İşte Çelebi Mehmet babasının terekesini toparlamakla uğraşıyor ve o arada Bedrettin isyanı oluyor. O nizamsızlıktan da istifade ediyor olsa gerek, isyan belki böylece kolaylaşıyor; çünkü yekpâre bir devlet yok, orada burada isyan çıkarılabiliyor. Zaten hepinizin bildiği gibi isyancıların gayr-ı Müslim destekçileri de var. Onun için rahmetli Kemal Tahir, Şeyh Bedrettin’i ‘‘İngiliz ajanı’’ diye adlandırırdı, onun kafasında Osmanlı düşmanıyla İngiliz ajanı birleşmişti. Ona göre, ne kadar kötü varsa, ne kadar Osmanlı aleyhtarı varsa hepsi ‘‘İngiliz ajanı’’dır. Ama, bilin ki, Kemal Tahir öyle işkembe-i kübrâdan atan birisi değildi; gittim kütüphanesini gördüm. Hisleri çoğu zaman dilini gereğinden fazla işlekleştiriyordu. Bir teori oluşturuyor, ‘‘Acaba bundan bir istifademiz olur mu?’’ diye ümit besliyordu. Osmanlı İmparatorluğu tekrar canlandırılabilinirse bu iş temize çıkar, düze çıkar diye düşündüğünü biliyorum. Ben de o zaman bu paralelde bir fikre kanar gibi olmuştum. Şu manada: Onun söyledikleri arasında şöyle bir şey vardı: ‘‘Anadolu toprağı milleti beslemez.
Onun için mutlaka, Balkanlar ve Orta Doğu elimizde olmalıdır.’’ Bu çok yavan, emek-değer teorisi uyarınca bir Marksist yaklaşım. Yıllar sonra, anladım ki, hiç de öyle değil. Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya fikrinden vazgeçelim, vazgeçmeyelim o ayrı hikâye. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nu makbul sayan bir hedefle harekete geçmek, günümüzde dönen kirli dolaplara birçok insanı kolaylıkla razı edebilecek bir yaklaşımdır. ‘‘Yani birincide değilse bile ikinci aşamada o muhteşem devleti tekrar kuracağız.’’ Bu şiar ile eller kollar bağlanır. Biz Türkiye topraklarında harekete geçirebileceğimiz şeyleri harekete geçirdiğimiz takdirde, bütün dünyaya parmak ısırtacak sonuçlar alırız. Kalkıp dünyaya meydan okumaya falan lüzum yok. Biz Alman değiliz, biz Türk’üz. Neden bu karşılaştırmayı yaptım? Çünkü Almanlar köpek tabiatlıdır. Köpeklerin önünden kaçarsan havlar ve ısırırlar. Ama köpeklerin şöyle bir üzerlerine varırsan önce dururlar. Sonra, kuyruk sallarlar, daha sonra sıkıştırmaya devam edersen kaçarlar. Onun için bize çocukken derlerdi ki: ‘‘Oğlum, köpek koşarak geliyorsa otur; o zaman bir şey yapamaz.’’ Hakikaten öyle olur. Hayatımdaki çok mühim tecrübelerden birisidir: Orta birinci sınıftayken dişi bir köpeğim vardı, adı Kibar’dı. Ben orta birinci sınıftayken Hüseyin ağabeyim üsteğmendi ve askerî garnizonun mahfelinde Amerikan filmleri oynatılırdı. Çankırı’da, “Atış Okulu”nda sayısı hiçbir zaman üçü geçmeyen Amerikalı subay olurdu ve sırf onlar için Türkiye’de üç sene sonra vizyona girecek filmler gelirdi Çankırı’ya. Onlar hazır gelmişken subay ailelerine de bu filmleri gösterirlerdi. O filmleri seyretmekten döndüğüm bir gece, evimize yaklaştığım bir sırada –kızgınlık halinde bulunan dişi köpeğim sebebiyle- on beş-yirmi köpeğin havlayarak üzerime geldiğini gördüm. Tabii ki ben, köpekten kaçmazsan, kurtarırsın, kaidesini bildiğim için olduğum yere çakıldım; Bir tane iki tane değil, bir sürü köpek geliyor