Bugün yine kendimizden, İstiklâl Marşı Derneği’nden bahisle bir konuşma yapalım. Bakalım sizden nasıl sorular geliyor. Şimdi, tam olmasa bile bir prova yapayım diye düşündüm. Bu sene-i devriyede bir konuşma yapacağım, inşallah. Önce dört arkadaşımız bir panel takdim edecekler. Bir panelde konuşmuş olacaklar. Bu panel kelimesini de bir türlü anlayamadım ya, neyse. Pano gibi bir şey olsa gerek bu. Konuşmacıları dinleyicilerin karşısına panoya asar gibi asıyorlar. Bütün bunlar hep inceden inceye hesaplanan, dikkatle uygulanan, boyutları biz Türkiye’de yaşayan insanları küçültmek için tespit edilen hadiseler. -panel dolayısıyla söylüyorum bunları- 1960 yılından sonra Türkiye’de açık oturum adı verilen toplantılar büyük bir yaygınlık kazandı. İnsanlar hakikaten Türkiye’nin meselelerini farklı fikirden kişileri yanyana getirip konuşma ortamı doğuruyorlardı. Türkiye’nin meseleleri derken, herhangi bir zorluğun giderilme çarelerini değil, bir hususu bahane ederek, Türkiye’nin ülke olarak istikametinin ne olacağını mesele edip konuşuyorlardı.
Dolayısıyla, olayı biraz daha kenarını köşesini yontarak değerlendirecek olursak; 27 Mayıs 1960’dan sonra Türkiye’nin işleyiş tarzı, devletin işletiliş tarzı topluma ait bir soru olarak ortaya atılmıştı. Netice itibariyle, konuşulan her şey, o günkü (özellikle 60 sonrası düşünelecek olursa) dünyanın hâkim tartışmaları göz önüne alındığında, Türkiye’nin geleceği kapitalizmde midir, sosyalizmde midir sorusuna irca edilebiliyordu. Diğer görüşler bunların bir parçası olarak konuşuluyordu. Yani şöylesi veya böylesi, şöyle kapitalizm, şöyle sosyalizm şeklinde. Bu açık oturum alışkanlığı (gerçi sizde çocukluğunuzdan belki hatırlarsınız) televizyon yayınlarına da kısmen yansımış haldeydi. İnsanların birbirleriyle fikir atışması yapması seyirlik bir olaydı. Dikkat ederseniz bu uygulamayı netameli bulup ortadan kaldırdılar. Yerine panel kondu. Yani artık insanlar birbirlerini tarta tarta konuşmuyorlar, herkes kendini takdim ediyor. Kendini maçta değil, vitrinde gösteriyor. Panel, panoya asılmış unsurlar anlamına geliyor. Yani seyircinin, dinleyicinin karşısında bir pano var. O panoda da iliştirilmiş mesajlar var. Bu, dediğim gibi Türkiye’yi dert konusu etmekten uzaklaşmanın ve uzaklaştırmanın bir formu olarak hayatımıza sokuldu. Şu anda da zaten ne maç, ne vitrin, hiç öyle bir şey yok. Panel de kalmadı… Tespit edilen şartlara maruz bırakılan insanlar olarak hepimizi bir yanılsamaya (gâvurca söyledikleri; illüzyona) uğratmak zor değil. Neden bu? Çünkü biz ikaz edilmediğimiz, ihtara muhatap olmadığımız takdirde yön ve istek konusunda yeterliliğe sahip yaratıklar değiliz. İnsan olarak böyle yaratılmışız. Bu hususen yapılmış bir şey. Yani bizim ikaza ve ihtara kulak asıp asmadığımızın ölçülmesi, bizim terakkimizin vaki olması içindir. Biz insan olarak Allah’ın yarattığı bütün mahlûkattan bu şekilde ayrılıyoruz. İnsan dışındaki diğer yaratıkların tamamı istikametleri ve istekleri konusunda donanımlıdırlar, mücehhezdirler, yani teçhiz edilmişlerdir. İnsan istikameti ve isteği konusunda muhayyer bırakılmıştır. Nereye gideceği ve ne isteyeceği konusu, onun birtakım ikazlara ve ihtarlara kulak verip vermemesiyle tayin edilir, belirginlik kazanır. O yüzden biz dünyaya gözümüzü açtığımız zaman çok rahatlıkla ikaza ve ihtara rağbet etme konusundaki yetersizliğimiz sebebiyle yanılgıya, illüzyona kapılabiliriz. Çünkü yaradılışımız itibariyle bizi neyin canlı kıldığı konusunda içimizde hazır bir bilgi yoktur. Bu hazırsızlığımızıu bazıları, “insan yaradılış itibariyle en zayıf varlıktır” şeklinde izah ederler. Şu manada ki, hayatta kalmak için biz insanlam peşin bir şeyimiz yok. Neyimiz yok? Kaplumbağanın evi var. Yani kaplumbağa ellerini, ayaklarını, kafasını içeriye çektiği zaman güvendedir. Biliyorsunuz tavşanların arka ayakları ön ayaklarından daha uzundur. Neden? Yokuş yukarı kaçmaları için. Bunu benden daha önce de işittiniz. Herkes bilir zaten bunu, birazcık kırlara çıkmış bir insan bilir. Yani sivrisinekten şempanzelere kadar bütün yaratıklar canlı kalmak, dostlarına yaklaşmak, düşmanlarından kaçmak için yeterli donanıma sahiptir. İnsanın bu konuda hiçbir donanımı yoktur. Onun için insan, hayatta kalabilmek için dostlarını da, düşmanlarını da tanımak mecburiyetindedir. Bu tanıma başarısına içinden gelen bir duyguyla erişemez. İçinden gelen bir duygu onu uyarmayacağı için, kolaylıkla dostu düşman, düşmanı dost yerine koyabilir insan. Otobur hayvanlardan hiçbiri, ister koyun, ister at olsun kırlara bıraktığın zaman zehirli mantarı yemez; ama insan şapır şupur yer ve geberir. İnsanın birinden hangi mantarın zehirli, hangi mantarın zehirsiz olduğunu öğrenmesi lazım. Aynı şekilde insan dünyasının ve ahiretinin ne bakımdan hayırlı olduğunu da birinden öğrenmek zorundadır. Neyin kendi lehine, neyin kendi aleyhine olduğunu sağlam bir kaynaktan öğrenemeyen insan, mutlaka yanılsamaya uğrar. Yanılsamadan kurtulmanın en güvenilir bilgi kayanağını