukat "Ben" diyor, "İçki içmek sevaptır' diye Arapça bir ibareyi kağıda yazdırdım, caminin kapısında yere attım. Bu kağıdı yerde birisi gördü, öptü, aldı bir yere kaldırdı. Bunu şu şekilde yorumluyor. "İnsanlar ne kadar cahiller"; işte "Ne yazdığını bilmiyor, bilse bu olmazdı" falan filan.
Oruç Özel: Adam kendi cahilliğini ifşa ediyor.
Mustafa Tosun: Ben "Sen gavurluk yapmışsın" dedim. Onu yapan insan da esasında saygıdeğer bir iş yapıyor. Ama senin başına yakında bir şey gelecek, Çünkü Allah’a meydan okumuşsun. Yaptığın nedeniyle sen yakın zamanda paketsin dedim. Yien 70 yaşlarında bir kadın dergiyi gördü, dergiye uzandı. Ama Kuarn harflerini görürü görmez korktu. Ellerini geri çekti. Yani Allah'tan korkmuyor ama Kuran harflerinden korkuyor yani. Yani öyle bir durum var.
Şimdi az önce dedim dil dediğimiz şey, bir defa dil konusu Adem Aleyhisselam'a Allah isimleri öğretti denir, dil Allah tarafından yaratılmışlara verilmiş olan bir şeydir. İnsanlar hak ettikleri dillere sahip olurlar diyoruz. Burada Türk milleti takvayı esas aldığı için, takva da kafirle çatışmayı göze alan Müslümana verilmiş bir nimet ise ve bunu Türk milleti koruyorsa ona verilen dil de buna göre verilmiştir. Yani şunu demeye çalışıyorum yani bize bu konular anlatılmıyor. Şöyle: biz 13ncü yüzyılda hem Türkçe dili kıvamını buldu, hem Türk milleti kıvamını buldu. Acaba akademik çalışmalarda bu alan neredeyse hiç yok, yani bu alan boşluk, bu alan hiçbir şekilde araştırılmıyor, edilmiyor. Zaten...
Oruç Özel: Akademik bir çalışma olmasın, yani. Hayatımız...
Mustafa Tosun: Tabii ki, tabii ki, olmasın. Ama bir tespit yani şu manada: gözden kaçırılmak istendiğini ifade etmeye çalışıyorum. Yazı milattan önce 4000 yılında bulundu diyorlar ama Orta Asya'daki bulabildikleri yazılar yedinci, sekizinci asırlara ait olmuş oluyor. Yani orada hiç olmayan bir şeyi icat etmeye çalışıyorlar. Mesela Türk kavramına ulaşmak için işte Hunları pas geçiyorlar, işte şunlar var Oğuzlar var, aslında hiçbirinin Türklükle alakası yok. Şunu demeye çalışıyorum: burada olmuş bir şeyi buranın ötesine taşımaya çalışıyorlar.
Oruç Özel: Sınıf Bilini mecmuası, burada dört tane var, tamamen Kuran harfleriyle çıktı. Bu mecmuaları lisanımızı öğrenmek üzere çıkarıyoruz. Çünkü bu “Sınıf Bilinci” öyle kuru kuruya bize -rüyanızda bir sakallı dede göreceksiniz- gelmeyecek. Bizim çaba göstermemiz lazım. Rasulü Ekrem “bir şey iste dua edeyim” diyor -hepsini söyleyemiyorum hadîs-i şerifin- sahabeye, o da diyor ki: "Cennette sana komşu olayım, bunun için dua et." diyor. Rasulü Ekrem de ona "O zaman sen de bana yardım et." diyor. Şimdi yani Rasulü Ekrem'e cennette komşu olması için bütün gayreti o sahabenin göstermesi lazım, bunu Rasûl-ü Ekrem kendisine söylüyor.
Yazımızı geri alma meselesi. Nasıl geri alacağız? Bizim yazımızı bilmemiz ve bunu hayatımızın bir parçası haline getirdiğimizle geri alma imkanımız var.
Şimdi ben bir şiir okuyayım size, “Yaz” sayımızdan. Birçok var, bir tanesini okuyacağım şimdi size. Bahar sayımızda, Kimlik Bunalımı meselesinde Seyfullah Köksal ve Faysal Toprak konuştular, Kimlik Bunalımı'na geldiğimiz zaman oraya tekrar geleceğiz. Ama orada Seyfullah Köksal Nazım Hikmet'ten Ağa Camii şiirini okudu. Ben de size şimdi Nazım Hikmet'ten bir şiir okuyacağım, bu da Yaz sayımızda mevcut olan bir şiir. Tabi buna geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: şimdi Sınıf Bilinci mecmualarında telif olan veya iktibas olan şiirler, metinler var. Bunların ikisi hariç hiçbirinin müellifleri, şairleri yazılı değil. Biz bunları sizler merak eder bulursunuz diye de bu şekilde bıraktık, hususi olarak iktibasları da. Dolayısıyla bu Yaz sayısında, bu Masalların Masalı şiirinin altında da Nazım Hikmet yazmıyor. Şimdi bu şiiri okuyacağım size:
MASALLARIN MASALI
Şimdi bu şiir eskimez yazıyla, kuran harfleriyle yazdığı zaman bize yazı yazmayı da öğreten bir şiir. Bu sebeple de Sınıf Bilinci mecmuasında yer alıyor. Burada bir takım çekimler var fark ettiyseniz, bunları okuyarak zevkli bir şekilde öğrenmemizi sağlayacak. İstifade edilmesi çok yüksek olan bir mecmuamız var. Belki de okuyup çözmek gerekecek, yani okudum da ne oldu diye değil. Bir de elifba çıkaracağız, ikinci başkanımız bir önceki konuşmasında söyledi, Allah nasib ederse, Allahtan bir mani gelmezse. Bu okuma ve yazma meselesi bizi bir yapacak. Şimdi harfleri öğrendiğimiz zaman, bu harfleri birbirine çatmayı ve kelimelerin nasıl yazıldığını, kelimelerinin nereden geldiğini, köklerini öğrendiğimiz zaman bu bizim hayatımıza dair pek çok şey söyleyecek. Yani niye denize deniz diyoruz, nasıl yazıyoruz, işte bizim elifbamızda hem ? var, hem ? var, üç tane “z” sesi var, dört tane, bunlar nasıl kullanılıyorlar, niye kullanılıyorlar bunların hepsini öğrendiğimiz zaman bu bizi inceltecek. İncelttiği zaman da biz birbirimize daha yakın insanlar haline geleceğiz. Yani şimdi Türkçenin Orta Asya'dan işte gelmiş bir dil olduğu falan gibi abuk sabuk ifadeler var, güneş dil teorisi diye bir şey var. Yani şimdi biz nasıl şu anda çan, çin, çon çat, çit, çot diye konuşmuyorsak, yazıyı öğrenmekle bir lisanımız olduğunu fark edeceğiz. Şimdi biz burada Mustafa Bey'le konuşuyoruz, size hitap ediyoruz ve kelimeler sarf ederek bunu yapıyoruz. Bu da birbirimizi anlamamız için tek yol. Başka türlü anlayamayız, başka türlü lisan olmaz. Yani börtü böceğin, kedinin kediyle, köpeğin köpekle anlaşmasına lisan demiyoruz. Dolayısıyla bizim de böyle bir takım el kol hareketleri yaparak, böyle kafa kol hareketleri yaparak bir şeyleri zihinlerde canlandırmamız dil değil. Bunlar lisan değil, bu bir takım haberleşme yöntemidir yani elektronik gibi bir şey. Dolayısıyla bizim şu anda tekellüm ettiğimiz lisanın -bize okullarda Yahudi Türkçesi veya gayrimüslim Türkçesi olarak kakalamaya çalıştıkları lisandan, kendimizi düzeltebildiğimiz kadar, kuranla irtibatımızın yüksekliği kadar yükselmiş, seviye kazanmış bir halde- yükselmesi ve birbirimizle bu sebeple irtibatımızı sık hale getirmemiz, yazımızı öğrenmemizle olacak. Ne demek bu insanı inceltmek? Yani insanın kafası çalışmaya daha çok başladığı zaman inceliyor. Yani bir kapasitesi var insanın ve o kapasiteyi işte şunla doldursanız, efendim tıp bilgisiyle doldursanız, mühendislik bilgisiyle doldursanız veya efendime söyleyeyim edebiyat bilgisiyle doldursanız dolar biter, böyle bir insan kafası olmadığı kanaatindeyim. İnsanın kafası çalıştıkça genişleyen ve kapasitesi artan bir şey. Yani insan kafası bir kap o kabın içine şu kadar şey koyabilirsin, koyarsın o hacmi