İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ın onuncu sene-i devriyemiz münasebetiyle yaptığı "Türk Kim? Türkiye Neresi? İstiklâl Marşı Neyin Nesi?" serlevhalı konuşmasının tam metni:
Selamun aleyküm,
Bugün Kastamonu’da İstiklâl Marşı Derneği’nin onuncu sene-i devriyesi sebebiyle bulunuyoruz. İstiklâl Marşı’nın Meclis’te okunmadan daha önce Kastamonu’da, Nasrullah Camiin’de okunduğunu seneler önce duyduğumuzda bu bizi heyecanlandırmıştı ve onuncu sene-i devriyemizi burada yaparak sizlerle bu vesileyle buluşmayı istedik. Bugün, Nasrullah Camii’nde bugüne kadar bu topraklarda doğmuş bütün milli marşlarımızı cem ederek okuduk. Yani İstiklâl Marşı’nın kabulünün doksan yedinci sene-i devriyesi sebebiyle bu programı yapmış değiliz. İstiklâl Marşı Derneği kurum olarak, İstiklâl Marşı’nın kabulünün sene-i devriyesinde bugüne kadar hiçbir program yapmadı. Ama İstiklâl Marşı Derneği’nin kuruluş tarihi bu tarihe yakın olduğu için, İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümüne yakın olduğu için bizim sene-i devriye programlarımız da bu tarihe yakın bir tarihe denk geliyor. Niye böyle? İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan on ay sonra 12 Mart’ın içinde bulunduğu hafta “İstiklâl Marşı’nın kabulü ve Mehmed Akif’i anma haftası” olarak kabul edildi hükümetçe, yani hemen olaya el konuldu. İstiklâl Marşı’nın anlaşılmasına mani olmak üzere bu hafta icad edildi. Bütün önemli gün ve haftalar aslında böyledir; yanlışları ikame etme üzerine kuruludur. Yanlışları yanlışlar üzerine koymak üzere bu önemli gün ve haftalar icad edilir ve buralarda yalan yanlış şeyler anlatılır, yanlışlar tahkim edilir. Böylelikle yıkılmaz yanlışlarla örülü bir duvar gibi hayatımızı kaplar, o yanlışlar duvarıyla hayatımız çevrelenir. Senelerdir zaten bir çok operasyon yapılmıştır İstiklâl Marşı üzerinde. On senedir de İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan hemen sonra ilan edilen bu hafta sebebiyle de bu iş hızlandırılmıştır. “Ne zararı var? İnsanlar İstiklâl Marşı’nı anlatıyor, anlıyor ve üstelik Mehmed Akif’i de rahmetle anıyorlar. Bunda ne gibi zararlar var?” Her şeyi yanlış! İstiklâl Marşı Derneği dışında İstiklâl Marşı hakkında duyacağınız her şey yanlış… En başta tarihi yanlış... İstiklâl Marşı 12 Mart 1921’de kabul edilmiş bir marş değildir. İstiklâl Marşı bir kanundur ve o kanun maddesinde tarih 12 Mart 1337 olarak kayıtlıdır. Devletin takviminde tarih budur. Milletin içinde işleyen takvime göre ise 2 Recep 1339’dur. Tarihi yanlıştır en başta. Elimizden bir şey gelmiyorsa, dilimizden geleni söylemek gerekir. İşin aslının zihnimizde çakılı vaziyette durması gerekir. Biraz önce Oruç Bey söyledi; bize öyle bir İstiklâl Marşı anlatılır ki sanki Mehmed Akif bu eseri Latinize harflerle yazmış gibi bir kafayla anlarız. Hâlbuki Latin harfleri ile İstiklâl Marşı yazılamazdı ve latin harfleriyle İstiklâl Marşı anlaşılamaz bir metindir. Bunlar gibi elemanter birçok yanlışlar sayıp sıralanabilir.
