Benim her salı kendime mesele ettiğim bir şey var. Sizlerle ne konuşacağım? Sizlerle ne konuşacağım, sizlerle karşılaşıncaya, yüz yüze gelinceye kadar benim için mesele değil. Çünkü Salı gününden önce ne konuşacağımı daha önceden tayin ediyor, zihnimden geçiriyorum. Fakat hepimiz gelip bu masanın etrafında oturduğumuz zaman, bana bir endişe, bir rahatsızlık musallat oluyor. Bu insanlarla ben ne yapacağım şimdi diye, kara kara düşünmeye başlıyorum. Niçin böyle düşündüğümün sebebini de biliyorum. Sebep, henüz sizlerle bir beraberliği temin edememiş olmamızdır. Daha önceleri, İstiklal Yürüyüşü’nün periyodik cereyanı sırasında, ben dinleyen durumundaki arkadaşlara, kendimizi içinde bulduğumuz meselenin nasıl bir çerçevesi olduğuna dair izahatlarda bulunuyordum. Zannım o idi ki, dinleyenler yaptığım izahatın neye tekabül ettiğini gayet güzel fark ediyorlar. Dolayısıyla, dernek olarak sunulan izahatlar çerçevesinde bir istikamet tutturacağız fikri, giriştiğim işe devam etmemde bana destek oluyordu.
Bir süre, rahatsızlık duymadan, bir harç karma tavrı gösterdim. Sonunda anladım ki, olan bitenin benim kabullerimle sıkı bir irtibatı yok. Dernek üyelerinin nabzı benimkiyle aynı ritimde atmıyor. Arzulanan ritmi yakalama şartları oluşuncaya kadar, İstiklâl Yürüyüşü toplantılarına ara verdim. Ahenk konusunda İstiklâl Marşı Derneği üyelerinden, kendilerini sıkıntıya sokacak derecede, büyük bir fedakârlık beklemiyorum. Ama ritim adına, ahenk adına yapılacak şeylerin bir asgarisi var. Ondan geri durmamak lazım. Burada bir iş yürüyeceğine dair kanaat sahibi olmak lazım. Burada bir ocak var. Burada bir şey tutuşacak, tutuşan her ne ise, belki bir şey kaynatacak, buradan Türkiye’nin Türkiye’liği adına bir iş üreyecek. Derneğimizin adı İstiklâl Marşı Derneği olduğu için, yapacağımız iş konusunda insanların, üyelerimizin “Tabii ki böyle olacak. Başka ne olacaktı ki?” diye düşünmelerini bekliyorum. Böyle düşünebilmem için benim şunları feda etmem lâzım diye düşünenler varsa, o insanların olağanüstü şeylerden vazgeçme durumunda kalmayacaklarını sanıyorum. Ama bazıları elden çıkaracakları şeyin çok pahalı bir şey olduğunu düşünebilir. Eğer burada bir iş üreyecekse, üreyen bu iş, benim istikbalimi bağladığım işleri bırakmamı gerektiriyor diye düşünebilir bazı arkadaş(!)lar. O da beni hayrete düşürür. Niçin geldiniz İstiklâl Marşı Derneği’ne? Öteden Beriden Nifak yazımda yazdığım gibi İMD hiç kimseye davetiye göndermedi. Burada yer alan insanlar, “Biz tabii ki burada olacağız” diye bulunuyor olmaları, giderek, “Bizim bir yerimiz olacaksa orası İstiklâl Marşı Derneği’nden başka bir yer değildir” şeklinde düşünen kişiler, seviyesine çıkmaları lâzım. Derneğin kanunî kuruluş şartlarını yerine getirme aşamasında, ben hiç kimseye birlikte çalışma teklifi götürmedim. Ama şöyle bir şey yaptım: Eğer bana iletilen kurucu yönetim listesinde boş bırakılmış hanelere bazı isimleri yazacaksam bunlar filâncalar olacak tarzında bir tercihte bulundum. Tercih dediysem, birçok aday arasından cımbızla çekilmiş kişilerden söz etmiyorum. Bunlar benim “ancak” bulabildiklerimdi. Ben yıllarca Müslüman camia içinde olan biten şeylerin neden üremediklerinin izahını şu şekilde yapmıştım: Türkiye’de Müslümanlar hayırlı bir işi gitmesi gereken mesafeye kadar götüremiyorlar? Neden? Bir seyahate çıkılacağını varsayıyoruz. Bu seyahatte harcamaları tek elden bir arkadaşımıza tevdi ettik. Dolayısıyla biz harcama yapmayacağımız için bütün paramızı o arkadaşa verdik. O bize oteli, otobüsü, yemeği, paramızı teslim ettiğimiz arkadaş temin edecek. Müslümanlar işlerin böyle yürüdüğü görüntüsü veriyorlar, veya verdiler şimdiye kadar. Bu içine girdikleri iş, ister tarikat çalışmaları olsun, ister ev toplantılarıyla yürüttükleri çalışmalar tarzında bir şey olsun. Hakikaten beraberlermiş gibi bir görüntü veriyorlar. Bunu yapıyorlar, bütün paralarını veriyorlar. Fakat hepsi cebinde yolda bir terslik