Bir süredir, “bir kısım” İstiklâl Marşı Derneği üyelerine benim bir hitapta bulunmam, sarf edilen sözler dolayısıyla doğacak sorulara cevap vermem üzere buluşuyoruz. Bu buluşma beni her seferinde bir ruh sarsıntısına uğratıyor. Zihnimde buraya 64 yaşında bir adam olarak, capcanlı getirdiğim şey ile, çoğu benden en az yirmi yaş genç, sizlerle karşılaşmam sırasında nakletmem gerektiği zaruretine inandığım şey arasındaki münasebet kopuveriyor. Bu kopuş sebebiyle, kendi münasebetsizliğime kanaat getiriyorum. Geride bıraktığımız aylarda Mesele adıyla yayınlanan bir dergide Halkın Dostları dergisi bahane edilerek bir Kürt tezviratı neşredildi. Sözkonusu neşriyat vesilesiyle karşımıza çıkan yaklaşımın İMD tavrıyla doğrudan ilgisi olması sebebiyle, bu yazının tuhaflıklarını/hafifliğini sizlerle konuşmak niyeti taşıyor idim. Derneğe gelmem ve birlikte geçireceğimiz zamanın kıymetinin üzerimde bir baskı yaratması yüzünden niyetim değişiverdi. Bazı kimselerin sahte sefaletle bir tuzak kurduklarını düşünerek aklımı başıma devşirdim. “Sahte sefalet tuzağı” ne demek? Şu demek: Yufka yürekli tabip, yoksulluğu gizlenemeyen hastalarından alacağı muayene ücretini ya çok düşük tutar veya onlardan hiç para almaz. Bu vakıadan haberdar olan kimi ensesi kalın zevat da, o tabibin muayenehanesine evlerinde bulabildikleri en harap elbiseleri giyerek gider. Kimlere bu kıssadan hisse düşüyor, varın siz bulun.
Bu “Mesele”, ceridesinin serlevhasının son harfini de ters yazmışlar. Paradokslar biz insanları hiçbir vakit terk etmez ve gariplikler garipliklerini göze batırmak suretiyle garipliklerini gözden kaçırmaya çalışır. Mesela, bu derginin adının Mesele olmasında sanıyor musunuz ki benim ilk düzyazı kitabımın adının“Üç Mesele” olmasının hiçbir etkisi yok. Umursadığımı sanmayın bunları. Solcu militanlığın moda olduğu yıllarda - Partizan diye bir grup vardı. Günlerden bir gün, denk gelmişti, o grubun yetkililerinden birine sormuştum, benim şiirimin bu adı almanızda bir payı var mı, diye. “Evet” demişti. Böyle bir akış hep sürüp gider. Yani “ilişikte” olanın mı, iliştirenin mi temsil gücüne sahip olduğunun hep saklı tutulduğu, devletin gıdasını bu gizlilikten ötürü temin ettiği bir memlekette yaşıyoruz. Bu memleketin adlandırmalarla kurduğu münasebet sebebiyle taşıdığı vasfı yerli yerince fark etmemiz lazım. Neler, hangi insanlar tarafından ne şekilde beyan ediliyor? Mesela, bir zamanlar Fransızca olarak La Turquie Kemaliste lafzı çokça telâffuz edilirdi. Bu ifadenin kullanımı, aynı anlamın Türkçe olarak “Kemalist Türkiye” şeklinde dile getirilmesinden daha tumturaklıydı. Böyle adlandırmaların neye yaradığını, hangi programlara tekabül ettiğini düşünmemiz lazım. Bir süre Fransızların Türkiye’deki Şarkiyat Enstitüsünün başında bulunan Paul Dumont, “Mustafa Kemal Invente La Turquie Moderne” başlıklı bir kitap yazdı. Bu başlığı, “Modern Türkiye’yi Mustafa Kemal icat etti (ediyor)” gibi tercüme edebilirsiniz. Demek ki, bazılarının icat edildiğini iddia ettikleri bir memlekette yaşıyoruz. Bu memleketin asli vasıfları hususunda, gerçeği değil de, bize dayatılan tarifleri ve adlandırmaları kabul etme durumunda bırakılmışız. Kabul etmezsek ne olur? Sürüklenmekten imtina etmiş oluruz. Bir yolu göze almış oluruz. İstiklal Marşı Derneği üyeleri olarak, bizim kafamızda yada hareket alanımızda bize dayatılan tariflerden ve adlandırmalardan farklı bir şey var. Bu farklı şey ister geçmişe taalluk etsin ve isterse farklılığına yaraşan bir gelecek arasın, bu farkın ciddi, vahim bir şekilde sansüre tabi tutulduğunu, baskı altına alındığını bilmemiz iyi olur. Kendimizi ciddiye alıyorsak eğer bize bir baskı uygulandığının bilincine ermemiz kaçınılmazdır. Kendimizi ciddiye almak ne demek? Şimdi İstiklal Marşı Derneği diye bir kuruluş var ve bu dernek Türkiye’de hal-i hazırda, el üstünde tutulan bir şeyi, İstiklal Marşı’nı, yeniden bulma teklifiyle hayatımızda kendine bir yer açıyor. Görünürde, İstiklal Marşı’nın kendisini tu kaka eden hiç kimse yok, tu kaka edilmiyor, edilemiyor; çünkü bu müstesna metin zamanında hak ettiği yeri kazanmış. Biliyor muyuz, gerçekten İstiklal Marşı’nın neye tekabül ettiğini? Bu soru hem hayatımızdan hem de zihnimizden çekilmiş, uzaklaştırılmış. Millî hasletimiz, bir bakıma enterne edilmiş durumdadır. O enterne edilmiş haliyle bizim için, bir saraydaki kaplumbağa halinde. Türkiye’de neler olup bittiğini hiç kimse ifade etmiyor, dile getirmiyor. Oysa herkes Türkiye’de neler olup bittiğini anlatıyormuş gibi yapıyor. Ne dediğimi daha güzel ifade edebilmek için size 2003 yılını hatırlatayım. Hatırlayın ki, Irak işgal edilirken Türkiye’de yazılı, sözlü, görüntülü basında asla işgal kelimesi kullanılmadı. İşgal harekatı tamamlanıp üzerinden bir yıl geçtikten ve hatta bu sebeple doğan rahatsızlıklar artık ayyuka çıktıktan sonra haber ve yorumlarda işgal kelimesi yer almaya başladı. Yada şöyle diyelim: ABD’nin pek Türkiye lehine hiçbir planı olmadığı saklanamaz olduktan, ABD politikasının hiçbir hayırhah yönü işaret edilemez olduktan sonra insanlar Irak’ın işgal edildiğinden bahsetmeye başladı. Yakın döneme ilişkin bu vakıayı Türkiye’nin bütün cumhuriyet tarihine teşmil edebilirsiniz. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra silahlı kuvvetler ve polis teşkilatı sol eylemcilerle uğraşmak zorunda kaldı ve o zaman bütün sıkıyönetim bildirilerinde geçen bir tabir vardı: “Anarşist”. Bu ne herhangi bir doktrin dahilinde geçerli sayılabilecek bir adlandırmaydı, ne de günlük hayatımızın bir gerçeğiydi. Ortada “ben anarşistim” diyen kimse olmadığı gibi, eğer lügat veya ansiklopedi karıştıracak bir seviyemiz varsa görürdük ki, bu adlandırmanın Türkiye’de cereyan edenlere uyan ve yakışan herhangi bir tarafı yoktu. Ama bilen bilmeyen insanlar bu kelimeyle yıllar boyu doldu taştı. Bu kabil çok şey oldu. Fadime Şahin, Aczimendi vesaire. Böylece, üzerinde yaşadığı topraklara ve birlikte bulunduğu insanlara vazgeçilmezlik atfeden bizlere toplumun, devletin kimlerle uğraştığı açıklaması ulaştırılmış oldu. Devlet Aczimendilerle uğraştı, devlet Fadime Şahin’le, Ali Kalkancı’yla uğraştı. Bakın bunlar artık bugün tarih oldu bile diyemiyoruz. II. Osman saltanatından günümüze kadar bize kabul ettirilen durum, kapatıldığımız yerde bize zorla okutulan bir haftalık resimli mecmua mesabesindedir. Gel gör ki, hiç birimiz bilmeyiz bu mecmuanın kaç hafta öncesine ait olduğunu. Garip bir şekilde bu mecmuanın artık, işin aslını bilenlerin ilgisini çekmediğini de biliriz. Hepsinin modası geçti; ama bir şeyler sür’atle ilerliyor, mesafe kat ediyor. İnsanlar