İstiklal Marşı Derneği bence İstiklal Marşı’nın bizzat kendisinin de edebi bir metin olması sebebi ile bize bir seviye öneriyor. Öyle bir şey ki İstiklâl Marşı’nın varlığı, toplum hayatımızdaki hamur adeta. Akif’in kendisi de söylüyor: “Onu ben bile bir daha yazamam” diyor. Hakikaten, bir daha yazılamayacak bir marş. İstiklâl Harbi de bir daha verilemeyecek bir harp. Bir kere İstiklâl Marşımız formel manada, edebi sanatlar itibariyle çok iyi durumdadır; vezni, kafiyesi falan iyiden iyiye seçkin… Biçimin ötesinde de derinliği olan bir metin. Öyle dudak büküp; “Marş olsun diye bir adam yazmış” denilemiyor, hiçbir kıtası için. Biçimine bahane bulanlar içeriğine itiraz edemez, muhtevasına iştirak etmeyenler, biçimindeki marifeti kabule mecburdur.
Mustafa Karanfil: Halet-i ruhiyeden dolayı. İsmet Özel: Tabiî ki, tamamen öyle, tamamen öyle. Yani öyle diyor: “Benim milletimin eseridir bu” diyor. İstiklal Marşı Derneğinin, İstiklal Marşı dolayısıyla Türk edebiyatının başına gelenlere özel bir ilgi göstermesi beklenir. Ben İstiklal Yürüyüşleri’nden birinde şunu dedim: Mesela Türkiye’de bir köy romancılığı dönemi var. Çoğunun Köy Enstitüleri mezunu olduğu bir romancılar; Talip Apaydın’ından Fakir Baykurt’una kadar dünya kadar köy romancısı var. Bunların manipüle edilmiş şeyler mi olduğu, bunu bir kere biz tetkik sahasına alabiliriz. Amerikan manipülasyonu nerelere şamil, nerelere râci? Bir de 1928’e kadar gösterilen bir cehd var. Bugün Sedat’ın getirdiği “güzel yazılar” kitabında gördüğümüz gibi. Cumhuriyet ilan edilmiş, henüz yazı değişmemiş. Dolayısıyla alışılmış kalıplarla, insanlara alışılmadık bir şeyi kabul ettirme savaşı veriliyor, beş sene boyunca. Bunu da biz, İstiklal Marşı Derneği üyelerinin anlaması gerekiyor. Anlamamız etmemiz, zordur ama “yüzümüz” böylece olabilir. İMD’liler, bunlar kimdir? El cevap: Bunlar, bu tespitleri yapan insanlardır, böyle sorular soran insanlardır. Türkiye’de buradan buraya geçilebileceğini; ama şuradan şuraya geçilemeyeceğini söyleyen, emreden insanlardır. Değil mi? Biz, onlar olmak zorundayız. Onlar olamadığımız zaman da aslında hafife alınmayı hak etmiş oluruz. Yani hakkımızda: “Bunlar da böyle bir takım, kim bilir kimden ne bekliyorlar” dedirtiriz, değil mi? Mustafa Karanfil: Evet, yüz gerçekten önemli. Yüz, kendimizden çok karşımızdakinin daha fazla gördüğü… İsmet Özel: Evet, bir de şey var tabii; (Hadisi Şerif olup olmadığından emin değilim ama) “herkes kırk yaşından sonra yüzünden sorumludur.” Sedat Akyüz: Buna benzer bir şey okumuştum; “Yüzünüz şahsiyetinizdir” diye. İsmet Özel: Bu hadisi şerif değil, değil mi? Sedat Akyüz: Değil ama bir de şeyi söylemişti bunu bana anlatan hoca efendi; batı dillerindeki şahsiyet personel anlamına geliyor ve personel de maske anlamına geliyor. İsmet Özel: Persona evet. O daha antik çağın tiyatrosunda insanların kendilerinin dışında birini temsil ederek bir oyun oynuyorlar, oradan geliyor. Ve onu maskeyle oynuyorlar. Hırsız maskesi takıyor, çünkü hırsız rolünde. Personası hırsız, personası tüccar… Tiyatroda öyle. O yüzden felsefede şöyle bir tartışma vardır: Aktörlerin şahsiyeti var mıdır? Yani onların mademki oyundan oyuna şahsiyetleri değişebiliyor oyundan oyuna, bunların hakikaten bir şahsiyeti var mı? Çünkü biz iyi bir aktör ya da iyi bir aktris dediğimiz zaman, “sahnede canlandırdığını en inandırıcı bir şekilde canlandıran” diye biliyoruz. “Bu herif kör