çıktığı zaman evlerine dönebilecek kadar bir miktar bırakıyor. Hepsini vermiyorlar yani. Bu iş bir yerde tıkanır belki, diyorlar. “Bu iş bir yerde tıkanırsa elli lira cepte kalsın.” İşte bu elli lira o görünüşteki beraberliği esastan mahvediyor. O beraberlik bir türlü hayra dönük kısmı itibariyle bir yerden bir yere gitmiyor. Lâkin şirket şerrin getirisinden mahrum kalmıyor. İMD böyle değil. İMD Türkiye Cumhuriyeti çok partili siyasi hayatı uygulamada tutmak mükellefiyeti altına girdiğinden beri su yüzüne çıkan teşkilâtların hepsinden farklı. Gücünü ne sol eğilimli kuruluşların sistemden aldıkları gizli teminata, ne de sağ eğilimli kuruluşların ihanet dinamosundan alıyor. Türkiye’de sol eğilimli kuruluşlar İslâm karşısında bir tampon görevi üstlenmeyi tabiatları icabı saydıklarından sistemin teminatından hiçbir zaman mahrum bırakılmıyor. Teminat gizlidir, çünkü birilerinin soldaki görünüşünü kurtarabilmek ancak teminatın sistem tarafından açıktan verilmeyişiyle mümkündür. Sağ eğilimli kuruluşlar bütün güçlerini yüzeydeki Müslüman veyahut millî görünüşlerine toplum hayatında hiçbir karşılık göstermemeye borçludur. Yani her türlü gayri-İslâmî veyahut gayri-millî muhtevanın İslâmî veyahut millî biçim altında yer kazanacağını göstermek sağ eğilimli kuruluşların varlık sebebidir. Biz İMD üyeleri bir sürecin hasılasına talip olmamız gerekçesiyle aramızda bir mukavele yapmadık. Solcuların ve sağcıların vadesi belli mukavelelerinde herkesin bir hesabı var. Türkiye sırasıyla hangi hesapların hangi sonuçları verdiğini gördü. Ayrıntılı bilgi için bilhassa Cumhuriyet ve Zaman gazetelerine, bu gazetelerde kalem oynatanların serencamına müracaat edebilirsiniz. Bunu neden söylüyorum? Bir zamanlar yapılan mukavelelerle şimdi yapılmakta olan mukaveleler arasındaki irtibatı görebilesiniz diye. İnsanlar bir işe, bir iş birliğine çağırılıyorlar. Bu işin sonunda ateş yakılacak, fırın ısınacak, börek yapılacak, fırına sürülecek, altlı üstlü pişecek, fırından maharetle çıkarılacak. Hemen hücum etmek yok. Börek yenilecek kadar soğuduktan sonra bak bakalım kime ne düşecek? 1946 senesinden itibaren bazı kimseler hangi sürecin nasıl işlediğini bilerek hareket etti. Tersliklerle elbette karşılaştık. Terslikler sistemin teminatını umursamayanların ve muhteva ile biçim farkı gözetmeyenlerin başına geldi. Bizim burada, İMD bünyesinde yapacağımız iş, yapılacak bir iş olduğunu bilmekten ibarettir. Aramızda muhtemel börek hesabına bir işbirliği yok. Milletçe yapılacak bir işe talibiz. İşbirliği ile değil, ancak elbirliği ile sonuçlandırılabilecek bir iş. Her aşamada tekrar ele alınabilecek bir iş. Türk milleti tamamen yapılmakta olanın kendi işi olduğunu bildiğinde girişilecek bir iş. Bu iş İstiklâl Marşı’nda beyan edilmiş. Kırk bir mısraın kırk birinde de hep aynı iş. Biz burada hiçbir şey yapmasak ve fiilen meşgul olunan işleri İstiklâl Marşı’na nispet etsek yüksek bir etkinlik derecesi tutturmuş oluruz. Bu sebeple dernek içinde çıkan her bela çok ehemmiyet sahibidir. Bizim burada arı kovanı gibi çalışıp ortalığa bilmem ne kadar cazip nesne yaymamız mesele değil. Bizim varlığımızı sürdürmemiz kâfidir. Birinci sene-i devriye merasimimiz de bu bakımdan çok mühim. Buradan milletin tamamı eliyle bir iş üreyecek anlayışı yaşıyor. Henüz belki ortalıkta bir şey yok ama buradan bir iş çıkacak. Bunu bilmemiz ve varlığımızı idame ettirmemizin bilinci, oldu-bittilerin tehlike içinde kaldığı gerçeğine rağbeti sağlamaya kifayet eder. Neden böyle söylüyorum? Bunu çok rahatlıkla söylüyorum. Çünkü bizim dışımızdaki bütün zümreler, ne yapıyorlarsa devletin, dünyanın büyük güçler dolayısıyla girdiği pazarlığın içinde yapıyorlar. Dünyada büyük güçler var, burası doğru; ama neye güç yetirebiliyorlar? Küfür değirmeni taşıma suyla dönüyor. Bu değirmene su taşıyan olmasa çark durur. Büyük güçler Türkiye’de söz sahibi olanlarla belli zamanlarda belli esaslar dahilinde anlaşmalar