İşte biz bugün Kastamonu’da bugüne kadar bu topraklarda doğmuş bütün milli marşlarımızı bir arada okuduk. Güftesi Süleyman Çelebi’ya ait Vesilet-ün Necat (Mevlid-i Şerif) bizim milli marşlarımızdan ilkidir. Güftesi ayet ve hadislerden tahric edilmiş, Buhurizade Mustafa Itri’nin bestelediği Segah Tekbir ve Salat-ı Ümmiye de bizim milli marşlarımızdır. Bu topraklarda doğan son milli marşın güftesi Mehmet Akif’in şahsında Türk milletine, bestesi ise Dede Efendiye aittir. Aynı saiklerle doğmuştur bu dördü de. Özellikle Mevlid-i Şerif ile İstiklâl Marşı’nın doğuş sebebi birbirine çok benzer. Hristiyan takvimine göre 1402’de Osmanlı Devleti fiilen ortadan kalkmıştır. Ortada devlet yoktur ve milletin: “Şimdi ne yapacağız? Gaza devleti ortadan kalktı, nasıl gaza edeceğiz neye tutunacağız?” dediği anda Süleyman Çelebi Vesilet-ün Necat’ı yazmıştır. Aynı şekilde devletin ortadan kalktığı milletin işe el koyduğu bir zamanda İstiklâl Marşı yazılmıştır 1921’de, gâvur takvimine göre. Onun için İstiklâl Marşı Vesilet-ün Necat gibidir. Fakat her benzetme noksandır, nakısalarla maluldür. Farkı şudur: Mevlid-i Şerif cephe gerisinde kalanların -cepheyi tahkim etmek üzere tabii ki- okuduğu bir şiirdir, giderek bir marşdır. Onun için kadınlar ve yaşlılar arasında Mevlid okumak yaygındır. İstiklâl Marşı ise cephede okunmak üzere, cepheden okunmak üzere yazılmış bir marştır. Bu hükmün ilk kısmını yorum olarak alabilirsiniz. Yani Mevlid’in cephe gerisinde kalanların okuduğu bir şiir olduğunu ki onlar da kötü bir şey yapmıyorlar; cepheyi tahkim etmek üzere bu şiiri okuyorlar. Düşünün, bir millet sokak sokak, mahalle mahalle oturuyor, insanları davet ediyor ve Mevlid okuyorlar, dinliyorlar. Yani bir şiiri makamlı besteli okuyorlar ve dinliyorlar. Dünya’da böyle başka bir millet yoktur, bulamazsınız. Dünyada eşi benzeri olmayan bir millettir Türk Milleti. Oturuyorlar şiir dinliyorlar. Ama siz bugüne kadar; bu salonda kimse duymamıştır, görmemiştir: Ergenekon Destanı’nı, Oğuz Destanı’nı, Türeyiş Destanı’nı ezbere okuyan veya yüzünden okuyan herhangi birini... Hele bu destanları birilerini toplayıp da okuyanı... Üç beş kişi de olsa böyle bir güruh göremezsiniz. Bu sadece bize bir şeyler kakalamak için, bu destanlar kitaplarda yer alır. İnsanlar bununla yanlış bir yere hapsedilir, üzerlerine toprak atılmak üzere o hapse tıkılır. O yüzden bizim milli marşlarımız dilden dile dolaşmıştır ve çok çabuk milletin kalbine, diline nüfuz etmiştir.
Şimdi Mevlid-i Şerif cephe gerisinde kalanların okuduğu, dinlediği bir marştır dedik… Bu bir yorum olabilir, öyle kabul edebilirsiniz. Ama İstiklâl Marşı’nın cephede okunmak üzere yazıldığı bir yorum değildir, bir gerçektir. Garb Cephesi komutanlığının isteği üzerine İstiklâl Marşı yazılmıştır. Garb Cephesi kurmay başkanı olarak İsmet Paşa –gerçi o zaman albaydı herhalde- Maarif Vekâletine gelerek der ki: “Biz orduca İstiklâl Marşı istiyoruz.” Cümlesi bu şekildedir. “Orduca İstiklâl Marşı istiyoruz.” der. Bunun üzerine Maarif Vekâleti bir İstiklâl Marşı yarışması açar. Yarışmanın adı budur: “İstiklâl Marşı Yarışması”. Yani hangi metin seçilirse seçilsin adı İstiklâl Marşı olacaktır. Gelen metinlerin hepsini bilmiyoruz çünkü yok, sadece finale kalan 6-7 şiir var. O şiirlere bakarsanız hiçbirinin başlığı yoktur. Adsız şiirlerle katılır herkes. Çünkü ismi bellidir, ismini ordu koymuştur: İstiklâl Marşı. Mehmed Akif’in yazdığı şiirin de adı yoktur. Onun için kahraman ordumuza ithaf edilir. Çünkü ordu istemiştir onu. Yani biz resmi törenlerde okumak üzere, resmi törenlerde söylemek veya programlarda açılışlarda söylemek üzere bir marş kabul etmiş bir millet değiliz. Biz cephede okunmak üzere, cephede okumak üzere bir marşa sahip dünyadaki tek milletiz. Şimdi Garb Cephesi’nde bu nasıl okunmuştur, ben bilmiyorum ama bizzat İsmet Paşa gelip bunu Maarif Vekâletine ileten kişidir. Akabinde -iki yıl sonra yaklaşık- İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir. Mesela Edirneli bir müzik öğretmeni bir beste yapmıştır. Edirne’de onun bestesiyle söylenir İstiklâl Marşı… Kayseri’de başka birisi yapmıştır onun bestesiyle söylenir. Hatta tanıdık isimlerden mesela Kazım Karabekir’in bir bestesi vardır, Hasan Basri Çantay’ın bestesi vardır. Lemi Atlı, Saadettin Kaynak vesaire... yirmi dört ayrı besteyle farklı farklı okunan bir İstiklâl Marşı’yla geldik biz 1930’a kadar. 1930’da ise bugünkü bilinen Zeki Üngör’ün bestesine oturtulmuştur İstiklâl Marşı. Zeki Üngör ifadesine göre bu beste 1922 yılında yazılmıştır ve İstiklâl Marşı’nı önüne koyarak icra ettiği bir beste değildir. İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunu öğrenince, o hadiseden etkilenerek piyanonun başına geçtiğini ve o besteyi yaptığını söyler. Suphi Nuri İleri ise bunun zinhar yanlış olduğunu Zeki Üngör’ün bu besteyi ortada daha İstiklâl Harbi bile yokken 1917-18’de bu besteyi yaptığını ve “kimler için yaptığını da herkes bilir” diyerek bir göndermede bulunur.