yaşıyorlar, hastalanıyorlar, iyileşiyorlar falan ama bütün bunlar bir hayal dünyasının, bir tahrifat dünyasının içinde olup bitiyor. Birçok insan hakkı olmayan binlerce şeyi ömrünün sanki aslî motifleriymiş kabulüyle yaşıyor. Böylesi bir aldatmacadan arınabilen, durumu kabullenmekten istifade eden kimseleri istiskale maruz bırakan kişiler elbette var. Ben eğer bir şekilde bir şeyle övünmem gerekirse, ben bu küçümsemeyi çocukluktan çıktığım zamandan itibaren yapagelmekle övünürüm. Biraz bir şeye benzediysem bize millet olarak yapıştırılmak istenen avanaklığa uzak durarak benzedim. Türk milletinin şeytanî hesaplar karşısındaki cehaletinin istismarı yolundan devletin eline geçen bir kalıp var. Ben kadirşinas itaatsizliğim ve tevarüs edilmemiş asaletim yardımıyla milletin kabule zorlandığı kalıbı geçerli kılan tutum karşısında hep küçümseyici bir tavır aldım. Benim bu küçümseyici tavrım bazen şahsi bir hedef güttüğüm zannı uyandırdı. Bazen de karakterimin gerektirdiği bir şıklık gibi algılandı. Zaman geçip, maskeler yüzü saklayamaz derecede yıpranmaya uğradığında, benim küçümseyici tavrımın neye değdiği kısmen de olsa, anlaşıldı. Şubat 1965’de ben Partizan diye bir şiir yazdığım zaman bu “daha fol yok, yumurta yok, adam kendi edebî yeri adına riskli şeyler yazdı” fikrine sahip olanlar vardı. O zaman eli kalem turan birinin böyle bir metne emek sarf etmesi bir cür’et görüntüsündeydi; ama yıllar geçtikten sonra o şiir yazılmış olarak kaldı. O şiirin yazıldığı sırada, Türkiye’deki meşhur eşhasın neyi ne adına savundukları yıllar sonra ortaya çıktı. Niye bunları söylüyorum? Şu anda Irak’ın işgalinin Türkiye üzerinde etkilerini hazırlayan bir program uygulanıyor. Bu program ne yazık ki bilenler tarafından ustalıklı bir şekilde, özellikle de mahiyeti saklanan bir program olarak hükmünü geçiren bir yola sokuldu. Bilmeyenler bu yapay ve sakil programı vazgeçilmez oldubittiler gibi algılamaya mütemayil. Bilenlerin gerçekten bildiği bir şey var mı, bilmeyenler cahil rolü yapmaktan bir menfaat mi ummaktadır? Bu soruları da zikre değer buluyorum. İstiklal Marşı’nın öne çıkarılması ben öyle tahmin ediyorum ki dernek tarafından başarılabilirse Türkiye üzerindeki program uygulamalarının o programın uygulayıcılarının istemediği şekilde sonuçlanmasına yol açabilir. Ama acaba olur mu? Biz yaptığımız işte samimiysek olur; ama biz de ortalıkta iş görüyormuş gibi dolananlarınkine benzer bir numara çekiyorsak olmaz. Şimdi ben size kendi hayatımla ilgili iki vaka anlatacağım. Halkın Dostları dergisinin yayınlanmasına birkaç ay kala Ataol Behramoğlu ile beraber vilayetin önünden Cağaloğlu yokuşunu iniyor ve konuşuyoruz, her zamanki gibi. Ataol elini omzuma koyarak– o benden daha uzun boyludur, -uzunca boylu ve benden iki yaş ilerde olduğu için elini omzuma koyması kolay - bana dedi ki, “Attila İlhan için polis diyorlar ama bir şair polis olamaz”. Şimdi bu kadar zaman geçtikten sonra bunu Ataol’un Atilla İlhan’ı değil kendini korumak üzere söylediği fikrine vardım. Bunu bir karalama olarak anmıyorum. Ataol yurtdışına çıkmadan önce kendisine pasaport verilip verilmeyeceği konusunda çok endişeliydi. Aldı pasaportunu ve gitti. 1971 yılında ben pasaport almak için müracaat ettiğim zaman devlet, emniyet, istihbarat, ne derseniz deyin, bana pasaport vermedi. Daha sonraki müracaatlarımda da ben pasaport alamadım. 80’li yılların başında Duisburg Belediyesi beni şiir okumak üzere davet ettiğinde onlara davetlerine icabet edemeyeceğimi; pasaportum olmadığını, bana pasaport verilmediğini bildirdim. Bu sefer Duisburg Belediyesi’nden bir yetkili bana isterseniz pasaport almanız için biz buradan uğraşalım dedi ve ilâve etti: çünkü buradan (Almanya’dan) yapılan işler Türkiye’de daha etkili oluyor. Ben cevaben onlara bir ecnebinin himayesinde pasaport sahibi olmak istemediğimi bildirdim. Ben pasaportumu 1989 yılında alabildim. Adeta zora dayanan bir yöntemle. Pasaport alabilmek için hiç kimseye hiçbir şey vermedim. Ne para, ne söz, ne teminat. Benim pasaport almamı engelleyecek hiçbir hukuki veya kanuni dayanak yoktu. Benim bunlardan öğrendiğim, Türkiye’de belli güçlere teminat vermediğiniz zaman kim olursanız olun sizin bir kapasiteyi harekete geçirme imkânınızın kabul görmeyeceğidir. İkinci söyleyeceğim şey de, Murat Belge ile ilgili. Halkın Dostları yayınlandığı sıralarda, Ataol pasaportunu alıp gitmiş, Murat da henüz Londra’dan dönmemişti. İlerleyen zaman içinde dikkatimi çeken husus şu oldu: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan’ın asılmasına mani olabilmek için imza toplanıyordu. İmzayı toplayanlardan birisi de Murat Belge idi. Ben bu gençlerin idam edilmesi aleyhine imza verdim. Çünkü benim görüşüme göre bunları ancak sosyalist bir hükümet asabilirdi. Devletin Türk halkı üzerindeki hâkimiyetine, Türk halkı üzerindeki haksız uygulamanın devamına bu derecede hizmet eden bu genç insanların ancak sosyalist bir hükümet tarafından asılabileceği kanaatindeydim. Ve onun için de bunları kendi kabilelerinden insanlar asamaz, asmamalıdır düşüncesiyle imza verdim. Anlaşılmaz akışıyla beni tedirgin eden bu trafik içinde Murat Belge ile tabi görüşmelerimiz oluyor zaman zaman. Ondan şunu öğreniyorum: Tarihçi Afet İnan –aranızda Afet İnan’ın kim olduğunu bilen var mı? Afet İnan’ın bariz vasfı Kemalist görüşlerin şampiyonudur. Murat’ın ifadesine göre Afet İnan, Deniz Gezmişlerin idamına engel olmak üzere imza vermeyi reddetmiş ve şu cümleyi sarf etmiş: “Bunlar Atatürk’ü de inkâr ediyorlar.” Bu vakıa hiçbir zaman Türk basınında öne çıkmamıştır, belki hiç yer almamıştır. Murat Belge de, sonraları, bunu yaşayan kendisi değilmiş gibi hareket etti. 12 Mart 1971 sonrasında asılanlar, Türkiye’de Kemalist tandansın bir varyasyonu gibi ve sanki onlar aynı zamanda “laik” siyasetin dayanakları imiş gibi takdim edildi. Daha sonra da her türlü yutturmaca ile beraber, 68liler falan gibi numaralar ayyuka çıktı. Bütün bunları dile getirmemin sebebi İstiklal Marşı Derneği’ne varan çizgide bir ısrarlı tutumu devam ettirdiğimi gösterebilmek içindir. Bunu niye yapmak zorundayım. Her şey çok çarpıtıldı Türkiye’de ve gerçekten bir ülkenin önce yükseltilmesi düşünülürken şimdi mevcudiyetinin muhafazası dert olmuş durumda. İşte bu çizgide benim hiçbir kariyer endişesi olmaksızın sürdürdüğüm bir ısrar söz konusudur. Eğer birlikte bir şey yapmaya niyetimiz varsa, bu ısrarın, en azından sizler tarafından anlaşılması lazım. Bakın, bu çok ciddi bir şey. Kaç yıla baliğ olursa olsun, bir insanın ömrü tartıya vurulacaksa, Türkiye’de yaşayanlar için şimdi söyleyeceğimden daha ciddisi yoktur: Türkiye’de hangi