yapıyorlar. Bütün diğer insanlar bu anlaşma dolayısıyla ne yapıyorlarsa yapıyorlar. Biz neden dünya güçleriyle anlaştıkları için yerlerini sağlam sayan güruhun dışındayız? Çünkü XIII. asırdan itibaren, hep bu güruh dışında kalmış olan bir çizgiyi takip edegeldik. Biz, o çizginin bir yerindeyiz. Bana göre de iyi bir yerindeyiz. Her üyemiz bu yer hakkında bir fikir edinmeli. Nasıl İslâm’da üstünlük takvaa ile ise, İMD’de de üstünlük sözünü ettiğim çizgideki yerin idraki iledir. Türkiye toprakları Türk vatanı olurken tebarüz eden, tebellür eden ilk husus Müslüman olmanın mümtaz olmakla eş anlama gelmesiydi. Denklem, Müslüman=Mümtaz şeklinde kurulduğu için, şekil şartının yerine gelmesi, insanların yıllar yılı devlet katında yürüyen her işe rıza göstermelerine kifayet etti. Varlığını daha XIII. asırda hissettiren ayırım günümüzde ayyuka çıktı. Müslüman=Mümtaz ise, İslâm=İmtiyaz demekti. Türkiye’de yaşayan insanlardan hangilerinin, eşitliğin hangi tarafında kaldıkları, hangi tarafın elemanı oldukları, işlerini eşitliğin hangi tarafına sadakatle yürüttükleri açık-seçik bilinemedi. İMD açıklık ve seçiklik peşindedir. İstiklal Marşı’nın kendisi bu toprakların dar-ül İslam oluşuyla alakalı bir hadisedir ve bu toprakların darül İslam kalması ümidiyle ortaya çıkmış bir metindir. Biz daha bu dernek kurulurken nasıl Türkiye toprakları kafirlerin tasallutundan kaçırılmış topraklarsa İstiklal Marşı metni de kafirlerin tasallutundan kaçırılmış bir metindir, dediğimiz zaman bir şey belirtmiş idik. Ne yapacaksak, o belirttiğimiz şeyin başkalarını pek ilgilendirmeyen; ama bizi bilhassa ilgilendiren bir şey oluşu dolayısıyla yapacağız. İnsan hüviyetinin İslâm’la mı, yoksa imtiyazla mı şekle girdiği çok önemli bir şey. Dünyayı etkisi altında bulunduran büyük güçler Mekke ve Medine’nin Türk toprağı olmaktan çıkartılması suretiyle asıl sonucu alabildiklerini düşündüler. Onlar için 1918’de iş bitmiş, partiyi “medeniyet” kazanmıştı. Ama geçen zaman, Türkiye adını taşıyan bir ülkenin hâlâ varlık alanında bulunması sebebiyle, onların hiç de sonuç alamadıklarını gösterdi. Türkiye neresi idi? Batı’nın bir parçası; fakat doğulu... Doğu’nun bir parçası; fakat batılı... Ne biri, ne diğeri. Türkiye’yi kabul edilebilir bir formüle sığdırmak mümkün değildi ve bu dünya egemenlerinin karlı saydıkları durumu temin etmedikleri anlamına geliyordu. Dünya savaşları gerginliği izale edildikten sonra, Türkiye’ye göz yumulmasıyla pek de isabetli bir şey yapılmadığı fikri Batı egemenlerinin ortak anlayışı haline geldi. Gâvurun Türkiye’yi nasıl gördüğü hususundaki aymazlık içinde yaşadığımız toplumun bütün kesimlerine yayıldığı için Türkiye’nin işleri görünürde yürüyor. Yürüyen işlerin görünürde değil de, gerçekten Türkiye’nin işleri haline gelebilmesi için, başka bir takım çıkış noktaları aranıyor; ama aldıkları talimatlarla imtiyazlarına imtiyaz katmış olanlar, o noktaları da hemen küllemeye çalışıyorlar. Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir ülkede yaşıyoruz. İMD de bu küllenme karşısında bir şey. Külü üfüren bir şey. Ama İMD, bildiğiniz gibi bu külü üfürelim diye başlamadı. Biz hukuki ya da kanuni varlığımızı bizi kullanmayı düşünen insanların oyunu ile ele geçirebildik. Onlar bir şey yapmak istediler ama olmadı. Şöyle bir durum var; bir çare bulmamız lazım bu işlere. Yemin etmekle, ahitleşmekle bir şey elde edileceğini sanmıyorum. Bir şeyin anlaşılması lazım. Ben aslında kendi payıma bu yükün bütün ağırlığının benim üzerinde olmasından memnun değilim. Tabiatıyla insanlar bu şekilde düşünebilmeli diye düşünüyorum. Tarihin tahlili, Türkiye’nin akıbeti ne olacağı meselelerinde yalnız kalmak benim hoşuma gitmiyor. Bunu düzgün bir şekilde açıklayabilmek için derneğimizi birinci dereceden ilgilendiren bir hususu belirtmem lazım. İstiklal Marşı’nın altında Mehmet Akif’in imzası var. Sivas Şubemiz açılırken orada mebusluk mazbatasında Mehmet Akif’in karşısında