bulmaktan başka çaresi bulunamaz. İbn Rüşt’ün açtığı yol, yanılsamanın da kendi başına bir kıymeti olabileceğine dairdir. Böylece, Allah katında İslam’ın, sadece İslam’ın din olmasının dayandığı aklî delil gölgede bırakılmıştır. Yani “Allah katında din İslam’dır” ayetinin şerhi askıya alınmıştır. Nedir anlaşılması gereken? İslam’dan başka hiçbir din Allah’ın peygamberleri yoluyla insanlara rahmet ettiğini söylemez. Filozofların da rahmet edebileceği fikri “modern” çağı başlatmıştır. Anlatabiliyor muyum? Yani İslam dinidir ki bizi Allah’ın gönderdiği peygamberler, –ki biz Farsçadan bozulmuş bir kelimeyi kullanıyoruz. Peyamber’i peygamber yapmışız- Allah’ın gönderdiği Resuller ve Nebiler yoluyla insanların illüzyondan kurtulabildiklerini İslâm dışında bırakılan inançlar dile getirmez. Anlatabiliyor muyum? Onlar başka şeyler söylerler. Kim bilir neler söylerler. Ne de süslü sözler ederler. Sadeliği bilinen İslam sadece şunu hikâye eder ve der ki: Allah Âdem’i yarattı, ona isimleri öğretti, melekleri ona secde etmeye çağırdı, ona secde etmeyenlerin onları saptıracaklarını söyledi. Âdem’e melekler secde etti, İblis Âdem aleyhisselâm’a secdeyi reddetti ve kıyamete kadar insanların önüne çıkacağına şeytan Allah’a söz verdi. Allah da ona sen “mühlet verilmişlerdensin” dedi. Demek ki kıyamete kadar bizim illüzyonla imtihan edilmemiz vazgeçilmez bir şey. Bizim, biz Türklerin illüzyonu reddettiğimiz; “Enbiya’ya çıkmaz ise yolun/ Göçtü kervan kaldık dağlar başında” deyişimizden belli olmuştur. Yani bu nebilerden, bu resullerden birine yolun çıkmıyorsa kaybolmuş bil kendini. Yani sen dünyayı öğrenirken öyle şeyler öğrenirsin ki, kendini bu öğrendiklerinin hepsinin sahibi sanırsın. Çünkü mülkiyet duygusu bir kalkan olarak verilmiş sana. Başka türlü hayatta kalamazsın, öğrenmek, bilgi edinmek zorundasın. Ama bir gün birisi karşına çıkıp der ki; “Bu bütün bildiklerin yanlıştır! İllüzyonlar ortasındasın!” İşte sen eğer o zaman; “Yahu, bu konuşan da ne söylüyor, dur bakayım, şunun dediğinde bir hakikat payı var mı?” diye kendini bir tartıya çekersen, işte o zaman insanlığa adımını atarsın. İnsan oluş ulvî olanla süflî olan arasında bir bağ bulunduğunu kavramakla başlar. Kendini bil, demişler. Bağı kuranın kendin olduğunu anlasana! Yoksa herşeyin süfliyyattan ibaret olduğunu mu sanıyorsun? Seni yanılsamadan kurtulmak üzere bir muhasebeye davet ettiklerinde: “Bugüne kadar işittiklerimde ne kusur varmış, hepsi gayet güzel şeyler, benim anam da iyi, babam da iyi, bütün akrabalar da kıyak, öğretmenler harika, ne var, içinde yaşadığım toplum da gayet şık, bu ne saçmalıyor Allah aşkına!” dediğin zaman kendini ikaza ve ihtara kapatmış, insanlığını da ucuzlatmışsındır. Çünkü sanırsın ki, insanlığının o öğrendiklerinin tasdiki ile kuvvetleniyor. Bir yandan mantık, bir yandan astronomi öğrendin mi eşyayı dize getireceğini, sanırsın. Hâlbuki bu hakimiyet özentisi bir azgınlıktır. Eğer insan sayıyorsan kendini, bil ki, insanlığın, öğrendiklerinin bir dayanağı olup olmadığını merak etmenle başlıyor. O yüzden insan için, salih yaşamak hiç zor bir şey değil. Yani dünyada Allah’ın çekip çevirişiyle, olup biten şeylere ayak uydurduğun takdirde huzur içinde yaşayabilirsin. İnsan için zor olan şey hangisidir? Ölmek. Herkes ölemez, yalnız insanlığının hakkını veren ölür. Başında bir türlü insan olamadıysan zaten ölemezsin. Canın çıktığı zaman ne olursun? Telef olursun tabiî ki. Zorluk ölmektedir. Biz çoğu zaman sanıyoruz ki, ne var işte, öleceksen bir trafik kazasında ölüverirsin, ne olacak yani.. O zehirli mantarı yersin ölüverirsin. Hâlbuki o ölüm değil işte, o telef olmak. Asıl mantarın zehirli olduğunu anlayıp bunu yememek; ölümü hak etmeyi seçebilmektir ölüm. Çünkü sanırsın ki, insanlığının o öğrendiklerinin tasdiki ile kuvvetleniyor. Bir yandan mantık, bir yandan astronomi öğrendin mi eşyayı dize getireceğini, sanırsın. Hâlbuki bu hakimiyet özentisi bir azgınlıktır. Eğer insan sayıyorsan kendini, bil ki, insanlığın, öğrendiklerinin bir dayanağı olup olmadığını merak etmenle başlıyor. O yüzden insan için, salih yaşamak hiç zor bir şey değil. Yani dünyada Allah’ın çekip çevirişiyle, olup biten şeylere ayak uydurduğun takdirde huzur içinde yaşayabilirsin. Allah’ın işine karışmakla, Allah yolunda gitmek birbirine zıttır. Doğru olanı yapıyorsan kolaylıkla yaparsın. İnsana zor gelen hangisidir? Ölmek. Herkes ölemez, yalnız insanlığının hakkını veren ölür, ölebilir. Başında bir türlü insan olamadıysan zaten ölemezsin. Canın çıktığı zaman ne olursun? Telef olursun tabiî ki. Zorluk ölmektedir. Biz çoğu zaman sanıyoruz ki, ne var işte, öleceksen bir trafik kazasında ölüverirsin, ne olacak yani.. O zehirli mantarı yersin ölüverirsin. Hâlbuki o ölüm değil işte, o telef olmak. Asıl mantarın zehirli olduğunu anlayıp bunu yememek; ölümü hak etmeyi seçebilmektir ölüm. Dolayısıyla bu kavrayış tarzının derneğimizin durumuyla bağını kurmak mecburiyetindeyiz. Çünkü ne İstiklal Marşı’nın kendisi ne