sebeple ve hangi tarzda olursa olsun devletin emrine giren kişi şahsi işini, ikbal beklediği işi milletini terk etme pahasına ilerletebiliyor. İlerletmeye konu ettiği bu iş, ister bir ideolojik dava olsun ister şahsi servetini artırmak olsun. Cümlemi tekrar edeyim. Türkiye’de devletin emrine giren kişi, bu istihdam mukabilinde neyi elde edebilecekse, işte onu, ancak mensup olduğu milleti terk etmesi mukabilinde kendi zimmetine geçirebilmektedir. Her ne yapıyorsa, yaptığı işi, milletle arasına mesafe koyduğu nispette ilerletebiliyor. Bunun Osmanlı Devleti yükselirken saadet getiren neticelerine rastlandı; ama çöküş çağı süresince bu bir felaket! Ömrümüze bir ağırlık nispet edilecekse, artık bu tutumun tam tersine şahit olmamız lazım. Kendini mensup olduğu milletin emrinde kabul eden kişi, devletin her türlü icraatını millet lehine çevirmek üzere icbar edici bir ağırlığa sahip olması lazım. Lazım demekle olmuyor. Oldurulan ve oldurulması gereken arasındaki terslikten dolayı biz Türkler tarihî bir handikap belâsına uğramış bulunuyoruz. Türklüğüyle iftihar eden bizler, ne zaman bu handikabı aşarız, işte o zaman birbirimizi tanıyabilir, milletleşme aşamasına geçebiliriz. İstiklâl Harbi elimize çok büyük bir fırsat bıraktı. Abdullah olduğumuz ölçüde, Allah tarihî fırsatı bize nasip etti. Allah’ın bize nasip ettiği fırsatı, imanı esas almamız hasebiyle heba etmedik. Türk topraklarının Grekler, Ermeniler, Kürtler, Araplar, Lazlar, Gürcüler, vesair anasır tarafından yağmalanmasına meydan vermedik. Miladın XIII. yüzyılında Türkiye olan yer, XX. yüzyılda yine Türkiye oldu. Bunun böyle olduğunun, bizim sadece Rabbimiz tarafından bize verilen bir fırsatı kullanmak üzere harekete geçtiğimizin belgesi İstiklâl Marşı’dır. “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın”. Kime? Hakk’a tapan millete? İstiklâl Marşı’nın kabulünden itibaren, Türklüğünü Hakk’a tapma dışında bir şeye bağlayanın, vay haline, diyebiliyoruz. Halide Edip, 1919 yılının Mayıs ayında Sultan Ahmet Meydanı’nda “Ben İslâmiyet’in bedbaht bir kızıyım” demişti. “Hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz” demişti. Buralardan geçip bir neticeye vardık. Eğer hiç kimse Türklere millî karakterini hatırlatmamış olsaydı bir İstiklâl Harbi verilemeyecekti. Birçok sebepten ötürü, tarihimizi, tarihimiz içindeki devlet-millet bağlantısını yerli yerince kavramalıyız. Bizim milletimiz, diğer bütün milletlerin maruz bırakıldığı şartların rağmına, kapitalizm vasıtasıyla imal edilmiş değildir. XII. asırdan itibaren, millet vasfına yaraşan hususiyetler kazanmamızın müspet bir süreci var. Bu müspet süreç 1839 tarihinden itibaren menfi süreç haline gelmiştir. Bu ne demek? Şu demek: Milletle devlet arasındaki ilişkinin vazgeçilmez bir şekli de millet lehine sonuçlanmasını sağlayan müspet bir dönem var. Mutlaka bunun ideal bir işleyiş arz etmesi şart değil ama müspet bir yönü var o da nedir? Devlet 1839 yılına kadar İslam ile muâheze edilebiliyor yani din delil gösterilerek devletin yeri sorgulanabiliyor. Çünkü devlet kendini ancak din devleti olmakla açıklayabiliyordu. Sadece açıklamakla kalmıyor, kabul ettirebiliyordu. Yani eşhasın, efradın devlete itaati esas değildi devletin dine itaati esastı. Devlete itaat etmenin bir gerekçesi varsa, o da din idi. Devletin efrada yaptırım getirebilmesinin, müeyyide tatbikinin bir gerekçesi varsa o da din idi. Mustafa Karanfil: Şeriat isteriz derken, hukuka davet etmek için… İsmet Özel- 1839’dan önce şeriat isteriz diyen yok. Önceleri, XVII. asırda “şeriat isteriz” avazıyla koşuşturan Kadızâdeler, bizlere anlaşılmaz gelen cenahtan bir şeyler yutmuş falan olabilir. O ayrı hikâye, onu da konuşmak lazım tabii. Ama bilhassa devletin dolaysız bir biçimde Avrupa tesiri altında bırakıldığı Tanzimat sonrasında, bir takım insanlar, bu böyle olmuyor, terk ettiğimizin yerini bir türlü dolduramadık, demeye başladılar. Noksanlık çok bariz idi. Noksanlığı setreylemek isteyenler hep “daha Müslümanca” bir çözüm önerdiler ve terk edilmesiyle işlerinin kolaylaşacağı şeyler hakkında “İslâm’ın aslında bu yok” diye konuşmaya başladılar. Evet, bu açıdan bizi şimdi de bir takım sürprizlerin beklediğini bilmemiz lazım. Sürprizlere maruz bırakılmamak için Abdullah olmamız yetiyor. Değişim derdiyle meşbu olanların Allah’a kul olmak diye bir kavramla ilişkide olmadıklarını bilirsek, önümüze koydukları bazı şeylerin artık bizim için sürpriz özelliği taşımayacağı bellidir. Önce belki meseleleri tanımak gereklidir. Meseleleri tanımak için bir zemin var mı? Yani, meselenin ne olduğunu tarife imkân veren bir ortam var mı? Varsa eğer, o zeminde, o ortamda bize tahsis edilmiş bir yer var mı? Bunları gündeme getirmek lazım. Sedat Akyüz: Meselelerin mühim olduğunu karartan pek çok amil var; ama potansiyel olarak anlamak için de bir ortam vardır. İsmet Özel- Şimdi onun için de, “Önümüzde ulaşmayı hayırlı saydığımız nedir?” sorusunu sormamız lazım. Mesela bugün çok basit bir şekilde eğer kişi başına düşen gelir 30 000 doların üzerinde olan bir Türkiye önümüzdeki hedeftir diyorsanız, meseleyi bu çerçeve içinde bir yere koyacaksınız. Birileri diyecek ki, sen kişi başına 30 000 dolar olan bir Türkiye istiyorsan bunun yolu şudur diyecek. Onun için önümüze hangi hedefi koyduğumuzu netleştirmemiz lazım. O zaman da tabii ben de 30 bin dolarlık bir gelir istiyorum ama o öyle elde edilmez böyle elde edilir, diye bir başkası başka bir şey söyleyebilir. Ama önce hangisini istediğimizi sormamız lazım. Ben bu sözleri ardı ardına sıralarken biraz sıkılıyor zorlanıyorum. Çünkü sahte bir dava yaşaya gelmiş bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca yani dava diye bilinen şey aslı olmayan bir şey. Kim için? Sağcı için de solcu için de aslı olmayan bir şey . Yani bu durumu geçerli saydığında, kime ne diyeceksin belli değil. Bu çarpıtma, bu şişirme bilhassa Türkiye’ye mahsus bir şey sanılmasın. Bütün dünyada da sansürün, dayatmanın, baskı yöntemlerinin uygulanması sebebiyle insanlar seraplarla oyalanabiliyor. Seraplar, tayflar, fantomlar.. İnsan hayatının bunlara açık bir tarafı tabii ki var. Bu sebeple refah beklentisi benzeri sahte davalar hep çıkıyor, kayboluyor tekrar çıkıyor. Bunun yüzyıl biterken tipik bir belirtisi şu oldu: Sovyetler Birliği hayattayken Avrupa’da euro komünizm diye bir akım vardı. Bu, Sovyet- Çin ya da diğer görünen sosyalizmlerden farklı Avrupa’ya mahsus bir komünist görüş ve uygulama geliştirmek isteyen bir akımdı. Ama Sovyetler Birliği ortadan kalkınca bu akım da ortadan kalktı. Madem Sovyetler Birliği’nden bağımsız falan filan bir şeydi niye ortadan