İslam şairi yazıyormuş, onu öğreniyoruz. İstiklal Marşı metninin altında Mehmet Akif’in imzasının olması bu metnin Mehmet Akif’in biyografisi ile daha anlaşılır kılınabileceği anlamına gelmiyor. Bunu vurgulamak istiyorum. Evet, bu metnin müellifi Mehmet Akif’tir. Fakat İstiklal Marşı, Mehmet Akif’in değil, kendi tabiriyle sabit olduğu üzere Türk milletinin eseridir. Bu gerçeğin kendisidir. Ne bir mübalağa, ne de karma karışık bir şey. İstiklal Marşı olarak bildiğimiz metin, Türk milletinin, millet olma sebebiyle yüz yüze geldiği badireyi atlatmak için, hangi sözlere muhtaç idiyse o sözleri ihtiva eden bir metindir. Ve biz henüz bu badireyi atlatabilmiş değiliz. Bunu da biliyoruz. Çünkü İstiklal Marşı’nı kabul eden meclisle Lozan’ı kabul eden meclis aynı meclis değil. Bizim millet olarak bir meselemiz, hâlâ bir badireyi atlatmak gibi bir meselemiz güncelliğini koruyor. Bu güncellikte İsmet Özel adının bir yeri var. Olmaz olaydı... Dediğim gibi ben bu ağırlıktan memnuniyet duymuyorum. Benim günlük yazılarımdan birinin başlığı Budala Atlas’tır. Bir takım yükleri istemedikleri halde taşımak zorunda kalan insanlar, lanet olsun diye o yükü yere çalmazlar. O yük onlara bir hile ile, bir oyunla devredilmiştir. Fakat onlar yükü yere çalmaz. Bir yolunu bulmamız lazım. Onun için bir ayrım yaptık. İMD’nin yeri ile diğer bütün zümrelerin yeri arasında bir ayrım yaptık. Dedik ki: O bütün dünyayı yöneten güçlerin Türkiye’ye tesir eden unsurlarla yaptıkları pazarlığın gereği olan faaliyetleri yürütüyorlar. İMD bunu yapmıyor. İMD, dünyayı yönetme iddiasında olan ve dünyada işlerin çekilip çevrilişinde ifsat edici rolleri birinci derecede boyun eğmeksizin bir yaşama düzeni tutturmuş olan insanların devamı olmayı gözetiyor. Daha kuruluş metninde söyledi: Dünyaya sözünü dinleten kuvvet, Türklere sözünü dinletemiyor. Dinletemediği için Türkiye diye bir şey olmuş başında. Türkiye diye bir ülke oldukça, Edirne’yi tavan Van’ı taban bilen bir ülke oldukça, dünyada bütün yerküreyi susta durduran unsur mutlak hâkimiyetini tesis edemeyecek. Bunu anlamanızı bekliyorum sizden. Türkiye’nin haritadaki yerini koruması, yalnız bu tek başına dünya düzeninin, küfrün istediği ritimde çalışmasına mani olacak bir şeydir. Ama bunun için dünya kadar faaliyet yapıldı. GAP’ından Marmaray’ına kadar, hepsi Türkiye’nin haritadaki yerinin değişmesi veya haritadaki yerini büsbütün kaybetmesi halinde tam verim verecek şeyler. İstiklâl Marşı’nı millî marş olarak kabul eden meclis ile Türk devletinin sınırlarını mümkün olduğu kadar sarih hale getiren Lozan anlaşmasını kabul eden meclisin aynı meclis olmadığını biliyoruz. Bilmediğimiz insanların kalplerinde ne olduğudur. Kalplerdekini bilen Allah’tır. Allah bilir, kuluna da bildirir. Senin bir Allah kulu olarak bildiğin sadakatin kadardır. Neye sâdıksın? Sadakat gösterdiğin ne ise, bütün bildiğin sâdık olduğun kudretin sana bildirdiği kadardır. Kudret denilince aklına Allah mı geliyor? Senin hayatının cereyan etmesi gayesiyle kudretini gösteren Allah’tan başka nelerin varlığına şahitsin? Bütün sadakatim orduyadır diyorsan, bütün bildiğin de ordu sana neyi bildirdiyse, onun kadardır. Ben hem üniformalı orduya hem de üniformasız devlete sâdığım dediysen, bilgi kaynağıni ikiye çıkarmış olursun. İki meclis Türkiye Cumhuriyeti dahilinde iki milletin doğması sürecini başlattı. İki milletlilik bizim “tek ülke” olarak bâdireyi atlatmamıza mâni oldu. Şimdi bâdireyi atlatmak istiyorsak tek millet haline gelmek zorundayız. Milletin tekliğini temin eğer yanlış bir şeyse, bunun gerçekleşmesi çok zordur; ama eğer tek millete kavuşma çabamız doğru bir şeyse, onu hemencecik başarırız. Eğri yolda ilerlemek meşakkatlidir, yol doğru ise, o yolda giden hızla mesafe alır. İki meclis, iki millet meselemiz bir kararsızlığın mahsulüdür. Hüküm yürürlükte olduğu halde, karar bir türlü verilememiştir. Dolayısıyla millete vicahen okunabilecek bir karar