aldı bitti, böyle bir şey değil. Dolayısıyla biz şunu biliyoruz, çocuklar normalde mektebe gittikleri zaman Kur’anla yani daha doğrusu elifle başlayıp, okuma yazma öğrenmeleri üç sene alıyor. Çünkü bu iş çok zor, hayır böyle düşünmüyoruz. Bu ancak üç senede insanların düzgün şekilde okuyup yazmalarını sağlayacak bir tedrisat. İlkokulu hepiniz bitirmişsinizdir diye tahmin ediyorum, dolayısıyla birinci sınıfta okuma yazma herkes öğreniyor, acaba? Latin harfleriyle okuyup yazdıkları zaman, çocuklar bir şey öğrenmiş oluyorlar mı? Bir takım harfler var, onları biliyorlar, onları çatmayı öğreniyorlar ve onları çatarak okumayı ve sonra da bunu nasıl resmedelim diye bir şeyi öğreniyorlar. Ama hakikaten bir lisana sahip olup, onun hayatlarında bir yeri olan lisanı öğrenmiş oluyorlar mı? Bu da sınıf bilincinde anlatılan bir şey. Şöyle bir misal göstereyim Mustafa Bey müsaade ederseniz. Bisiklet kelimesi, bisiklet kelimesi, iki çember manasına geliyor. Şayet Fransız bir çocuksanız bunun iki çember olduğunu bilebiliyorsunuz. Dolayısıyla bisiklet kelimesi size bir şey ifade ediyor. Ne olduğu yani neyi anlatmak istediği, sizin lisanınızda bir yeri var. Ama Türkçe de ki çocukların bisiklet dediğinden bir şey anlaşılmıyor. Farsça biliyorsanız, yine bunun ismi “doçer” o da iki çember demek, çark demek. Siz yine bunun ne manaya geldiğini lisanınızdan öğrenebiliyorsunuz. İşte bu bizim meselemiz. Yani bunların öğrenilmesi, lisan öğrenmek dediğimiz şey bu. Sınıf bilincinde de yazıyor, “bisiklet” Türk çocuğu bakmış hiçbir şeye benzemiyor bu kelime ona şeytan arabası demiş. Evet buyurun.
Mustafa Tosun: Şimdi 1928’de Kuran harfleri terkediliyor, Türk Dil Kurumu kuruluyor, Mustafa Kemal 1936 yılında Türk Dil Kurumuna şu şekilde sesleniyor. “Dil bayramından ötürü, Türk Dili Arastırma Kurumu Genel özeğinden, ulusal kurumlarından birçok kutun bitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.’”
Ancak 1937 tarihli tebrik mesajında ise “Dil bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumunun hakkımdaki duygularını bildiren telgraflarınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmanızda muvaffakiyetinizin temadisini dilerim.” demek zorunda kalıyor.
Heceyi Sadeleştirme Cemiyeti Glasgow Şubesi Azalarına; yani İngiltere iyi yaptınız diye mektup gönderiyor Mustafa Kemal’e. Cevaben Mustafa Kemal, “Heceyi Sadeleştirme Cemiyeti (Glasgow) Şubesi Azalarına / Aziz Efendiler; Türk Alfabesinin sadeleştirilmesi hakkındaki tebrikinizi memnuniyetle aldım. Şurasını tecrübe ile zikredeyim ki, hece ve alfabe ıslahı, hakikaten çocukları müşkülâttan kurtaran, onlara küçük yaşta muvaffakiyet lezzetini tattıran en müessir vasıtadır. Yaşlı adamların sevinçleri ise daha aşikârdır. İnsanlar arasında kolay ve hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi hem milli inkişafa hem de milletler arasında anlaşmağa çok hadimdir. / Centilmen hareket ve hissiyatınız, beni çok mütehassis etti. Teşekkürlerimi ve yolunuzda muvaffakiyet temennilerimi beyan ederim. Aziz Centilmen Efendiler. / Türk Reisicumhuru / Gazi Mustafa Kemal” Yani bunun aslında kendilerine verilmiş bir vazife olduğunu ifade etmek lazım.
Oruç Özel : Şimdi kimlik bunalımı meselemiz var. 1980 den sonra bir kimlik bunalımı meselemiz ortaya çıkıyor ya da önceden de var… Neden bir kimlik bunalımı ortaya çıkıyor çünkü nasıl Müslüman olacağını bilemiyoruz, yani modern hayatın içerisinde nasıl Müslüman olunacağı hakkında insanların kafasında bir şeyler var herkesin kendince… Biz de öyle yapıyoruz, sizinle buraya kravat takıp çıktık görüyorsunuz. Bu kimlik bunalımından çıkmamızın müsebbibi Sınıf Bilinci olacak diye bir beyanatımız veya iddiamız var. Bu da yazıyla olabileceğini söylüyoruz. Bu hususta sizin izahatınızı alabilir miyiz?
Mustafa Tosun: Türkçenin doğuşunda alfabenin belirleyiciliği var İslam dışı küfür anlayışının yenemediği bir İslam anlayışının izi var, cihadın izi var, yüksek hayatın, yüksek sanatın ve şiirle zirveye ulaşmış bir sanat anlayışının damgası var. Bun dilin malzemesi de bunun anlam gayesi de tamamı ile Kuran harfleriyle oluşmuş. Bugün bir Çince edebiyat var mıdır çok iyi bilmiyorum ama bir Çinliye Latince harfleri ile edebiyat yaptıramazsınız. Varacağı yer Hong Kongluluk olabilir. Sonuç olarak kimlik bunalımının Türklük lehine sonuca evrilmemesi, Allah muhafaza Türklüğün yok oluşu anlamına gelecek. Yani aslında yazımızın geri alınması yok oluştan korunabileceğimiz tövbe etmek kabilinden bir geri dönüş imkanı sağlayacak. Yani yaşananlar bir felaketse; 1928’den bu güne kadar olan dönemde bu felakete niye uğradık, bu felaketten nasıl çıkarız gibi sorularla belki bunu bir berekete çevirebiliriz. Türkçenin de gaip olması anlamına gelecek olan alfabe kaybı bizi hızla asgariye inmiş Türkçe’nin de kaybına doğru sürüklüyor. Telefonlara, bilgisayarlara müşteri olarak doğan genç ve çocuk kuşaklar bu kaybı taçlandırmakla meşguller. Kimlik meselesi bunalımı çözülmediği zaman önümüze katılan kavalcı var, kavalcı bir şey çalarak gidiyor da bütün köylü peşine takılıyor , fareli köyün kavalcısı, şimdi fareli köyün kavalcıları dolanıyor ortada hatta kimi flüt çalıyor kimisi ıslak çalıyor. Kimlik bunalımını çözmemiş olduğumuzda varacağımız yerin neresi olacağı belli değil yani biz ne diyoruz varlığımız Türk varlığına armağan olsun diyoruz, Bugün varlık fonu oluşturuldu varlık fonunun varacağı yerin Zarrap davasından dolayı Halkbank’a ve birkaç bankaya ceza kesileceği ve bunun tahsilinin varlık fonu üzerinden yapılacağı söyleniyor. Bir tür Düyunu-u Umumiye. Kimliğimizi bilmezsek ne olduğumuzu bilmezsek tartı ve ölçme hassasına da sahip olamıyoruz. Bugün Siyasal İslam doksanlı yıllarda Bosna-Hersek üzerinden hem para kazandı, hem itibar kazandı. Şimdi bu siyasak İslamcılar Sırplarla beraber şarkılar hem de Sebatayist şarkılar söylüyorlar. Et ithalini icraat olarak gösteriyorlar. Yani her şekilde büyük bir çöküşle karşı karşıyayız dediğim gibi yazımızı geri aldığımızda bu bizim tövbemiz yerine geçecektir. Sahih Dil (Türkçe) bizi dinimize, devletimize, vatanımıza sahip çıkmaya varıracktır. Bu arada kimlik meselesinde yurt, vatan, kişilik bunlar ayrılmaz parçalardır. Bunların hepsini biz Sınıf Bilinciyle beraber yani tüm meselelerini halletmiş olarak çıkarsak yazımız da bunun şahı olacak. İnşallah başaracağız. Sizin çabalarınızı takdir ederek izleyen birisi olarak buradayım. Aslında burada bir ümmi gibi bulunuyorum. Ben çabalarınızdan dolayı Oruç bey size ve arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum. Buyurunuz, devam ediniz.