değil ama gerçekten kör olan bile bu kadar kör olamaz” diyebiliyoruz mesela. Sedat Akyüz: Bende fıkhi açıdan böyle insanların fikirlerini güvenilmez buluyorum. İsmet Özel: Ama, işte İslam kültürü bunu böyle yapmamış. Ve sonunda da Avrupa’da ki tiyatro sanatı dramatik tiyatrodan epik tiyatroya geçmek zorunda kalmış. Epik tiyatro, bizim ortaoyunlarının taklididir, şu manada: Epik tiyatroda esas olan şey (dramatik tiyatronun zıddına) seyircinin bir oyun seyrettiğini, orada temsili şeyler olduğunu, onların hepsinin bir şey söylemek üzere orada olduğunu, hiçbirinin gerçek olmadığını söylemektir. Epik tiyatro bunu savunur. O yüzdende oyunun içinde şarkılar vardır, o günün şarkılarına göre projeksiyon gösterileri, bir şey yansıtılır. Yani bu, tiyatro mekteplerinde Avrupa gösteri sanatlarının ileri bir aşaması olarak öğretilir. Hâlbuki bu, bizim orta oyununda yüzyıllar boyunca yapılmış bir şeydir. Çünkü ortaoyununda oradaki kadın olarak gördüğün kişi erkektir, sende bilirsin onun erkek olduğunu, zenne rolündedir o. Murat Ural: Bıyıklıdır, başörtüsü örtmüştür ama bıyıklıdır mesela. İsmet Özel: Öyle mi? Ben buna dikkat etmemişim. Epik tiyatroda “yabancılaştırma efekti” dediğimiz bir şey var. Yani seyirci, özel olarak sahneye bağlanmaktan alıkonulur. Seyirci kendini oyuna kaptırmamalıdır, seyrederken düşünmelidir, ne oluyor ne bitiyor diye. Bunu ortaoyunu zaten öyle yapmış. Mesela replikler dekor çizer aynı zamanda. Onlar şarkı koyuyorlar, projeksiyon falan filan; bizimkiler öyle konuşurlar ki onların bir köprüden geçtiklerini anlarsın. Anlatabiliyor muyum? Yani köprüden geçiyoruz demezler. Öyle bir düzen kurulmuştur. Dediğim gibi bu harikulade bir şey. Ama Türkiye’de “batılılaşma” dediğimiz şey “batıllaşma” olduğu için biz hiçbir zaman tutup ne yeniçeriliğin daha etkin bir askeri düzen olmasını sağlamışızdır, nede ortaoyununu bütün Avrupa tiyatrolarının takip etmelerine sebep olacak bir gelişkinliğin oluşmasına. Ahmet Vefik Paşa gelmiş tiyatro kurmuş; eh, öyle gayrı Müslimlerin oynadıkları şeyler. Hâlbuki ortaoyunu pekâlâ hem metinler itibariyle hem de teknikler itibariyle çok duyurucu ve dediğim gibi Avrupalıların “bak bunların yaptıklarını biz yapamıyoruz” deyip de peşinden gittikleri bir şey haline getirilebilirdi. Tabi buna Avrupalılar, fırsat vermediler. II. Osman saltanatından itibaren mutlak olarak devlete hâkim oldukları için bütün yenileşmeleri onlarda olanların bizde eklemleşmesi şartı ile yürürlüğe koydular. Tıpkı bugün bizim burada konuştuklarımızın Washington’da değerlendirilmesi gibi. Bizim millet olmamıza fırsat vermediler; ama onlar vermediler diye bunu yapmaktan geri duracak değiliz. Ben her fırsatta şunu tekrar ederim: daha Cumhuriyet ilan edildikten hemen sonra insanların; “ne olacak bu memleketin hali” tarzında konuşmalarını şaka konusu ederler değil mi? Ama bu gerçek bir şeydir herkes memleketin ne olacağını düşünür. Bu hususta Sabahattin Ali’nin çok güzel bir benzetmesi vardır; Sabahattin Ali der ki; “Türkiye’nin düşmanları sebebiyle bir türlü gelişmeye adım atamamasını mazeret olarak ileri süren insanlar, karısının aşüfteliğini etrafta çok fazla çapkın olmasıyla açıklayan insanlara benzer” der. Yani kadın ne yapsın, her taraf çapkınlarla dolu, o da nihayet biraz meyledecek tabi. Anlatabiliyor muyum? Yani Türkiye’de, tabiî ki Türkiye’ye yarar bir şey yaptırmayacaklar. Ama sen neye razısın, onu söyle bana. Ben (özellikle