yoktur. Adlî kapitülasyonları işletilemez kılabilmek için mi Medeni Kanun’u kabul ettik; yoksa gayemiz Türklerin hukukunu inançlarından bağımsız kılmak mı idi? Kararsızlık bütün haşmetiyle hayatımızı şekillendirmektedir. Kararsız ve hükümlüyüz. Hüküm haydi haydi yürürlüktedir. Adlî kapitülasyonları sıfırlamak hayırlı değil miydi? Hayırlıydı, hem de çok hayırlıydı. O halde, Türklerin hukukunu inançlarından bağımsız kılmanın hayırlı bir tarafı olduğunu söyleyen çıkacak mı? Çıkmayacak. Biz kendimizde soru sorma cesareti bulduysak, muhatabımız sorumuza birçok başka soruyla karşılık verecektir: Ne Türk’ü? Ne hukuku? Ne inancı? Türk, hak ve inanç... Bu üç kelimenin neye işaret ettiği karanlıkta bırakılarak Türkiye Cumhuriyeti bir despotizm sahasına getirildi. Türkler kimlerdi? Hukuk neye taalluk ediyordu? İnanç neleri kapsıyordu? Bu üç sorunun cevabı despotların keyfine bırakılmıştı. Despotların keyfi yerindeyse Türkiye’yi aklamak, despotların keyfi kaçınca Türkiye’yi karalamak gerekiyordu. Tarihin tayin ettiği güzergah üzerinde, kim despotlara haddini bildirmek istiyorsa, bu isteğini ancak İslâm’dan destek alarak gerçekleştirebilirdi. Bu zaruret Türkiye’de nicelerine suret-i haktan görünme fırsatı verdi. Halen veriyor. Neler olup bittiğine bir huzme ışık tutabilmek için Cemil Meriç’in Jurnal-2’sinden iktibas edilmiş ve ismetozel.org’da da “Hakkında Yazılanlar” bölümünde yer alan bir metin dolayısıyla benim, (İsmet Özel’in) hakkımda söylediklerini konu etmek istiyorum. Bunu enikonu “ego-centric” olduğumdan dolayı değil, bu aydınlatmadan Türkiye’deki despotizm hakkında bir şey öğrenilebileceğine inandığım için yapıyorum. Bize kimlerin hangi gözle baktığını umursamazsak dernek olarak yerimizi hayalî bir alana taşırız. Bize bakan gözdeki miyopluk, hipermetropluk derecesi de anlaşılmaya ve yerine tevdi edilmeye değer bir şeydir. Cemil Meriç’in adını, onun Hint Edebiyatı adlı bir kitap çıkarması vesilesiyle 1964 yılında duydum. Kitap, Dönem Yayınları’ndan çıkmıştı. Dönem Yayınları, faaliyetine Dönem dergisi el değiştirdikten sonra başladı. Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar. Bu üçü Dönem adında bir dergi çıkarmaya karar vermişler. 1963 yılının Ekim ayında yüksek bir asalet çizgisinin Türk edebiyatında esas alınmasını özleyenler hangi yaşta, hangi meşrepte olurlarsa olsunlar dergiyi heyecanla karşıladı. Yazdıkları dikkat çeken iki eleştirmen bir şair, bu üçü bir dergi çıkardılar. Türk edebiyatının bir şekilde ana damarını temsil etmeye dönük bir tavırdı bu. 27 Mayıs 1960 sonrasında resim ve müzik de dahil olmak üzere, sanat alanında hakimiyet kuran, kinizm, dalkavukluk, fırsatçılık, karşısında bir hareket olduğu besbelliydi. Dönem dergisini çıkaralar saf edebiyat yapmaya mütemayil insanlardı. Derginin çok demokratik bir işleyişi vardı. Dergide ne yayınlanacağına oylama ile karar verirlerdi. Üç kişiden ikisinin oyunu alan yazı veya şiir dergiye girerdi. Derginin orta sayfasında dikkati üzerine çekmek istedikleri genç kabiliyetleri takdim ederlerdi. Beşinci sayıda, benim için başkalarından biraz farklı şekilde takdim yapıldığını hatırlıyorum. Sonradan, dergi henüz bir senesini bile doldurmamışken, ne olduysa oldu Dönem Dergisi el değiştirdi. Yeni haliyle Dönem dergisinin asli çizgisinden artık eser yoktu. Cemil Meriç’in kitabını yayınlayanlar, bu yeniler kimlerse, onlardı. Derginin aslı çizgisi derken bunun siyasi bir boyutu olduğuna da işaret etmek istiyorum. Nasıl? Bu dergi, 10 Kasım’da Atatürk sayısı çıkarmayan ilk edebiyat dergisidir. O zamana kadar aylık dergiler, Kasım sayılarını Atatürk’e hasrederlerdi. Dönem dergisinin Kasım sayısının birinci sayfasında çerçeve içinde şu yazılıydı: “Büyük Atatürk’ü saygıyla anıyoruz”. Bu kadar. Başka bir şey yoktu. Bu açıdan bazılarına çok ilginç gelmiş olmalı bu dergi. İlk defa onlar yapıyorlardı bunu. Derginin niçin el değiştirdiğini bilmiyorum. Bildiğim şey derginin el değiştirmesinden