Oruç Özel: Yurt-vatan meselesini belki biraz da izah etmemiz lazım. Biraz önce söylediniz, bir kimlik bunalımı meselesi var, 1980 lafını da ben ettim. 1980 lafını etmemizin sebebi 70'lerde, 80'lerde Türkiye de Siyasal İslam’ın çıkmasıyla alakalı. Maalesef hiçbir şeyi geriye gidip nerden geldiğimizi, ne oldu da oraya varıldığını bilmeden konuşamıyoruz, konuşmamamızda lazım. Yani bir şeyi izah etmek gerektiği zaman önce ne oldu, nasıl oldu, ne oldu da buraya geldik, bunu hangi şartlar altında, ne olarak, kim olarak konuşuyoruz meselesini de söylemek lazım. Biz varlık hususunda, vatan hususunda bu toprakları ikinci defa vatan kıldık İstiklal Harbinin sonunda. Şimdi burada gözükmüyor, ilanımızda bir Misakı Milli haritası var idi. Bu konuşmanın ilanında, afişinde bir misakı milli haritası var. Bu son Meclisi Mebusan’ın kabul ettiği Misakı Millinin ne olduğunu bize harita üstünde gösteriyor. Orada biliyorsunuz işte Selanik var, Batum var, Halep var, Musul var, bir de Hanyalı Konya mecmuamız var biliyorsunuz bizim, ama Misakı Milli sınırları içerisinde Hanya yok, Kıbrıs da yok, adalar da yok. Şuanda vatan olarak bizim elimizde, birinci dünya savaşının akabinde bırakılan topraklar yok. Biliyorsunuz Sevr anlaşmasının bize, Türklere bıraktığı topraklar değil, İstiklal Harbinin neticesinde elde ettiğimiz topraklar var elimizde. İstiklâl Harbi sonunda tabi ki elde edilen topraklar Misakı Millinin hepsi değil. Ama bizim şu anda İstiklal Harbini vermiş ve bu sınırları elinde tutan insanlar olarak tarihte şöyle bir farkımız var birinci dünya savaşında mağlup çıkmış devletlerden: Onlar kendilerine verilen topraklar üzerinde yeni bir devlet kurdular biz de İstiklâl Harbini vererek dünyada İslam’ın Askeri güç ve siyasi organizasyon olarak mevcut olduğunu gösterdik. Burada şu anda böyle bir ihtimalin üzerinde durulabiliyor olarak da bakabilirsiniz. Ama bu henüz yitirilmiş bir şey değil, İstiklâl Marşı’nın dediği ‘Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın’ kısmında bu var.
“Ellerin vatanı bana yurt oldu” diyor. Şimdi vatan, ne yurt ne? Biz üzerinde bulunduğumuz toprakları vatan haline getirdiğimiz zaman buralar bizden öncekilerin vatanı değildi. En fazla birilerinin yurduydu. Yani üzerinde yiyip-içip, barındıkları, genel olarak kaldıkları yerlerdi. Daha önce bu topraklarda hakim olan gayr-i müslim güçler hangileri olursa olsun bu toprakları kendi vatanları değil kendi toprak parçaları olarak görmüşler. Mesela merkezlerini buraya getirmedikleri, baş şehirlerini buraya getirmedikleri bir yer idi. Biz ise burayı Dar’ül İslam haline getirerek kendi vatanımız haline getirdik 13. Hıristiyan yüzyılında. Sonra İstiklâl Harbi’ni vererek bir daha kendi vatanımızı, buranın Türk Vatanı olduğunu kavileştirdik. Allah daim kılsın inşaallah. Bir daha bunun tekrarı mümkün olmayabilir gözüyle bakmayalım ama öyle bir (...).
Şimdi bu kimlik bunalımı meselesinde Türkiye Cumhuriyeti devleti üzerinde yaşayan Müslümanlar Türklüğün dışında bir ve Türk vatanı dışında bir İslam aradılar. Yaşatılan kimlik bunalımının veya görülen kimlik bunalımının kendisi idi. Bizim bu çabamız İslam’ın Türklüğün dışında bir yerde aranamayacağının beyanıdır. Ve ancak bu şekilde kimlik bunalımından çıkılabileceğini söylüyoruz. Öbür türlüsü ise sonu şu andaki iktidar partisine ulaşan bir süreç oldu.
İsmet Özel: Bana müsaade eder misiniz?
Oruç Özel: Tabii ki, buyurun.
İsmet Özel:
Arkadaşlar işi götürüyorlar. Ama dinleyenler yeterince hazır olmadıkları için onların ne söylediğini tam yerine oturtamıyorlar. Bu adam bir şey anlatıyor ama yani dinleyenlerin kafasında her iki arkadaşın söylediği şeylerin yerleşeceği yer açılmış değil. Ben bu yeri açmak için müdahale etmek mecburiyetinde kaldım. Yani arkadaşlarda bir noksanlık yok. Noksanlık sizde, dinleyenlerde. Kafanızı bu çocukların -bir tanesi oğlum zaten, öbürü de onun yaşına bir seneyle yakın. Hepiniz benden gençsiniz. Sanıyorum ki burada benden ihtiyar adam yok. Benden bir yaş bile büyük kimse yok tahmin ediyorum.- söylediklerine vermiyorsunuz.