son otuz sene boyunca) Müslümanların razı olukları şeyleri gördüğüm zaman tüylerim diken diken oluyor! Okuduğum mektepte vaki oldu: Adamın benim yanıma gelip, söylediği ilk cümle şu; (İsmet Özel ihtida etmiş ya, zaten zirvede bir adam,) geliyor, adım filanca, Müslüman’ım diyor. Yani kartvizit olarak bana Müslümanlığını takdim ediyor. Bu insanların, geçen süre boyunca neler yaptıklarını gördüm ben. Daha doğrusu nelere razı olduklarını gördüm, neye uğradıklarını gördüm! Bu çok önemli bir şey! Neden önemli? Bu ülkede elimizde o kadar büyük bir imkân vardı ki; biz Müslüman olarak teklifleri geri çevirmeyi bir tarafa bırakın tereddütle bile benimsemiş olsaydık, bugün olduğumuzdan çok daha iyi bir yerde olacaktık. Tereddüt gösterip sonunda kabul etmiş olsaydık. Ama önce tereddüt etseydik, acaba mı, deseydik. O bile çok yüksek bir seviye idi. Mustafa Karanfil: Balıklama atlandı yani. İsmet Özel: Balıklama atlandının ötesinde. Dün akşam televizyonda bu aleviler kendi aralarında tartışıyorlar; Recep Tayip Erdoğan bize düşmanca mı davrandı, iyi mi davrandı carttı curttu falan. Niyazi Öktem de Recep Tayip Erdoğan’ı savunuyor; “ne münasebet, o bize çok iyi davrandı” diyor. İşte Ali Bulaç; “Hüseyin Besli şahittir” diyor, “daha o belediye başkanlığı sırasında geldiler bana; Alevilerle nasıl iş tutabiliriz, Gayrı Müslimlerle nasıl ortak projeler geliştirebiliriz diye sordular” diyor. Anlıyor musunuz? Yani bu, balıklama atlama değil bu! Bu başka, çok ileride bir şey. Hani sana bir salkım gösteriyorlar sen de ağzını uzatıyorsun, hiç de bu kadarcık bir sefalet değil bu. Daha bu, nihayet televizyon ekranında söylenebilecek kadarıdır, kim bilir söylenemeyecek neler var? Ahmet Demirel: Bir şeyi fark ettim bu akşam ifade edebilecek miyim bilmiyorum. Şimdi “bulunduğumuz yer dünya ölçüsünde bir etki alanını elinde tutuyor”u ben bu akşam ki konuşmalarınızdan daha iyi anladım. Dünyanın gidişatı insana arzulanır hiçbir şey bırakmıyor. İnsan için şöhret de, itibar da, yükseliş de, mevki de… Belki bunların geçmiş zamanlarda arzulanır bir tarafı vardı. Yani dünyanın gidişatı bu manada o kadar hızlı bir tüketişi de beraberinde götürüyor ki; bizim meseleleri görmemizi ve imanımızın artmasını da belki bu manada anlaşılır kılıyor. Dolayısıyla dünya ölçüsünde de nominal bir yerde bulunuyoruz. Hakikaten böyle bir tarafı var diye düşünüyorum. İsmet Özel: Bizim gâvurları geçmemiz, geride, dûn halde bırakmamız lazım. Biz Müslüman olarak bu sebepten dolayı dünyada varız. Asrı Saadette kâfirler çok ciddi ahlaki üstünlüklere sahiptiler. Müslümanlar sadece onları geride bırakarak avantaj sahibi oldular. Şimdi biz kâfirlere benzemeyerek bir önem sahibi olacağız. Biz tabiî ki, birbirimizin yazdığı makaleyi okuyacağız. Hangi gâvurun kültüründe muhacir, ensar diye bir şey var. Biz ki, Müslüman’ız, yerkürede zahir olmuş üstünlüklerin biri ikisi değil, eksiksiz hepsi bizim uhdemizdedir. Biz “muhaceret nedir, muhacire nasıl davranılır” bunları bilmek yüzünden Müslüman’ız. Bunları şutlayıp, Hülya Avşar’dan öğrendiklerimizle hayırlı herhangi bir şey yapamayız. Biz kâfirlere şöyle diyoruz; “canın cehenneme, sen git uğraşabilirsen kendinle uğraş, bizim Müslüman olarak, işimiz bu. Eğer bizi kınadığını görürsek, cevabımız hazır: Senin, beğenmeyeceğini biz zaten biliyorduk. Biz sana kendimizi beğendirmek üzere bir şey yapmıyoruz. Biz burada bir derneğiz, biz buradan bir şey