üzerime. Yere çökmedim ama kımıldamadan durdum. Orta bir talebesiyim; duyduğum korkuyu ben bilirim… Ben durunca bütün köpekler durdu. Fakat çoban köpeği iriliğindeki bir tanesi duramadı. O da dururdu ama öyle hızlı koşuyordu ki, sıçrayıp omzumdan geçti. Durduğum için saldıramadı bana. Bir taraftan da, kıpırdamadan kendi köpeğimi çağırıyorum. Neyse, benim bağırmam üzerine evden ışık yandı. Köpekler dağıldı, içeri girdik. Köpeği olan bir çocuk normal olarak köpeklerden korkmaz. Fakat o hadise başıma geldikten sonra ben köpeklerden korkar oldum. Hâlâ korkarım. Biraz önce Almanların tabiatına dair bir şey söyledim. Baş vurduğum ifadenin yanlış anlaşılmaya ve suiistimale pek müsait olduğunun farkındayım. İyi bilinsin ki, bu söylediğimin bir millet karşısındaki hissiyatla alâkası yoktur. Schiller’in idealini özümsemiş bir milletten bahsettiğimi bilmeden konuşuyor değilim. Benim size anlatmayı denediğim, bir milletin tabiatının tarih içinde tekevvün ettiğidir. Bu oluşum bize bir şey öğretmeli. Şimdi Almanlara gidip son iki dünya savaşında neler olup bittiğini sorsan, sana “tarihten çok şey öğrendik” diyeceklerdir. Evet, tarihten çok şey öğrendiler; ama hâlâ millet tabiatı ve bilhassa kendi tabiatları hususunda hiçbir şey bilmiyorlar. Bildikleri gün, Avrupa’da herşey değişecek. Modern tarihin aldığı şekil varlığını bir şeye borçluysa ve ona bir isim vereceksek, bu adlandırdığımız şey “millet tabiatı” olacaktır. Almanlar dediğim gibidir, haa, biz Türk’üz; biz Türkler ise koyun tabiatlıyız. Övgü sözü olarak “Koçum” kelimesini seçmişizdir. At çobanlığını terk edip Türk olmuşuz. Dikkat edin, “Aygır” Türkler arasında övgü sözü değildir. Ergenekon heveskârlarının pek beğendiği, Kurt kelimesi de, biz Türklerde herhangi bir müspet çağrışım yapmaz. Biz Türkler içimize kurt düştü diye sevinmeyiz. Yiyeceklerimiz kurtlandığı zaman hemen çöpe atarız. Köpek iriliğindeki kurdun adı da Türkiye’nin çoğu yerinde “canavar” olarak anılmaktadır. İsmet Özel: Cumhuriyet tarihimiz boyunca banknotların üstüne kurt resmi koymakla bir şey yaptığını sananların çektiği dert, hiçbir zaman Türk milletinin derdi olmamıştır. Dikkatimizi milletlerin tabiatına geleceğimizi ilgilendiren bağlamda çevirebildiğimiz taktirde doğru resmi görmemiz mümkündür. Her iki dünya savaşında da sistemle çatışmaya giren Almanlar modernleşmenin imkânları doğrultusunda her bakımdan güçlendiler ve güçlendikleri oranda dünyaya meydan okudular. Alman tabiatı dünyanın tamamını karşısına almadan –biz Almanlar ve bütün diğerleri- kendini yerinde hissedemeyen özelliğini dışa vurdu. Kim olursa olsun, Alman değilse düşmandı… Ve sonunda her iki halde de, galip iken de, mağlup olduktan sonra da köpek tabiatı gösterdiler. Önlerinden kaçanı ısırdılar; ve sonra gün geldi, baktılar ki, önlerinden kaçan yok; tam tersine Almanların hepsine, Beethoven dahil, zılgıt çekenler var ve sayıları çoğalıyor, işte o zaman, menfaatleri doğrultusunda pıstılar ve kuyruk da salladılar. 