Zeki Üngör bestesinin dahası vardır: 1930’da milli marş olsun diye teklif edilen beste olmuştur. Yani İstiklâl Marşı’nı ilga edip, yerine bu beste milli marş yapılması teklif edilmiştir. Sadece besteden ibaret bir milli marş! Ki bu yapılmak istenen şeyin örneği de vardır: İspanya milli marşı Marcha Real besteden ibaret bir milli marştır. O beste üzerine sonradan güfte yazılmıştır. İşte Zeki Üngör’ün bestesi de bu şekilde düşünülmüştür. Yani şunu anlatmaya çalışıyorum, bugünkü mevcut resmi besteyle İstiklâl Marşı okumak, İstiklâl Marşı’na düşmanlıktır. İstiklâl Marşı’nı ilga edip yerini alacak bir besteyle bugün İstiklâl Marşı söylenmektedir. O bestenin üzerine İstiklâl Marşı zorla sıkıştırılmış, tıkıştırılmıştır; kesinlikle anlaşılmamak üzere… Onun için kolu bacağı sağdan soldan sarkar. Bugünkü cari besteyle İstiklâl Marşı okumak İstiklâl Marşı’na düşmanlıktır. İstiklâl Marşı düşmanlığı Türkiye düşmanlığı, Türkiye düşmanlığı İslâm düşmanlığıdır. Bugünkü halinden hiçbir şey anlaşılmaz, hiçbir şey anlaşılmaz! Üç kişi okumaya kalksın, üç farklı ses çıkar. Ama biz bir salon dolusu insan gayet düzgün bir şekilde okuyabildik. Kastamonu’dan katılan arkadaşların hiçbirisi bu besteyi duymamış olsalar bile hemen ikinci mısradan sonra katılabildiler koroya. İstiklâl Marşı bugün tamamen üzeri kapatılmaya çalışılan, hiçbir çıkış kapısı kalmasın diye elden gelen yapılan bir marştır. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti niçin var? Bu sorunun tek cevabı: İstiklâl Harbi zafere erdiği için var. Bu sorunun başka bir cevabı yoktur. İstiklâl Harbi nasıl zafere ermiştir? Sakarya Meydan Muharebesi’dir İstiklâl Marşı’nın kilit noktası. Çünkü ondan sonra biz artık bu iş olacak diyebilmişizdir. Ondan önce kesinlikle bir muammadır. İstiklâl Marşı yazıldıktan beş ay sonra Sakarya Meydan Muharebesi başlamış ve zafere erebilmiştir. Maarif vekaletinden “orduca bir İstiklâl Marşı isteyen” o ordudur –Garp Cephesi Kumandanlığı- zaferi kazanan. O ordunun komutanı ise Türkiye’nin tek gerçek Mareşali Fevzi Çakmak Paşa’dır.
Türkiye’de İstiklâl Marşı’nı merkeze almadan türetilen kimlikler tam da gâvurların istediği türden kimliklerdir. Hiçbir gerçekliği yoktur. Belki gâvurların gülme ihtiyacını giderebilir. Bugüne kadar tarih boyunca önce gıbta ettikleri, sonra nefret ettikleri... Gerçi sonrasında da gıbta vardır. Kıskançlıktır gıbtadan da öte. Gâvurlar bu şekilde bakarken Türk’e, İstiklâl Marşı’nı merkeze almadan türetilen kimlikler sebebiyle bugün gâvurların güleceği bir pozisyona gelmiş durumdayız. Mesela dört beş sene önce açılım süreci, milli birlik projesi… gibi zevzeklikler ederlerken “Türkiyelilik” diye korkunç bir şey söylediler ve bunu hala ekranlarda duyabilirsiniz, üç beş salak tekrar ediyor. Türkiyelilik diye bir şeyi ortaya atabilmek hiçbir şeyden anlamamanın getirdiği bir sonuçtur. Dilden anlamıyordur bunu diyen ve savunan insan; tarihle, tarih şuuruyla en ufak bir ilgisi alakası yoktur ve bu adamın yönünü bilecek kadar coğrafyadan falan haberi yoktur. Çünkü Türkiye bir coğrafi bölgenin adı değildir. Türkiye, Türk’ün yaptığı yerdir. Amerikalı olur insan çünkü orası coğrafi bir kıtanın adıdır. Bütün kıtada lili-lılı-lulu… kimlikler olur. Başka türlüsü olmaz. Oralar birilerinin vatanı değil, yerleşenin yerleşkesidir. Avusturalyalı olur, bu coğrafi bir bölgedir. Hatta Avusturyalı olur; Doğu Krallığıdır ve yüzyıllardır bir coğrafi bölgenin adıdır. Hollandalı olabilir, yani neticede bir yarım ada ülkesi, o toprak parçasının ismi o: Netherlands. Hatta Yunanlı olur; bin yıllardır bir İyon vardır ve orada yaşayanlara Yunanlı denebilir. Ama Türkiyeli??? Türkiye diye bir yer yoktur Türk yoksa. Türkiye’yi vatan yapan Türklerdir. Tıpkı Rusyalı olmayacağı gibi, bu bir saçmalık olur. Ruslar vardır, Ruslar sebebiyle Rusya vardır. Hele önceki adını hesaba katarsak: Sovyet Birliklilik gibi bir saçmalık ortaya çıkar. İşte bu uyduruk kimliklerle Türkiye bugüne kadar geldi. En son bu düşünen hindiler Türkiyelilik lafını yumurtladıkları için bunları söyledim. Misak-ı Milli’niz yoksa, İstanbul dâhil Trakya’yı da feda ederseniz Anadoluluk olur bak! Neticede Anadolu diye coğrafi bir bölge var. Nurettin Topçu ve tilmizlerinin söylemeye çalıştığı budur. Osmanlılık da hakeza çok komik bir şeydir. Komiktir gerçekten kelimenin aslını düşündüğümüzde: Osman-lı diye bir şey yani. Osman bir yerin adı değil. Ne bileyim, Osman’ların yaptığı bir şey de değil. Osman-lı: Osman diye birisi var; yatıyor veya dik duruyor! Ölü veya diri… Osman’ın üstüne çıkmış, abanmış birçok insan… gibi bir saçmalıktır bu. Normalde gülünüp geçilecek bir şeyi bugün insanlar ciddi bir şeymiş gibi kabul ediyorlar. Tüm bu gayretler Amerikalılık kokar.