kalktı? Demek ki sahte bir davaydı. Erol Karadoğan: Davanın gerçek müntesiplerinin ciddi bir ahlaki zafiyetin içinde olduklarını söyleyebilir miyiz? Yani bir davanın müntesipleri tarafından davanın yürütülemeyişi, bu belki o davayı yürütmek isteyenlere içinde bulunmuş olduğu şartlar dolayısıyla ahlakiliği öncelemesini, onu ıskalamasını belki… İsmet Özel-Yani daha ahlaklı insanlar olsaydı davalar daha sahici olurdu mu demek istiyorsun? Erol Karadoğan: Bir anlamda. İsmet Özel-Ama işte o ahlaklılığı neye dayanarak ifade edeceğiz. Yani biri diğerinden daha ahlaklı insanların. Burada mesela tutarlılığı mı esas alacağız? Neyi? Sedat Akyüz: Burada ayrı olarak belki hakikaten sahte davalar yani çoğu batıldır, yanlıştır ama gerçekten bir dava bu davanın erleri olabilir diye düşünüyorum. Ama günümüzde bir şey at ortaya, mutlaka birileri bir şekilde oyalanıyorlar gibi. Özkan Gözel: Yazılarınızdan biliyoruz Türkiye için iki imkân olarak 1960-80 arası sosyalizm ile 80 sonrası için de İslam’dan bahsediyorsunuz. Ve bu iki akımın da ortaya sürülüş şekli veya onların ilk açılış şekli bizzat o davanın müntesiplerinin inisiyatifiyle olan bir şey değil. Ve bunların başını çekenler de doğrudan bu davanın müntesipleri değil. Böyle bir ortamda böyle bir ikili durum karşısında bir sahtelik ortaya çıkıyor bir şekilde. Böyle bir sahteciliğin ortaya çıkması çok muhtemel hale geliyor. Çıkmayabilir de. Bu başlangıçtaki olumsuzluk olumlu bir mecraya sokulabilir sağlıklı bir sosyalist hareket veya sağlıklı bir İslamcı hareket ortaya çıkabilirdi. Ama böyle bir hareket ortaya çıkmamış. Çıkmaması da bu başlangıçtaki sağlıksızlık başlangıçtaki bu işin adını başkalarının koyuşu veya zeminini başkalarının ayarlayışı bu sahteciliğe yol açmış olamaz mı? İSMET ÖZEL- Evet bu sahtelik meselesini netleştirmemiz lazım. İnisyatifin hep “devlet” elinde olduğu ve sadece “devlet” elinde olduğu fark edilince, insanların meşruiyet zemini olarak fikirleri değil, müsaade edilen tutumları esas saydıklarını görüyoruz. İnsanlar kendilerine “Yapabilir miyim?” sorusunu sormuyorlar. Onların sordukları “Yaptırırlar mı?” sorusudur. Ahmet Demirel: Önce “Sağlıklı bir toplum olalım sonra İslam’a hizmet edelim” den mi yola çıkacağız? Yoksa “önce Müslüman olalım sonra sağlıklı toplum olalım” dan mı yola çıkalım. Herhalde siz ikincisini doğru bulmuştunuz. Yani önce Müslüman olacağız (İ.Ö.) o sonra sağlıklı toplum nasıl olsa çıkarır) sonra tercih edeceğiz. Özkan Gözel: Yerel dokusal zemin çok kaypak, berbat bir eğitim sistemi var. Bu sistem içerisinde ne kadar sağlıklı olabilir? İSMET ÖZEL- Sağlıklı mı sahici mi? Orada bir tercih yapalım yani sahicilik mi arıyoruz sıhhat mi arıyoruz? Özkan Gözel: Şimdi sahici olmasa bile sosyalist hareket sağlıklı olabilirdi. Eğer kendi zeminini kendi seçmiş olsaydı. Kendi öncülerini kendi çıkarabilmiş olsaydı, sahici olmasa bile sağlıklı olabilirdi. Yani sahici olması için herhalde aramamız gereken şart toplumun omurgası diyebileceğimiz değerlerle bağlantılı olma derecesidir. Murat Ural: Sahte dava, meselenin kavrayıp kavranmaması ile alakalı olabilir. Hedefle alakalı olabilir. Samimiyetle bağıntılı olarak. Bir de tanıma zemini ile alakalı olabilir. Bunlarda devletin sürekli müdahalesi yani dünya düzeyinde, dünya devletinin ya da neyse dünya sisteminin lordlarının ve Türkiye’de devletin müdahalesi bu sahte davayı üreten, davaların sahtelikten kurtulamamasına neden olan bir kıskaç gibi geliyor bana. Meselenin kavranmaması hedeflerde bir netliğin olmaması bir de tanıma zemini olmaması bu sürekli devlet tarafından manipüle edilmektedir. Sizin Halkın Dostları’na atıfta bulunarak …en başlarda şöyle demiştiniz. İstiklâl Marşı’nı gündeme gelmesi Türkiye üzerine yapılan bir programın istenmeyen bir şekilde sonlanmasına neden olabilir. Biz bunda samimi isek , şu an da bizim davamız sahte değilse. Yani sahici ise. Meseleyi kavramış, hedefimizin net olması ve zeminimizin de kaygan olmaması gerekiyor.Gibi çağrışımlar yaptı ben de. İSMET ÖZEL-Yani İstiklal Marşı’nı alet ederek bir şey yapmak niyetindeysek bu dava da samimi olmadığımızı gösterir. Ama gerçekten burası İstiklal Marşı Derneği ise ve bizim derdimiz İstiklal Marşı’ndan başka bir şey değilse, o zaman bizi kimse samimiyetsizlikle suçlayamaz. Mustafa Karanfil: Sahte dava deyince ben şeyi anlıyorum, iş başından o davayı yüklendiğini söyleyen kişilerin en başında da zaten bilerek bu işi yüklendiklerini anlıyorum. Yani ta başından bir görevli gibi olaya başlangıçta kötü niyetli çıkılmasını anlıyorum. İSMET ÖZEL- Bu işin gerçek yüzü galiba. Özkan Gözel: 1839 öncesi ve sonrası ayrımı yapıldı. 1839 öncesinin milletin dinden destek alarak devleti muaheze etme imkânının olduğu, görece bir demokrasi dönemi de diyebiliriz. Böyle bir dönem söz konusu. Ama millet bundan yoksun hale gelince Devlet Milleti bu tarihten sonra kolayla zapt u rapt altına alabileceği oyuncağı haline geliyor. Ve bu 1839 sonrası dönemde sahte davaların çıkabileceğini bu muaheze imkânının yokluğuyla belki aynı zamanda izah edebiliriz. Yani sonuçta bu davalar sahte veya değil millet namına devleti hesaba çekme niyetiyle ortaya çıkan davalar sahte ve ya değil. Ama devleti muaheze etme imkânı ortadan kalkınca bir devlet millet şeyi ayrışması mı diyelim çok net hale geliyor. Darbeleri de bununla izah edebiliriz bir şekilde. Millet ne zaman bir şey yapmaya kalkıyorsa cevabını alıyor bir şekilde. Yani bu sahte davaları bu bahsettiğim yoksullukla yani millete… İzah edebilir miyiz? İSMET ÖZEL- İşte bizim çok özellikli bir toplumda yaşadığımızı ihmal edersek, diğer modern toplumlardan varoluş sebebi yüzünden ayrı duran bir toplumda yaşadığımız gerçeğini ihmal ederek tahliller yapmaya kalkarsak hiçbir şey anlamamız mümkün değil. Yani bu sahicilik meselesinde kendine mahsus dinamiklerle hareketlerini tanzim eden tarafla o bunun hareketlerine uyarak hareket eden taraf arasında bir uyumsuzluk ya da tam tersine menfi bir uyum tabi metbu ilişkisi söz konusu oluyor. Yani burada ister istemez tabiî olan sahtelikle malûl, metbu olan ister istemez sahici konuma düşüyor. Şimdi İşte böyle bir boşluk var Türkiye’de zorla dahi olsa uyduran var uyduran uyandan daha belirleyici değil, böyle tuhaf bir şey. Belki kendine “biz” diyen toplumlarla onlara “siz” denilen toplulukları birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Bir toplum kendine biz demeyi başardıysa o toplum kendine mahsus dinamikleri harekete geçirebilen özellikler sahibi olabiliyor. Ama o toplum ona siz diyenlerin yönlendirmesiyle hareket eden bir durumdaysa yönlendiren sahte bile olsa yönlenen