İstiklal Marşı Derneği kendi başına bir zaruret değil. Her ikisi de istikamet tayini sebebiyle bilhassa tercih edilmiş şeyler. İstiklal Marşı’nın kendisi de İstiklal Marşı Derneği de bir istikamet tayini isteğinin, bu demek ki, duanın birer ürünü. Duamız hayra mıdır, şerre mi? Başında ne dedik; biz bizim için neyin iyi olduğunu da bilmeyiz, neyi istememiz gerektiğini de bilmeyiz. Rabbini bildiğinde duanın muhtevası tekevvün eder. İşte İstiklal Marşı’nın kendisi de, İstiklal Marşı Derneği de, böyle bir hayrın çatması konusunda ve şerden sakınma konusunda bir tercih, bir seçim, bir dua. Bu her insan hayatı için fevkalade önemli bir şey. Neden önemli? Dünyada ve Türkiye’de öyle şeyler oluyor ki, bunları bizim elimizle ve hatta dilimizle yönlendirmemiz, bunlara birer istikamet tayin etmemiz mümkün değil. Anlatabildim mi? Mesela, bulunduğumuz yer itibariyle, ne Abdullah Gül’ün Kahire ziyaretini iptal edebiliriz, ne Guatemala’da sosyalist bir hükümetin seçilmesini temin edebiliriz. Bunları biz yapamayız. Bunları muktedir birileri mi yapıyor? Hayır, bunlar da Allah eliyle olan şeyler. Ama işte burada başlıyor, hayrın tefrik edilmesi ve neyi isteyeceğimiz. Yani insanlık burada başlıyor. Biz de Kahire’ye giden kafilenin bir parçası mı olalım yoksa terki diyar edip Guatemala’da mı yaşayalım. (Değil mi, hazır orada sosyalist bir hükümet var.) İşte bu bölge, dünyayı anlamamızı ölümümüzle doğrudan doğruya alakalandıran bölgedir. Seni götürmedikleri için mi gitmiyorsun, seni zorla bile oraya götüremezler miydi? Biz nasıl bir şeyi kendimiz için vazgeçilmez saydık, bu çok önemli bir şey. Vazgeçilmez, ben bundan vazgeçmem dediğin şey ne? Bazıları diyorlar ki; “ben her şeyimden vazgeçerim ama milliyetimden vazgeçmem.” Bazıları da diyorlar ki; ben her şeyimden vazgeçerim ama dinimden vazgeçmem.” Bunlar acaba saçmalıyorlar mı yoksa hakikaten söyledikleri bir şey var mı? Ne dedik başında, bizim illüzyonlardan kurtulmamız çok zor. Birisi diyor ki; “varsa yoksa benim kavmim, bu olmadan ben olmam” diyor. Öbürü de diyor ki; “varsa yoksa benim ümmetim, bu olmadan ben olmam” diyor. Bunlar hakiki tasnifatlar mı acaba? Yoksa insanların kendilerini kandırmak, kendileri ile beraber mümkün olduğu kadar çok sayıda insanı kandırmak için icat ettikleri avuntular mı? Bu noktaların aydınlatılması çok önemli. Mesela işte İstiklal Marşı, bu avuntular dışında bir şeyler olduğunu işaret eden bir metin. Anlatabildim mi? Çünkü bugün bütün dünyada yankı uyandırabilecek tezlerin tamamı İstiklal Marşı’nda var. Ne demek bu? Şu demek: Dinle milliyetin birbirinden tefrik edilemeyeceği ve eğer bir gelecek olacaksa bunların ayniyetiyle temin edilebileceğinin ideolojisidir, İstiklal Marşı ideolojisi. Ama bizim böyle bir ideolojiyi tercih etmemiz için hiçbir zaruret yok. O yüzden İMD ile birlikte, hayatının vasfını değil ölümünün vasfını seçmiş oluyorsun. Çünkü hayatın, bunu seçmediğin zaman öbür hayatlardan ayırt edilmiyor. Sana mahsus bir hayat olmaktan çıkıyor. Sen de Kahire’ye gidiyorsun, sen de Guatemala’ya gidiyorsun. Ya Kahire’ye gidiyorsun ya Guatemala’ya gidiyorsun. Ama İstiklâl Marşı’nı ve İMD’yi seçtiğin zaman Türkiye’de kalıyorsun. Çünkü bu ikisinden başka bir yerde, milliyetin ve dinin aynı şey olduğunun ayan olduğu bir beyan yok. Bulabilirsen git. Mustafa Karanfil: Türkiye’de kalıyorsun, Türk kalıyorsun. İsmet Özel: Türkiye’de Türk olmadan da kalabilirsin. Sınıfta kalmak gibi. Mustafa Karanfil: Hayır, bu söylediğiniz şey... İsmet Özel: Şimdi bu gayet teorik gibi gözüken sözlerin, gayet pratik bir veçhesi var. Neymiş bakalım: Türk olmaktan bahsediyor Karanfil hoca. Türk olmakla insan olmak aynı şey değil fakat eşdeğer şeyler şeylerdir. Türk olmak bir şeydir, insan olmak başka bir şeydir. Ama terazinin bir kefesine Türk olmayı koyarsan öbür tarafına insan olmayı koymadıkça terazi dengeye gelmez. Öbür milliyetlerin ağırlığını ben bilmiyorum. Şimdi ne demek istediğimi anlatayım size: Avrupa medeniyetinin vardığı sonuçlardan bir tanesi, insanların düşünmeye İyonya’da başladıkları fikridir. Avrupa medeniyeti kendisine mahsus izahlar içinde böyle bir şey geliştirmiştir. Yani dini fikriyatı insana mahsus (bilhassa insana mahsus) bir fikriyat görmez, din dışında bir düşünme diye bir şey (varsa eğer) bunu İyonyalıların başlattığını iddia ederler. Bunun gerekçe olarak ta, onlar deniz ticaretinde iyi para kazanmışlar, onun için yan gelip yatarak düşünme fırsatları olmuş. Yani ihtiyaç peşinde koşmaktan kurtulup; “yahu ne oluyor şu dünyada, ne var ne yok, şunları bir anlayalım” demişler güya. Bunlar bir mesele, doğru olup olmadığı ayrıca konuşulur, birçok başka görüş de geliştirilebilinir. Ama bu şeyi söyleyen insanlar yani insana mahsus düşüncenin İyonya’da başladığını ileri süren insanlar, bu başlangıç noktasında düşünmeyi temin etmek için bir ayrım yapıldığından söz ederler. Özkan Gözel: Yani din dışı düşüncenin İyonya’da başladığını diyorsunuz değil mi? İnsana mahsus düşüncenin değil. İsmet Özel: Ama