sonra ne edebiyat bakımından başlangıç endişelerinin korunduğu, ne de siyasi muhtariyetinden herhangi bir iz kaldığıdır. Cemil Meriç’i ismini ilk böylece duynuş oldum. Benim ihtidamın akabinde Cemil Meriç ismi “sağ” çevrelerde çok sık işitilir oldu. Konuşulanlar, Cemil Meriç’in Marksist bir tavrın dışında olduğu izahı yedeğinde konuşuluyordu. Cemil Meriç’in kendisi de bu konuda bir çok şey yazdı. Bir şekilde adeta günah çıkarır gibi kendi solcu geçmişinden bahseder. “Hint Edebiyatı” kitabının 1964’te yayınlanmış olması, bizi Türkiye’de uzun vadeli çalışmaların belli çevreler nezdinde hiç ihmal edilmediği ikazına uğratması lâzımdı. Toplum olarak ikazlarla başımız hoş değil. İşaret okuyarak ilerlemek hassasiyetinden mahrumuz. Çünkü “terakki” kavramının islâmî anlamını yitirdik. Bizim için varsa, yoksa gâvurların terakkiden ne anladıklarıdır. Onu bari hakkıyla öğrenebilseydik. Belki o öğrendiğimizin ne işe yaradığı hususunda bir fikrimiz olurdu. Ben henüz Ankara’da ikamet ediyorken, bir gün postadan adıma imzalanmış bir Cemil Meriç kitabı aldım. Büyük ihtimalle kitabın kapağında “Bu Ülke” yazıyordu ve Arabî’den bir alıntıyla imzalanmıştı. Bir süre sonra benim İstanbul’a taşınmamın akabinde, muhtemelen Yeryüzü Yayınları’nın ilgilileriyle birlikte, Cemil Meriç’i Caddebostan’da kaldığı bir sayfiyede ziyaret ettik. Yanımdaki insanlara Cemil Meriç isterse benim kendisine Fransızca okuyabileceğimi söyledim. Herkes gibi, Cemil Meriç’in gözlerinin görmediğini ben de biliyorum. Gayet safiyane bir niyetle, bir kültür adamına bir faydam dokunur, böyle bir katkım olur diye düşünüyorum. Ondan sonra, onun bu teklifimi memnuniyetle karşıladığını öğrendim. Kafamı işgal eden tasavvurların mühtediliğimle ne kadar sıkı bir ilişkide olduğu fikrinden bugün de kopmuş değilim. Haftada bir gün Cemil Meriç’e gidip Fransızca metinler okudum. Benim aklımdan geçen ve yaptığım tamamen buydu. Ama biraz sonra okuyacağım metinden dolayı, hep birlikte göreceğiz ki, Cemil Meriç başka türlü algılamış olan biteni. Bu ziyaretlerin sonucunda içine girdiğimiz işten ne bana ne de Cemil Meriç’e bir yarar sağlanabildiğini fark edip 1978 yılının Kasım ayında Oruç Özel’in doğumunu bahane ederek ayağımı Cemil Meriç’in çevresinden çektim. Olay bundan ibaret. Haftada bir gün, taş çatlasa, üç ay boyunca gitmişimdir Cemil Meriç’in evine. Fenerbahçe’de oturuyordu o sıra. Her hafta ben ona Fransızca okur, daktiloda temize çekmek üzere notlar alırdım. Vakit dolunca, onun Fener yolunda bir arkadaşına, kolkola, konuşa konuşa giderdik. İlk gidişimizde daire kapısına kadar çıkardım. Daha sonra hep bahçe kapısında ayrıldık. Ama şimdi bakın dünyada neler oluyor. Jurnal 2’de yer alan metnin birinci cümlesi bir sehiv. Cemil Meriç’in notlarını yayına hazırlayanların bir sehvi. Bunu Mustafa Özel bir yazısında belirtti; ama kimse dikkate almadı. Mustafa Özel ile aynı soyadı taşıyoruz. Herhangi bir kan bağı, bir akrabalık sebebiyle değil. Jurnal 2’de yer alan metnin birinci cümlesinin benimle hiçbir alakası yok. Devredeki Mustafa Özel. Benimle ilgisi olmayan cümle şu: "Sekinetten çok, meskenete benzeyen bir durgunluk. Sönmüş bir yanardağ mı, herhangi bir kaya parçası mı, bilemiyorum. Ayırıcı vasfı: müeddep olmak." Bunlar İsmet Özel’i değil, Mustafa Özel’i tasvire müteveccih sözler. Bunların Jurnal’e kaydedilmesinden, şunu da anlıyoruz ki, Cemil Meriç notları kayda geçerken başkalarından “göz” yardımı alıyor. Çünkü Mustafa Özel’in bu derecede müeddep durduğunu onu ancak ışık altında görenler fark edebilir. Değil mi? Demek ki Cemil Meriç yazdıkları şeyleri yazarken çevresindekiler işin hep içinde. Birisi ona “çok müeddep görünüşlü” demiş olması lazım. Benim Cemil Meriç’e gitmemden yıllar sonra Mustafa Özel’in düzenli olarak Cemil Meriç’in evine gittiğini biliyorum. Hatta benim edebiyat çevresinde epey yankı uyandıran “Şairler Intellectin Pençesinde” yazım yayınlandığında, Mustafa Özel