1945 sonrasında ABD’nin en yakın çalışma arkadaşı Federal Almanya idi. Buna mukabil SSCB’nin en yakın müttefiki Demokratik Almanya idi. Ama yine de, bu kesimlerden ne biri, ne öteki, 1871’de zirveye vardırdıkları “millet olma” bilincini kaybetti. Bu muhafaza ettikleri özellik yüzünden bence, gizli bir Müslüman olma potansiyeli, bütün diğer Avrupalılara nazaran, vardır hâlâ Almanlarda. Türkiye’nin geleceğine önem verip de, bu hususla meşgul olunmaması korkunç bir şeydir. Neden Almanları Müslüman itikadına meylettirmeğe uğraşılmıyor? Uğraşılamıyor da ondan. Nasıl olup da, senin başından atmaya çabaladığın Müslümanlığı Alman’a gösterebileceksin? Türkiye’nin geleceği konusunda “millet tabiatı” hususunu hep es geçmiş halinle neyi anlayabilir, neyi anlatabilirsin? Sen Alman entelektüellerinin kapasitesine varmaya uğraşmadan -zaten oradan çok uzakken- sen ona İslâmiyet’i işaret edecek olursan, senin burnuna gülecektir… Gelsin sana öğretsin yani… Anlatabiliyor muyum? Öyle o kadar ucuz bir şey değil o. Ama Almanlar arasında anlayanları tam anlıyor. Aydın Bayraktar: İnsan yurtdışına çıkınca -uzun yıllar Türkiye’de kalmışsın ve kızmışsın, ‘‘Hiçbir şey olmaz, buradan bir şey çıkmaz’’ diye düşünmüşsün- orada birkaç gün kalınca her şeye rağmen ümitli bir şekilde dönüyorsun. Ben her çıkışımda dışarıda pek çok şeyin bittiğini, ümit olmadığını, insanlık adına her şeyin sınırlandığını, meydanların evlerin her tarafın duvarlarla çevrildiğini gördüm, üç beş on günlük kalışlarımda. İsmet Özel: Tabii, yani mesela İstiklâl Marşı Derneği’ne görünmez yasakları koyanlar Türkler değil. Yani şu anda Türkiye’ye hâkim kâfirler bizim nasıl bir potansiyeli elimizde bulundurduğumuzu gayet iyi bildikleri için, sevk edebildikleri unsurların yolunu kesiyor ve bu tarafa doğru adım attırmıyorlar. O unsurlara diyorlar ki: ‘‘Mamanızı veren biziz, keseriz nafakanızı.’’ Bu, çok net görülebilen bir şey yani. Bu arada şunu ilâve etmeden geçmeyeceğim, Viyana’da Birleşmiş Milletler binasının önündeki meydanın adının ne olduğunu tahmin edin: Muhammed Esed Meydanı, aynen Muhammed Esed Platz yazıyor, yaaa! (Gülerek) Biz boşuna mı anlatıyoruz bunları. Birleşmiş Milletler binasının önündeki meydan, Muhammed Esed Platz. Aydın Bayraktar: Bir kez daha haklı çıktınız yani. İsmet Özel: Ben, evet, gençlik yıllarımdan itibaren bir şekilde tepiniyorum; ama haklı çıkmak için tepinmiyorum… Hep soluk soluğa yaşamak bir tatlı hayat değil. Aydın Bayraktar: ‘‘İslâm’ın içinde hiçbir kötülük yoktur, İslâm’ın dışında hiçbir iyilik yoktur.’’ Bunu düşününce ben korktum, ürktüm yani. Diyalogdu, hoşgörüydü, bilmem neydi. Yani en radikal görüneninden diğer uçtakine kadar hepsinin bir diyalogu, bir ilişkisi ya da bir beklentisi falan var. İsmet Özel: Aslında bu sözün kuvveti şu: Bu söze itiraz eden hiçbir meşru argümana baş vuramıyor; yani ‘‘ne münasebet, din hadisesinin cereyan ettiği alan, insan hayatında arızî bir alandır’’ diyemiyorlar, anlatabiliyor muyum? Halbuki, itiraz edenlerin gizlice iddiaları bundan, yani dini hayatımızda minimalize etmekten ibarettir. Haftaya, İstiklâl Marşı Derneği’nin başına gelen şeyleri konuşalım; çünkü bunları atlamamız zaaf belirtisi gibi anlaşılabilir. Yani