insana mahsus düşünce aynı zamanda din dışı düşüncedir. Özkan Gözel: Diyorlar değil mi? İsmet Özel: Tabiî ki. Sen bir dinin içinde olduğun zaman henüz amorf bir şeysin, nesin? Henüz daha olmamışsın. Özkan Gözel: Zaten din dışı bilgi yani çok vahim, dışarıdan gelen bir bilgi bu, bu anlamda. Yani içeriden üretilen bilgi değil. Dolayısıyla insana mahsus bilgi daha otantik içeride üretilen, içeride keyfinden üretilen bilgi olduğu için insana mahsus bilgiyi din dışı bilgi olarak tanımlamaları rasyonel. İsmet Özel: Tabiî, bizde zaten hareket noktası olarak onu kabul ediyoruz. Yani diyoruz ki; insana mahsus düşünceyi İyonya’da başlatanlar, bu düşüncenin bir ayrımla başladığı görüşünü savunurlar. “Yunanca physis ile nomos arasında bir ayrım gözeterek insanlar düşünmeye başladı” derler. Physis dediğimiz şey, sonradan batı dillerine “fizik” şeklinde girmiştir ama bu kelimeyi Latinler “natura” diye tercüme etmişlerdir. Öbürü de nomos, yani yasa. Çoğulu nomoi, Eflatun’un da kitaplarından birinin adı. Yani bu ayrımı gözetmişler, nedir bu ayrım? Bu bir bardak. Bardak bir physis neticesi midir, yoksa nomos neticesi mi? Yani tabiaten mi var, yoksa insanların koydukları kurallar sebebiyle mi var? Varlığını neye bağlıyoruz? Kendiliğinden mi, yoksa seçme dolayısıyla mı? İşte deriz ki, efendim (insan din dışı düşünüyor ya artık) bunun materyali physis fakat bardak olarak önüme gelişi nomos, mesela. Buna benzer birçok şey. Bu demek ki, insanlar düşünmeye başladıklarından itibaren illüzyonu da başlatmış oluyorlar. Yani biz düşünüyoruz derken; yanılıyoruz, yanılmayı esas kabul ediyoruz demiş oluyorlar. Çünkü bu physis-nomos ayrımı aynı zamanda “Allah yapısı mı kul yapısı mı” ayrımına varan bir şey. Özkan Gözel: Doğa, tarih ayrımı gibi… İsmet Özel: Tabii, netice itibarı ile. Yani insanlar daha iyi bir şey yapıyorum derken kırıp döküyorlar. Kırıp dökmenin ne kadar insanca olduğunu söyleyerek başlıyorlar işe. Şimdi bu ayrımı nasıl yapacaksın? Eğer din dışı düşünceye geçiyorum deyip de Allah’ın yaptığı şuraya kadardır, bundan sonrasını kul yapar demeye başladıysan işler zaten orda çatallaşıyor. Ama bu insanların işine yaramıyor mu? Ne demezsin! Hemen oradan neler yapıyorlar. Nitekim devran dönüp 17. yüzyıla geldiğimizde Descartes felsefesinin, bu ayrımın başka bir biçime bürünmesi sonucunda ruh ve madde ayrımını yapmış olması yani sübjektif ve objektif ayrımının yapılabileceğini savunması ne yaptı biliyor musunuz? İlk önce optik dediğimiz disiplinin gelişmesini temin etti. Yani bu düalizm, insanların gördükleri şey hakkında kesin hüküm verebilecekleri güvenini sağladı. Benden şu kadar santim uzakta olan (optik neyle uğraşıyorsa) lise ikinci sınıfta biz optik görürdük odak noktası; f değil mi, ondan sonra ışık şu açıdan gelir, bütün bu ölçümler bilmem neler benim gören bir özne olmam, onun görülen bir nesne olmasının kabulü ile yapılabilen şeyler. Anlatabiliyor muyum? Yani başlangıçtaki bu hata, katlana katlana devam etti. Yani Türkiye’nin yenilebileceği fikri Avrupa’da yer kazandıktan sonra ilk mesafe kat eden bilgi dalı “bilim” oldu. Bilim daha önceki çağlarda aldığı şekilden farklı bir şekilde güçlendi ve hayatın bütün alanlarını kaplamaya başladı. Bilim dediğimiz şey Avrupa’nın yeni kilisesi oldu. Yani İngilizcede “science” yazıp “sayıns”, Fransızcada yine “science” yazıp, “siyans” telaffuz ettiğimiz; Almancada “wissenschaft” yazıp okuduğumuz şey. Bu oldu, meydana geldi diye bayram edilecek bir şey değil. Zihnimizin bilime erişiyle, zihnimizin erdiğine boyun eğişimizi dikkatle birbirinden ayırmak lazım. Bakınız bu özün zihne köleliği, daha başka hatalar, o İyonyalıların yaptıkları hatadan daha vahim hatalar yaparak yoluna devam etti. Mesela Galileo, dünya dönüyormuş, dönmüyormuş, bunlar sözünü ettiğim kölelik bağlamında çok önemli şeyler değil. Ama Galileo hesaplarını doğru yapabilmek için sıfır sürtünmeli bir ortam tahayyül etmek zorundaydı. Anlatabiliyor muyum? Yani sadece kafada canlandırılabilen, asla gerçekte olmayan bir ortam. Yani fizik hesapları yapıyorsun ama sürtünmeyi hesap dışında bırakıyorsun ve o hesaplarda tutuyordu tabiî ki. Ama tuttukça, ortalığı köleliğin güvencesi kaplıyor. Bir şeye daha dikkatinizi çekeyim, bu modern bilim önce astronomide kendini kabul ettirdi. Düşünün ki, günlük gaileler peşinde ömür tüketen bizleri hiç ilgilendirmeyen bir ilgi alanı. Astronomi öyle şeylerle uğraşıyor ki, ne müneccim ne de muvakkit ilgi duymazdı onlara. Yıldızların arasında bir esatir. Yani bilimin zihni hayatı öyle bir şey ki; boyut itibariyle ve cereyanı itibariyle insan hayatının mutlak dışında. İnsansız bir şey, çok kısa bir süre sonra biz insanların hayatının tayin edici unsuru oldu. Şimdi bize bilimle ilgili herşey çok tabii geliyor: Ses de ışık da dalgalarla yayılır; fakat ışık sesten daha hızlıdır. O yüzden biz futbol oynayan çocukları uzaktan seyrettiğimizde birinin topa vurduğunu görürüz, kısa bir süre sonra, vuruşun sesi kulağımıza gelir. Buradan ışığın