Başlığa üç soru koyduk: Türk Kim? Türkiye Neresi? İstiklâl Marşı Neyin Nesi? Bu soruların öyle hap şeklinde cevabı oluverecek, hemen yutuvereceğiz, kendimize geleceğiz… böyle bir şey yok yani. Evvela şunu bilmemiz lazım: İstiklâl Marşı biz bu soruları sormayalım diye yazılmış bir marştır. O soruların cevabını vermiş bir marştır çünkü. Dünyanın hakkıyla İstiklâl Harbi vermiş, müstemleke edilememiş tek ülkesinde bugün bu soruları sormak zorunda kalmak da, bu sorulara muhatap olmak da zul’dür. Biz bugün bir kimlik krizi yaşıyorsak İstiklâl Marşı’na sırtımızı döndüğümüz için yaşıyoruz. Biz bugün nerede yaşadığımızı bilmiyorsak, Türkiye kaybolmuş bir ülkeyse bu İstiklâl Marşı’na sırtımızı dönmemizle alakalıdır. Bugün öyle bir feci durumdayız ki, kimliksiz insanların tıka basa doldurduğu, itikadi sınırları tartışmaya açılmış, milli bir mutabakatı olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Kimlik krizimiz var. Kimliğinin olduğunu iddia edenleri biraz gıdıkladığınızda, ya o kimliğin sahte olduğunu anlıyorsunuz, ya da o kimliğin altında başka bir kimlik olduğunu… Kim olduğunu bilmeyen, kimliği olmayan insan dışarıda bıraktıklarını da bilmez. Hem insan teki olarak hem de toplum olarak dışarıda bıraktıklarımızla kendimiz olabiliriz. Kim olduğumuzu bilmiyorsak düşmanımızı da bilmiyoruz demektir. Kendini bilmeyen, düşmanını da bilmiyor demektir. Kimliği olmayanın hiçbir şeyi kendi hesabına yapması mümkün değildir. Düşmanının işini kolaylaştırmaktan başka yaptığı bir şey olamaz. İstiklâl Marşı Türk’ün kim olduğunu da, Türkiye’nin neresi olduğunu da izah etmiştir. İstiklâl Harbi bu izahla zafere ermiştir.
İstiklâl Marşı neyin nesidir? İstiklâl Marşı dediğimiz gibi ordunun ihtiyacına binaen ortaya çıkmış bir marştır. Mehmed Akif’i anmadan İstiklâl Marşı’ndan bahsedemez kimse. O’nu İstiklâl Marşı’nı çarpıtmak için, korsan bir İstiklâl Marşı söylemeye payanda yapmak için anıyorlar. Mehmet Akif’ten işlerine geleni alıp gelmeyeni gözlerden saklayarak işlerini yürütebiliyorlar. Mehmet Akif’in Abülhamit’e sövdüğü gibi kendilerine de sövdüğünü görmek istemiyorlar. Biz on senedir, bir düşmanlığımız yok Mehmed Akif’e, ama Mehmed Akif’i anmadan İstiklâl Marşı’ndan bahsedebiliyoruz. Çünkü Mehmed Akif vefatından üç dört ay önce kendisiyle yapılan mülakatta “O benim eserim değil milletimin eseridir. Milletimin malıdır. Onu ben bile yazamam. Onu ben bir daha yazamam. Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” demiştir. Bu öyle edebiyat olsun diye, sıradan bir mütevazilik gösterisi olarak falan söylenmiş bir söz değildir. Bu gerçekten böyledir. Mehmed Akif’in eseri değildir İstiklâl Marşı; Türk milletinin eseridir. Mehmed Akif’in de bir ferdi olduğu o milletin eseridir. Zaten altında imzası yoktur bildiğimizin aksine. Mehmed Akif maarif vekaletine isimsiz, imzasız bir metin vermiştir. Sonradan mecliste “Bu kimin eseri” dediklerinde elbette bir suçluyu(!) göstereceklerdi. O şekilde Mehmed Akif’i metnin altına yazmışlardır. Değilse Mehmed Akif’in teslim ettiği şiirde ne başlık vardır ne de imza vardır. Çünkü Türk milletinin eseridir, bu hakikaten böyledir. İki günde yazılmıştır İstiklâl Marşı. Şimdi veznini, kafiye kalitesini ve zenginliğini, şiir tekniği bakımından özelliklerini, dile getirdikleri bakımından her bir mısraını düşündüğümüzde iki günde böyle bir şiirin yazılıp yazılamayacağını erbabına sormak lazım. Bu bahsettiğim husus kayıtlı küreklidir yani. Hamdullah Suphi’nin Mehmed Akif’e yazdığı ve Mehmet Akif’in “tamam” dediği rica mektubu 5 Şubat tarihlidir. İstiklâl Marşı’nın maarif vekaletine teslim tarihi ise 7 Şubat’tır. İki günde böyle bir marş yazılamaz.