çıkaracağız.” Yani amacımız nedir? Ünsiyet. Yani biz dernek üyeleri, ünsiyet sahibi olmayacağız da kim olacak? Aydın Bayraktar: Daha önce hiç Türklerin tarihi rolü diye bir cümle duyuyor muydunuz? İsmet Özel: Ben de işte bunu vurgulayacağım ona verdiğim cevapta. Bunu şimdiden size söyleyeyim: Bu büyük bir alçaklık, istismar ve suiistimaldir. Biz “Türklük tarihi bir roldür” diyoruz. “Türklerin tarihi bir rolü vardır” demiyoruz. Bu çok çok önemli ve birbiriyle mütenakız iki şeydir. Biz, “Türklerin tarihi bir rolü vardır” demiyoruz; biz, “Türklük tarihi bir roldür” diyoruz. Yani Türkler varmış, bir tarihi rol oynamış, yok öyle bir hikâye. O tarihi rol sendeyse Türksün, değilse sen Türk değilsin. Bu çok önemli bir şey. Mustafa Karanfil: Tarihte kalmadı, tarihi bir roldü geldi, geçti, gitti değil… İsmet özel: Onun için çok ciddi bir şey bu. “Agâh olunuz” diyor Resulullah. Ahmet Demirel: Geçen TV8’de bir edebiyatçı, edebiyat üzerine yazılar yazan bir isim konuşuyor; bir kitap yayınlanmış yakınlarda, kitap üzerine değerlendirme yapıyor. Değerlendirme yaparken şunu fark ettim: (Tabi ona gücü yetmiyor da) Yıllardır yerli yerine oturtmaya çalıştığımız düşünce yapısını bozmaya çalışıyor, dinamitliyor, açık yani. Sizi hatırlatan, kitaplarınızı hatırlatan ifadeler var ama temellerini bozuyor. Onuncu dereceden bir şeyle, yavanlıkla yeniden bir yerlerde şekillendirmeye çalışıyor. Bu kaliteli bir kâfirin yapmayacağı bir şey. Yani kaliteli bir kâfir dille bu şekilde oynamaz. Cemil Meriç bahsinde bahsettiğiniz isimlerin böyle işleri çevirdiğini, söylemeksizin olmayacağını dikkatle baktım. Hakikaten böyle çok yoğun bir şekilde, bunu adam Türkiye’nin bir kişisi, bir namlı edebiyatçısı olarak yapıyor ve vahim bir şey yapıyor yani. Bu bir kere daha vahim olanı yapıyor. Yani sen bir şey yapacaksan yap ve “bu bana ait bir şey” de. Bu çok kötü bir şey yani. Abdullah Bektaş: Biraz konudan uzaklaştık ama sinema konusunda, (orta oyunundan bahis açıldı, epik tiyatro konuşuldu) fakat sinema geldi benim aklıma. Çünkü çok etkin bir şekilde tüketiliyor, sanki ticari bir sektör müdür sinema, yoksa bununda tiyatrodan gelen kökleri var mıdır? Bir işe yarar mı acaba? İsmet Özel: Şimdi bir kere bakmak lazım; bu iş nasıl çıkmış? Her şeyin kaynağı, vardığı yeri de açıklar netice itibariyle. Mesela Yunan tiyatrosu ile Avrupa tiyatrosu aynı şey değildir. Yunan tiyatrosu giderek Avrupa tiyatrosu olmuş değildir. Avrupa tiyatrosu kilisede doğmuştur. Yunan tiyatrosu ise “site dini”nin bir parçasıdır. Yani tragedya ve komedya Antik Yunan düşüncesinin bir cereyan alanıdır. Mesela tragedya dediğimiz zaman şunu anlarız: Tragedyalarda kaderin mutlak hâkimiyeti gösterilir, tragedyalar buna mahsustur. Yani “kader değişmez, kadere karşı hiçbir şey yapılamaz” bunu anlatır tragedyalar. Komedyalar insanlar arasında cereyan eden bir şeylerin içi yüzünü gösterir. O da bir derstir, o da bir terbiyedir. Ama tragedya özel olarak kaderin değişmezliğini, kadere karşı insanın yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını anlatır. Ama Avrupa’da doğan tiyatro ise doğrudan doğruya kilise içinde Nuh tufanı, Âdem’in yaradılışı, İsa’nın doğuşu gibi olayların kiliseye gelen cemaate hoş bir şekilde gösterilmesiyle başlamıştır. Kiliseye zaten insanlar zorla giderler. Onun için onlara, o gittikleri yerde şöyle hoşça vakit geçirtmek isterler. O yüzden de bu şeyler günden güne değişmiş; daha