İnsanlar çok büyük hataları benimsemiş haldeler. Şimdi biz bir Sınıf Bilinci'nden bahsediyoruz, bu neşriyat devam edecek Allah izin verirse. Sınıf Bilinci bir sonraki safhada aylık çıkacak. Şimdi yılda dört tane mevsimlik çıktı, sonra aylık çıkacak. Gene Allah bize imkan nasib ederse haftalık çıkacak Sınıf Bilinci neşriyatı. Şimdi bu neden böyle olacak ve niçin bir zahmeti göze alıyoruz? Bunu bilmemiz lazım. Sınıf Bilinci dediğimiz şey doğrudan doğruya "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir" şiârının tekabül ettiği şeydir. Sınıf Bilinci "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir" şiarının tekabül ettiği şeydir. Yani neyin bilincine varıyoruz? Bu şiârın bilincine varıyoruz. "Hakimiyet bila kayd-u şart milletindir." Hakimiyet, hükümranlık, şimdi egemenlik diye tercüme ediyorlar onun ne manaya geldiğini gizlemek için. Yani onun etimolojisi yok egemenlik diye bir kelime yok dünyada. Hakimiyet dememek için başvurdukları bir şey. Hatta çocuklarına isim bile veriyorlar egemen diye, anlaşılmaz bir şey. İnsanlar dediğim gibi çok büyük hatanın unsuru haline gelmeyi bir marifet sanıyorlar. "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir" bunun bilincine varmamız lazım. Bunun bilincine vardığımız zaman kendi sınıfımızın bilincine varmış oluyoruz. Kendi sınıfımız nedir? Şimdi bu konuşmada telaffuz edildi “beraya”. Bizim mensub olduğumuz sınıf berayadır. Bu sınıf, devleti İslam'la muaheze etme hakkı ve yetkisine sahip olan bir sınıftır. Bir sınıftır “beraya”. Bunun bilincine varmak bahis konusudur. Hristiyan takvimine göre 23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsünün altında yazar "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir." Eğer hakimiyet bilâ kayd-u şart milletin olmadığı takdirde bu topraklarda Türkler için her şey tükenmiş demektir. Burada millet doğrudan doğruya beraya sınıfını ifade eder. Başka hiçbir şeyi göstermez. Yani hakimiyet bilâ kayd-u şart milletin olduğu için Büyük Millet Meclisi faaliyete geçer geçmez “Men-i Müskirat Kanunu” çıkarılmıştır. Çünkü hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. Yani Büyük Millet Meclisi’nin sözünün geçtiği yerde müskirat yasaktır. Alkollü içki içemezsin, uyuşturucu kullanamazsın, sigara da içemezsin. Türkiye Cumhuriyeti'ne giden yoldaki ilk adım budur. Ve bu Men-i Müskirat Kanunu 1924'te lağvedilmiştir. Yirmi dört, yirmi üç değil. Gerçi Cumhuriyet'in ilanı 29 Ekim olduğu için sene sonu yakın yani ister istemez 24 olacak diyebilirsiniz. Ama gene de yani insanların önemini fark etmemesi için hassasiyet gösterilen şey budur: Cumhuriyet'in ilanı Hristiyan takvimine göre 29 Ekim 1923'te vuku bulmuştur. Bu Teşkilat-i Esasi'nin birinci maddesinin değiştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Yani Teşkilat-i Esasi'nin birinci maddesi şu hale dönüşmüştür: “Türkiye Devleti'nin idare şekli cumhuriyettir.” Tamam. İkinci madde nedir? “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dini, Din-i İslam'dır.” İkinci madde budur. Sınıf bilinci bundan başka bir şey değildir. Yani insanlar bu devletin mevcudiyetinin İslam'dan başka bir şeyle irtibatlandırılmasının imkansız olduğunu bilmek bilincidir. Laiklik dediğimiz şey, laiklik dedikleri şey, Cumhuriyetin ilanından 14 sene sonra, 1937'de anayasaya girmiştir. Ve nasıl girmiştir? Cumhuriyet Halk Partisi'nin benimsediği altı ok anayasaya girdiği için, bu oklardan biri de laiklik olduğu için… Yani laikliğin; halkçılıkla, devletçilikle, milliyetçilikle bir farkı yoktur. Yani altı oktan birisidir. Türkiye Cumhuriyeti eğer laikse aynı zamanda halkçıdır. Yani bunun özel bir vurgusu yoktur. Lozan Anlaşması akabinde Türkiye'de cumhuriyet ilan edilmiştir ve Lozan Anlaşması'nın zamanla mukayyet olup olmadığı resmen ilan edilmemiştir. Ama herkesin bildiği şey Lozan Anlaşması'nın akabinde İsmet İnönü'nün, İsmet Paşa'nın - İnönü, 34'te oldu - o zaman sarf ettiği söz herkes tarafından bilinmektedir: "Bir yüz sene kazandık! Bir yüz sene kazandık!" Yani bunun Lozan Anlaşması'nın yüz yıllığına imzalanmış olup olmadığını bize düşündürmesi lazım. Hong Kong, İngiliz himayesinde –hakimiyetinde- yüz seneliğine oldu ve biliyorsunuz bundan şöyle bir on-yirmi sene önce süre doldu, güya Çin'e geçti Hong Kong. Ama öyle bir şey olduğu yok. Her neyse. Şimdi eğer durum buysa, yani bizim halimiz birileri tarafından bir şekilde tespit edildiyse, bugün içinde bulunduğumuz şartlar hangileridir? Bunu sınıf bilincimizin gereği saymamız lazım.
Türkçe bilmez ki, Allah'tan korksun! Türk ırkı nasıl yoksa Kur'an'dan koparılabilecek, Kur'an'ı hesaba katmadan ortaya sürülebilecek bir Türkçe yoktur. Şimdi, Türk dili diyoruz, değil mi, Türk lisanı demiyoruz, Türk lügatı demiyoruz. Türk dili dediğimiz zaman, lisan ve lügat demekten kurtulduğumuzu sanıyoruz. Halbuki dil kelimesi "develan"dan geliyor. Yani "dil" lafını telaffuz eden insanlar “devl” derken "dil" diyorlar. Yani söyledikleri kelime aslında "devr". O yüzden yani daha "dil"den başlamak kaydıyla Kur'an'dan bu konuşma tarzını koparamazsınız. Yani Türklerin eğer İslam'dan önce mevcudiyetleri varsa, Türkler eğer İslam'dan önce var idiyseler, bunların, bu insanların, İslam'dan önce var olan bu Türklerin burnu yoktu. Çünkü “birun” dışa doğru. Yani İslam'dan önce eğer Türkler var idiyse bunların burunları yoktu. Kadınların da tenasül uzuvları yoktu. Çünkü o da Arapça'dır. Yani Türkler doğmuyorlardı bir yerden. Böyle bir şey yok. Yani Kur'an yok, Türkçe'nin hiçbir tarafı yok. Biz neden Türk'üz diyoruz? Türk'üz biz! Çünkü Kur'an lisanında "ö" harfi yok. "Török" diyor, Macarlar, Türk demek için. Ve İngilizler de "Törks" diyorlar. Yani Haçlı Seferleri sebebiyle karşılarına çıkan bu insanların adını kendi dillerinde "ö" demek mümkün olduğu için İngilizler, "Törk" diyorlar. Fransızlar "Türk" diyor. Onlar demek ki başka bir dolayından istifade ediyorlar. Çünkü Müslüman tüccarlar Britanya'da değil, Fransa'da faaldiler. "Şifre" kelimesi "sıfır"dan türemiş bir kelimedir. "Sıfr" Arapça bir kelimedir. Fransızlar eğer "Törk" değil de "Türk" diyorsa bu Arapça'ya olan yakınlıkları yüzündendir.