sahtelikten kurtulamıyor. Erol Karadoğan: Neyle alakalı? İSMET ÖZEL- İktidarla alakalı şüphesiz. Ama iktidarın muktedir olabildiği bölgenin özelliği ile de başbaşayız. Yani bizim toplumumuz söz konusu olduğunda dikkat edin bütün dayatmaların gerekçesi dayatmaya konu olan şeyden farklıdır. Yani Türk toplumu için konuşacak olursak, Tanzimat’a kadar dayatmaların gerekçeleri ile dayatmaların kendisi arasında bir mesafe yoktur. Devlet din devletidir ve padişah eğer kendi kapı kullarından birini idam etmişse o idamın gerekçesi ne olursa olsun,i padişah tarafından hangi sebeple idam edilmiş olursa olsun o adamın mezar taşına “eş-şehid” yazılıyordu. Çünkü devletin dini muhafazadan gayrı bir gerekçeyle adam öldürmeyeceği, öldüremeyeceği kabul ediliyordu. Devlet yolunda ölen, din uğruna ölmüş sayılıyor ve ona şehit oldu, deniyordu. Dediğim gibi 1839 a kadar bu mekanizma güzel işledi, bu yanlış işledi bu ayrı bir şey ama bu mantıken dayatmayla dayatmanın gerekçesi arasında bir mesafe yok Ama devlet din devleti olmaktan çıktıktan sonra gene sen dayatmayı din adına yapıyorsun ama artık din devleti değilsin. Abdullah Bektaş: “Eş şehit" şimdi de deniyor. İSMET ÖZEL-Şimdi belki hem yaşadığımız günler itibariyle, hem de dünyada hakim olan sistem itibariyle bir hususu sahicilik ve belki de hatta sıhhat bakımından tam yerine oturtmamız gerekiyor. Yani gerçekten kendini organik bir bütünlüğe kavuşturmuş toplumdan söz edebiliyor muyuz? Eğer edebiliyorsak, o toplumun yönelimleri hakkında sahicilikten başka bir ifadeye başvurmamıza gerek yok. Onun, o toplum işleyişinin doğruluğu-yanlışlığı ayrı bir şey. Yanlış; ama sahici. Böyle bir şey olabilir. Yeter ki, o toplum organik bir bütünlüğe kavuşsun ve kendi bütünlüğünün gereği olan bir şeyi yapıyor olsun. Böyle bir durumda sahtelik söz konusu olmaz. Öte yandan, bir toplum hem organik bütünlükten mahrum, hem de kendi etkinliğini kabul ettirme adına bazı hareketlerde bulunuyor. İşte burada sahicilikten bahsetmek hiç mümkün değil. Erol Karadoğan: Çünkü o toplumu oluşturanlar gücün etkisi altında yaşayamaz bir duruma geliyor. İSMET ÖZEL-Yani orda toplum zaten sahici değil. Toplumun kendisi sahici değil. Özkan Gözel: Devlet Millet ayrımının veya çatışmasının olduğu bir toplum organik bir toplum olamayacağından sahici bir toplum olmuyor. Yani özellikle Tanzimat’tan sonra ki süreçte yaşanan bariz şey bu; yani, organik toplum olamama ve bu yüzden çatışmanın ve ayrılmanın ortaya çıkması bu zeminde de sahte davalar mı ortaya çıkıyor? Yani şimdiye kadar toplumlar için siz sahtecilikten veya sahicilikten söz ettiniz ama asıl çıkış noktamız davalardı. Sahici davalar ve sahte davalar şeklinde iki müşahhas dava var. Bunların özelliğinde bunlara bu özelliği yakıştırmamızda ölçü ne? Bu davalar ne kadar sahici ne kadar sahte? İSMET ÖZEL-Burada biraz önce söylediğim “bizlik” meselesini ciddiye alabiliriz. Şimdi adına konuştuğu unsurla millet veya grup veya sınıf adına konuştuğu unsurla bütünleşmiş bir eylemcinin sahte bir dava güttüğünü söylemek mümkün değil. Tersi de doğru tabii, yani hiç alakası olmayan bir unsurla temsil ilişkisi kurmuş. Elçiye zeval olmaz. Mustafa Karanfil: Burada sahiciliğe engel olmakla devleti tek başına sorumlu tutmak pek doğru değil gibi. Millet de kendiliğinden de sahici olabilir. Kendisini de bu işe tam niyetli olması lazım. Devleti bahane kılmak pek doğru gelmiyor. İSMET ÖZEL-Ama işte bu söylediğimiz şeylerin sınırlarını bilirsek haklarında konuşabilirsin. Yani millet dediğimiz zaman hangi sınırlar içindeki şeyden bahsediyoruz, devlet dediğimiz zaman hangi sınırlar içindeki şeyden bahsediyoruz. Aydın Bayraktar: Şöyle diyebilir miyiz? Mesela, Türkiye’de sizin misal vermiş olduğunuz organik bir toplumun meydana gelmesi, o toplumu oluşturanların kendilerini ortak olarak nerede hissetmesiyle ve ortak olarak nereden güç almadıklarıyla ilişkilendirilemez mi? Ki ortak olarak güç aldıkları kendilerine etki eden diğer gücün etkisini kırabilsin. İSMET ÖZEL- İşte tanımlarda anlaşmamız gerekiyor. Kim? Neye? Ne diyor? Ahmet Demirel: Şimdi ben diyorum ki: İstiklal Marşı bir hak davayı temsil ediyor yani millet kendisini verilmiş olan haklı davayı hatırladı şunu demek istiyorum Resullullah dönemine döndüğünüz zaman ben bu davadan vazgeçmem dedi. Yani o teklifi de yapsanız, bu teklifi de yapsanız ben bu davamda n vazgeçmem. Çünkü taşıdığı dava bir hak davaydı. Bunu Türk Milleti hatırladı. Yani davasını hatırladı dolayısıyla bunu İstiklal marşında dile getirdi. Yani tarihi dava ile onu hatırlayan millet ayrı zamanlarda ortaya çıkan bir şey değil herhalde. İSMET ÖZEL- Ama verdiğin örnekte şöyle bir uyumsuzluk var gibi geliyor bana: İstiklâl Marşı yazılırken Türk Milleti’ne davasından vazgeçmesi karşısında bir şey teklif edilmiş değil. Bilakis Türk Milleti kendisine dava seçmek suretiyle üzerine salınan belaları cerh edebildi. Türk milletinin karşı karşıya kaldığı bir iğfal durumu yoktu. Tam tersine bir şeye icbar edilmişti. Ve bu mecburiyeti reddederek davasını yürütebildi. Değil mi? A. Demirel: Şimdi şu geliyor benim aklıma. İstiklâl Marşı, İstiklal Harbi insanlık tarihinin merkezidedir. Dolayısıyla onun bir tarihî merkezlik teşkil edişinin, Hz. Âdem den beri aynı çizgide bulunması, son olarak İstiklal Marşı’nın yazıldığı İstiklal Harbi’nde hak ve batılın ortaya çıkışı olarak gördüğümüz için İstiklal Marşı’nın yazıldığı İstiklal Harbi bu işe merkezlik yapıyor diyoruz. İSMET ÖZEL- Ama bak şimdi “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” dediğimiz zaman, diyoruz ki bize reva görülen şey taşıdığımız vasıflar dolayısıyla kabul edilemez. Bizim Hakka tapan bir vasfımız var, Hakka tapan vasfımız esir olmamıza manidir. Yani “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” demek sana her ne kadar dayatılmak istenen esaret ise de, sen Hakka tapan bir kişi olduğun için esareti kabullenemezsin. Değil mi yani, mesele burada. İşte belki, bizim cumhuriyet sonrası tuhaf durumumuz bu başlangıçtan dolayıdır yani yaptığımız başlangıcın manasını terk ederek yani varlığının tek sebebi Hakk’a tapmak olduğu halde var olmanın Hakk’a tapmakla bağını asgariye indirerek bir istikamet belirliyoruz. Ama tabi bu İstiklal Harbi’nin hemen akabinde olan bir şey değil. Bir süreç, bir hadiseler yumağı, geniş hadiseler zinciri vesaire. Ama gene de mesele bugün karşımıza çıkan mesele hep bu sahtelik sahicilik kavramlarıyla iç içe olan bir şey. Onun için mesela Türklükten bahsetmemizin sahte ve sahici yanlarının hem tefrik etmemiz hem de fark edilmesini sağlamamız gerekiyor. Anlatabiliyor muyum? Yani bariz bir sahtelikle kol