çok hızlı hareket ettiğini; fakat ses dalgalarının kulağımıza ulaşması için biraz daha zaman gerektiğini anlarız. Bunu böyle bilmeyen delidir diye düşünmeye başlarız. Hâlbuki bizim böyle bir sonuca varmamız 17. asır Avrupa’sındaki o astronomik hesapların doğru olduğunun kabulünün günlük hayatımıza uygulanması sonucudur. Yani bizim böyle bir tahsil hayatımız olmasaydı, yani biraz önce söylediğim şeyi siz okullarda yutmuş olmasaydınız, zihniniz şimdikinden çok farklı bir yol takip edecekti. İsmet Özel: Modernliğin kaçınılmazlığını öğretenler, Avrupa’da 17. asırda doğmuş bilimin kabulünü esas alan zihin işleyişinin üstünlüğünü şöyle bir örnekle izah eder: Afrika’da Avrupa’dan gelmiş bir beyaz, ziyaret ettiği kabilenin büyük baş sürünün resmini bir kâğıda çizerken, yanına yaklaşan bir yerli soruyor:“Sen bunları götürünce biz ne yiyeceğiz?”. Çünkü onun kafasında o hayvanların resminin yapılması, resmi yapanın eline geçmesi demektir. Resmi götüren hayvanları da götürür ve sen aç kalırsın. Şimdi bu yaklaşım bize anormal gibi geliyor. Çünkü biz kendi dünyamızı tekrar üretmeye yarayan yanılsamaya yeterince intibak etmiş insanlarız. Onun dünyası başka. Çünkü o, bütün şamanların bildiği bir şeyi biliyor. Siz de macera romanlarından filan öğrenmişsiniz: Şamanlar bir insanın kendi yaptıkları heykelciğine ya da eşyalarından birine müdahale ederek o insan müdahale edebiliyorlar. Yani beyaz adam kaçarken şapkasını düşürdüyse, o şapkayı alıyor eline, gidip bir kara büyü yapıyor, bıçağı şapkaya sapladığı zaman beyaz adam nereye kadar kaçabildiyse, orada ölüyor. Herkesin yüzyıllardır bildiği bir şey bu. Orta Asyalı şamanlar da, bu işi adamın balmumundan heykelini yapıp ona iğne batırarak hallederlerdi. “Bunlar birer saçmalıktır” demek mümkün. Sonunda bu yolla sonuç alanlarla hep karşılaşıldı. Avrupalı antropologlar bütün şamanlar için şizofren deyiverdiler. Yani bunların ancak böyle açıklanabildiğini söylediler. Ama şu anda bile başlarına neler geleceği konusunda pek emin değildirler. Zaten dünya ölçüsünde Müslümanlar’dan korkularının bir sebebi de bu. Acaba onların Müslümanların Allah’ı bize ne yapar? Tabiî ki, bundan kesinlikle korkuyorlar. Onlar at nalını evin önüne asarsan uğur getirir diye düşünüyorlar, üstelik diyorlar ki; “buna inanmayanların bile istifade ettikleri bir şey bu.” Böyle bir psikolojinin hakimiyeti mutlaktır yani. Şimdi bizim Türk olarak şansımız (bu şans kelimesini, öyle dayatmışlarki, ister istemez kullanıyoruz, çocukluğumdan beri karşıma çıktığı için benim dilime de kolay takılır, halbuki istemeden kullandığım bir kelimedir. Chance (şans), Fransızca bir kelimedir, başka dilde de yok. Çens telaffuzuyla İngilizceye de geçmiş. Her ne hal ise, bizim Türk olarak bütün diğer milletlerden ayrı bir yerimiz var. Nedir bu yer? Bu yer, daha en başında, İyonya’dakilerin yaptığı ayrımı geçersiz kılarak temin ettiğimiz bir yerdir. Türklük hem physis’dir hem nomostur. Yani hem tabiaten Türk olursun hem de vecibeler itibariyle Türk olursun. Özkan Gözel: Yani bizim tercihimiz tavrımız haline gelmiş. İsmet Özel: Yani Türk olmak hem verilidir hem seçmelidir. Verilirdir, aynı zamanda seçmelidir. Seçmelidir, aynı zamanda verilidir. Verili olanın bilincine vararak bir seçmede bulunursun; ne zaman ki bir seçme yaptın, artık verili olana kavuştun. Özkan Gözel: Bu veriliden şeyi anlamıyoruz tabi; kavmiyet özellikleri falan değil, tarihi olarak, tarihi özellikler… İsmet Özel: Evet. Tarihi vasıflar itibariyle verili, imâna taalluk eden hususlar itibariyle seçmeli. Özkan Gözel: Vehbi? İsmet Özel: Vehbi-kesbi ayrımından bahsetmiyorum, vehbi-kesbi ayrımı başka bir şey. Yani biz neyi kesp ederiz? Onu ben tam olarak bilmiyorum. O ayrım, hangi konuyu açıklığa kavuşturmak için başvurduğumuz bir ayrımdır? Şöyle bir şeyden haberimiz var, diyoruz ki, “Bu adamda Allah vergisi bir müzik kabiliyeti var, kulağı çok iyi ve o da bu kaabiliyetin hakkını verip olağan üstü bir keman virtüyözü oldu.” Onu kesp etti. Yani kesp etmeyebilirdi. Ama, “Gel şu öbürüne bak: Onun kabiliyeti bu virtiyözünki kadar değil; lâkin gitti kendisinden daha kaabiliyetli olanın çalıştığının yirmi misli kat fazlasını çalıştı ve artık kemanı ondan iyi çalar hale geldi.” Ne diyeceğiz şimdi? Kaabiliyetsiz virtüyöz! Oldu mu? Olmadı. Vehbi-kesbi ayrımı bu husus aydınlatmak bakımından bize lazım olan bir şeydir. Orada mutlak bir tersinmez durum yok. Vehbi olduğuna göre daha yukarda, kesbi olduğuna göre daha aşağıda veya tam tersi kesbi olduğuna göre daha yukarıda, Vehbi olduğuna göre daha aşağıda. Böyle bir şey yok. Biz Vehbi ve kesbi ayrımını insanların kendi kulluklarının bilinci itibariyle nazarı itibara alabiliriz. Zaten hilkatin halk ediliş olduğu ve her şeyin Allah ol der ise olacağı, bu vesileyle bizler için daha tashih edilmiş bir alan haline gelir. Müslüman olmadan namuslu olunamaz. Çünkü Müslüman olmak, eğer Resulullah’ın (S.A.V.) risaletine başlayan kısmı itibariyle göz önüne alırsak, Allah’ın gücünün