Türkçe; bizim milli varlığımızın bir kısmını teşkil etmez, milli varlığımızın tamamıdır. Yani Türkçe'yle Türk'üz. Türkçe olmadan Türk olamayız. Et, kemik, kafatası bunlar Türklüğü hiçbir şekilde ifade, işaret etmezler. Yani aslında daha net olan şey şu: hiç kimse anasından babasından Türk olarak doğmaz. Türklük, kâfirle çatışmayı kabul etmekle başlayan bir şeydir. Anasından babasından hiç kimse Türk doğmaz. Kâfirle çatışmayı düşünmeyen bir insan beş vakit namazda kılsa Türk olamaz. Yani onlar Müslüman olabilirler nitekim bugün Ermeniler davalarını yürütmek için buradaki zeminlerine buradaki tabanlarına diyorlar ki “sizin Müslümanlığınıza bir diyeceğimiz yok, Müslümanlığınızı devam ettirebilirsiniz, Ermeni olduğunuzu unutmayın yeter.” Bugün yaygın olan ermeni propagandası bu: “Müslümanlığınıza itiraz etmiyoruz, istediğiniz kadar Müslüman olabilirsiniz ama Ermeni olduğunuzu unutmayın.” Biz, Bulgarlar Almanların yanında savaşa girsinler diye batı Trakya topraklarımızı Bulgarlara bıraktık. -“Biz” diyorum ama ben o alçaklardan birisi değilim! Ama gene de biz, yani ne yapalım başka biz yok.- Lozan’da Wilson prensipleri esas alındığı için yani “Türklerle meskûn yerler Türk topraklarıdır” umdesi esas alındığı için Lozan’da, Türk heyeti batı Trakya’nın Türkiye’ye bırakılması tezini öne sürdü normal olarak. Batı Trakya. Karşımızdaki gâvurlar dediler ki: “Madem böyleydi de niye Bulgarlara verdiniz.” Çünkü batı Trakya Bulgarların elinden Yunanlılara geçmiştir. Yani başımızdakiler -kimlerse onlar- çoktan vazgeçtikleri için batı Trakya’dan, iade edilmemiştir Türkiye ye. Bizim bugün Trakya topraklarımız var. Neden? Selimiye yüzünden. Çünkü en azından o gün yaşayan Türkler Selimiye’yi gâvura bırakacak bir idareyi asla tanımayacaklardı. Çünkü bu Balkan savaşları sırasında başımızı gelmiş bir şeydi. Selimiye’ye Bulgar askerleri girmişti ve bu milli vicdanda çok büyük bir acı yaratmıştı. O yüzden “Edirne Fatihi” olması Enver Paşaya sadrazamlık yolunu açtırdı. Şimdi yıllar yılı Yunanistan bu toprakları kendi malıymış gibi tepe tepe kullanıyor. Ama oradaki Müslümanlara diyor ki: “Sizin Müslümanlığınıza bir itirazımız yok, siz Müslüman Yunanlılarız deyin yeter Türk demeyin kendinize, Müslümanlığınıza bir itirazımız yok.” Şimdi bugün Lozan antlaşmasının üzerinden yüz yıl geçmesine beş sene kaldı.
Sınıf bilinci neşriyatı şerefle birinci yılını ikmal etti. Birinci yılında mevsimlik, dört mevsim, dört sayı çıkardık. Şimdi önümüzdeki hedef bunu aylık çıkarabilme hedefi. Bunun içinde bize bu dergiyi çıkaracak kadro birinci derecede gerekli değil. Bize gerekli olan çıkaracağımız aylık sınıf bilinci mecmuasını takip edecek olan. Bize gerekli olan bu. Bize onu çıkaracak olan kadro lazım değil. Yani onlar olmasa çıkmaz ama ehemmiyetli olan vazgeçilmez olan bu derginin yazarları olmayacak, bu derginin okurları olacak. Çünkü bir şeyin söylenmesi ancak işitilmesi halinde bir şeydir. İşitilmemiş şey söylenmemiş sayılır. O yüzden bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak okuma-yazma programımızı genişleme, yayılma, çoğalma üzerine oturtmamız lazım. Yani uzmanca yazıya hâkim olan insanların başımızın üzerinde yeri var, fakat gövdesiz baş olmaz. Ona kesik baş diyoruz değil mi, onla futbol oynuyoruz. Şimdi arkadaşlar konuşacaklar ben kalkacağım. Sadece bu ikazları yapmazsak bu toplantı boşa gider diye müdahale etmek zorunda kaldım. Dediğim gibi sınıf bilinci yani insanların sandıkları gibi demokrasi ile bir alakası yok. Demokrasi Sokrates’i öldürenlerin sevdiği şeydir. Sınıf Bilinci: “Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir.” Milletin elinden hâkimiyet imkânlarını alanlar hasmımızdır. Şimdi yüz yıl geçtikten sonra eğer -Lozan’ın gizli maddelerinden birisi, Lozan’ın yerini servin alacağı ise bunu bilmiyoruz. Çünkü bir takım çevreler diyorlar ki Lozan’ın gizli maddeleri yok, kim bilir yok mu, bilmiyoruz. Ben 1944 doğumluyum. 1973 yılında benim gibi insanlar heyecanla merakla yüreği güp güp atarak Lozan’ın gizli maddelerinin açıklanmasını bekledi. Çünkü Britanya yasalarına göre üzerinden 50 yıl geçtikten sonra gizli maddeler açıklanır. Bu yapılmadı. Yapılmayınca bir takım insanlar şöyle yorumladı: “Demek ki gizli madde yokmuş.” Ama insanlar bir şeylere dikkat etmiyorlar. Ben 1973 yılında bugün sahip olduğun bilince sahip değildim. 1980 miydi 81 miydi, Margaret Thatcher iktidara geldiği zaman? Margaret Thatcher iktidara geldiği zaman Britanya ekonomisi ciddi bir tasarruf hamlesi yaptı. Bütün lüzumsuz masraflar, devletin yaptığı bütün lüzumsuz –en azından vazgeçilebilir masraflar– yok edildi. O masraflara girişilmedi. Bunlardan bir tanesi de BBC’nin İngilizce dışında yaptığı yayınlardı. Adamlar paradan kısmak için BBC’nin bir süre yabancı dil yayınlarına son verdiler çünkü az masrafla dönmüyor o iş. Bir tek lisan hariç: Türkçe. BBC yabancı lisandan yayını Türkçe olarak yaptı. Çünkü Türkiye’de benim gibi, sizin gibi dangalaklar vardı. Yani BBC dinleyip “bu BBC doğru söyler” diye düşünen dangalaklar. Bu dangalaklardan birisi benim. Çünkü ben 1983 yılında ANAP’a oy verdim BBC yüzünden. Neden? Türkçe yayınlarını izlemiyordum BBC’nin, çünkü “nasıl olsa buradaki insanları kandırmak için yapıyorlardır bu yayını” diye İngilizce yayınlarını dinliyordum BBC’nin. Ve İngilizce yayınlarında devamlı olarak 83 seçimleri yaklaşırken BBC defalarca şu cümleyi tekrarladı: “Seçimlerde, seçim gününe kadar kapatılmayacak olursa ANAP şanslı görünüyor.” İngilizce yayında devamlı bunu söylüyordu. “Seçim gününe kadar kapatılmayacak olursa” diyordu. “BBC bunu dediğine göre…” diyordum ben de, dangalaklık parayla değil, “yani demek ki bu ANAP’ın hakikaten askerlerle bir uyuşmaz tarafı var ki bunu söylüyor BBC.” Yani tabii ki bu işlerin uzmanları bunu biliyorlar. Şimdi ikinci dünya savaşının sonu dünyada çok sayıda insanın kontrolünü zaruri kılan bir çağın başlangıcı oldu. Büyük sayıda insanı kontrol edecek teknikler geliştirmeliyiz yoksa bu çok sayıda insan bizim düzenimizi altüst eder diye düşünüyorlardı onun için 45’ten itibaren savaşın galipleri müttefikler bütün güçleriyle çok sayıda insanı kontrol edebilecek ideolojik aygıtlar ürettiler. Mesela Marguerite Duras’ın metnini yazdığı bütün dünyanın içi parçalanarak seyrettiği “Hiroshima Mon Amour”. Hiroşimaya atom bombası atılmış, iki Fransız da, biri kadın biri erkek, yatakta bunu konuşuyorlar. Hem entelektüellere hitap eden hem işte böyle modern hayat bilmem cart curt...gayet etkili bir şey. “Hiroshima Mon Amour.” Yani bomba atıldı mahvoldu bu insanlar ya da işte bu insanlık aleyhine bir felaket falan filan ama hiçbir müttefik tarafın Dresden’in başına geleni konu eden bir tek ciddi ve yahut yaygın neşriyat yoktur. Tabi merak ederseniz araştırırsanız bulursunuz, öğrenirsiniz. Ama Dresden, Hiroşima’dan çok daha büyük bir tahribata maruz kalmış. Atom bombası atılmamıştır ama Dresden yerle bir edilmiştir.-