Bu nasıl olmuştur? Ben fazla uzatmayacağım. Daha önce de “İstiklâl Marşı’nı Kim Yazdı” adıyla bir basın toplantısı yaptık. Orada bazı anekdotlardan yola çıkarak; İstiklâl Marşı’nın yazılışında rüyanın rolüne dikkat çekmiş ve şunu demiştim: İstiklâl Marşı şehitler ve şehit oğulları arasında bir mukabeledir, bir konuşmadır. Ve Türk milleti de bu iki unsurdan oluşur, Türk milletinin üçüncü bir unsuru yoktur: Şehitler ve şehit oğulları. Türk milletinin başka bir unsuru yoktur. Onun için biz neyiz diye sorduğumuzda ya şehit oğluyuzdur -şehit olmadığımıza göre- yahut da onun bunun çocuğuyuzdur. Ne yapacağız şimdi? Biyolojik bir baba veya dede mi bulacağız kendimize? Değil. Oğulluk nispet edilerek olan bir şeydir. Yan biyolojik bir şey değildir oğulluk. Kendimizi kimlere nispet ettiğimizle alakalı bir şeydir bu. Türkiye’de iki sınıf insan yaşar. Üçüncü bir insan yaşamaz; ya şehit oğludur ya onun bunun çocuğudur. Ve Türk milleti de iki unsurdan oluşur: biri şehitlerdir biri de şehit oğullarıdır. İstiklâl Marşı bu ikisi arasında bir mukabeledir. Her iki kıtada bir özne değişir İstiklâl Marşı’nda. Her iki kıtada bir muhatap değişir. Önce şehitler söze başlar, iki kıtayı şehitler söyler. Daha sonra şehit oğulları söze başlar. Bu şekilde mukabele şeklinde ilerler.
Tabi şimdi şehit, şehit oğlu falan diyoruz… “Şehit”ten ne anlıyoruz? Şehit oğlu olmaktan ne anlıyoruz? Bunlar bugün o kadar sulandırılmış, o kadar yerinden edilmiş şeyler ki cılkı çıkmış şeyler. Yani her yer şehit. Her kurum ve kuruluşun, her düşüncenin şehitleri var. Demokrasi şehitleri var mesela 15 Temmuz hadisesinden sonra gördüğümüz. Sivil terör şehitleri var iki senedir yüzlerce gördüğümüz, falan. Yani şimdi biz kendimizi neye nispet edeceğiz? Şehit kimdir? Bunu şu anda İslamcılığa öyle veya bulaşmış herkes gayet iyi biliyor, hadis-i şeriflerde ve ayet-i kerimelerde şehitliğin böyle bir şey olmadığını hepsi gayet iyi biliyor. Ve bile bile, bile bile bir çok gâvurluk yapıyorlar. Bu gâvurluklarının üzerini de sadece Türk milletine ait olan kavramlarla kapatmaya çalışıyorlar. Şehitlik, gazilik bugün bambaşka bir hal aldı ve kimse bunu sorgulamıyor; bu neyin nesidir? “Sadece Allah yolunda ölenler ve öldürülenler şehittir.” Ayet-i kerimede böyle buyuruluyor. Yani şehit dediğimiz şahit olandır: Hakkın hak olduğuna, batılın batıl olduğuna, butlana uğradığına ve batılın zail olduğuna şahit olandır. Onun şahitliğine müminler ve melekler de şahit olur. Şehitlik budur. Onun dışında kirli istihbarat savaşlarının şehidi olmaz, kurbanları olur ancak. Ve o kurbanların yakınlarını, ailelerini teskin etmek için şehitlik diye bir şey uydurulur. Bu senelerdir böyledir ama şu son 2-3 senedir başka bir hal aldı... Tıpkı İranlılar gibi olduk. İranlılar böyle; kahramanları olmadığı için İranlıların, kafirle hiçbir zaman çatışmadıkları için, sadece Müslümanların başına bela oldukları için onların kahramanı yoktur. Ottan çöpten ölenleri önce şehit ilan ederler. O şehitlerden kahraman yaparlar. O kahramanı putlaştırıp bir şehit tapıncına, bir şehit sapıklığına işi götürürler. Şu anda İranlılar gibi bir şehit mistisizmi aldı yürüdü… Yani şehitlik bir düğünde maganda kurşununa rast gelmek gibi bir şey değildir. Şehit niye şehit olduğunu, niye öldürüldüğünü, niye öldürüleceğini bilir. Bir açıklık ve sarahat esastır. İstihbarat savaşlarının şehidi olmaz. Sadece ve sadece kurbanları olur. Onun için biz şehit oğlu olarak kendimizi nispet ederken hangi şehitler gözümüzün önüne gelecek, bunun hesabını yapmamız lazım.