iyisini yapmak istemişler, daha iyisini yapmak istemişler, millette daha çok gelmeye başlamış. Fakat o kadar ileri götürmüşler ki bu işi artık bu bir ayin olmaktan çıkmış. O zaman demişler ki papazlar: “Bunu artık kilisenin içinde yapamayız, siz artık bunu kilisenin duvarında yapın” İçeride onlar yine sakin sakin İsa’nın doğuşu, onları yapmışlar. Asıl tiyatro dışarıda devam etmiş, duvarda. Onun için parvis denir o döneme, tiyatro duvar demek yani. O almış başını gitmiş sonra. Tabiî ki zenginlerin, aristokratların malikânelerine taşınmış. Tıpkı caz müziğinin pamuk tarlalarında doğup milyonerlerin salonlarına gitmesi gibi ya da kerhanelere gitmesi gibi. Sinemanın böyle bir menşei yok. Sinemanın menşei, hareketli resimdir. Yani insanlara o göz yanılmasının hoş bir şey olduğunu telkin etmek, dolayısıyla insanları modern hayata icbar etmek; sinemanın esası budur. Yani teknoloji öyle bir çekici, cazip, albenili bir marifet gösteriyor ki; sen de gel! İsmet Özel: Önce sinema gösterisinden para alıyorlar mıydı, almıyorlar mıydı bilmiyorum ama büyük bir ihtimalle alamıyorlardı. Çünkü deli mi; güzel bir günde gidecek, karanlık bir yere girecek, hareketli bir resmi görecek… Hiç kimse onu yapmazdı. O mutlaka başında herkesin ancak razı olup gittiği bir şey olabilirdi. Ama bunu teknik geliştikçe para ödenerek gidilen bir yer haline getirdiler. Dolayısıyla bak, sinemada esas olan şey para kazanmaktır. Çünkü önce onu devam ettiremezsin; teknoloji çok güzel (güzelse güzel) yani sinemanın esası girerken o işi çeviren herife para vermektir. Yoksa başka bir şey değildir. Tiyatro gibi değil yani. Çünkü tiyatroda gördüğün şey sana bir mana ifade ediyor. Ama sinemada gördüğün şey sana bir mana ifade etmez. Sadece sinemada bulunmak bir şey ifade ediyor. Bütün dünya sinema oldu. Birçokları günümüze kadar karanlıktan istifade edip neler kaptı, kapıyor? Bu ciddi bir şey. Sinemaya kazıklanmak için gidiliyor; bizi sinemaya kazıklanmaktan aldığımız zevk sevkediyor. Sinemada bulunmak bir varoluş biçimi. Onun için gişe yapan filimler var, gişe yapmayan filimler var. Gişe yapmıyorsa filmi niye çekiyorsun? Bu sebepten dolayı, tabi Avrupa medeniyetinin anavatanı olan Fransa, bu film çekme teknikleri belirli bir seviyeye geldikten sonra bir “Fransız Sineması” diye bir şey üretmek istedi. Ve bu konuda da çok iyi örnekler ortaya çıkardı.(Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra) Çünkü Fransızlar böyle şeylerle uğraşırlar; roman yazarlar falan yani. Dolayısıyla Fransız filmleri normal sinema seyircisinin tahammül edemeyeceği, çekemeyeceği filmlerdir. Temposu yavaştır, konuşması çoktur, bazı sahnelerini ortalama seyirci, Fransız bile olsa anlatamaz. Hasılı kelâm, Fransız sineması, sinema seyircisinin yaka silktiği bir şeydir. Sinema asıl nedir? Hollywood’dur. Tabiî ki kapıp götürür seni! Bunu en güzel “cinecitta” dediğimiz İtalyan sineması taklit etmiştir. Fakat İtalyan sineması Hollywood’u taklit etmesiyle ayakta duran bir sinema değildir. Aynı zamanda Rönesans’tan itibaren Türk düşmanlığının bir değer ifade ettiği esas, İtalyan sinemasının büyük rejisörler yetiştirmesine sebep olmuştur. Bu anlaşılmaz gibi görünebilir ama anlatacağım. Yani bende artık o kabiliyet gelişti. Şimdi 1453’te İstanbul fethedildikten sonra İtalya’da başlayan harekete Rönesans diyorlar. Böyle bir şey 19. yüzyılda iddia edildi. 