yetmediği bir alan olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Müslüman olmadan namuslu olunamaz, dediğimiz zaman, bütün Müslümanlar namusludur demiş olmuyoruz. Dediğimiz, madem Müslüman olduğunu söylüyorsun; o halde seni namuslu olmak bekliyor. Seni bekleyeni bekletme. Unutmamak gerekir ki cahiliye devri Arapları her şeyin physis’ten ibaret olduğunu, Allah’ın bütün tabii hususlarda yegane belirleyici olduğunu kabul ediyorlar. Onların kabul etmedikleri şey nomosun Allah’ın nomosu olduğu idi. Yani nomos bizimdir, physis Allah’ındır diyorlardı. Özkan Gözel: Şirk koşuyorlardı. İsmet Özel: Şirki daha çok Allah’a ulaşmak için uğranılan yerler olarak anlıyoruz. Mustafa Karanfil: Aracılar. İsmet Özel: Evet. Burada doğrudan doğruya zındıklık söz konusu. Modern kültür hakim olduktan sonra zındıklığı şirkten daha ağır bir şey gibi görmeye başladık. Bunun bir sapma olduğu fark edilmelidir... Özkan Gözel: Yani nomosda kendilerini Allah’ın yerine koyarak… İsmet Özel: Şimdi bize Hadis-i Kutsi olarak ulaşan bir haber vardır; “dehre küfretmeyin”. Yani neyin olup bittiği veya neyin cereyanı Allah’ın belirleyiciliğini, yani bizim günlük alış verişimizden çocuklarımıza olan muamelemize kadar her şeyde Allah’ın belirleyiciliği olmadığını düşünmek cahiliye ahlakına sahip olmak demektir. Anlatabiliyor muyum? Yani Türklük bu bakımdan çok önemli. Türklük tarih itibariyle verili, iman itibariyle seçmeli. Sen Türk olmayı imanın itibariyle seçersin ama Türk olmayı seçmek o tarihi rolü üstlenmek demektir. Yani “ben hem Türk olmayı seçiyorum hem de tarihi rolü reddediyorum” diyemezsin. O tarihi rolü reddettiğin zaman Türklükten uzaklaşırsın, Türklükten uzaklaşmakla da imanın en üst derecesini feda etmiş olursun. “Bana en azı yeter” dersin. Halbuki yükselmekten vazgeçtiğin noktada ve vakitte, düşüşün başlar. Düşüşe son vermek için derhal yülselişe geçmelisin. Anlatabiliyor muyum? Sarih değil mi? Şimdi bu, kendini Allah yerine koyma tavrı, yani İslâmiyet’in İbrâni-Hıristiyan fikriyatın sadece bir bölümü olduğu anlayışı, 20. yüzyılın ortalarına kadar değil belki sonuna kadar böyle gitti ama XX. asrın ortalarına kadar reel bir şekilde devam etti. Nedir o devam eden? İnsanlar hep Allah’ın karşısına çıkmak için, Allah karşısında kendi varlıklarını tebarüz ettirmek için muhtariyet sahibi imişler gibi bir vehimle hareket ettiler. İşte bu, Martin Heidegger’in felsefesinde zuhanden / vorhanden ayrımıyla bize kadar geldi. Fransızcaya maniable / là-devant diye tercüme ediyorlar. Özkan Gözel: Türkçeye, el altında olarak çevirmişler. İsmet Özel: Evet, el altına alınabilirlik demek lazım. vorhanden da, là-devant olarak karşılanmış yani “onun önünde olmak.” Yine netice itibariyle üç aşağı beş yukarı physis / nomos ayrımına, özne / nesne ayrımına dayanarak fikir üretilebileceği esası baskın çıkmıştır. Yani ifade olarak “Batı’ya açılmak” bir göz boyamadır. Doğrusu, “Batı’yla kapanmak” olmalıydı. Yani biz Türkler olarak, batılılaşmamızı kendimize has kılıp, ihtiyacımız olan reformları gavurların icbar edici elinden almaya çalışan bir zümreyle karşılaşamadık. Batılılaşmayı Tanzimat’la başlatırsak, ki tabi, daha geriye, Lale devrine kadar uzatabilirsiniz; ama “gâvurlaşma” bakımından Tanzimat’ta bir netlik ortaya çıktı. Namık Kemal’in şöyle bir sözü var: “Biz Allah’ın işine karışmıyoruz, biz Allah’ın yolunda gidiyoruz.” Bu Tanzimat aydınları içinde sadece Namık Kemal’e mahsus bir görüş ve onunla başlayıp onunla bitti, ondan sonra külliyet terk edildi. Pratik zaruretler hem hissiyata, hem tefekküre baskın çıktı. Biz ondan sonra, gâvurluğu üstümüzden atma gayretine ihtiyaç duymaksızın, bu nomos / physis zuhanden / vorhanden ayrımının, acaba neresinde olabiliriz, kalabiliriz fikriyatıyla günlerimizi geçirdik. Hain ulemâ, yerini hain münevvere bıraktı. Hem, ne bırakış... Bir ümit vardı; Türkiye’de “fikriyat” sadece edebiyat ve bilhassa şiir dolayısıyla hayatiyet kazanabildiği için bize neyin ne olduğunu bir münekkid gösterebilirdi. Bu münekkid doğmadı, doğamadı, zira hem Batı’ya kapanıp, kapaklanıp hem de tenkid yapamazdın. Bir münekkid çıkıp Vatan Yahut Silistre’deki Abdullah Çavuş’u Shakespeare’in soytarılarıyla karşılaştırmadı. Neden Abdülhakhamid’in Fatih’i değil de Tarık’ı yazmaya değer bulduğunu izah eden olmadı? Oldu da benim haberim mi yok? Şimdi bu hazin geçmiş, İstiklal Marşı Derneği’ni neden ilgilendiriyor? İstiklal Marşı dolayısıyla ilgilendiriyor. Yani İstiklal Marşı’nın metninde biz, doğrudan doğruya eğer hayat hakkı peşinde olan bir cemiyet varsa hayat hakkını “Hakk’a tapmaktan” alabileceğini öğreniyoruz. Hayat hakkı talep ediyor değil mi? Ve bu hayat hakkını sadece Hakk’a tapmaktan alacağını söylüyor, “Hakk’ıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” diyor. Yani bir toplum, bu Mehmet Akif’in Arnavutluğuyla hiç alakası olmayan bir şey. Akif yaşasaydı şimdi gidip Kosova’ya vezir mi olacaktı? Bizim bütün Türk tarihi boyunca, isterseniz bütün İslam tarihi boyunca deyin