birileri, ‘‘Bir şey denedik, olmadı, başka bir şey deneriz’’ filan diye düşünebilir. Denesinler, o ayrı hikâye de, bizim ‘‘Sükût ikrardan gelir’’ pozisyonuna düşmememiz iyidir. Onun için meseleyi nasıl gördüğümüzü mümkün olduğunca tasrih edelim. Onu takip eden oturumda da Türkiye’de bu düşünsel öncülük meselesini konuşalım. Yani Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğundan itibaren devre devre sanki fikriyatta şampiyonmuş gibi davranan kişi ve zümreler hep olageldi. Bu işin cereyanıyla alâkadar bazı hususları bir daha irdeleyelim. Türkiye aleyhine dönen dolaplarla bu öncülüklerin irtibatını eleyip inceleyerek konuşalım. Çünkü ülke olarak öyle bir yere geldik ki, artık öncülük havası atanların bize suret-i haktan görünüp söyleyecek şeyleri kalmadı. Öncülük numarası sökmedi; ama hâlâ suret-i haktan görünme çabası devam ediyor. İşte şimdi, çok ciddi bir durumdayız şu anda. Kuzey Irak ile Türkiye’nin münasebetleri meselesinde bir ‘‘dolap’’ dönüyor. Birileri hafif yollu, bu bombalamaları protesto ediyor, gene birileri bunların lehinde bir tavır sergiliyor. Ne olacağı tam belli değil. Ama genel olarak propaganda ettikleri şey şu: Kuzey Irak’ta bir Kürdistan kurulacak, bu kuruluş işini Türkiye deruhte edecek ve bunu böyle yaptığı için de Türkiye Kuzey Irak’ı ilhak edecek. Bu dolmayı şimdiden sarmış durumdalar. Yani demek ki bu, dolma değil; sarma. Bunu duyar duymaz hemen Bulgaristan’ın bağımsızlığı aklıma geldi. Çünkü Bulgaristan bildiğiniz gibi, bilmeniz gerektiği gibi iki aşamada bağımsız olmuştur. Önce muhtariyet verilmişti Bulgaristan’a. Çünkü Bulgarlar ya da içerdeki ve dışardaki gâvurların tamamı siyaseten ne kadar muvaffakiyet sahibi olmuş olularsa olsunlar, o dönemde, Bulgaristan adı verilen topraklarda Bulgar’dan çok Türk yaşıyordu. Ne yapacaklar? Onun için Bulgaristan’a muhtariyet verildi. Şimdi aynı şeyi Kürdistan için yapıyorlar. Ama tabii atraksiyonlar, numaralar, şartlar çok farklı; ‘‘Türkiye Kürdistan’ı ilhak edecek’’ lafının, ‘‘Türkiye’deki Kürtler Kürdistan’ın alanı içine girecek’’ haline gelmemesi ilk planda söz konusu değil. Belli bir gelişme devreye girdikten sonra, o toprakları ilhak edeceği beklenen Türkiye’in haritadan silindiği, bir tablo göze hiç gösterilmiyor. Büyük beklentiler yedeğinde başlatılmış süreç içinde Trakya ve Ege toprakları Avrupa Birliği’ne dahil edilmişse ne olacak? Haa, bunlar bizim işimiz mi? Olmasın. Biz spekülasyonlarla vakit kaybetmeyelim veya vakit geçirmeyelim; ama birileri bizi çevirdikleri dolaba âlet etme hevbesindeyse, onun da hevesi kursağında kalsın. Birilerinin kendilerinde kâfirlerin planını mükemmelen uygulama hakkı ve yetkisi gördükleri bir yerde, bizim, ‘‘burada bir takım numaralar dönüyor” demeye hakkımız yok mu? Büyük planın yürürlüğe girmesine karşı bir şey yapamayabiliriz; ama en azından kâfirlerin yardakçılarına dönüp “senin numarana yatmıyorum’’ deme hakkına sahip değil miyiz? Onlar bu kadarına bile, bu ifadelere başvurmamıza dahi müsamaha etmiyorlar. ‘‘Eğer bizimle beraber çalışmıyorsan sus, bekle’’ diyorlar. (Beşinci bölümün sonu)