Yani bir şeyleri bilmek ile bilincine varmak arasındaki farkı anlayın. Sınıf bilinci lazım. Hangi sınıfa mensubuz? Şimdi bir şeyleri bilmek ve bir şeylerin bilincine varmak bu ikisi adeta mütenakızdır. Çünkü bir şeyin bilincine varabilmeniz için size onun öğretilmemiş olması lazım. O artık sizin ürettiğiniz bir şey olması lazım. Bilinç. Yani “Bunu yapıyor ama pek bilincinde değil.” dediğiniz zaman… “Bilincinde değil yapıyor ama.” Öğrenmekle bilincine varmak, dediğim gibi bazen birbirini yok eden iki şeydir. Biz kendi mevcudiyetimizin -Türkler olarak- bilincine varmak zorundayız. Türk olmayanlar Türk düşmanları bu bilinci, kendi varlıklarına ait bilinci muhafaza ve müdafaa etmektedirler. Yani 100 senesi dolan anlaşma sonunda ortaya çıkacak olan şey gayr-i Türklerin, anti-Türklerin kendi milli bilinçlerinin uzantısı olacaktır. Şu anda bu korkunç bir şekilde hareket halindedir. Şimdi Türkiye’de bütün iktisadi faaliyet Türklerin yok edilmesi programının gereği olarak yürütülüyor. İktisadi faaliyetlerin hepsi! Şu anda konu olan şey ne? Yastık altından altınları nereye götüreceğiz, bankaya. Yani diyorlar ki: “Sisteme dahil edin.” Buradan söylüyorsun size, bizim garantimiz sisteme dahil edilmemiş altınlardadır. Milletin elinde tuttuğu sisteme teslim etmediği altınlar bizim gücümüzdür. Çünkü elimizde ve istediğimiz gibi kullanabiliriz. Sistemin içine soktuğun zaman sistem istediğini yapıyor sadece. Şimdi sistemin içinde en iyi yere sahip ol, şu anda Türkiye’de Cumhurbaşkanı olan zat istediğini yapabiliyor mu? Sistemin istediğini yapıyor sadece. Trump, Trump acınacak vaziyette değil mi? Ama Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı yani. Ve mesela insanlar bundan milli bir infial duymuyoruz. Trump, Amerika dışında olduğu zaman Türkiye’de başbakanlık numarası yapan adam oraya gönderiliyor, Trump’la görüşme imkanı yok yani. Zamanında Turgut Özal Sovyetler Birliğine gittiği zaman Gorbaçov Sibirya'ya seyahate çıktı. Yani Gorbaçov’un verdiği mesaj şuydu: Ben CIA’nin şu basamağında bir adam olarak CIA’nin şu basamağındaki adamın elini sıkmam. Bunu o sırada Almanya’nın başında olan Schröder yapmak istedi, Recep Tayyip’in elini sıkmamaya çalıştı. Amerikalılar “nah” dediler, siz de bizim işgalimiz altındasınız, sıkacaksınız elini. Bunlar fantezi değil. Yani Türkçe elimizden Kur’an elimizden alınır gibi alındı bunu bilin. Ünlü İngiliz başvekili neydi, Gladstone, evet o adam ne dedi: “Bunların elinden kuranı almadıkça bunları mağlup edemeyiz.” Bu 19. yüzyılda olan bir şey ve bunu başardılar, nasıl başardılar, bunu yazımızı elimizden alarak başardılar. Biz yazımız elimizden alınıncaya kadar çok büyük bir mukavemet potansiyelini elimizde tutuyorduk ve eğer 1928’den günümüze biz yazımızı elimizde tutarak yürütüyor olsaydık işleri, hangi iş olursa olsun bugün dünya da Türkiye parmakla gösterilecek ülke olurdu. Şimdi buna karşı kendi gavurluğunun şuurunda olmayan birtakım gavurlar diyorlar ki; “iyi de, Araplar yazılarını korudular, hani onların haline baksana. Yazıyla oluyorsa bu iş onların yazıları vardı.” Ama bu gavurlar şunu bilmiyorlar, bunlar Arap harfleri değil, bunlar Türk harfleri. Yani yazısı elinden alınan sadece biziz, onların yazısı değildi ki onların elinden alınsın. Onlar Arap harfleri değil, bugün bütün Arap aleminde gazeteler, kitaplar rika harfleri ile neşrediliyor. Bu harfleri (rika) biz icat ettik, Araplar bilmiyordu bunu. Yani biz Araplardan daha çok Arapçaya hakim bir millettik, çünkü dilimiz bunu gerektiriyordu. Bugün, şuanda Suudi Arabistan’da Ebussuud’un tefsiri Arapça bilgisi tedrisatında kullanılıyor, Ebussuud’un tefsiri… Yani şu anda Arapçayı -Ebussuud şuydu buydu onu konuşuruz ama- en azından bir Türk'ten öğreniyorlar. Diyeceksiniz ki: “Yazı bu işe bu kadar hız verebilir mi ya da ne biliyim yazıyla yükselmek mümkün mü?” Evet mümkün. Daha doğrusu yazısız kaldığın zaman düştüğün şaşkınlıktan korunmuş oluyorsun. Yani biz bugün birbirimizle anlaşamıyoruz ama eğer yazımız elimizde olmuş olsaydı herkes diğerine neyi kastettiğini aldığı tedrisat sebebiyle işaret edebilecekti. “Hani orası öyle ya” diyecekti herkes aldığı tedrisat sebebinden mana kaymasından kurtulacaktı. Bugün biz kelimeleri kullanırken nerden gelip nerden gittiğini bilmeden kullandığımız için herkes her şeyi rüyasından gördüğü şekle göre yorumluyor, anlatabiliyor muyum? Ne diyorsak herkes bir şey anlıyor ama herkes kendi rüyasında. Yoksa ayıklık yazıyla mümkün olan bir şey, bak bu böyle değil, böyle. Tefrik edilebilen bir şey, şimdi Mustafa Tosun konuşmasında “onların acaba edebiyatı var mı yok mu bilmiyorum” dedi Çinliler için. Elbette var ama Çin yazısı ile Çin edebiyatı aynı şey değil. Şimdi Çin harfleri ki Japonlar ve Korelilerde aynı harfleri kullanıyorlar. Bizim -maalesef çok rağbet görmeyen- “Yazımız” diye bir kitabımız yayınlandı. Orada Çinlilere, Japonlara, Korelilere Latin alfabesine geçme teklifi ulaştırıldığında adamların itirazı şu: “Bizim yazımız sizinki gibi telaffuzun resmedilmesi değildir. Biz yazımızda manayı resmediyoruz.” Çin yazısı buna yani bardak, Çinlide, Japonda, Korelide bardak kelimesini aynı resimle yazıyor. Okuduğu zaman orada bardak okuyor. O yüzden gene “Yazımız” kitabında var Çin, Kore, Japonya arasında iş mektupları tercüme edilmiyor. Çünkü şu kadar kilo getireceksiniz şu kadar kilo alacaksınız onlar yazıyor, onların hepsi aynı şeyi okuyorlar. Onun Çince, Japonca, Korece nasıl telaffuz edildiği önemli değil, neyi gösterdiği önemli şimdi bizim yazımız bu bakımdan hepsinden, Çinlilerinkinden de Latinlerinkinden de Yunanlılarınkinden de Kiril alfabesinden de, hepsinden üstündür çünkü biz “itmek” yazarız “ekmek” okuruz. Kelimenin neye taalluk ettiği neyi manalandırdığını bilerek ancak Türkçe okuyabiliriz. Arapça değil Türkçeyi ancak böyle okuruz. Her zaman okuduğumuz şeyin manasını bilmek mecburiyetindeyiz. Manasını bilmediğimiz şeyi okuyamayız. Onun için gayet güzel Arapça okuyup yazdığı halde, yahut sadece okuyabildiği halde Türkçe okuyamayan insanlar vardır. Çünkü Türkçe bilmek gerekiyor Türkçe okuyabilmek için.