şahit olduğumuz anlayışla kaynaşık bir şeyi Dernek olarak taşıyoruz. Yani doğruyu tanımak için Allah’ın bize gönderdiğinden başka bir ölçü kabul etmeme alanı, çerçevesi. Doğru hakkında bir fikir sahibi olacaksan bunu kendin aklen çıkaramazsın. Ama Endülüs’de ki Müslümanlar böyle düşünmemişlerdi: İbn-i Rüşt olsun, Hay Bin Yeksan yazarı İbn-i Tufeyl olsun. Onlar böyle düşünmediler, onlar Avrupalılara yardım eden fikriyatı gübrelediler. Nedir o? “Bize aklı başında olmak yeter, gerisi mistiklerin işidir.” Ama biz, yakın tarihimiz itibariyle gözden en çok kaçırılan şey; biz hala Türkiye’de mevcudiyetinden bahsedilen bir millet isek (gerçekten böyle miyiz, değil miyiz ayrı bir şey) bunu bütünüyle tevekkülümüze borçluyuz, mütevekkil olmamıza borçluyuz. Yani eğer biz İstiklal Harbi sırasında tevekkülden az bir miktar dahi ayrılmış olsaydık bize asla bu topraklar bırakılmayacaktı. Eğer biz de gayrı Müslimlerin hesaplarına denk düşen hesaplar sebebi ile bir vatan sahibi olma derdine düşmüş olsaydık o zaman partiyi gayri-Müslimler vuracaktı. Ama biz; “Allah ne verdi ise ona razıyız” dedik. Ve Allah’ta bize Kâbe’nin İngiliz peykleri altında faaliyet gösteren insanların eline geçmesine rağmen İslam fikriyatının ayakta durabileceği bir vatan parçası verdi. Anlatabiliyor muyum? Aferin bana! Bunu size anlatabildiğime, anlaşılır beklentisiyle naklettiğimer göre... Özkan Gözel: Yani tevekkül sahibi olmak nomos, yapıp etme alanında da Allah’ın tasarrufu olduğunu bilmek, inanmak demek. Sadece tabii anlamda değil. İsmet Özel: Evet tabii, olan neyse onu Allah yapar. Özkan Gözel: Tevekkül bu. İsmet Özel: Ama tevekkül demek fatalité demek değil. Sedat Akyüz: Mesela şu an kullanıyoruz; maddeyi, maneviyi, fizik, metafizik… Bu kelimeler Kuran’ı Kerim’de ya da sünnette ya da bilebildiğim kadarı ile Asr-ı Saadette kullanılan kelimeler değil. İsmet Özel: Bunların hepsi Antik Yunanla alakalı şeyler… Sedat Akyüz: Aslında çok normal. Bir de dikkatimi çeken şöyle bir şey var mesela, İbni Abbas’tan rivayet edilir; Hazreti Âdem yaratıldığında ne yiyeceğini bilemiyor. Ama Cibril gelip ona bir şey yemesi gerektiğini söylüyor. Sonra çok susuyor, ne yapacağını bilemiyor. Yine Cibril gelip su içmesi gerektiğini de bir şekilde öğretiyor. Sonra karnı doyuyor, hatta ne yapacağını bilemiyor… İsmet Özel: Kakasını bile yapamıyor. Sedat Akyüz: Evet açıkçası bu. Onu da bir şekilde Cibril öğretmiş oluyor. Dolayısı ile hakikaten, İstiklal Marşına geldiğimizde madde, mana dediğimiz Physis ve nomosun aslında aynı şey olduğunu… İsmet Özel: Evet. Onun için yani biz İstiklal Marşı Derneği’ni kendi tercihlerimiz sebebi ile vazgeçilmez sayıyoruz. Yani onun kendine mahsus bir zarureti yok ama biz bundan başka bir şey yapılamaz fikrindeyiz. Bunu aslında başkaları da biliyorlar. Ama burada insanların neyin mukabilinde neyi aldıkları söz konusu, yani bu tamamen ticari bir şey. Kuran-ı Kerim’de bize öğretilen; canımız mukabilinde, neyi, cenneti alıyoruz. Alıyor muyuz, almıyor muyuz, işin içinde o da var. Yani canımız neye değer? Cennet ucuz bir şey değilse eğer, bizim canımız da pahalı demektir değil mi? Sedat Akyüz: Bir de Sofi’nin Dünyası diye bir kitap, onu da şey gibi böyle; tabiat olaylarını açıklayan bir takım şeyler söyler ve ondan sonra derki; görüyor musun, aslında bu böyle olmaması gerekir, dolayısı ile tamamen akılla bu işi vehmetmek gerektiğini, oradan yola çıkarak düşüncenin, felsefenin bir şekilde dinden farklı, ana çizgi olduğunu söyler. İsmet Özel: Bilimin ve felsefenin hayatımızdaki yeri mühim. Yahudilik bilimi ve felsefeyi belirleyici kabul etme bakımından tehlikesiz bir alan. Tek dünya inancı olduğu için bilimin de felsefenin de meselelerini gocunmadan mutlaklaştırabilirsin. Birine sen öldükten sonra anlarsın dediğin zaman, o söylediğin kimse eğer Yahudi ise; “bana içi boş şeyler söyleme” diyecektir. Sen şimdiye dair bir şeyi anlatıyorsan anlayacaktır. Yani şimdiyi anlatamıyorsan, Yahudiyle diyalog kuramazsın. Bu çok önemli bir şey. İşte Viyana çevresi bu konuda çok bariz beyanlarda bulunur: “Metafizik önermeler mutlak manada anlamsızdır.” Viyana okulunun birinci derecede öğrettiği şey budur. Metafizik önermelerin anlamı yoktur. Anlam aramanın da anlamı yoktur. Özkan Gözel: Frankfurt bunun tersi gibi düşünüyor. İsmet Özel: Yok, hayır, hiç öyle olur mu? Frankfurt Okulu Viyana’lı aşüftenin belalısı. Viyana Çevresi’nin de Frankfurt Okulu’nun da tamamen Yahudilerden teşekkül etmesi boşuna değildir. Benim bildiğim, Frankfurt Okulu’nda yalnız Yahudi olmayan bir Jürgen Habermas’ın bulunduğudur. O da zaten, Almanya’nın sigorta arayışları bakımından dikkat çeken bir adam oldu. Viyana çevresinde ise, hiç işi yok Yahudi olmayanın. Savaş sırasında hem Frankfurt Okulu, hem de Viyana çevresi Amerika’ya kaçtı. Gidenlerin kimi. adları Frankfurt Okulu olduğundan mı nedir, döndüler. Almanya’da tekrar enstitülerini kurdular ve felsefe alanında çok belirleyici oldular tabii. Şu anda da zaten onların takipçilerinin boruları ötüyor. Reel sosyalizmin hiçbir numarası kalmayınca, aşağılık duygusuyla kıvranan Fransızlar Foucault’yu Derrida’yı falan filan çıkardılar. Foucault Yahudi değil ama Derrida Kuzey Afrikalı bir Yahudi. Lacan diye bir adam var onun da bütün numarası beynelmilel Yahudi düşüncesinin temellerini tamir etmek. Bir bina düşünün ki temelleri tamire muhtaç. İşte bunlar ortalığı idare ediyorlar. Yiyenler de yiyor, bütün numaraları. Asıl ortalığın idare edilişi dolayısıyla, buradan, bu zulüm mekanizmasından ekmek parası kazanan insanlar var. Ekmek parası yada şan şöhret sahibi olanlar... Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kazandığın şan şöhretin neye tekabül ettiği önemini kaybetmiş. Stalin’in de, Hitler’in de niçin şöhret sahibi olduğu merak edenin öğrenebileceği bir şeydir. G.W.Bush’un şöhreti neye tekabül ediyor? Bilhassa cevabını aradığımız sorular olmalı. Kendi önemimiz, sorularımızda. “Bu yaşadığımız sistemin bir geleceği var mı?” Şu anda hâkim olan düşünce; “gelecek melecek aramıyoruz, devam etsin yeter” şeklindedir. Yani bu sistemi yıkabilecek bir kuvvetin ortaya çıkması görünüşte önlenmiş durumdadır. Fakat şu anda “sistemin kendi kendine yetemeyebileceği” korkusu da yaşanıyor. O zaman ne olacak? “Bir şeyler gidecek, yerine hiçbir şey gelmeyecek” bu fikrin de kapsadığı alan geniş. Öyle, insanları günübirlik şeylerle oyalıyorlar. Mustafa Karanfil: Sırf bu korku sebebi ile zaten insanları sisteme sahip çıkmaya çağırıyorlar. Alternatifi de yok dolayısı ile sistemin devamı için ne gerekiyorsa yapalım… İsmet Özel: Bizim İstiklal Marşı Derneği olarak nasıl bir yüz sahibi olacağımız, çok önemli. Yani bizi başkalarının nasıl gördükleri, göreceklerinden çok, bizim yüzümüz, taşımayı değerli bulduğumuz yüz önemli. Maske takmayacağımıza göre yüzümüz ne olacak. Çünkü maske ayarlamak, çizer, boyar, yüzüne geçirirsin. Murat Ural: Makyaj da yapmayacağız. İsmet Özel: Hayır, yapmayacağız. Dernek içinde, bu makyaj yapma fikrini cazip bulanların olduğunu düşünüyorum. Erol Karadoğan: Özellikle bu sizin söylemiş olduğunuz, talip olduğumuz şeylerle alakalı diye düşünüyorum, neye talipsek zaten. Anladığım kadarıyla şöyle bir şey var; bir taraftan doğruyu ve yanlışı tanıyacak, dost ve düşmanı tanıyacağız. Bunu yaparken bir insan oluş süreci var ama aynı zamanda teslim olmamız hasebi ile bizi de bu halimizle yoğuran bir şey de var. Yani tabi olduğumuz, teslim olduğumuz Allah’ın bize göndermiş olduğu vahyi kelam aynı zamanda bizi şekillendiren bir şey. O şeklin bize kazandıracağı bir suret de bizim yüzümüz olacak diye düşünüyorum. Bu şekilde tebarüz edecek diye düşünüyorum. İsmet Özel: Evet. Erol Karadoğan: Yani tabiî ki tercihlerimiz burada belirleyici ama o tercihin iyi olması da bizim ihlâsımızla alakalı bir şey yine. Bizi bu ihlâs neticesinde teslim olduğumuz şey yani düzgün bir suret ortaya çıkaracaktır diye düşünüyorum. İsmet Özel: Biliyorsunuz, dünyadaki en zor mücadele nefisle olan mücadeleymiş. Çünkü söylendiğine göre nefsimi yendim dediğin anda sıfırdan başlıyorsun. O yüzden bizimki de belki buna benzer bir şey. Saymayan Sayılmaz-4’ü bende takip ederken dikkat ettim, orada bol bol sahicilik meselesini konuşmuşuz. Gördüm ki, sahici oldum dediği anda bir sahtelik bulaşıyor insana. Sahiciysen, bunu söyleyen niye sen olasın? Erol Karadoğan: Onun için zaten mücadele çok zor. İsmet Özel: Evet. Belki bunu, okuma gurupları teşkil edip bu çalışmada bir mesafe kat ettiğimiz zaman, bizim dışımızdan insanlar netleştirecek. Biz tabi, bize düşeni yapabilmeliyiz. Mesela (yıl 1948 olabilir) Cumhuriyet Halk Partisi’nin edebiyat yarışmasında hem Yakup Kadri’nin Yaban’ı hem Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı aday, fakat ödülü Sinekli Bakkal alıyor. Yıl 1948. Yani tek parti dönemi devam ediyor, 46 seçimleri de olmuş. Ama Yaban gibi artık daha Kemalist’ini bulamayacağın bir metnin karşısında Sinekli Bakkal gibi pekâlâ Mustafa Kemal’le meselesi olan bir kadının romanı kazanıyor. Yani bu, işin sadece siyasi hesaplaşma kısmı olarak değil ama aynı zamanda muhteva olarak ta tartışılması gereken bir tarafı olduğunu gösteriyor. Yeni bir “Türkiye inşa etmek” meselesi ne gibi bakışlar geliştirmiş, bu mühim bir şey. İstiklal Marşı Derneği bence İstiklal Marşı’nın bizzat kendisinin de edebi bir metin olması sebebi ile bize bir seviye öneriyor. Öyle bir şey ki İstiklâl Marşı’nın varlığı, toplum hayatımızdaki hamur adeta. Akif’in kendisi de söylüyor: “Onu ben bile bir daha yazamam” diyor. Hakikaten, bir daha yazılamayacak bir marş. İstiklâl Harbi de bir daha verilemeyecek bir harp. Bir kere İstiklâl Marşımız formel manada, edebi sanatlar itibariyle çok iyi durumdadır; vezni, kafiyesi falan iyiden iyiye seçkin… Biçimin ötesinde de derinliği olan bir metin. Öyle dudak büküp; “Marş olsun diye bir adam yazmış” denilemiyor, hiçbir kıtası için. Biçimine bahane bulanlar içeriğine itiraz edemez, muhtevasına iştirak etmeyenler, biçimindeki marifeti kabule mecburdur.