19. yüzyılda, elde ettikleri başarının orijinini keşfetmek istedikleri için bunu Rönesans’a götürmüşlerdir. Hâlbuki Rönesans’ta gerçekleşen şey: “Türklerin üstünlüklerini bütün dünyada geçerli kılmamak için ne yapılabilinir?” sorusunun doğuşudur. Yani “Türklerin parlaklıkları karşısında çekici gelecek ne elde etmek mümkün olabilir?” Rönesans’ın esası budur. Onun için o kiliselerin güzel bezenmesi, bilmem ne, hepsi bununla alakalıdır. Bu damar, İtalya’yı bütün tarihi boyunca “hesaba katılır adamların yaşadığı bir ülke” haline getirmiştir. O yüzden sinema sanatı da söz konusu olunca; İtalyanlar sadece yüksek bir sinema dili olan rejisörü, rejisör kabul ettiler. Fransızlar yapacaklarını özgün sinema hususunda başka türlü davranmanın getirisiyle yaptılar ama İtalyanlar en kralını yapmadıkça sinema yapmadılar. İtalyan halkı zaten öyle bir halk; beğendiremiyorsun. Türklerinkinden daha iyisi olmadıkça kimse takmıyor. Anlatabiliyor muyum? Tamam. Anlatabiliyorum. Bu yüzden İtalyan sineması dünya ölçüsünde büyük rejisörler yetiştirebildi; İtalyan milletinin hassasiyeti sebebiyle. Çünkü İtalya’da; “anneee, Türkler geliyor!” diye çocuk eve kaçıyor. Başka yerlerde bu kaliteyi tutturmak daha zor yani. Fransa’da zaten, insanlar Büyük Karl’ın güvenlik sahasındadırlar, Almanya’yı geçeceksin ondan sonra Fransa’ya geleceksin falan. 1453’te İstanbul fethedildikten sonra (bazıları Fatih’in ölümünü zehirlendiğiyle falan izah ederler) Fatih’in zihninde Roma’yı almak vardı. Dolayısıyla İtalyan ruhunda, Türklerin her an gelebilecekleri merkezi yeri işgal eder. Biliyorsunuz ki İtalya’da Otranto denilen şehirde bir sene kaldık. Bu da es geçilecek bir şey değil yani; “buradalar, birazdan gelirler” şeklinde, düşünmemek için hiçbir sebep yok. Bu Türk korkusunu bütün dünyadan saklıyorlar. Yani modern kültür dediğimiz şeyin Türklük aleyhine doğmuş bir bünyesi olduğu fikri, bütün kitaplardan kovulmuştur. Bunu yarım yamalak söyleyen adam Lord Acton, ne diyor: “Modern tarihimiz Türklerin baskısı altında oluşmuş bir tarihtir.” Ondan başka da söyleyen yok. Sadece kapitalizmin orijinini tarif ederken; Türkler tarafından Avrupa’da yaşamaya mecbur edilmiş bir nüfus kalabalığı… Bir de garip şekilde birçok sebep gösteriyorlar ona, bir şekilde nüfus da artmış. Yani kapitalizmin doğuşuna giden yolda bir nüfus artışı var. Avrupa’da hiç olmayan bir şey! Her neyse, birde işte orada söylenir; “burada yaşamak zorunda bırakılmış olmaları bir etkendir” denilir. Onun dışında hayırlı hiçbir şey Türkiye’de izafe edilmez, modern kültür içinde. Ve bu bakımdan Şia ile Avrupa müttefiktirler. Ortada Türkler her ikisine de göz açtırmayan bir unsur olarak her iki unsurca da, halledilmesi gereken bir şeydir. Bugün de gerek bilinen Şia olarak gerekse Alevilik olarak karşımıza çıkan şey doğrudan doğruya bununla alakalıdır. Hani, İslamiyet’in Avrupa’da Hıristiyanlığın Ortodoksluk (ki Avrupa Hıristiyanlığının Ortodokslukla alakası yok) Katoliklik; ama en azından Katoliklik ve Protestanlık olarak bölünmüş olmasının, benzeri bir vakanın Müslümanların başına geldiği; yok efendim şia ve sunni olarak Müslümanların ikiye bölündüğünü söylemek, bu tuzağa düşmektir. Yani bizim böyle bir şeyimiz yok, doğrudan doğruya İslam dini diye bir şey var ve bu dinin savaş gücü olmayı da Türkler üzerlerine almış. Bu kadar açık bir şey bu. Ha! Burada bir takım terslikler, can sıkıcı şeyler var. Mesela Osmanlıların Arapları bir şekilde pasifize etmeleri, onların eline