Yine İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği kahraman ordumuz bugünkü ordu değildir. O ordu 1944 yılında Mareşal Fevzi Çakmak’ın emekli olmasıyla yavaş yavaş Amerikalıların kontrolüne geçerek ve 1960’ta o kontrolü taçlandırmakla Türk ordusu olmaktan çıkmıştır. 1960’tan sonra bizim İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği ordu kalmamıştır. Onun için bugün Silahlı Kuvvetler adı altında bir temizlik şirketimiz var mesela; Suriye’de Amerikan pisliği temizliyoruz, IŞİD mışid... Bu hali almıştır. Bütün devlet organları bu şekildedir. Millî İstihbarat Teşkilatı adı altında bir basın, yayın, enformasyon şirketi var mesela. Yahut Diyanet İşleri Başkanlığı altında bir turizm şirketi var mesela. Meselaları çoğaltabilirsiniz. Mesela Çevre ve Şehircilik bakanlığını lağvedip yerine bir emlak şirketi kursanız işleyişinde en ufak bir değişiklik olmaz. Zaten bunu başbakan da, şu anki başbakan da ifade etti: Biz şirket gibi yöneteceğiz Türkiye’yi dedi. İki yıl önce Cumhurbaşkanı da daha müşahhas hale getirerek aynı şeyi söyledi : Anonim şirket gibi yöneteceğiz. Anonim şirketin Limited şirketle, holdingle farkı ne onu bilmiyorum ama ifade buydu: Biz Türkiye’yi anonim şirket gibi yöneteceğiz. Evet, şu anda Türkiye’de devlet şirketler arası organizasyonu sağlayan bir büyük şirkettir. Uluslar arası şirketlerle yerli şirketlerin izdivacını sağlayan uluslar arası şirketler kadar olmasa da büyük bir şirket! Bu büyük şirket bir CEO tarafından mı yönetilsin, yoksa şirket yönetim kurulu içinden birini seçerek mi yönetilsin? 16 Nisan referandumu bu ikilemi(!) ortadan kaldıracak. Tek gerçeği ilan edecek: Türkiye Cumhuriyeti Anonim Şirketi!
İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği ordu Türk milletinden müteşekkil bir ordudur. Türk milleti askermillettir, ordumillettir. Bu abartı değildir tarihi bir gerçektir. İsmet Bey’in Üç Mesele’sini okuyanlar kendini bir çıkmazdaymış ya da bir kıstaktaymış gibi hisseder. “Ee şimdi nasıl yani? Medeniyet berbat bir şey, medeni olmayacağız. Barbarlık da hoş bir şey değil. Ne olacak?” gibi bir şeyin içinde kendilerini bulurlar. O kıstaktan, o çıkmazdan tek çıkış Türk olmaktır. Yani ordu/askermillet olan Türk milleti medeni değildir, batılılara göre barbardır ama barbar değildir. Türk milleti askermillettir dediğiniz anda bunun cevabı verilmiş olur. Asker tabiatı gereği medeni değildir. Dilimize de yerleşmiş mesela asker-sivil diye bir ayrım var. “Medeni” yerine tercüme bir kelime olarak kullandığımız sivilin (civil) karşısına askeri dikmiş isek düşünmek lazım… Medeniyet düşmanıdır İstiklâl Marşı ve Türk milletinin kimliğini oluşturur. Medeniyet düşmanlığımız yerine bir vahşilik, bir barbarlık değil asker milleti koyar. Asker millet de İslam terbiyesinden geçmiş, Kuran-sünnet terbiyesinden geçmiş bir ordu millettir bu. Onun için gâvur orduları gibi kırıp geçirmez kuralları vardır. Askerdir asker medeni değildir ama Türk ordusunun Müslüman olması, sadece Müslüman olması sebebiyle barbarlardan, vahşi ordularından ayıran temel özelliği bizim savaşta çocuklara, yaşlılara, düşkünlere dokunmayışımız gelir. Yani medeni olmayacağız da ne olacağız? Askermillete dahil olacağız ve bu olmuş bir şeydir. İstiklâl Marşı kahraman ordumuza yani o ordumillete ithaf edilmiştir.
Şimdi bir kimlik krizindeyiz bu en az 150 yıldır, iki asra yaklaşan bir zamandır içinde kıvrandığımız bir şey ve bu krizin aşılma imkânı İstiklâl Marşı ile doğmuştu. Bunu fark eden -içimizdeki demeyelim- Türkiye’deki ve Türkiye dışındaki gâvurlar tarafından hemen tedbirler alındı. Ve bu kimlik krizini teskin edecek, ona benzermiş gibi sunulan birçok kimlik ortaya atıldı. Türk kimliği nedir ne değildir bir muamma olarak bugüne kadar geldi ama nerede muamma? Türk şiiri dışında bir muamma olarak geldi. Türk’ün kim olduğu ne menem bir şey olduğunu da, Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu da ne tarih kitaplarından okuyabilirsiniz, öğrenebilirsiniz ne sosyolojiyle, antropolojiyle bunun bir irtibatı vardır. Bunu arı duru bulabileceğiniz, cevabını bulabileceğiniz tek yer Türk şiiridir, sadece Türk şairlerinden sadır olur buna dair cevaplar. Çünkü işin tabiatı gereği bu böyledir: Türk milleti şiirden doğmuş bir millettir, Türkiye’yi bir şiir yapmıştır; İstiklâl Marşı yapmıştır. Bu işin tabiatı gereği böyledir. Bozkurt Güvenç’in “Türk Kimliği” diye bir kitabı var. O kitabın sipariş bir kitap olduğunu kendisi satır aralarında söyler. Hatta o kitabı yazmak için nerelerden burs aldığını söyler. 20-25 yılını almıştır o çalışma. Kitap Türklüğün bir ırk değil kültür olduğunu ispat için yazılmıştır ama ön sözünde şöyle bir şey söyler. Türk kimliğini izah etmenin ne kadar çetin bir iş olduğunu söyledikten sonra der ki: “Bu çetin işin üstesinden ancak kaynak ve dipnot göstermek mecburiyetinde kalmayan şairler gelebilir” der. Bu hakikaten böyledir. Şairler bu çetin işin üstesinden gelirken; “şu Türkiye’nin koordinatları neresiymiş, Türk kimmiş, şu Türklüğün nirengi noktalarını bir tespit edeyim…” falan diyerek kütüphaneler devirerek bu sonuca ulaşmazlar. Şairler en başta konuştukları dile gösterdikleri sadakatten dolayı, birlikte yaşadığı insanlara ihanet etmediklerinden dolayı, yaşadıkları topraklara borçlu olduklarını bilmelerine karşılık onlara ayan olan, onlara verilmiş bir şeydir bu. Diline, milletine, vatanına kastedenlerden intikam almak için nefes aldıklarından dolayı sadece şairlere verilmiş bir imtiyazdır bu. Öyle kütüphaneler devirerek ortaya çıkmış bir şey değildir. Türk milletinin şiirden doğmuş olması sebebiyle bu böyledir.