yazıyı, Cemil Meriç’e okumuş. Onun için biliyorum. Mustafa Özel, benim yazımın kenarına Cemil Meriç’in ağzından çıkanları not etmiş. Bu notlara şöyle bir göz gezdirdiğimde -gelip bana göstermişti- bunların hemen hepsinin menfi hükümlerle yüklü olduğunu görmüştüm: Nitekim, ondan sonrası o alınan notlara paralel gidiyor: "Özel, 12 Mart öncesinin şımartılmış bir şairi, eski bir Marksist." Bu söylenenler benim yazı hayatımla hiç alakası olmayan bir şeyi ifade ediyor. Böyle bir şeyi nereden… Neyse. Eski bir Marksist… Bu da enteresan bir şey. “Marksizm'den İslamiyet e atlamış.” Nasıl olduysa… Tramplen olabilir. Bu atlamayı ben anlamadım. “Entelektüel bir tecessüs mü, dar bir dünyadan. müphem, hudutları meçhul ufuklara taşmak ihtiyacından mı, bilmiyorum.” İsmet Özel atlamış atlamasına ama merak ettiği için mi, entelektüel bir tecessüs mü? Dar bir dünya demek ki Marksizm oluyor. Müphem oluyor İslam niyeyse? Hudutları meçhul bir ufuk oluyor… Taşmak ihtiyacı… yada dar bir dünyadan taşıyorsun İslamiyet’e atlıyorsun. Enteresan bir şey. “İbn Haldun konferansımı dinlemek için Ankara’dan İstanbul’a geldi.” Böyle bir şey olabilir, ben Ankara’dan İstanbul’a Cemil Meriç’in konferansını dinlemek üzere gelmiş olabilirim. Cemil Meriç bundan bir kıdem, bir rütbe, bir faiklik çıkarıyor. Oysa ben böyle şeylerden rahatsızlık duyacak bir insan hiç olmadım. “Kısa sürdü balayımız.” Nereden geldik şimdi buraya? Ben bu zatın konferansına geliyorum, hemen birlikte balayına çıkıveriyoruz? (gülüşmeler) “Bir miktar sekreterliğimi yaptı.” Bu kadar, bravo yani. Aslı olsaydı, bu da bence hoş bir şey. Dünya edebiyatında böyle şeyler vâkidir. Ezra Pound, William Butler Yeats’in sekreterliğini yapmıştır. Üstelik, bu iş için muhtemelen para da almıştır. “Aliénation üzerine yazıları çıkıyordu.” 1978’de basılan Üç Mesele’de… Benim bir “aliénation” yazarı olduğum söylenemez. “Spekülasyonlarına muhteva kazandırmak için Calvez’yi okuttum.” Calvez diye bir papaz var, Marks’ın yabancılaşmasına çok önemli metinler üretmiş birisi. “Anlamıyordu.” Bana Calvez’i okutmuş, fakat ben anlamıyormuşum. “Hayli tercümeler yaptım. Tape edecekti, isteksizliği yüzünden Calvez’yi bıraktık. Belki daha cazip gelir diye Lamennais’yi çıkardım sahneye. İki üç seans dayandı. Aramızda buzlar vardı. Eski şair, mutlak hakikati bulmuştu.” Buzlar neden anlaşılıyor. Ben şimdi neden eski şair oluyorum? Onu anlamak zor. “Ben, arayış içinde idim.” Ben, hakikati bulmuşum, o arayış içinde olduğu için aramızda buzlar var. “Bununla beraber oldukça müsamahakâr davrandı. Yeni Devir’de iki yazısına konu oldum.” Ben, Yeni Devir’de yazdığım iki yazıda Cemil Meriç’ten övgüyle söz etmiştim. “Sonra, geldiği gibi kayboldu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, bilmiyorum.” Burada benim biyografime ilişkin yanlışlar var: “Siyasal Bilgiler’den Dil-Tarih’in Fransız Filolojisi bölümüne geçen Özel, her iki dünyaya da yabancı kalmıştı.” Ben Dil-Tarih’te okumadım. Hacettepe’de Fransız Filolojisi’ni bitirdim. Her iki dünya derken SBF ile DTCF’yi kastetmiyor. “Bir zaman aynı otobüste yolculuk ettik.” Bunu da anlamak zor. Aynı otobüse nasıl binmişiz. Balayında olmalı. (gülüşmeler) “Tanışmak için ciddi bir emek harcadığımızı söyleyemem. Sonra Yeni Devir’den ayrıldı, üç beş arkadaşı ile Yeryüzü Yayınlarını kurdular. Şimdi Devlet Konservatuvarı’nda Fransızca hocalığı yapıyormuş. Rimbaud’umuzu nasıl bir istikbal bekliyor, kestiremem.” Eski şair ne zaman, dönüp Rimbaud oldu? Onu da biz kestiremiyoruz. Arthur Rimbaud’nun bir özelliği şu: Onbeş yaşında şiir yazmaya başladı, yirmi yaşında bıraktı. Bu beş senelik şiir macerası dünya şiirinde bir yön değişikliği demektir. Bu tabi önemli bir şey. Rimbaud’nun Müslüman olarak ölüp ölmediği uzun uzun konuşulur. Çünkü ablasının kollarında ölürken son sözlerinin “Allah Kerim, Allah Kerim” olduğu, söylenmiş, sonra geri alınmıştır. Rimbaud’nun babası çocuklarını annelerinn başına bırakıp