kola kucak kucağa yaşıyoruz, çok bariz. İnsanlar bin dereden su getirip sahneden kovuyorlar. Nedir o sahneden kovdukları? “Türk” denildiği zaman devletin tebası mı anlaşılacak yoksa devletin varlığına sebep olan unsur mu anlaşılacak? Sahnede tutmadıkları bu sorudur. İSMET ÖZEL- Türkiye Cumhuriyeti... Buranın, yaşadığımız ülkenin resmi adı böyledir. Coğrafya metinlerinde de ülke adı olarak Türkiye geçerlidir. Dolayısıyla, burada yaşayanların en azından teorik olarak Türk olduğu kabul edilmesi gerekiyor; ama bu adlandırmadaki sahiciliği yakalamak bir türlü mümkün olamadı. Türk kelimesinin anlamı zaman ve mekân içinde tasrih edilmiştir. Yani kim, hangi devrin veyahut nerenin Türk’ünü işaret ettiğini açıklamadan konuşuyorsa, bilin ki, o sadece dinleyenleri tavlama gayesi gütmektedir. Şimdi ve burada, Türk dediğimiz zaman neyi anlayacağız? İşte birisi net olarak söylüyor diyor ki “Türkiye cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Bu gerçekten böyleyse hiçbir sorun yok. Gerçekten böyleyse, oh, ne âlâ. O takdirde Türkiye’de azınlık haklarından bahsetmenin mânâsızlığına kolayca hükmedeğiz. Madem, yasalar önünde herkes Türktür; o halde, herhangi bir azınlıktan ancak hukuk dışı bir kavram olarak söz edebileceğiz ve siyasi söylemimizi “lezbiyen azınlık” türünden kavramlarla bezeyebileceğiz; ama kazın ayağı öyle değil işte. Türkiye’de dayanağının Lozan anlaşması olarak gösterildiği, azınlık hakları varsa yani sen bir Türk hükümeti olarak, bir Ermeni mektebini, bir Rum mektebini, bir Yahudi mektebini bir Süryani mektebini, bir havrayı, bir kiliseyi faaliyetten men edemiyorsan, parlamentondan çıkarabileceğin yasalarının gücü ancak bir yere kadarsa, yani azınlıklar hususunda yapacağın her düzenleme mutlaka özel şartlar muvacehesinde gerçekleşebiliyorsa, o zaman demek ki kim Türk diye sorulduğunda cevabın sahiciliği hepimizi yakından ilgilendirmektedir. O zaman şöyle desek daha mı doğru olacak: Azınlıklar, çoğunluktan daha Türk’tür çünkü onların hakları diğerlerine göre daha garantilidir. Böyle bir şey diyebiliriz değil mi? En Türk olanlar azınlık kabul edilenlerdir. Türkiye’de gayrimüslimler Müslimlerden daha Türk’tür çünkü onların haklarına dokunmak çoğunluğa mensup olanların haklarına dokunmaktan belirgin esaslara bağlanmıştır. Demek ki yaşadığımız hayatta bir sorunla karşı karşıyayız. Yani görünen şeyler, bir veya ikisi değil, hepsi güven telkin etmeyen şeylerdir. Bu durum bizi, mecburen görünmeyen bir şeyi fark edip ona göre harekete icbar ediyor. Bilnetice, başımıza gelen ve aleyhimize olan her şey görünen dolayısıyladır. Bizler, pisliğe bulaşmadan yaşamak düsturunu benimsemiş olanlar, kendi kurtuluşumuzu ancak gizli bir alanda ele geçirebiliyoruz. “Secret”. Yani ancak gizli bir şekilde menfaatini koruyabiliyorsun. Açık olan ne varsa, onların hepsinden sadece zarar görüyorsun. Sana yapılan kötülüğü açıkça yapabiliyorlar ama sen sana yapılan kötülükten ancak gizlice kurtulabiliyorsun. Türkiye’deki en basit, en olağan şey: Seni işlemediğin bir suçtan dolayı açıkça suçluyorlar ve sen rüşvet vererek cezaya çarptırılmaktan kurtuluyorsun. Öyle değil mi? Seni öğretmenlikten atmak için yapmadığın bir şeyi açıkça isnat ediyorlar. Sen de Milli Eğitim Bakanlığı ile gizlice, muhteviyatı gizli tutulan bir konuda anlaşarak, sana kurulan tuzağı bertaraf ediyorsun. Hep böyle olmuyor mu? İşte ben en son açıklamamda söyledim. Elimiz yanabilirdi İstiklal Marşı Derneği kuramaya teşebbüs ettiğimiz için. Ama yanmadı, neden yanmadı? Çünkü İstiklal Marşı Derneği’ni menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyenler var. Biz onların çevirdiği dolaptan istifade ettik. Yani İstiklal marşı derneği kurulurken birileri “kurulsun işimize yarar” diye düşünüyorlardı. Biz de “He ya, sen öyle san” dediğimizi bariz bir biçimde gösteren mutad havamızla yolumuza devam ettik. Bizim niyetimiz kimseyi aldatmak değildi; ama onlar nasıl olsa bizi tepe tepe kullanacaklarını düşündükleri için, bizim havamızı “olsun olsun” tutumuyla karşıladılar. Yoksa, Avrupa’dan, Amerika’dan bir torpilimiz olmadan dernek kurabilir miydik? Biz burada çok sahici bir şey yapıyoruz. Biz göründüğümüzden başka bir tarafı olmaksızın faaliyet halindeyiz. Ne gibi faaliyetlerde bulunuyoruz? Bizim mevcudiyetimizi muhafazamız, başlı başına faaliyettir. Bu durumda kalışımız da bizim tehlikeli addedilmemiz için yeterli görülüyor. Çünkü bu işin tabiatı böyledir. Bir haydut çetesinde eğer çetenin adam öldürmemiş bir elemanı varsa, bütün kadrodaki, en tehlikeli en netameli kişi odur. Çünkü o, çete yakalanıp ele geçtiğinde idam cezasından kurtulabilecek tek kişidir. Bu özelliği sebebiyle, her an devlet güçlerine başvurup çeteyi yakalatma ihtimali vardır. Çetenin otoritesinin sökmediği bir alanda da hak sahibi olan çete mensubu kişi, çete reisinin nazarında en berbat, en korku verici adamdır. Biz Türkiye’deki kuruluşlar içinde o nazik durumu üstlenmiş vaziyetteyiz şu anda. “Son Ocak” vasfına böylece eriştik. Eğer geniş bir alana kavuşmak için dar bir kapıdan geçilmesi gerekiyor idiyse, biz o kapıdan geçtik. Nedir ulaştığımız geniş alan? Geniş alan insanları çağırabileceğimiz bir yerdir. Şu anda biz kimseye davetiye çıkarmadık ama çıkardığımız takdirde onları ağırlayacağımız bir yerimiz var. Maddeten değil, mânâ itibariyle bir yerimiz var. Evet, mânâ itibariyle bir yerimiz var. Yani yasal, hukuki mânâsıyla bir yerimiz var. Bir kere kurulmuş olduk, kongre bile yaptık. Dediğim gibi gocunacak bir şeyimiz hiç yok. Yani bir diyet ödeme kayd ü şartı altında değiliz. Erol Karadoğan: Görünen hiçbir şeyin güven telkin etmiyor oluşu, yani kendinizi korumak için gizli bir şey yaparak kendinizi bir şekilde koruyabileceğinizi fakat İstiklâl Marşı Derneği aslında burada gizli bir şey yapmadan kendisini böyle sahici bir ortamda sebat ettirebilme imkanına sahip olmuş oldu. Bu yapıyla birlikte. Mesela yanlış hatırlamıyorsam sizin konuşmalarınızın birinde İstiklâl Marşı’nın bizzat anayasada yerinin olması, devlet hukuku açısından da meşru bir alanın kaybedilmiş olması hasebiyle İstiklâl Marşı Derneği aynı zaman da bu meşru alanın içerisinde doğan bir şey. Yani burada dini bir meşruiyeti var. İSMET ÖZEL- Evet Erol Karadoğan: Bu Aslında bu derneğin ve bu derneğin üyelerinin çok kendisini rahat hissetmeleri için, yani her ortamda. Çünkü burada gizli hiçbir şey yok. Fakat mesela Türkiye’de diğer hareketler yani bir çok hareket bu anlamda bir gizliliği kotarmak veya bir gizliliği beraberinde taşımak suretiyle varlığını bir şekilde ortaya koyabilir. Yani tamamen kendisini su üstüne çıkartmıyor. İSMET ÖZEL- Bu