Her neyse ben fazla uzatmayacağım, şunu tebarüz ettirmek zorundayım. Türk topraklarına göz koymakla millî mücadelesini yürütenler hazırda bekliyorlar. Ve bunlar televizyon dizileriyle bütün medyatik neşriyatla, bütün bilgisayar kontekstiyle işlerini yürütüyorlar. Buna dikkat etmemiz lazım. Türkiye’de bir Ermeni geleceği meselesi var bir Rum geleceği meselesi var bir Yahudi geleceği meselesi var. Yani bu topraklardan Yahudiler nasıl istifade edecek, bu topraklardan Ermeniler nasıl istifade edecek, bu topraklardan Rumlar nasıl istifade edecek? Türklerin istifade etme hadisesi yok! Yani böyle bir şey gündemde değil ya da böyle bir şeyin geleceği düşünülmüş değil. Çünkü nasıl Osmanlı idaresi İnebahtı hezimetinden sonra mümkün olduğu kadar az toprak kaybetmek ve mümkün olduğu kadar çöküşü yavaşlatmak siyasetinden sapmadan Cumhuriyete geldiyse, Cumhuriyet idaresi de temin ettiği uzlaşmayı idâme ettirmekten başka bir hedef gözetmiyor. Yani bunu yaparsanız şöyle veya böyle yamuk veya çarpık Türkiye devam eder görüşünü idarecilere kabul ettirdikleri zaman onları her şeye razı ediyorlar. Hâlbuki bizim ancak bir şeylere direnerek ve bu direndiğimiz noktadan bir atılım gerçekleştirerek mevcudiyetimizi koruma imkânımız var. Neye direndiğimizi bilmemiz lazım. Direnmiyoruz. Yani adama acımak lazım. Çanakkale boğazı üzerine yapılacak köprüden sonra -adam başbakan koltuğunda oturuyor- “bundan sonra Çanakkale geçilebilir” diyor herif. Yani düşünün... Şimdi boğazlar üzerinde Türk Boğazları üzerinde yapılan köprüler Türk topraklarının sıfırlanmasına mütealliktir, taalluk eder. İnsanlar hapse falan atıldılar değil mi tır olayından dolayı. O tırlar nerden geçti, affedersiniz? Onu hiç kimse konuşmuyor. Yani sen o tırların ne taşıdığını nereye gittiğini boş ver, o bir yerden geçti. Demek ki köprüleri kontrol gücü senin elinde değil. Olmaması gayet normal çünkü dünya ticareti hesap edilerek yapılmış şeyler bunlar. Yani bu başından beri -en mâsum haliyle- bununla insanlar övünüyorlar buna güveniyorlar: Yani Fransa’dan kalkan bir tır Pakistan’a, Çin’e nasıl gidecek? Cebelitarık boğazından geçemez çünkü orada köprü yok. Buradan geçecek. İnsanlar “Gördün mü şimdi ipek yolu projeleri falan filan, seviniyorlar bak Türkiye’den geçecekmiş falan” diyorlar. Hâlbuki Türkiye kalacak mı onu hiç hesaplamıyorlar. Adam kendi ticaretini temînat altına almak için senin kontrolüne rıza gösterecek mi? Asla. Yani tam tersine sana bu nakliyat işinde müdahale etmeme baskısı yapacak tıpkı Lozan’da bize boğazların güvenliğinin bırakılmaması gibi. Lozan anlaşması imzalandıktan 1936 Mondros Mütarekesi...
Dinleyici: Montrö Anlaşması.
İsmet Özel: Montrö, hah. Mütareke değil zaten, Montrö Anlaşması'na kadar Britanya hâkimiyeti altındaydı boğazlar, tabi bu yazılı değildi, çünkü “uluslararası denetim” deniyordu. Ama ondan sonra işte 36’dan sonra güya biz boğazlarda söz hakkına sahibiz ama bu yüzyıla yakın zamandır oluyor bitiyor, gemiler, Çanakkale boğazına girdikten sonra Marmara denizini de geçerken İstanbul Boğazı'nı da geçerken sintine boşaltıyorlar. Yani pisliklerini, Çanakkale boğazından geçerken artık o yol boyunca İstanbul boğazını terk edinceye kadar nerde fırsat bulurlarsa orada sintine boşaltıyorlar. Çünkü anlaşma uyarınca biz o gemilere yüksek ceza kesemiyoruz. Sintine boşalttığını fark ettiğimiz zaman gemiye çıkıyoruz, cezayı yazıyoruz onlarda güle güle ödüyorlar o cezayı, çünkü çok komik bir para. Eğer biz kendi boğazlarımıza sahip olmuş olsak o adam artık açık denizde mi boşaltacak sintinesini ne yapacaksa bir çare bulacak. Bizim topraklarımızda denizlerimizi kirletiyorlar. Denizlerimiz bizim idaremiz altında değil. Hiçbir tarafı. Yani ne Ege'si, ne Akdeniz'i, ne Karadeniz'i... Burada beynelmilel güçler sözünü dinletiyor. Bunlar mesele mi?
Şimdi Türkiye toprakları ya da Türk toprakları -Türkeli- bir ülkenin dünyanın en hâlis yaşama şartlarını teçhiz edebilecek imkânlara sahip. Türk topraklarında bir ülkenin “modern hayat içinde daha iyisi olamaz” denilebilecek imkânların hepsine hala sahip, birçok müdahaleye birçok melanete rağmen. En son öğrendiğim, sığır ithal etmişler, Genel Başkanımızdan öğrendim onu. Ve böylelikle Türkiye’de olmayan hastalıklar gelmiş Türkiye’ye. Biz başından dayatılmış bir yanlışlığı devam ettiriyoruz. Yerli sığırın ıslahı yönünde hiçbir şey yapılmamasına rağmen biz taa 50’li yıllarda montofon inek ithal ettik. Yerli sığırın hem beslenme şartları bakımından hem de vereceği süt bakımında benzersiz bir kalite tutturması söz konusuyken, biz bunu pekâlâ çok kolaylıkla yapabilecekken, birileri devlet idaresinde bulunup; rüşvet alıp kâfirlerin emrine girip… Bakınız, konuşmamı bitirirken şunu söyleyeyim: hiçbir Müslüman kâfir emrinde olmaz: kâfir olur. Yani, kâfirin sözünü dinleyen Müslüman diye bir şey yoktur. Kâfirin sözünü dinleyen kâfirdir. Biz başında neden hicret ettik. Rasulullah’a dediler ki: “Kadın istiyorsan en güzellerinden seç al. Eğer servet istiyorsan aramızda toplayıp seni Mekke’nin en zengini yapalım. Eğer iktidar istiyorsan bundan sonra senin sözünden çıkmayalım.” Rasulullah ne dedi: “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz ben davamdan vazgeçmem.” Dava neydi: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve resuluhü". Abduhü ve resuluhü. “Kulu ve elçisi” diye tercüme ediyorlar. Allah’a kulluktan daha yüksek bir rütbe yoktur. Abduhü ve resuluhü. Resuluhü ve abduhü değil. Allah’a kulluktan daha yukarısı yoktur. Resulullah’a dediler ki: sen Allah’ın resulüsün. Cennete gireceğin kesin. Ne hala namaz kılıp duruyorsun. O ne dedi: “Ben de şükredenlerden olmayayım mı?”