gitmiş. Galiba Cezayir’deki askerî görevi sırasında Fransızcaya Kur’an tercüme etmeye başlamış. Şimdi dikkat ediniz: “Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızca'yı ancak tefeül yolu ile sökmektedir.” Benim Türkçem yokmuş, Fransızca’yı da “olsa olsa şu demeye gelir” şeklinde anlıyormuşum. Kimin Türkçesinin ne kadar olduğu ve ne vaziyette olduğu, ihmale gelmez bir husus. Kimin bir yabancı dile ne kadar hakim olduğu da o derecede önemli. Fakat bu ikisinden daha önemlisi, “lisan” konusunda hakem tayininin kimin uhdesinde bulunduğudur. “Sol Nazım’a rakip diye alkışladığı Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu.” Ben Eskişehirli neden oluyorum? Benim adımı ilk defa Ahmet Kot’tan duymuş olmasının doğurduğu bir sonuç olsa gerek. “Sağ, hiçbir zaman benimsemedi. Bu sağır kubbelerde hoş bir seda bırakabilecek mi? Wait and see.” Hakkımda söylenenlere dayanılarak hakkımda söylenmiş bu sözleri size niye okudum? Şunun için: Bunların hepsi Millî İstibarat Teşkilatı’na değilse, ona benzer bir resmi kuruluşa hakkımda verilmiş bir rapordan kesitlerdir sadece. Daha doğrusu devletin bir kesiminin, bir zamanlar beni nasıl gördüğüdür. “Gördüğü” kelimesi yerine oturmayabilir. Belki de bu sözler, “Nasıl görmeli?” sorusuna verilmiş bir cevaba denk düşüyor. Devlet kuruluşlarının mutemet elemanları, görmekten ziyade “Göstermeye” özen gösteriyor. Cemil Meriç “Sol çoktan unuttu, sağ benimsemedi”, derken hem görmeliyi, hem göstermeliyi hesaba katıyor. Ben Cemil Meriç hakkında, çizgisini destekleyen iki yazı yazmışım o günlerde. Neden? Çünkü benim, kürsüden veya kadrodan mahrum edilme diye bir derdim yok. Ama bu insanlar işte böyle şeyler yapıyorlar, bunun niçin yapıyorlar? Bunun keşfi çok önemli bir şey. Bunun İMD ile alakası; bizim gerçekten Türk milletinin dinamiklerine liyakat kesbedip kesbetmeyeceğimizle kurulacaktır. Türk milletinin dinamiklerine liyakat kesbetmek devletin zaruretleri ile geçişmeyebilir, kenetlenmeyebilir, üst üste binmeyebilir. Bu çok önemli bir şey. Devletin zaruretleri devletin en azından şeklî mânâda idamesi ile sınırlıdır. Devletin asgariden ihtiyaç duyduğu şey devam etmektir. Bu devamı nasıl sağlar? O ayrı. Türk milletinin de Türk devletinin de diğer bütün milletlerden, bütün devletlerden farklı tarafları var. Başından beri Türk milleti ile Türk devleti aynı şey değil. Başından beri Türk devleti ile Türk milleti arasındaki münasebet başka hiçbir devlete, hiçbir millete benzemiyor. Devlet teşkili sonunda bir millet oluşturmak modern kültürün ana temayülüdür. Buna İngiliz dilinde “nation building” denir. Yani kapitalizm ile başlayan milletleşme sürecinde, devlete sahip çıkan adamlar yönettikleri insanların biçim almalarına öncülük eder. Tutumlara hem yön veren, hem de örnek tutum geliştiren devlettir. Böylece rönesans sonrasının modern devleti, kendi milletini inşa eder. Avrupa’ya mahsus bu süreç bizim memleketimizde tersinden işlemiştir. Bizim memleketimizde din asıldır, devlet onun fer’i olarak kurulmuştur. Bizim örnek aldığımız fütüvvet teşkilatı elemanları, yanı sıra âhiler, devlet yetkililerine karşı sert, kendi mesuliyeti altında olan insanlara karşı müşfik ve cömerttir. Bu bizi millet yapan ana tutumdur, ana temayüldür, ana yasadır. Bundan sonra da bir şey olacaksak, önce bunu anlamamız sonra, anladığımıza sadakatle, kıskançlıkla bağlılık göstermemiz gerekiyor. Kendi geçmişimize bu gözle yeniden baktığımızda işimize yarar çok malzemenin bulunduğunu fark ederiz. Millet diyebileceğimiz bir varlık hissediliyorsa, onun da buna müsait bir hazırlığı elinde bulundurduğu görülüyor. Bu münasebetle İMD’nin ne olacağı çok önemli. Şimdi İMD bir şey olacak. Bunu oldurtmamak isteyen insanlar bu derneğin içinde faaliyete geçtiler ve bunlar faaliyetlerini durdurmadılar. Derneğimizin üyeleri İMD’nin işlevini yerine getirmesi için kendilerine bir iş düştüğünü düşünen insanlardan ibaret değil. (Altıncı bölümün sonu)