başından beri, bizim için de istenen bir şeydi. Mesela, Bugünün Birincisi Sensin Programına başlamadan önce üyelerimizden bir tanesi, adını da söyleyeyim, Dadaşhan Celalettin Kavas bu yapacağımızın yanlış bir şey olacağını ve kendisinin asla bu programa katılmayacağını beyan etmişti, uzun uzadıya. Neden bunu söylemek ihtiyacını duymuştu? Çünkü bütün açıklığıyla İstiklal Marşı konuşulunca İstiklâl Marşı’nın anlaşılmamasından dolayı itaate zorlanan insanların, bundan böyle itaatlerine gerekçe sağlanması yolunda talepleri doğacaktı. Anlatabiliyor muyum? Şimdi itirazının haklı bir yanı görüldü mü? Görüldü. Dernek içinde bulunma gerekçelerini saklayanların bir kısmı su yüzüne çıktı. Bugünün birincisini tamamladık ve aslında Türkiye açısından da bir sarahat doğmuş oldu. Şimdiye kadar belki yüzlerce kitap yazılmıştır İstiklâl Marşı şunu söylüyor, bunu söylüyor falan filan diye. Hepsinde halkın hakikatle bağdaşmayan bir şeye şartlandırılması gayretini görürsünüz. Bazı mekânlarda Mustafa Kemal portresi üzerinde İstiklal Marşı metni görürüz. İnsanlar üç aşağı beş yukarı hep aynı şartlandırma altında kalmışlar; ama bizim Bugünün Birincisi Sensin programı İstiklal Marşı metninin daha sonra uğranılan tahavvülâtı hiç de desteklemediğini ortaya çıkardı. Çıkarmadı mı? Ama işte bunlar Türkiye’de canlılık sahibi şeyler değil. Oysa bu bizim için, millet için çok önemlidir. İstiklal Marşı 1921 yılında Meclisin kabulü ile bizim Milli Marşımız oldu. Ama 1923 yılında İstiklâl Marşı’nı kabul eden meclis yoktu. İstiklâl Marşı’nı kabul eden meclis büyük bir ihtimalle Lozan Antlaşmasına “Hayır” diyecekti. Lozan’ın “evet” olarak karşılanmasına müsait bir meclis elde edildi. 1923 yılında. Buna rağmen Yahya Kemal gibiler Lozan’a hayır dediler. Yani azınlıktaydılar ama Lozan’a Hayır diyenler çıktı. Peki, neden I.Meclis Lozan’a evet dememe ihtimali yüksek olan meclisti? Çünkü madem muzaffer olduk niçin bu kadarına razıyız? Bu insanlar bu soruyu soracaklardı Yani eğer bu çatışmanın galibi biz isek, Ankara ise ki aslında Ankara’nın mümtaz bir yeri yok, Lozan’a giden süreç içinde. “Millî odak” faaliyeti babında Ankara ve İstanbul müştereken çalışıyor. Bunlar da Türkiye’de üzeri kat be kat örtülen şeyler. Netice itibariyle bunları, hakikatin büsbütün ortaya çıkması halinde yerini kaybetmek istemeyenlerin itiraflarından birazcık da olsa öğrenebildik. II. İnönü Muharebesi dolayısıyla İsmet İnönü’ye saraydan gönderilen madalya İnönü Müzesi’nde hâlâ duruyor. Cumhuriyetten sonra 25 yıl –yanılmıyorsam- Genel Kurmay Başkanlığını deruhte eden Mareşal Fevzi Çakmak Harbiye Nazırı iken Ankara’ya geliyor. Nezareti bırakıp Ankara’ya geliyor. Millî Odak içinde bir ayrışma olsaydı İstiklâl Harbi verilemezdi. Her neyse bizim peşinde olduğumuz şey sahicilik. Bu son söylediğim kötü ve yanlış bir cümle oldu. Bizim kopmak istemediğimiz şey sahicilik. Yani sahiciliğe ulaşmak istemiyoruz. Biz sadece sahicilikten ayrılmamak istiyoruz. Sedat Akyüz: Sarahat bir anlamda değil mi? Şimdi sarahat konusunda sahicilik kadar emin olmayabiliriz. Bir şey çok sahici ama sahici olduğu kadar sarih olmayabilir. Çok sarih olabilir ama çok sahici olmayabilir. Sedat Akyüz: Veya Hak olmayabilir. Evet, onu da bilemeyiz. Sahici olup Hak olmayabilir, sahici olup şeytani de olabilir. Özkan Gözel: Bazı şeylerin sarahate kavuşması sahicilik yönünde bir adım anlamına geliyor. Yani, bu manada sarahat sahiciliğin? İSMET ÖZEL- Burada nereye bakıyorsak oraya düşen ışığın özelliği çok önemli. Yani sarahatin bizi sahiciliğe götürmesi gerekmiyor değil. Keşke olsa. Ama olmayabilir. Çok sarih olan şeyler hatta sarahatin kendisi de büyük bir yanıltıcı unsur olabilir. Mesela objenin çok yakınından çekilen bir fotoğraf gerçeği yansıtmaz. Gösterdiği çok sarihtir, ama görmek istediğimizi göstermez. Özkan Gözel: Atın önünde et, itin önünde de ot var diye bir söz var. Türkiye’de kartlar yanlış karılmış bir şekilde. Neyin ne olduğu anlaşılamıyor. Kimin neye göre konuştuğu anlaşılamıyor. İSMET ÖZEL- Kartlar karılınca zaten .. Özkan Gözel: Bu bulanıklık içerisinde sahicilik bir şey ifade etmez hale geliyor. Bu manada bir sarahat? İSMET ÖZEL- Ama işte sahicilik korunabildiği takdirde yeri geldiğinde devreye girebilir. Ama çok sarih, ama sahici olmadığı zaman onunla ne yapacaksın? Sahiciliği elinde tuttuğun zaman bunun, işe yaradığı bir ortama denk gelebilirsin. Bak, mesela ne derler? Duran bir saat bile günde iki defa vakti doğru gösterir. Sahicilik öyle bir şeydir ki faydası yapısında gizlidir. Duran saat örneği üzerinde düşünmek gerek. Özkan Gözel: Bu akşam sahicilik meselesini çok konuştuk. Toplumların, akılların veya derneklerin vesaire ve insanların sahiciliğinden konuştuk. Şimdi toplumların sahiciliğinden formelde kalan yönünden bir tanımlama yaptınız. Organik bütünlük ile ilişkisi bağlamında sahicilikten bahsettiniz. “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” Müstakil bir millet milletliğini Hakka tapmaktan alıyor. Dolayısıyla sahiciliği daha böyle.. İSMET ÖZEL- Evet, Türk milleti istiklal hakkını Hakk’a tapan millet olmasından alıyor. Özkan Gözel: Milletin müstakilliği içerisinde sahiciliğini Hakk’a tapmasından alıyor. Diyebilir miyiz? İSMET ÖZEL- Yok, Hakk’a tapmayan sahici bir millet olabilir. Alman milleti sahici bir millettir, ama Hakk’a tapmaz. Özkan Gözel: Bu millet sahiciliğini, çok doğrudan bir ifade ile söylersek, İslam’dan alıyor diye netleştiremez miyiz? İSMET ÖZEL- Bizim için bundan daha sınırları belli ifadeler lüzum ediyor. Gayri-Müslim Türk olmaz dediğin zaman, Türk adını gayri-Müslimlere nispet edemezsin dediğin zaman sahicik derdine düşmüş olursun. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür gibi kanun maddesi yazdıysan başka bir şey yaparsın. Bu ikinci yaptığın, sarih, ama sahte bir şeydir. Biz sahicilik derdine düşmüşsek, yeni bir tanımlamayla kaybedilmeyen şeyin peşinde oluğumuz anlaşılır. Bir tanımlamayla kazandığımız sarahati, bir başka tanımlamayla kaybedebilriz. Benim bir ermeni arkadaşım şöyle söylerdi: “Dünyanın en erkek milletiyiz, karılarımız bile bıyıklıdır.” Erkekliğin sarahati önemli bir şeyse al sana en erkek millet. İstiklal Marşı Derneği aradığı sahiciliği parlak veya sönük beyanatlarda, o beyanatların sarih veya karmaşık ifadesinde bulmayacaktır. Dünyadaki bütün Müslümanlar asr-ı saadetten devr aldıkları kuşaklar boyu ve bütün coğrafyalarda yaşattıkları bir halislik içinde bulunur. Defalarca (Âyet ve Hadis zikredilerek) istismar edilmiş ve bağlılıkları defalarca suiistimal edilmiş olmasına rağmen Müslümanlar “sahici” kalmışlardır. Müslümanların her aldatılışında zararlı çıkan hep aldatıcı taraf olmuştur. İstiklal Marşı Derneği uygulamasında da durumun değişmeyeceğini ümit etmek için bir çok sebebimiz var. Sedat Akyüz: Kuran-ı Kerim’de Hadid suresinde “İnsanlardan bir bölüm var ki Allah’a bir harf üzerinde yani dil ucuyla ibadet ederler, bir menfaat geldiğinde tamam ama başlarına bir sıkıntı geldiğinde topukları üzerine gerisin geri dönerler. İSMET ÖZEL- Benim hep ona dikkat çekmeye çalıştığımı fark etmek size bir külfet olacak. Türk milletinin 27 Mayıs 1960’ın intikamını 1965 yılında yapılan seçimlerde almış bulunduğunu biri anlasın. Kim anlayacak? Adalet Partisin’in 240 milletvekiline, seçime “KULA KULLUK YETSİN ARTIK” şiarıyla katılan (Bu şiar “Allah’a kul olalım, Abdullah olalım” demekten başka ne mânâya gelir?) Türkiye İşçi Partisi’nin 16 milletvekili ilâve edin; varacağınız Bu 450 milletvekilinin 266’sı bir tarafta, 184’ü başka tarafta demektir. Bizim ülkemizde, takınılan İslâmî bir tavrın adına gerçekten yaraşıp yaraşmadığının tespiti, takınılan sosyalist bir tavrın adına gerçekten yaraşıp yaraşmadığının tespitiyle birebir alâkalıdır. Çünkü, dünyayı ahiretin tarlası olarak görmeyenler, hangi çeşitten olursa olsun tarlaların mânâsına bigânedir. Türk, hiç ara vermeden, dünyaya tam 500 sene kendini İslâm’ın kılıcı olarak takdim etti. Bu 500 yıllık süre boyunca Türk’e yaranmak, anasır için hep bir dünyevî teminat anlamı taşıdı. 1571 den, yani Avrupalıya Türk’ün mağlup edilebileceğinin işaret edilmesinden sonra iş tam tersine döndü. Ondan sonra bizim ülkemizde devlete kapılanmak değil de, sadece İslam’a mensup olmak bir eziyet haline geldi. Ve tabi ki devlet teşkilatı da eziyeti millete tattırmak için olağanüstü maharetler gösterdi. Hangi açılardan? Yanılmıyorsam, daha çöküşün henüz başladığı sıralar, Kırım harbinin öncesi olması gerekir, bir paşayı Kaptan-ı Derya tayin ediyor, yani donanmanın başına geçiriyorlar. Bu makamda bulunmak, çok masraflı bir şeydir. Çünkü reformlara uğratılmadan önceki Osmanlı Devleti’nde bir makam için birine maaş verilirse, parayı alan, geçtiği makamın gerektirdiği bütün masrafları da kendi kesesinden yapar. Müteveffa Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, kararı ben vereyim, devlet ödemeyi yapsın, diye bir şey yok. Devlet sana sadrazam maaşını verirse, mesela gelecek elçileri ağırlamak da sana düşüyor. Ayrıca bir ödenek yok. Yani makamın için aldığın para, o makamın işinin yapılmasına yetecek. O yüzden adam kaptan-ı derya olunca torpil yapıp kendini Mısır valiliğine kaydırıyor. Hâlbuki Kaptan-ı Derya’lık protokolde daha yüksek bir mevkii. Ama masraflı. Eline geçen para eriyip gidecek. Gemi memi gerektiğinde, bunları kendi cebinden alacak. Devlet böylece sermayenin temerküz ve terakümüne yol veren şeylere dikkat edermiş. Bir adamın servetinin miktarı çok yükselmişse, onu İstanbul’a et teminiyle vazifelendirirmiş. Ondan sonra adamın servetinin kabarmış kısmı sönermiş. Böyle şeyler çok olmuş. Osmanlı Devleti’nin çöküşü demek, “sunuf-u devlet”in ahlâki çöküşü demektir. Başka bir şey değildir ve halen devam etmektedir. Çünkü askeri mağlubiyetle çöküş başlamıyor. 1571 demek 16. yy’ın son çeyreği demek, 17. yy’ın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti hâlâ dünyanın askeri, ekonomik, sosyal bakımdan, en parlak alanıydı. Siyaset, siyasî ahlâk, her bakımdan ahlâk sukut etmişti. Avrupa’da işin aslını bilen insanlar ve onların Türkiye’deki uzantıları, artık Türk topraklarının parlak durumunun kendileri için bir tehlike arz etmediğini bilerek tedbirler aldılar. Yani, hemencecik 17. yy’ın hemen başında başladılar, Türk’ü tesirsiz bırakacak işlere. Bilin ki, 1912’ye kadar Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında Türk sözünün geçer akçe olduğu tartışmasızdır. Balkan harbi patlayıncaya kadar devam eden bir durum. Ama Avrupalılar ve ülke içindeki işbirlikçileri o zamana kadar her şeyin altını oymuşlar, ilk darbede uygulamaya koyacakları her melâneti askıda tutmuşlar. Bütün bunlar bugün de geçerli. 1912’de bir taraftan İtalyanlar Libya’ya asker çıkarıyorlar, bir Türk İtalyan savaşı var bir taraftan Balkan savaşı var. Yani orada bitiriyorlar. 1913 yılında bugünkü sınırlarımızı çiziyoruz. 1913'te Avrupa topraklarındaki bütün Türkiye’yi kaybediyoruz. Bugün coğrafya itibariyle Avrupa’da var olan topraklarımız, Selimiye sayesinde var. Yani bizimkiler bir şekilde Selimiye'yi gâvura bırakamıyorlar. Sınır zaten tam oradan geçiyor. Selimiye ile başlıyor Türkiye. Bilirsiniz, defalarca söyledim, çünkü hepimizin hayatını çok ilgilendiren bir şey bu: Batı Trakya’yı Lozan’da Türkiye’ye dâhil edemiyoruz. Sebebi 1914 ten sonra 1. Dünya savaşına girerken Bulgaristan'da bizimle aynı cephede savaşa girsin diye biz batı Trakya’yı Bulgaristan'a vermişiz. Lozan'da Wilson prensiplerine göre burada Türkler yaşıyor burası Türkiye olmalı dediğimiz zaman, iyi de sen bunu Bulgar’a verdin, niye şimdi Yunan’a vermeyecekmişsin deyiveriyorlar. Batı Trakya bu şekilde gidiyor. O iş yani Bulgaristan biliyorsunuz önce muhtar, bugün mesela çılgınca şeyler yapılıyor o açıdan. Yani bunları konuşamadık. Konuşmanın da yeri olmalı mı olmamalı mı bilmiyorum. Ama yavru vatan tabirini kullanmaya başladılar Kürdistan için. Yani şimdi, ne numaralar dönüyor neler yapıyorlar. Yani şimdiden bağlanan işleri bildiğimiz takdirde sürpriz olmayacak. Birçok insan için önümüzdeki yıllar sürprizlerle dolu. Yani zaten böyle çoktan bağlanmış işler bunlar. Bize sineye çekmek mi kalıyor? İnsanlar belki bunlarında tedbirini aldılar. Yani İstanbul’da yaşayan insanlar nasıl planlandı. Kim ne yapacak falan filan. Geçenlerde sokak çocuklarından bahsettik. Ama daha neler var hazırladıkları? Biz sadece tahammül mü edeceğiz, bilmiyorum. Onun için bir İstiklal Marşı Derneği çevremiz olması hususi bir atmosfer beklentisi yerini tutabilir. Millet olarak uğradığımız felaketimizin sebeplerinden birisi olarak titizlikten mahrum kalmayı olağan karşılayışımızı gösterebiliriz. Kıskanç olmalıyız. En azından kendi şahsiyetimizin kıskançlıkla korunmaya değer olduğunu bilmeliyiz. Kendimizi kayırmayı bilmeliyiz. Herkesin başına ne geliyorsa benim de başıma o geliyor, ve zaten âlemle gelen düğün bayram diyen milletini kayıramaz. bir eğilimimiz var. Birlikte bulunacağımız insanlar elini verip kolunu kaptıracağın insanlar olmamalı. 1571’den itibaren biz Türklerin başına hep bu geldi. Yanımıza “ben de Türk’üm” diye yanaştılar ve biz onlara “Senin neren Türk?” diye sormadık. “Türk olsaydın bunu yapmazdın” demedik. İstiklâl Marşı Derneği bize sorumuzu sordurtmalı, diyeceğimizi dedirtmeli. (Dördüncü bölümün sonu)