Yani biz Sınıf Bilinci malulü olarak yaşayan bir milletiz. Biz sınıf bilinci malulü olarak yaşayan bir milletiz. Eğer gerçekten “hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir” diyorsak bu milletin Türk milleti olduğunun adını koymamız lazım. Bu, dünya ölçüsünde veri, done, muta olan bir şeydir. Birçok batılı yazar eserlerinde şöyle ifadeler kullanır: “İnsan Hıristiyan, Yahudi veya Türk olabilir.” Böyle konuşurlar. Yani Müslüman olmaktan başka vasfı yoktur Türk’ün. “İnsan ister Yahudi ister Hristiyan isterse Türk olsun.” Bu mantık bizim Karahanlılar’dan beri dünyaya yerleştirdiğimiz mantıktır. Mektep kitaplarında Karahanlılar’ın ilk islam devletini kurduğunu yazarlar. Biz de bunu yeriz. Aslında hadise şudur: Bir grup insan o bölgedeki Rafızi ayaklanmayı bastırmıştır. Anlatabiliyor muyum? Yani Müslüman gibi görünen kâfirlerin dersini vermiştir. İlk İslam devleti bundan ibarettir. Yani ilk Türk İslam devleti. Doğrudan doğruya bu Sünnilikle ve giderek Hanefilikle kenetli bir şeydir. Yani bir Hanefinin “ben bir Türk’üm ve başka da bir şey değilim.” demesi hiçbir aklı başında insan için hayrete değer bir şey değildir. “Hanefi, tabii ki Türk, ne olacak başka?” Yani, bir İtalyan “ben Katoloğim.” dediği zaman “daha ne olacaktın.” derler. Bir İspanyol’a da. Bir İspanyol “Katoloğim.” dediği zaman “Aman ya Rabbim! İspanyol değil misin işte zaten?” Bu bizim için de böyledir. Hanefi isen Türk’sün. Başka bir şey değilsin. Olamazsın da zaten. Hadi size iyi günler.
Oruç Özel: Fahrî Genel Başkanımıza çok teşekkür ediyoruz. Şimdi, vaktimiz ilerlediği için programımızı bu şekilde kapatacağız inşallah. Gerçi, Fahrî Genel Başkanımız Men-i Müskirat Kanunu'ndan bahsetti, bununla alakalı bir metnimiz Bahar sayımızda var.
Metin şöyle: "Büyük Millet Meclisimiz bir bahar günü açıldı. Meclisin açıldığı tarih sonradan hem Millî Hâkimiyet hem de Çocuk Bayramı ilan edildi. Meclisteki ilk iş olarak bugün içki dediğimiz, yani insana sarhoşluk veren, dinimizce içilmesi haram olan bütün içeceklerin yasaklanması için bir kanun teklifi verildi. Bu kanun teklifinin o günlerdeki adı Men-i Müskirat Kanunu idi. Nasıl bu mecliste İstiklâl Marşı'mıza itiraz eden olduysa, bu kanunun çıkarılmasına karşı olanlar da vardı. “Yapacağımız daha önemli işlerimiz var. Şimdi böyle bir kanunun sırası mı?” diyorlardı. Fakat İslamî bir teşkilatlanma niyetinde olan vekiller ağır bastı ve kanun meclisten geçti. Büyük Millet Meclisi’nin sözünün geçtiği her yerde meyhaneler kapatıldı ve içki satışı yasaklandı. İstiklâl Harbi bizim yani Türklerin zaferi ile neticelendi. Fakat aynı şarkıdaki gibi, "Göründü geçti bahar hazanla heder oldu". Cumhuriyet’in ilanına birkaç ay kala yapılan seçimlerle göreve başlayan yeni milletvekilleri arasında bu kanun çıkmasına öncülük eden birçok milletvekili artık yoktu. Cumhuriyet’in ilanından bir sene sonra ise kanunda yapılan değişiklikle içki yasağı kaldırıldı. 1926 yılında ise İnhisarlar İdaresi kurularak içki üretimi ve satışı devletin tekeline alındı. Dahası devlet bu tekeli bir Polonya firmasına imtiyaz olarak verdi."
Şimdi, bu metni yazan arkadaşımız bir yazar değil. Bu metnin -zaten izahını yapmıştı Fahrî Genel Başkanımız- sonunda yine kendisinden öğrendiğimiz bir hususu da, bir Polonya firmasına Türkiye'de içki tekelinin verilmesi veya devlet tekelinin onların imtiyazına verilmesi meselesinden de bahsediliyor. Şimdi Sınıf Bilinci Mecmuası okunduğu takdirde, yazımızı öğrenmenin haricinde, bize doğrudan doğruya hayatımızla olan birçok şey de hatırlatılmış olacak. Bunun bir kısmını biliyor olabiliriz ama en azından esasın bu olduğu bilinmeli. Yani biz ağaçlarımızı tanımıyoruz, etrafımızdaki kuşlarımızın, memleketimizdeki kuşlarımızın börtü böceğin isimlerini bilmiyoruz. Bunları biz Sınıf Bilinci’nde yazdık. Aynı şekilde sınıf bilincinde bir husus anlatıldığı zaman, umumiyetle bir takım tafsilatlı bilgi verilmeye çalışılıyor ki bu işe hepimizin idrakı daha sağlam olsun. Biz, kendinizi daha doğrudan alakadar edecek şeyler ile irtibat kurabilesiniz istiyoruz. Sınıf bilincindeki bu ve benzeri birçok metni dernek üyelerimiz yazdılar. Bunları kimler yapıyor? Fahri genel başkanımızın dediği gibi, bunları biz yapılabiliyoruz, ama sizler bunlarla irtibat kurmuyorsanız, işitmiyorsanız bunların kıymeti bilinmiyor manasına gelecektir.
Bir hususa daha dikkatinizi celp etmek istiyorum. Biz her ne kadar iktibas metinlerin ve şiirlerin müelliflerini, şairlerini yazmasak da, burada gayr-i müslim edebiyat cephesinin arka planda tuttuğu, arkaya ittiği isimleri öne çıkaran küçük çapta bir antoloji de hazırlamış gibi oluyoruz Sınıf Bilinci mecmualarının içinde. Bunlar Hamit Macit, Ömer Bedreddin Uşaklı, Ziya Osman Saba olarak misallendirilebilir. Bunların şiirlerini biz Türk hayatına değdiği için Sınıf Bilincinde neşrettik, yazının öğrenilmesi işiyle alakalı… Ve buna hepimizin itibarı hususunda aslında bir takım noksanlıklar da var. Çünkü Sınıf Bilinci Mecmuası’na talep çok yüksek değil. Nasıl bizim Yusuf Sami Asmai’nin “Yazımız” kitabını neşretmemiz ama öyle çok büyük bir itibar görmemesi gibi. Dolayısıyla sınıf bilincinin ne olduğuna ve sınıf bilincine varılmasıyla Türk olunacağı hususuna itibar eden çok az insanız. Bunun bu kadar az olması, İstiklal Marşı Derneği üyelerinin az ve bizim vaaz ettiğimizin ulaştığı kulak sayısı az olması, bunlar bizi çok ilgilendirmiyor. Biz, dışımızda kalanların ne yaptıklarını çok umursamıyoruz. Biz ne yapmamız gerektiğinin üzerinde duruyoruz. Ve bunun da yazımızın geri alınması olduğunu tekrar tekrar söylüyoruz.
Teşekkür ederim. Şimdi Mustafa Bey'e mikrofonu veriyorum, çünkü mikrofonu yerinden çıktı.
Mustafa Tosun: Subhanallah, elhamdülillah, Allahu ekber, selâmun aleyküm.
18 Kasım 2017, Ankara