Türk kimliği mevzubahis olunca tarihte özellikle geçmişe doğru giderseniz bölük pörçük bir etnik aidiyettir Türklük; birçok Türk boyu vardır, soyu vardır falan filan ama ne hikmetse bunların içinde bir tane Türk kabilesi veya kavmi yoktur. Gelir gelir gelir gelir. 19. Asra yaklaştığımızda başlayan o tarih okumaları geriye dönük olarak bakılarak yapılmış şeylerdir. Yani ortada Türk diye kabul ettikleri bir gerçek vardır. Bunun tarihi köklerini ararken geçmişe doğru toplanarak gidecek olan şey yayılarak gider. 1500-2000 yıl önce Türk kabilesi veya kavmi olarak adlandırılan ufacık da olsa bir grup hiçbir tarihçi gösteremez. Çünkü bu tamamen bizleri bir yerlere hapsetmek üzere, bir yerlere sürmek üzere programlı bir işin sonucudur, bugün öğrendiğimiz bildiğimiz tarih. Onun için Türklük etnik manada bir ırk değildir dediğinizde hemen birileri hamle yapar Türklük o zaman bir kültürdür der. Hiç olmazsa kültür olsun ki zararsız halde dondurulabilsin. Çünkü diğer türlü Türklük tarihi bir rol olarak vardır bunu bütün gâvurlar gayet iyi bilir. Türklüğün tarihi bir rol olduğunu ise biz sadece şiire bakarak, şairlere kulak vererek öğrenebiliriz. Akademisyenden, gazeteciden öğrenebileceğimiz şeyler paraya tahvil edilebilen şeylerdir. Şiir dışında Türklüğü tarihi rol olarak görebileceğimiz, net görebileceğimiz hiçbir disiplin yoktur. Muhakkak tarihe de dalsak, sosyolojiye de dalsak antropolojiye de dalsak kafamızı çelecek birçok tuzaklar kurulmuştur. O tuzakları bertaraf etmek sadece şiirle mümkündür.
Türk Müslümandır. Sadece Müslümandır. Bu tarihi bir vakıadır. Türk bir sıfattır. Türkçede maruf sıfatlar ismin yerini alır. Özellikle Farsçada Türk tarih boyunca sadece sıfat olarak kullanılmıştır. Bir karakterin bir şecaatin adı olarak kullanılmıştır. Türkçede sıfat isimden önce gelir. Önad diyorlar şimdi ya! İsimden önce gelir. İsimden sonra gelen sıfat safsata doğurur. Bunların en barizi de Müslüman Türk’tür. Müslüman Türk diye bir şey olmaz. Olmaz yani. Çünkü Türk sıfattır. Zaiddir fakat illaki ikisini birlikte söyleme meraklısı isek Türk Müslüman dememiz gerekir. Bu dile biraz zor geliyor ama bunun örneğini Mehmed Akif burada, Kastamonu’da vermiştir. Nasrullah Camii Vaazı’nda Türk Müslüman ibaresini Mehmed Akif kullanır. Çünkü Türklük bir sıfattır. Böyle kullanılabilir. Müslüman Türk son yüzyılda uydurulmuş ya da zihinlere kazınmış bir şeydir. Bunun sebebi de Hıristiyan Türk diyebilmek içindir. Yahudi Türk diyebilmek içindir. Hıristiyan Türk’e de bir örnek bulmuşlardır: Gagavuzlar. Gagavuzlara bugün bakarsanız Orta Asya’daki o Türkik kavimler falan filan, onlardan çok daha anlaşılır bir Türkçe konuşurlar. Bunun sebebi nedir bunu anlamak lazım. Yani Hıristiyan Türk olmaz, bunu izah etmeye çalışıyorum. Gagavuz’un “gökoğuz” olduğunu ilk defa 1920’lerde Necip Asım söyler. Böyle bir şey uydurur: Gökoğuz olabilir bu ancak... Başkaları da daha sonra derler ki hayır bu “gaga-uz”dur. Uz gagalı, oğuz gagalı, oğuz ağızlı manasında gaga-uz olduğunu söylerler. Bunların hepsi yakıştırmadır. İşin aslını Paul Wittek söyler. O, hayır Gagavuz Keykavus’un Rusça söylenişidir der. Ruslar ilk nüfus sayımlarında kendi topraklarında yaşayan insanlardan Türkçeye yakın bir dil konuşan bu insanları Keykavus’a atfen o şekilde isimlendiriyorlar. Bunlar ne falan? Kısaca hikaye şöyle: Keykavus, İzzettin Keykavus taht kavgasında yenilir. Bizans’a esir düşer ve esaretten kurtulduktan sonra hem Bizans’ın hem de Selçuklu’nun zulmünden kaçar. Karadeniz’in kuzeyine beraberindekilerle birlikte yerleşir ve o zamandan kalma bir isimdir Gagavuz, Keykavus. Bunlar yaklaşık desek 250 yıl yaklaşık gavur