silah vermemeye gayret etmeleri gibi can sıkıcı bir şey var. Ki bu can sıkıcı şey sonuçta, 1. Dünya Savaşında İngilizlerin Türklere karşı Arapları harekete geçirmelerinde büyük bir rol oynadı, önemli bir payı var bunun. Yani bu Türklere karşı birikmiş bir husumetti. Ama biz Müslümanlık bakımından kendi yerimizi tasrih ettiğimiz nispette bu mahsurlar en aza indirilebilinir. İlk yönetim kurulumuzun üyelerinden Teyfur Erdoğdu’nun beyanı şu şekildedir: “Ben Paris’te Türklükle ilgili, sizin görüşleriniz paralelinde bir konferans verdim. Cezayir’deki Berberler buna evet dediler fakat diğer Araplar pek sıcak bakmadı. Yani kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir, dolayısıyla insanlar kâfirle çatışmayı göze aldıkları zaman Türk diye anılmaktan gocunmamalıdır.” diye beyanda bulunmuş. Berberler tamam demişler, olabilir, o zaman bize Türk desinler. Ama öbür Araplar pek sevmemişler o fikri. Bu rahatsızlığın sebebi Osmanlı ayrımcılığında saklı. Çünkü Berberler de netice itibariyle Arap sayılması lazım. 60’lı yıllarda Arap Birliği söz konusu olduğu zaman Berberleri ayırmıyorlardı. Aydın Bayraktar: İtalya’ya hiç gittiniz mi? İsmet Özel: Hayır. Aydın Bayraktar: Avrupa ülkelerine gittiğinizde, herhangi bir küçük mağazaya girdiğimizde bile estetik bir yapı görüyoruz. Bir başka Avrupa ülkesinde rastlayamayacağım bir saplantı var… İsmet Özel: Bakım var. Aydın Bayraktar: Bakım var ve moda, tasarım, estetik, giyim, eşya… Tüm bunlarla ilgili milletçe bir saltanata şeydirler. Bir berbere gidiyorsunuz, bir berber bu: Fransa’da, Almanya’da orda bir şeyi görürsünüz. Bir makine alımında, makine tasarımı (herhangi bir enjeksiyon makinesinden tutun da başka birçok eşyaya kadar) İtalyan imzasını görürsünüz ve bunda çok ön plana çıkmışlardır. Ben şimdi şeyi anlamaya çalışıyorum, bunun arka planında bunları farklı kılan şey nedir yani? İsmet Özel: Türkleri geçmek. Yani Türklerden daha kaliteli olduğunu göze sokmak. Aydın Bayraktar: Ortadoğu’da durum nasıl? İsmet Özel: Oralarda bir kültürel bir homogen görünüm yok. Herhalde bu Helenistik kültürle İslam kültürünün bir kırmasından başka bir şey değil. Murat Ural: Kültür Gelişmesi yani. İsmet Özel: Ama Türklük bahsinde; bize hiçbir insan öncülük etmedi tarih boyunca. “Gelin kendi varlığınızın mümtaz örneklerini oluşturalım”. İnsanlarda, kendisi ile bütünleşilebilecek bir millet tasarlama imkânı yer etmemiş. (en azından Nef’i’den başlayan bir tavır var tabii. Ama bu da, böyle çok kapsamlı bir şey sağlayamamış) O yüzden ben diyorum; Türklüğün başından itibaren ayan beyan bilinmesi lâzım. Gâvurların VI. yüzyıldan XVI. yüzyıla yutturmacası, önümüzde bir engel. Çünkü bu tasnif “biz bir millet değil miyiz” fikrini canlı tutmaya yaramıyır. Millet vasfımızın XVI. asır sonrası ihmal edildi mi, kısa zamanda Türkiye haritadan silinir. Devletin duruma hâkim olması dün en parlak fikirdi, bugün de hala devlet duruma hâkimse problem biter sanılıyor. Bu zannı yaygınlaştırıyorlar, çünkü Türkiye’nin haritadan silinme ihtimali dolayısıyla yolunu bulanlar var. Millet aleyhine devletin elinin kuvvetlenmesinden istifade eden insanlar var. Milletin herhangi bir gelişme kaydetmemesi ve devletin her feci durumı idare edebiliyor olması, birilerinin yüksek gelir, yüksek itibar sahibi olmalarının kaynağı. Doğrusu, millet hak ettiği yere kavuştuğu zaman onları kimse adamdan saymayacak. Böyle bir şey var. Halbuki insan