içinde kalmışlar ve zamanla Hıristiyanlaşmışlardır. Daha sonra XV. asrın son çeyreğinde o topraklar tekrar bizim elimize geçmiştir. O dillerini bu şekilde muhafaza etmiş topluluktur Gagavuzlar. Onun için Hristiyan Türk olmaz. Mürtet Türklerdir yani bunlar. İrtidat etmiş Türklerdir. Türkçeyi de uzun süre bizim topraklarımızda rahat rahat konuşabilmişlerdir. Yaklaşık dört asra yakın bir zaman boyunca o Türkçeyi o şekilde muhafaza edebilmişlerdir. Hakeza Yahudi Türk diye bir şey de olmaz. Ona da Hazarları örnek verirler. Hazar hikayesi de uzun ama kısaca… İslam topraklarında olan Yahudiler İslam toprakları genişledikçe onun uçlarına doğru kaçtılar. Bu iki uç; birisi Kafkaslara doğru ki Kafkaslar İslam sınırlarının, VIII. asırdaki İslam sınırlarının tabi sınırı olarak kabul ediliyor. Kafkasların arkasına kendilerini attılar. Öbür taraftan da Afrika kıtasının kuzeyinden, Akdeniz’in güneyinden İspanya’ya doğru bir göç başladı. Bir taraftan Bizans’ın da sıkıştırması vardı. Yahudilere topraklarında yaşama yasağı getirdiler. Hem Bizans hem de Müslümanlardan kurtulmak için Yahudiler iki kanatta toplandı. Biri Karadeniz’in kuzeyinde, diğeri de bugünkü İspanya diye bildiğimiz bölgede iki bölgede Yahudiler toplandı ve Hazarya’da bir Yahudi imparatorluğu kurdular. Hatta o günü anlatan kaynaklar şunu söylerler: Hazar Denizi ile Karadeniz’in kuzeyi bir göçmen cenneti oldu. O kadar akın akın Yahudiler göçtü. Onun için bugünkü Avrupa Yahudilerinin menşeini, Aşkenaz Yahudilerinin menşeini Hazarlarda bulurlar. Sefarad Yahudileri de İspanya kökenlidir. Yani bize kakaladıkları o Yahudi Türk uydurmasına kaynaklık eden Hazarlar -koskoca örneği var tarihte- dedikleri Hazarlar öyle Yahudi olmuş Türkler falan değil bildiğimiz bu topraklarda ve İslam topraklarında yaşayan Yahudilerdir. Tatarlardan Yahudi olanlar vardır. Türkiye’de bildiğimiz Kırımçak, Karaim Yahudileri gibi… Her neyse, bunlar işin hikâye kısmı.
Ben çok konuştum. Punduna getirip iki şiir okumayı düşünüyordum ama pundunu, geldiyse de ben kaçırdım. Onun için… Türk’ün kim olduğunu, Türk kimliğinin neyin nesi olduğunu şiirden öğrenebiliriz. Türkiye’nin neresi olduğunu… Gecemizi gündüzümüze katsak şairlerin tasvir ettiği şeye ulaşamayız. Şiirde etnik bir gönderme bile olsa o gönderme eninde sonunda bahsedilen göndermeden sıyrılır, o şiiri takip edin Türk’ün tarihi rolüne çıkar, etnik yapıya çıkmaz. Türk şiirinde kültürel bir göndermeden bahsedilse bile şiirde o, tarihi rolü sebebiyle yer almıştır. Eğer o şiirse, Türk şiiri ırmağında bir yeri varsa. Şiir dışında hangi disiplinlere bakarsak bakalım Türk kimliği ya etnik bir aidiyettir ya da dediğimiz gibi bir kültürdür. Emin Bülent’in bir şiirini okuyacağım:
Evet, bu 1910 yılının şartlarında yazılmış bir şiir. Türkün o günkü adı da bugünkü adı da sade intikamdır. Bugün eğer intikam alacak birilerini görmüyorsak bu onlardan, o intikam alınacaklardan biri olduğumuz manasına gelir. Yarın da onlarla haşr olacağız manasına gelir, çünkü “bugün kör olan yarın kör olarak haşr olacaktır” mealinde bir ayet-i kerime var. Türk şairi intikam için yaşar, intikam için şiir yazar. Son olarak bir şiir okuyup bu şiirle bitireceğim konuşmamı. Türkün kim olduğu Türkiye’nin -giderek Türk ilinin- neresi olduğuna dair açık koordinatları, nirengi noktalarını bulacağımız bir kitaptan, Of Not Being A Jew kitabından, birazdan İsmet Bey’in imzalayacağı kitaptan “De La Frayeur D’être Plombier Borgne” gibi bir telaffuzu olan şiirden bir bölüm okuyacağım. Hepsini okumayacağım. Uzun bir şiir, merak edenler önünü sonunu oradan okur:
Efendim, dinlediğiniz için teşekkür ederim, iyi akşamlar dilerim.