kalabilmek için millet hayatından başka bir hayat yolu kalmadı artık dünyada da. Hayat millet hayatı değilse, ya robot hayatı olacaktır veya köpek hayatı. İnsanlar süs köpeği, polis köpeği, çoban köpeği, sokak köpeği vs olmak tercihi karşısındadırlar ve cinsleriyle övünmeye meyyaldirler. Şu anda mesela Sudan’ın güneyindeki bir şehirde nüfusun yarısı hafızmış. Bu insanların kalitesini düşünün; şehrin nüfusunun yarısı hafız. Bunu niye söylüyorum? Bizde böyle bir milli haslet dışa vurmuş olsaydı, kimse kimseyi harcayamazdı. Böyle şeylere özenmiyoruz. İşte onun için belki, bu okuma gurupları falan oluşturduğumuzda benzer sonuçlar elde edebiliriz ki, birileri: “Ben adam olmak istiyorum” dediği zaman öbürleri, “sen İstiklal Marşı Derneği’ne git” diyebilsin. Böyle bir şey yapabilirsek yüzümüz olur. “Benim yüzüm mü var, gider miyim oraya, gidemem” diyorsun. “Oraya gidecek bir yüzüm yok.” İşte bizim “bir yere gidecek yüzümüz” olması lazım. Aydın Bayraktar: Devletle, iktidarla ilişkisi olmayan millet mevzusunda herhangi bir topluluk bu güne kadar şey yapmamıştır, gündem bile yapmamıştır. Farkına bile varması çok zor. Yani iktidar olanlar, iktidarla ilişkili olanlar bu başlıkları konuşurlar, farklı tercihlerde bulunurlar. Millet çok daha farklı şeylere teşnedir. İsmet Özel: Ama işte geçmişte Fütüvvet teşkilatı da, ahilik de benim bu söylediğim esasları öne çıkararak canlı idiler. Mesela Hacı Bayram Veli’nin müritlerine kesin talimatı vardır: “Dükkânlarda oturmayacaksınız.” O tarikatın üyeleri dükkânlara girip oturmazlar. Dükkânlar ticaret içindir. Gidersin alırsın, verirsin neyse… Bu tıpkı erkek için altın takmanın haram olması gibi bir şey. Erkekler altın takmazlar, ipek gömlek giymezler, kaplan derisi ile atlarını eyerlemezler. Bunu tabiî ki erkeğin iyi durumunun, gösterişle alakası olmadığının vurgulandığı bir kısmı var. Erkeğin iyi durumu; onun ahlakı ile, şecaati ile, adamlığı ile alınır. Erkek iyi durumunu altın takarak, ipek giyerek, kaplan derisinden bir şeyle belli etmez, bunlar gösteriş için gerekli şeylerdir. Yani zahitlik önerilmiyor burada, önerilen şey erkeğin erkek olup olmadığı bilgisine taleptir. Allah istemeden siz isteyemezsiniz. Aydın Bayraktar: Erkek rolü… İsmet Özel: Erkek, rolüne layık olup olmadığıdır. Ama yaklaşımın öbür tarafının da ihmal edilmemesi lazım. Bu üç şey; altın, ipek, kürk. Bunlar ticaret metaıdır. Ayrıca altın değişim aracı olarak kullanılır. (kendi değeri vardır, o ayrı bir şey) fakat iktisat tarihi kitapları okursanız görürsünüz ki modern çağa kadar bilhassa uluslar arası ticaretin konusu üç şeydir: Kürk, baharat ve ipek. Yani bunlar, senin daha iyi bir hayat temin etmen için vasıtalardır. Bunlar, senin daha iyi bir hayat sahibi olman için lazım olan şeyler değildir. Yani senin daha iyi bir hayat temin etmen içindir, doğru ama senin, daha iyi hayatın bunlar yüzünden olmaz. Böyle bir şey. Bizim bunların dikkate alındığı bir geçmişimiz yok. Modern kültür, bütün olan biteni; insanın kendini dik tutmak üzere, kendini vakur kılmak üzere ürettiği her şeyi safsata haline sokmaya çalışıyor. Bakın çok önemli bir şey, ben bir metnimde de zikrettim; “Onurun ve Vakarın Ötesinde” kitabın ismi de bu. Yani “modernliği savunurken bunları dışarıda bırakalım” diyor adam. Vakar, şeref bunlar konuşulmayacak, bunlarla bir şey olmayacak. Ne olacaksa, sıhhat, refah ve kuvvetle olacak… "Saymayan Sayılmaz" etkinliklerinin sonu.